şır. Örneğin önde gelen bir Alman eko-sosyalisti Rudolph Bahro, kapitalizmin çevre sorunlarının
kaynağı olduğunu iddia eder. Doğal dünya sanayileşme ile zarar görmüştür, nedeni ise kapitalizmin
kâr arayışıdır. Böylece kapitalizmin niteliği sadece sınıf çatışması değil doğal çevrenin bozulması
dır. Hem insan emeği hem de doğal dünya istismar edilmektedir, çünkü her ikisine de ekonomik
kaynak gözüyle bakılır. Dolayısıyla çevreyi geliştirmek amacıyla yapılan
her türlü girişim sosyal
değişim sürecini, belki de sosyal devrimi içermek durumundadır. Ancak doğal dünya konusunda
Marx’ın kendi konumu bazı tezatlıklar içerir. Marx’ın, üretim güçlerinin gelişimine inancını ba
zıları klasik bir sanayileşme ifadesi olarak algılarken; başkaları, ilk yazılarındaki emeğin doğanın
“insanlaştırılması” ve insanın “doğalaştırılması” olarak emek tasvir etmesinin ekolojik bir özelliğe
sahip olduğunu ileri sürerler.
Eko-sosyalizmin temel konusu, kapitalizmin çevre düşmanı, sosyalizmin ise çevre dostu ol
duğu fikridir. Ancak sosyal feminizm de olduğu gibi böyle bir formül iki unsur arasında, bu kez
“ kırmızı” ve “Yeşil” öncelikler arasındaki gerginlikleri içine alır. Çevre felâketi
kapitalizmin bir yan
ürünü olmaktan başka bir şey değilse çevre sorunlarıyla, en iyi, kapitalizmi ortadan kaldırarak veya
sınırlandırarak baş edilebilir. Dolayısıyla ekolojistler, ayrı Yeşil partiler oluşturmamalı veya dar çev
reci örgütler kurmamalı, aksine daha geniş sosyalist hareket içinde çalışmalı ve
dikkatleri gerçek
meseleye, yani İktisadî sisteme çekmelidirler. Diğer taraftan sosyalizm, bir başka “üretim yanlışı”
bir siyasî inanç olarak görülmüştür: Sadece kapitalist sınıf adına değil insanlığın iyiliği için geze
genin zenginliğini sömürme taraftarıdır. Sosyalist partiler çevre politikalarını benimsemekte yavaş
kalmıştır, çünkü diğer “gri” partiler gibi seçimler nedeniyle ekonomik büyüme vaadine dayanma
ya devam etmektedirler. Sonuç olarak ekolojistler yeşili kırmızının altına yerleştirmekte
tereddüt
etmişler ve Alman Yeşilleri kendilerini “ne sağ ne de sol” olarak ilân etmiştir. Gerçekten de Bahro
(1984) gibi eko-sosyalistler ekolojik krizin aciliyetinden dolayı, sınıf çatışmasından önce gelmesi
gerektiği sonucuna varmıştır.
Eko-sosyalistler, sosyalizmin doğal olarak çevreci olduğunu iddia ederler. Refah,
genele ait ise
herkesin çıkarına uygun biçimde kullanılacaktır ve bu, uzun vadede insanlığın çıkarına demektir.
Ancak ekolojik sorunların sadece refah sahipliğinde bir değişiklikle çözülmesi imkânsızdır. Söz
konusu durum Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupadaki devlet sosyalizmi ile açığa çıkmıştı, buralarda
dünyanın en kontrol edilemez çevre sorunlarına sebep olundu. 1960’larda örneğin Sovyet İç A s
ya’daki Aral D enizini besleyen iki ana nehrin, pamuk ve pirinç tarlalarını sulamak için yönleri de
ğiştirilmişti. Bunun sonucunda dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral Denizi, eski boyutunun
yarısına inmiş ve bazı bölgelerde kıyısı tuzlu ve kirlenmiş bir çölü gerisinde bırakarak 100 km ka
dar geri çekilmiştir. Doğu Avrupa’daki en iyi bilinen çevre felâketi, 1986’da Ukrayna’daki Çernobil
nükleer patlamasıydı, bu olayın boyutu Sovyetler i genel olarak çevre sorunları konusunda daha
açık olmaya itti. Komünizm sonrası dönem de çevreci protesto grupları, Sovyetler Birliğinden d o
ğan devletlerde yaygın biçimde ortaya çıkmıştır. Ancak Batı’daki Yeşil hareketin aksine bu grupla
rın nadiren eko-sosyalizmi benimsedikleri ve daha çok muhafazakâr ve tepkisel siyasî doktrinlerle
bağlantılı bulundukları kayda değer bir durumdur.