1. BÖLÜM: FELSEFEYİ ANADOLU’DA YENİDEN YURTLANDIRMAK
1.1 Felsefe - Jeofelsefe İlişkisinin Kurgulanması
Günümüz felsefesinin önemli isimlerinden birisi olan Ahmet Arslan’ın ifadesiyle
söyleyecek olursak felsefenin en önemli problemlerinden birisi de bizzat felsefenin kendisinin
ne olduğu
39
ironisidir. Çünkü felsefe, insanoğlunun “bilme istenci” olarak düşüncenin kaosla
giriştiği kavgadan beri, bir yandan da kendi kendisini tanımlamaya uğraşmıştır.
40
Bu çerçevede bir analiz yapacak olursak; sözcüğün etimolojik incelemesi, sözlük
anlamı başlığı altında muhtelif felsefe tarihi kitaplarında benzer şekillerde (bilgi ve bilgelik
sevgisi olarak) aktarılmakta ise de onun ıstılahî anlamı tahmin edilebileceği üzere yorumlayan
kişi sayısınca değişiklik arz etmektedir.
41
Bununla birlikte, bize göre, en genel şekli ile
felsefenin terimsel anlamı: “varlık, bilgi ve değer alanlarıyla ilgili sorunları, akılcı ve eleştirel
bir tarzda değerlendirmek, bu sayede maddi evreni anlamlandırmak ve buradaki kendi
varoluşunu, kim ve ne olduğunu anlamaya ve açıklamaya çalışmaktır.”
42
Bu noktada biz, Felsefe/Jeofelsefe ilişkisinin kurgulanmasında, onun sözlük ve terim
anlamlarıyla ilgili geniş analizlere girmeden Deleuze ve Guattari ikilisinin felsefe tanımıyla
iktifa ederek temellendirmemizi yapacağız. Kuşkusuz bu tanım, felsefenin “efradını cami
ağyarını mani” haddını çizmeyecektir. Zira az önce de ifade edildiği üzere, terim anlama
ilişkin her görüş rölativist kalacak ve değillenme imkânına da kapı aralayacaktır. Öyleyse
Deleuze ve Guattari ikilisinin aşağıdaki felsefe tanımına da bu açıdan yaklaşalım:
“Felsefe, kavramlar oluşturmak, keşfetmek ve üretmek sanatıdır.”
43
Kuşkusuz bu söz, bilgiyi, bilen varlıkla (süje) bilinmesi istenen veya bilinen varlık
(obje) arasındaki ilişkiden çok daha farklı bir konuma taşımaktadır. Yine bu tanımdan yola
çıkarak felsefenin bir edim ve üretme faaliyeti olduğunu da söyleyebiliriz. Deleuze ve
Guattari’ye göre düşünmek, ne bir özne ile bir nesne arasında gerili bir ip ne de birinin öteki
çevresinde yaptığı bir çevrimdir. Düşünmek, daha çok toprakla yurtluğun ilişkisi içinde
39
Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Adres Yayınları, Ankara, 2012, s.29.
40
G.Deleuze-F. Guattari, Felsefe Nedir?, Önsöz, T. Ilgaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s.7.
41
Bkz. Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş adlı eserinde “Felsefenin Istılâh Anlamı” başlığı altında
Müslüman filozofların Ebû Süleymân es-Sicistâni’den mülhem felsefenin “altı tarifi”ni” bildiklerini ifade
etmektedir. Ancak Müslüman filozofların bu altı tarifle kalmayıp kendilerinin de bunlara yeni tarifler
eklediklerini söyler ve bu tanımlamalarının neler olduğunu tek tek sıralar. Bkz. Mehmet Bayrakdar, İslâm
Felsefesine Giriş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2012,s.20-25.
42
Mevlüt Uyanık, Felsefî Düşünceye Çağrı, Elis Yayınları, Ankara, 2012, s.15.
43
G. Deleuze - F. Guattari, age., s.12.
11
gerçekleşir.
44
Toprak parçasının yurt haline getirilmesi, ancak bu tür bir düşünce ortamının
temin edilmesiyle mümkündür.
Nietzche’nin, Alman, İngiliz ve Fransız felsefelerinin ulusal karakterlerini belirlemek
amacıyla temellendirdiği “jeo-felsefe”; özne-nesne ikileminden sıyrılarak felsefeyi kavram
üzerinden yurtlandırma çabasıdır. Dolayısı ile tarihin belirli bir zaman diliminde, belirli bir
yerde ve belirli bir topluluk tarafından gerçekleştirilmiş olan düşünce faaliyetini özne-nesne
ilişkisi açısından değil de bir yurtluk faaliyeti olarak değerlendirmek burada daha doğru
olacaktır. Çünkü yurt kavramı sadece fizikî ve beşerî coğrafyayı içermekle kalmaz, bunların
yanı sıra kavramın zihinsellik boyutu da vardır. Felsefe yapmanın yolu uygun bir ortam, çevre
ve atmosferi yakalamaktır. Bu nedenle felsefeyi bir ırkın tarihine ve coğrafyasına indirgemek
mümkün değildir.
45
Felsefe bu şekilde dar kalıplar içerisine hapsedilemez.
Deleuze ve Guattari, yurtluk ve toprağı iki ayırdedilmezlik bölgesi olarak
düşünmektedir. Bunlardan birincisi yurtsuzlaştırma (yurtluktan toprağa) ikincisi ise yeniden
yurtlandırma (topraktan yurtluğa)dır. Onlar, Yunanistan’ın hangi bağlamda filozofun yurtluğu
ya da felsefenin toprağı olduğunu sorgulamaktadır. Çünkü bölge coğrafi konumu itibarı ile
Doğu’nun kıyısında yer alan bir uluslararası Pazar yeridir ve kuşkusuz bu yönüyle de
etkileşime oldukça açıktır. İşte bu etkileşimden ötürü de göçmenlerin Yunan ortamında
buldukları üç şey şöyle sıralanır: İçkinlik, dostluk ve görüş. Burada içkinlik’ten kasıt,
toplaşmanın içsel doğasıdır, toplumsallaşabilmedir. Dostluk ise bu toplaşma hazzıyla ortaya
çıkar; ancak aynı zamanda rekabeti kuran bir tür toplaşmayı bozma hazzını da içinde
barındırır. Görüş’e gelince, o, rekabeti ortaya çıkaracak olan fikir ayrılıkları ve çatışmalardır.
“Toplumsallaşabilmenin kıyıcılıkları, dostluğun rekabetleri, görüşün kanlı karşıtlıkları ve geri
dönüşleri olduğu sürece bundan daha yumuşak bir dünya görülmeyecektir.”
46
Buradan da anlaşılabileceği üzere, içkinlik ortamından, felsefenin üretilmesi için
gerekli olan ve önceden tasarlanmış hiçbir çıkar içermeyen katışıksız bir toplumsallaşabilme
kastedilmektedir. Felsefî fikirlerin ikinci şartı ise, bunun zorunlu bir sonucu olarak ortaya
çıkan, Fisagor’un cemaati gibi ‘dost toplulukları’ndaki toplaşma hazzı’dır. Bu tür düşünce
modelleri doğal olarak rekabeti doğuracak ve üçüncü şart olan karşıt görüşlerin cereyanına
44
G. Deleuze - F. Guattari, A..ge, s.80.
45
Mevlüt Uyanık, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak-İslam Felsefesinin Günümüzdeki Anlamı
Üzerine Bir Deneme”, İslamiyât Dergisi, sayı: 4, yıl: 2005, s. 69.
46
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e., s.82.
12
zemin hazırlayacaktır.
47
Bu durum Namık Kemal’e atfedilen, “Barikâ-i hakikat, müsâdeme-i
efkârdan doğar.” sözlerini akla getirmektedir.
48
Çünkü hakikat, ancak farklı görüşlerin
birbirleriyle boy ölçüşmesi neticesinde neşet eder. O halde Yunan toprağının geçmişte böyle
bir imkâna kucak açtığı söylenebilir. Ancak, Yunanistan’da böylesi bir etkileşimin geçmişte
öyle ya da böyle bir şekilde gerçekten de cereyan etmiş olduğunu varsayacak olursak,
Deleuze ve Guattari’nin imâ ettiği “ Filozoflar yabancıdır, ama felsefe Yunanlıdır.”
49
önermesini -her ne kadar trajikomik de görünse- makul karşılayabiliriz.
Trajikomik dememizin nedeni ise, Yunanlılardan önceki bilgi, bilim tasavvurları ve
bunlar üzerine kurulu medeniyetlerin genellikle empirik bilgiler bağlamında
değerlendirilmesidir. Bu Helenistik kültürün içe kapanmasından çıkıp III. Aleksandros’un
Asya Seferleri sonucunda dış dünyaya yayılmaya başlamasıyla kendisini evrensel bir
yapılanma olarak sunmasıdır. Yunan kültürü hâkim bir konumda diğer doğu kültürleriyle
kaynaşıp bir karışma sürecine girdi. İki düşüncenin kaynaşması, Roma İmparatorluğunda da
sürmüş, Hristiyanlıkta son şekline ulaşmıştır.
50
Yurtsuzlaştırma, göreceli ve mutlak olmak üzere iki şekilde tezahür edebilir. “İster
fizik olsun, isterse psikolojik veya toplumsal, toprağın üzerinde çizilen veya silinen
yurtluklarla olan tarihsel, çağlar ve felaketlerle olan jeolojik ve parçası olduğu evren ve yıldız
sistemiyle olan astronomik ilişkisini ilgilendirdiği sürece göreceli’dir. Ama toprak, sonsuz
diyagramsal devinimleri olan bir Varlık-düşünce’nin bir Doğa-düşünce’nin katışıksız içkinlik
düzlemi içine geçtiğinde yurtsuzlaştırma mutlak’tır. O halde düşünmek toprağı emen (veya
daha iyisi onu “tutan”) bir içkinlik düzlemi sermekten ibarettir.”
51
Bu durumda göreceli
yurtsuzlaştırma zaman ve mekâna bağımlıdır diyebiliriz; mutlak yurtsuzlaştırma ise düşünceyi
bu olguların dışına taşımaktadır. Aralarındaki bağıntı ise mutlak yurtsuzlaştırmanın yalnız
kozmik değil, ama coğrafyasal, tarihsel ve psiko-sosyal, göreceli yurtsuzlaştırmalarla birlikte
belirlenecek birtakım ilişkiler boyunca düşünülebilir oluşu ile sağlanır. Deleuze ve Guattari
Yunanlıların özgünlüğünü, daha çok göreceli ile mutlak arasındaki bu ilişkide aramak
gerektiğini düşünmektedir. Göreceli yurtsuzlaştırmanın kendisi de yatay ve içkin olduğu için,
devinimlerini değiştirerek onu mutlaka iteleyen, sonsuza taşıyan içkinlik düzleminin mutlak
47
Uyanık Mevlüt, A.g.m., s.68-69.
48
Ziya Paşa, “İnsanların Düşünce Farklılıkları Göstermesi Rahmetttir”, teorik ve Pratik Boyutlarıyla İfade
Hürriyeti, edit. B.Berat Özipek, LDT yay. Ankara. 2003, s.99 vd.
49
G. Deleuze - F. Guattari, age, s.82.
50
Mehmet Ali Ağaoğulları, Eski Yunan’da Siyaset Felsefesi, V Teori, Ankara, 1989, s.267 vd
51
G. Deleuze - F. Guattari, age, s.83.
13
yurtsuzlaştırmasıyla birleşir (ortam, dost, görüş). Artık figürler aracılığıyla değil de
kavramlarla düşünülen yer işte burasıdır.
52
Burada figürler bahsini de biraz açmakta fayda var. Deleuze ve Guattari göreceli
yurtsuzlaştırmanın, içkinlik veya aşkınlığa ait oluşuna göre değişiklik arz edebileceğini ifade
eder. Aşkın olarak işaret edilen semavi, dikey, emperyal güç, içkin olan doğa-düşünce’nin
düzlemine yazılmak için hep eğilmek veya bir tür dönüş hareketine uğramak zorundadır; yani
düşünmek, burada aşkının içkinlik düzleminin yatayı üzerinde uzanmasıdır.
53
Eğer dikey olan,
yatay ve içkin haline gelmezse, tekil olarak insanlara bir şey sunmayan, “boş” ya da en
azından “anlaşılması zor” olarak kalabilir.
54
O halde aşkın Tanrı, anlaşılmak için içkinlik
düzleminde tezahürlerini göstermelidir. İşte figürler, aşkın olanın tezahürlerinin içkinlik
düzlemindeki bu karşılıklarıdır.
Felsefeyi, kavramlar oluşturmak, keşfetmek ve üretmek olarak nitelendirmek aynı
zamanda zihni yönlendirmek manasına da gelmektedir. Çünkü kavramlar, nesnelerin zihinsel
tasavvurlarıdır. Örneğin Platon’un idelerini tartışmadan önce “ide” kavramının ortaya atılmış
olması gerekmektedir. Yine aynı örnekten hareketle, idelerin yeryüzündeki yansımalarını da
biraz evvel değindiğimiz figürler bahsi ile açıklayabiliriz. Çünkü figürler, aşkın olanın
içkinlik düzlemindeki - yani yeryüzündeki - karşılıkları idi. Bundan dolayıdır ki Deleuze ve
Guattari dönem dönem gündeme gelen “bir Hristiyan felsefesi var mıdır?” sorusunu buradan
hareketle şu soruyla eşdeğer tutar: “Hristiyanlık özgün kavramlar yaratmaya muktedir midir?
İnanç, dehşet, günah, özgürlük… gibi?” Hatta bu bağlamda biz bunun bir adım daha ötesine
giderek onların “Bir Çin, Hint, Yahudi, İslam “felsefesi”nden söz edilebilir mi?” sorusunu da
müzakere edebiliriz.
55
Deleuze ve Guattari bu soruya, “Düşünme eylemi, kavramlarla olduğunca figürlerle
de doldurulabilen bir içkinlik düzlemi üzerinde gerçekleştiği ölçüde evet.”
56
yanıtını
vermektedir. Bundan dolayı da salt dinlerde değil, Doğu bilgeliklerinde/geleneklerinde de
üretilen figürler bu bakış açısıyla irdelenmelidir. Çin Altılıklarına, Hint Mandalalarına,
Yahudi Sefaredi ayincilerine, Hıristiyan ikonalarına, İslam mutasavvıflarının minyatürlerine
işte bu figürler perspektifinden bakılırsa, onları birbirine yaklaştırma ve değerlendirme imkânı
52
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.83-84.
53
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e., s.83.
54
Uyanık, A.g.m., s.70.
55
Mevlüt Uyanık, Çağdaş İslam Bilimine Giriş, Fecr yay. Ankara. 2012, Önsöz, s.7 vd
56
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e., s.86-87.
14
ortaya çıkacaktır. Bu çerçevede fikir, dış benzerliklerden ziyade, düşüncenin içkinlik düzlemi
üzerinde aşkına taşıyan bir iç gerilimle tanımlanacaktır.
57
O halde İslam felsefesi özelinde böylesi bir arayışın imkânından bahsetmek bizce
mümkündür. Çünkü İslam felsefesinin literatüre yeni kavramlar ve figürler kazandırdığına
şüphe yoktur. Öyle ki, İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden farklı, özgün ve özgül kılan
özellikle onun temelde bilgiye dair tasavvurlardır. Çünkü Uyanık’a göre bu tasavvurlar
çevresinde kavramlar oluşturulmuş, insan-tabiat-Tanrı ilişkisi temellendirilmiştir.
58
Bu bağlamda Mehmet Bayrakdar’ın varlığın zorunlu ve mümkün varlık olmak üzere
ikiye ayrılmasının ilk defa Fârâbi’yle ve daha önceki kelamcılarla ortaya çıktığını savunması
üzerinde de durabiliriz. Yine “zorunluluk” kavramının da “mantıkî veya zihnî zorunluluk” ve
“varlıksal (ontolojik) zorunluluk” şeklinde ikiye ayrılarak ele alınmasının da bilindiği
kadarıyla Gazali’ye ait olduğu
59
ifade edilmektedir. Ayrıca Bayraktar, İslam filozoflarının bu
tür yeni kavramlar üretmekle kalmadığını aynı zamanda insanlık düşüncesine katkısı olan eski
Yunan ve Helenistik düşünürlerce ortaya atılmış teori ve görüşlere yeni ilavelerde
bulunduklarını da dile getirmiştir.
Kindî’nin, Aristo ve Alexandre d’Aphrodisias’ın akıl teorilerine yaptığı ilave bu
duruma örnek teşkil edebilir. Bu örneği biraz daha açalım. Aristo, iki çeşit akıldan bahseder:
a) Nazari akıl
b) Ameli akıl.
Onu müteakiben Alexandre bir ilaveyle üç akıldan bahseder:
a) Maddi akıl
b) Melekî akıl (intellect-habitus)
c) Aktif akıl
Kindî ise yeni bir ilaveyle akıl sayısını dörde çıkarır:
a) bi’l Fiil akıl
b) bi’l-Kuvve akıl
c) bi’l Meleke akıl
57
Deleuze-Guattari, A.g.e., s.84.
58
İslam, bilgi, bilim terimlerinin temellendirilerek bu çalışmanın bir nevi ön hazırlığı olan araştırma için bkz.
Mevlüt Uyanık, “İslami İlim Kavramsallaştırılması”, İslâmiyât 6 (2003) sayı: 4, s.23-35.
59
Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş, , Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2012 s.109.
15
d) Zâhir akıl (el-Aklu’z Zahir)
60
Yine bu tasniften hareketle Fârâbî’nin temellendirdiği faal akıl bahsine de burada
ayrıca bir parantez açmamızda fayda var. Aristoteles’teki sezgisel ve aracısız düşünme yetisi
olan aktif aklın daha sistematik ve aşamalı bir şekilde yakinî bilgiye ulaşmasının
temellendirmesini Fârâbî, İslam felsefesi içerisine bu sayede özgün bir şekilde dâhil etmiştir.
Bilindiği üzere Aristo’da faal akıl Tanrı’dır.
61
Buna mukabil Fârâbî’nin epistemesi, bu hususta
farklı bir tasavvur içerisindedir. O, el-Kindî’dekine benzer şekilde aklın izahını aşağıda
görüldüğü üzere dört kategoride ele alır:
a) Heyûlânî Akıl
b) Bilfiil Akıl
c) el-Akl el-Mustefâd
d) el-Aklü’l Fa’al
Burada bizim asıl vurgulamak istediğimiz husus dördüncü akıl bahsidir ki bu, el-
Aklü’l Fa’al’dir ve varlıkların suretlerini bilfiil kendinde önceden bulunduran akıldır. Aynı
zamanda eşyaya dış dünyada şekillerini veren akıl (el-Musavvir)’dır. Fakat o, Allah değildir.
62
Daha çok Cebrail olarak düşünülür. İşte gerçek aklî bilgiyi elde etmek için insan aklının bu
dördüncü akılla (el- Aklü’l-Fa’al) irtibat kurması (faal akıl ile ittisal) gerekmektedir.
Bayrakdar, Fârâbî’nin bu noktada Aristo’dan ayrılarak aklî işlemde sezgici safhayı
öngördüğünü ileri sürmektedir. Akli bilgiye mutlak gerçek bilgi diyebilmemiz için, el-Akl el-
Müstefâd’ın elde ettiği makûlât suretlerin gerçekten eşyanın gerçekliğiyle uygunluk arz edip
etmediklerinin tecrübe edilmesi gerekir. Bu da insani aklın üçüncü mertebesi olan müstefâd
aklın, dördüncü akıl (fa’al akıl) ile birleşmesiyle (ittisal) mümkün olacaktır. Bu Fârâbî’nin
rasyonel tasavvufudur.
63
Bu sayede ay altı âlemin tek bilen ve düşünen varlığı olan insan,
fizik ile metafizik irtibatını kıyamete kadar kurabilmenin imkânı içerisinde olacaktır.
Fârâbî’nin düşünce sistematiği içerisinde ele alan Tanrı anlayışını ve Tanrı’dan
evrenin çıkış olayını açıklamasını Ahmet Arslan, basit bir şekilde herhangi bir Yunan
60
Kindî, “Akıl Üzerine”, Felsefi Risaleler, çev.: Mahmut Kaya, Klasik Yay., İstanbul, 2014, 264; Bayrakdar,
A.g.e., S.109.
61
Bayrakdar, A.g.e., S.182; Ayrıca Bkz. Aristo’ya göre faal akıl asıl Allah’tır. Fakat Fârâbî’ye göre faal akıl ilk
ilke değildir, çünkü ilk ilke şeylere varoluş ve yetkinlik vermeli, kendisi de kusursuz olmalıdır. Oysa faal akıl
yalnız sırınlı şekilleri meydana getirir, bu da onun eksik olduğunu gösterir. Bunun için faal akıl Allah olamaz.
Allah, faal akla hareket veren bir ilke olmalıdır. Fârâbî’ye göre Allah birdir (vâhid), öncesi z ve sonrasızdır
(dâhir), harikalıdır (küllül-ucüb), Bkz. Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Ülken Yayınları, İstanbul 1998, s.61
62
Bayrakdar, A.g.e., S. 181.
63
Bayrakdar, A.g.e., S.181-182.
16
filozofunun devamı gibi görmenin de Fârâbî’ye büyük haksızlık olacağı kanaatindedir. Çünkü
Fârâbî’nin Tanrı’sı aynı zamanda hem Plotinos’un, hem Platon’un, hem Aristotales’in, hem
de Kur’an’ın Tanrı’sıdır. Bu da demek oluyor ki o, bunların hiçbirisinin değil; Fârâbî’nin
(Kur’an’dan mülhem tasavvur ettiği) Tanrı’sıdır.
64
O halde jeofelsefî bir yurtlandırma arayışı için yeni kavram ve figürler üretmeye
muktedir mi sorusuna İslam felsefesi özelinde müspet görüş bildirmemizde herhangi bir
sakınca yoktur. Çünkü biz nasıl biraz evvel Platon’un idelerini kavram, onların yeryüzündeki
yansımalarını ise figürler olarak nitelendirdi isek; Fârâbî’nin faal aklı’nı da aynı şekilde
“kavram”, onun ay altı âlem için verdiği suretleri de “figürler” olarak düşünebilmeliyiz. Yine
bilinmelidir ki figürler kavrama doğru uzanırken bunun tersi de geçerli olabilir, felsefi
kavramlar içkinliğin bir ‘şey’e her bağlanışında yeniden figürler üretir.
65
Burada figürlerle kavramlar arasındaki bir başka ilişkiden daha söz etmek yerinde
olacaktır. Felsefeler, kendi kendilerine ihanet etmeden figüre ulaşamazlar, çünkü figürlerle
kavramlar doğaları gereği farklıdırlar; ama aynı zamanda olabilirlikleri derecesinde de bütün
farklılıkları içlerinde taşırlar. İnanç, ancak yadsınması durumunda kavramsallaşacaktır.
Çünkü bu yadsıma insanın doğasında vardır. Böylesi bir doğayı insanın fıtratına bahşeden de
Tanrı’dır. Bu çelişki kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Bahusus Tanrı, kendisini
yeryüzünde inkâr edebilecek bir türün varlığından elbette haberdardır. O nedenle de İslam
felsefesinde felsefeyi dinin emrine sokmak gibi bir amaç asla güdülmemiştir.
Deleuze ve Guattari bu bağlamda Felsefenin üç figürü olarak, temaşa nesnellemesi
(nesnel idealizm), düşünümleme öznesi (öznel idealizm), iletişimdeki öznelliklerinden
(öznelerarası idealizm) bahseder. Tanrıtanımazcılığın felsefe için bir dram teşkil etmeyeceği
görüşünü ileri sürer. Hatta tam aksine, bu durum, filozofların dinginliği ve felsefenin bir
64
Fârâbî, Kur’an’la birlikte Tanrı’nın var, bir, mükemmel, yaratıcı, canlı, kudretli, âlim vs. bir varlık olduğunu
söyler. Platon’la birlikte onun kendinde İyi, kendinde Gerçek, kendinde Doğru (Hak) olduğunu ve Platon’da bu
İdeaya tekabül eden şey olduğunu belirtir. Yine Platon’la birlikte O’nun her türlü varlığın, gerçekliğin, hakikatin,
iyiliğin kaynağı olduğunu tasdik eder. Aristotales’le birlikte Tanrı’nın en büyük özelliğinin veya özünün bir akıl,
bir düşünce olmak olduğunu, bu düşüncenin kendi kendini düşünen bir düşünce olduğunu, Tanrı’da düşünen,
düşünülen ve düşüncenin bir ve aynı şey olduğunu ileri sürer. Plotinos’la birlikte evrenin bu kendi kendisini
düşünen düşüncenin sözünü ettiğimiz düşünce eyleminin sonucu olarak zaman-dışı ve zorunlu bir biçimde
Tanrı’dan çıktığını, dolayısıyla Tanrı’nın bu anlamda evrenin faili, nedeni veya kaynağı olduğunu belirtir. Bkz.
Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, İslam Felsefesinin Özgünlüğü Sorunu, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2013, s.64-65.
65
Uyanık, A.g.e., s.75; Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, "Farabi’nin Medeniyet Tasavvuru ve Kurucu Metni
Olarak -İhsâu’l-Ulum- Adlı Eserinin Tahlili", Marife Dergisi, Yaz 2015, 15/1, ss. 33-65.
17
kazancı olarak nitelendirilir. Onlara göre sorun bu tanrıtanımazcılıkta değildir, bu kavrama
ulaşıldıktan sonra neler olacağındadır.
66
İslam felsefesi, bu manada da filozoflara gerekli ihtimamı göstermiş ve düşünürlerinin
ifade özgürlüklerine müsamahakâr davranmıştır. Kelam ilminin karşıt ve muhalif düşünceyi
yok etmeyi hedefleyen cedel yönteminden kendini sıyırmayı başarmış, “hakikat”i farklı
perspektiflerden anlamaya çalışan bir ‘düşünce pazarı’
67
na kucak açarak burhan yöntemini
öncelemiştir. İlk İslam filozofu olan Kindî, değer ve mertebe bakımından sanatların en üstünü
olarak gördüğü felsefeyi, insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesi
68
olarak
tanımlamaktadır. Burada basit bir misalle Hakikat’ı bir su değirmenin öğüteceği un’a
benzetelim. Hakikatin (yani un’un) elde edilmesinde değirmenin çarkını çevirecek suyun
temiz veya kirli olmasının acaba bir ehemmiyeti var mıdır? Kindî’ye göre bunda herhangi bir
mahsur yoktur. Çünkü gaye hakikat’tir. Hatta bu çarkın çevrilmesine vesile olan her ne ise
ona ve onun membaına da bu minval üzere şükran duyulması gerekir. Kindî’nin Aristo’dan
mülhem dile getirdiği “Bize gerçek adına bir şey getirenler bir yana, onların atalarına da
teşekkür etmeliyiz. Çünkü onlar bunların varlık sebebi, bunlar da bizim gerçeğe ulaşmamızın
sebebidirler.”
69
vecizesi de bize bunu anlatmaktadır.
İslam felsefesini, salt İslam inançlarının felsefî yorumu diye tanımlamak, felsefeyi
teolojiye indirgeyen bir tutumdur.
70
Uyanık’a göre İslam felsefesi, Müslüman aydınların dinin
temel kaynakları hakkındaki yorum ve düşüncelerinin tamamıdır. Buradaki ayırt edici özellik,
temel kaynaklar ve inançlar hakkında ister savunmacı isterse itirazî kayıtlar taşısın, bunun her
hâlükârda aklî, eleştirel bir tavır içinde yapılmış olmasıdır. Tek bir Tanrı’ya inanmayı istemek
(Tevhid), onun sıfatları hakkında konuşmayı, dolayısıyla farklı yaklaşımlar içinde olmayı,
insanların iyilik ve güzellik içinde yarışmalarını istemeye engel değildir. O yüzdendir ki
bugün bizlerin dehri, mulhid, zındık, ateist gibi ifadelerle nitelendirdiği düşünürler, genel
kabul gören görüşlere çok zıt fikirler ileri sürmelerine rağmen, yukarıda değindiğimiz
cedel/diyalektik yöntemi kullanan kelam ilminin aksine İslam felsefesinde hiçbir zaman kâfir
66
G. Deleuze - F. Guattari, age, s.85.
67
Rıza Türkmen, Düşünce ve İfade Hürriyeti Liberal Düşünce Topluluğunun düzenlediği Uluslararası
Sempozyum, 8-9/6/2001.’den alıntılayan M. Uyanık, İfade Özgürlüğü-İslam Felsefe Tarihi Açısından Bir
Sunum, s.145, Dipnot 8.
68
Kindî, Kitâb fi’l-felsefeti’l-ûlâ, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, Ed. Mamut Kaya, Klasik Yayınları,
İstanbul, 2013, s.7; Bayrakdar, A.g.e. s.22.
69
Kindî, A.g.e., İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, Ed. Mahmut Kaya, Klasik Yay., İstanbul, 2013, s.9.
70
Mevlüt Uyanık, “İfade Özgürlüğü - İslam Felsefe Tarihi Açısından Bir Sunum-, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla
İfade Hürriyeti”, ed. B. Berat Özipek, LDT, Avrupa Komisyonu. Ankara.2003, s.147.
18
olarak yaftalanıp toplum dışına itilmemişlerdir.
71
Örneğin felsefî materyalizmin temsilcisi
olarak gözüken Ebu Bekr Zekeriya er-Razî (841-926) bu isimlerden birisidir. Razî, yaratma
kavramı üzerine bina edilen İslam düşüncesinde, beş ezeli ilkeye inanmasının yanı sıra
tenasühü de savunmuştur. Yine dehrî’lere yakın düşünürlerin oluşturduğu şüpheci (Reybiyye)
ve pesimistlik diyebileceğimiz fikirlere sahip düşünürler de vardır. İbnu’l-Mukaffa (Ö. 754)
ve Ebu’l Atahiyye (748-828) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Natüralizmin temsilciliğini
yapmış olan İbn Ravendî (Ö. 910) de bu isimlere başka bir örnektir. Ravendî’ye göre
Allah’ın varlığına dair mantıklı deliller ileri sürülemez; ayrıca nübüvvete de gerek yoktur,
insan aklı ile iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilir.
72
O halde Deleuze ve Guattari’nin ima
ettiği manada felsefî bir kazanç, İslam felsefesi özelinde “düşünce pazarı” na kapılarını her
zaman açık bırakmıştır.
Buradan tekrar bir geriye dönüş yapacak olursak, Yunanlılarda felsefenin bir iç
zorunluluk gösterdiği görüşü (yahut bir Yunan mucizesi olduğu) Guattari ve Deleuze
tarafından yadsınmaktadır. Ancak onlar, göçerler tarafından getirilmiş bile olsa, felsefenin bir
Yunan işi olduğunu kabul ederler. Çünkü felsefenin doğabilmesi için, Yunan ortamı ile
düşüncenin içkinlik düzlemi arasında bir buluşma olması gerekmekte idi.
73
Bu en kısa şekli
ile bir haline-geliştir. Bu haline-geliş tarihe ait değildir. Tarih ötesidir. Tarihin içine düşseler
bile onlar bir şekilde tarihten alınıp çıkartılır. Yani tarihsizleştirilir. Yurtsuzlaştırılır. İşte bu
haline-geliş, Yunan düşüncesini mutlak yurtsuzlaştırmaya götürmüştür. Felsefenin
Yunanistan’daki tarihi, filozofların önce Yunanlı haline-gelmek zorunda oldukları kadar,
Yunanlıların da, herkesin de, önce filozof haline-gelmek zorunda kaldıklarını
saklamamalarından
74
ötürüdür.
Felsefe şüphesiz bugün hiçbir toplum tarafından kendi öz tarihine indirgenemez.
Çünkü Deleuze ve Guattari’nin de ifade ettiği gibi felsefe, tarihin içine düşen, ama oradan
geri dönmeyen yeni kavramlar yaratmak için, durmamacasına bu tarihten koparıp alır kendini.
Bu şekilde bir mutlak yurtsuzlaştırmanın imkânı ancak yeniden yurtlandırma ile mümkün
olacaktır.
75
Çünkü felsefe kavramlar üzerinden yeniden yurtlandırılabilir. Burada esas alınan
kavram ise daha evvel defaten tekrarladığımız üzere nesne değil, yurtluktur. O nedenle bizim
bu yurtlandırmadaki postulatımız da nesne değil yurtluk olacaktır. Anadolu felsefî açıdan
71
Uyanık, A.g.m., s.147.
72
Uyanık, A.g.m., s.149-150.
73
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.87.
74
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.89.
75
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.94.
19
böylesi bir yurtlandırma (topraktan yurtluğa) arayışı için en mümbit topraktır. O halde
“Felsefe’yi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma” bu manada teşekkül edecek bir jeofelsefî
yurtlandırma arayışıdır. Modern felsefenin Yunanistan üzerinden yeniden yurtlandırılması da
ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir.
Nietzsche, Fransız, İngiliz ve Alman felsefelerinin ulusal karakterlerini belirlemek
amacıyla geo-felsefeyi kurdu.
76
İlk başta burada yadsınacak herhangi bir durum olmadığını
düşünebilir(sin)iz. Günümüz düşünce mirasından faydalanmak isteyen her modern toplum,
kavramlar üzerinden yeniden yurtlandırma için bu mirasta aynı derecede vasi’dir. Ayrıca her
toplum böylesi bir yurt(suz)landırma arayışının içerisinde bulunmak ister. Tabiî olanı da
budur. Fakat buradaki asıl mesele, Deleuze ve Guattari ikilisinin, Nietzsche’ye; “Neden
yalnızca bu üç ülke, kapitalist dünyada felsefeyi ortaklaşa üretmeye muktedirler acaba?”
77
sorusunun altında yatmaktadır. Onlara göre İspanya ve İtalya da bunu gerçekleştirebilirdi.
Ancak onlar, düşünce’nin figürlerle irtibatını gözeterek, bunu aşıp kavramla bağlantısını
kuramadılar. O yüzdendir ki burada yetişen filozoflar bir kuyruklu yıldız gibi kalmışlardır.
78
Yani kısa bir parlamadan sonra ışığını yitirmişlerdir. Peki aynı hususta, İslam felsefesiyle
temellendirilip Anadolu üzerinde inşa edilecek bir Türk jeo-felsefesinin imkânı üzerinde
durulamaz mı? Ya da Deleuze ve Guattari ikilisinin ima ettiği manada, düşüncenin figürlerle
irtibatını aşıp kavramla vasıl olmak için Anadolu’yu yurtlandırmak bir ütopya mıdır?
Bu bölüme son noktayı koymadan önce şunu da ifade edelim ki yurtsuzlaştırma ve
yeniden-yurtlandırma çift yönlü bir haline-geliş’te kesişir. Ancak burada tarihsel olmamaya
dikkat edilmesi gerekir. Filozoflar, psiko-sosyal tipler olarak tarihe ait olsalar da; kavramsal
kişilikler olarak artık bir haline-geliş’in malıdır.
79
Bu haline gelişte felsefe üç kez yeniden-
yurtlanır, bir kez geçmişte Yunanlıların üzerinde, bir kez şimdiki hal içinde demokratik devlet
üzerinde, bir kez de gelecekte yeni toplum ve yeni toprak üzerinde.
80
O halde biz, bu bilgiler ışığında artık, Anadolu coğrafyasında bir Türk-İslam
Felsefsi’nden bahsedebilmenin imkânını müzakereye açabiliriz.
76
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.95.
77
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e, s.95.
78
Deleuze-Guattari, age, s.95. Yazarlar, bu çerçevede, Doğu’nun da düşündüğünü, ama kendiliğinde nesneyi
katışıksız bir soyutlama, basit tikellikle bir ve aynı olan boş tümellik gibi düşündüğünü belirtmektedir. Doğu’nun
somut tümellik ya da tümel tekillik olarak özneyle olan ilişkisinin eksik olduğunu; herhangi bir aracılık
olmaksızın en soyut boşlukla en sıradan olan’ı bir arada yaşatmakla yetindiği için kavramdan habersiz olduğunu
söylemektedirler. Age., s.88.
79
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e., s. 89.
80
G. Deleuze - F. Guattari, A.g.e., s.101-102.
|