1.3.8 Zeynep Direk, Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu
Zeynep Direk’in “Türk Felsefesi” ile ilgili görüşleri entelektüel bir itiraf
niteliğindedir. Boğaziçi Üniversitesinde felsefe okurken kendilerine “Felsefe, analitik
felsefeden, Anglo-Sakson geleneği içinde argümantatif düşünceden ibarettir.”
215
şeklinde bir
eğitimin empoze edildiğini belirtir. Aynı yazıda Türk felsefesi diye bir şeyin geçmişte hiç
olmadığına değinen Direk, “Muhtemeldir ki Türkiye’de felsefeyi ilk kez biz yapıyoruz.”
diyecektir. Her ne kadar pozitivist eğitimle zihin dünyası şekillendirilmeye çalışılsa da
Zeynep Direk, içinde yetiştiği kültürle neler üretebileceklerinin kafasını kurcalamaya
başladığını dile getirir:
Aldığım eğitim bana felsefenin yerel olanla, içinde yaşadığımız toplumla ve kendi
deneyimlerimizle hiçbir alakası olmadığını göstermeye çalışıyordu. Benim gibi bu atmosferde
nefes almakta zorlanan birkaç arkadaşla birlikte yavaş yavaş bölümden ruhen kopmaya
başladık, kendi kendimize bölümde okunmayan metinleri okumaya çalışıyorduk.
216
Batı’nın kendi kimliğini kurma girişimini sorgulamaya başladığını dile getiren Direk,
onların felsefeyi aile içi mesele haline getirmelerini eleştirir. Eski Yunan’da başlayıp
Almanlara ya da çağdaş felsefeye kadar gelen bir felsefeyi hiç sorgulamadan içselleştirmemizi
ve felsefe okuma biçimimizde de bunu tekrar etmemizi doğru bulmaz. Yalnızca filozofların
214
http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/soylesiler/item/332-bir-turk-felsefesinin-imkani-prof-dr-mevlut-uyanik-ile-
soylesi
Erişim 26.04.2017
215
Bkz. Cüneyt Kaya’nın yayına hazırladığı ve Küre Yayınları tarafından neşredilen “Türkiye’de/Türkçede
Felsefe Üzerine Konuşmalar” adlı eserde Zeynep Direk’in ayrıntılı görüşleri için bakınız: Türkiye’de Türkçede
Felsefe Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul, 2015, s.121-153.
216
Direk, A.g.e., s.123.
58
değil, halkların da felsefesi olabileceği üzerinde duran Direk, bulunulan yerden yola çıkan bir
felsefe yapmanın imkânını ancak hâlihazırdaki okuma biçimini bozarak ve değiştirerek
gerçekleştirmenin mümkün olduğuna inanır.
217
1990’larda gün yüzüne çıkan İslam felsefesi yapanlarla Batı felsefesi yapanlar
arasındaki kamplaşmayı Türkiye’nin siyasî kamplaşmasının bir tezahürü olarak gören Direk,
bu kamplaşmanın kökenini 1933 üniversite reformuna dayandırır. Dolayısıyla 1933
Türkiye’de bir kırılma anını işaret eder. İsviçre’den çağırılan uzman Darüfünûn’da göreve
başlayınca bütün hocaların yazdıkları eserleri incelemek ister. Macit Gökberk bu sıralar
asistandır ve üniversitedeki hocalarının eserlerini paketleme işine yardım etmiştir. Hocaların
çalışmalarını inceleyen uzman, bir kısım hocaları tasfiye etme kararı alır, ilahiyat kısmı
tamamen kapatılırken bir kısım hocalar da emekliye sevk edilir. Macit Gökberk’in de bu
duruma şaşırdığını dile getiren Direk, onun “Şekip Tunç’un niçin kalıp İsmail Hakkı
Baltacıoğlu’nun niçin gittiğini anlamadığını” söylediğini belirtir. Bu uygulamayı bir faşizm
olarak nitelendiren Direk, Devletin kendi ideolojisiyle uyumlu bir yapılanma içerisine girme
çabasını üniversitenin özerkliğini kaybedişiyle karşı karşıyayız sözleriyle dile getirmektedir.
Bu durumda Direk’e göre üniversitenin yeniden kurulduğu an bizatihi özerkliğini de
kaybettiği andır.
218
Son yıllarda ortaya çıkan İslam Felsefesi ve Batı Felsefesi arasındaki
gerilimi son derece normal karşıladığını ifade eden Direk, bu durumu bastırılanın geri dönüşü
olarak kaçınılmaz görür.
1933 Üniversite reformu sonrası hâkim olan felsefe zihniyeti Direk’e göre, kendi
kimliğimiz ile ilgili dertlere cevap vermediği için benimsenmemiş, bir gelenek oluşturamamış
ve aynı zamanda resmi ideoloji ile barışık olmayı tercih ettiği için de yadsınmıştır. Bölümün
kurucusu olan Reichenbah’ın değil de Macit Gökberk’in bölüme asıl rengi veren isim
olduğuna değinen Direk, onun dil, tarih, kültür, tarih felsefesi ve ahlâk meselesindeki
görüşlerinin bölümü şekillendirdiğine değinir. Cumhuriyetin yeni bir kimlik tesis etme
sürecinde bazı yanlışlar yaptığına değinen Direk, dili bu kategoriye dâhil eder. Dili
sadeleştirme ve değiştirme çabaları ona göre “itiraz edilmesi gereken bir şey”dir. Çünkü dil,
tepeden müdahale ile değiştirilebilecek bir şey değildir. Boğaziçi’nde okurken İngilizcenin
217
Direk, A.g.e., s. 129-130
218
Zeynep Direk medrese zihniyeti ile felsefe yaptıkları gerekçesi ile üniversiteden tasfiye edildiklerine vurguda
bulunur. Dolayısıyla zaman içerisinde Batı felsefesi-İslam felsefesi şeklinde kamplaşmanın ortaya çıkması
öngörülebilir bir şeydir. Zaten bunun neticesinde hâkim kılınan Batı felsefesi kendi kimliğimiz ile ilgili dertlere
hiç cevap veremediği için benimsenmemiş ve bir gelenek oluşturulamamış, ancak resmi ideoloji ile barışık
olmayı tercih etmiştir. Bkz. A.g.e., s.132-133.
59
hâkim dil olarak kullanıldığını belirten Direk, “Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra felsefeyi
Türkçe nasıl konuşurum sorusu önemli hale geldi benim için.”
219
diyecektir.
Felsefenin kutsal bir dilinin olmadığını düşünen Direk, hiçbir dilin felsefe yapmada bir
ayrıcalığı olmadığına inanır. Batı’nın felsefî geçmişini bir gelişim hikâyesi olarak anlatan
zihniyet, bazı dillerin de felsefî bakımdan üstünlüğe sahip olduğunu anlatmaktadır. Çünkü bu
durum kimlik oluşturmanın temel izleklerinden bir tanesidir. Modernliğin evrensel hakikat
fikri, sömürgeciliği mümkün kılmıştır. Bu yüzden de evrensellik adına insanlığın büyük
kısmına yok muamelesi yapılmıştır. Direk, bütün Batılılaşma tecrübesini de böylesi bir
hikâyeden ibaret görür ve “onlardansanız tam olarak insansınızdır ve aslında onlardan
değilsinizdir ve hiçbir zaman olamazsınız da”
220
sözleriyle bu duruma tepkisini gösterir.
Modernliği, Batılı bir evrenselin diğerlerine dayatılmasından ibaret gören Direk’e göre artık
bu modelin değişmesi lazımdır. Bu da ancak felsefe okuma biçiminin değişmesiyle
mümkündür. Çünkü totaliter bir şekilde farklılıkları dışlayan tek akıl ile kültür felsefesi
meşruluk kazanmaz. Türklerin ya da Batı dışı herhangi bir toplumun felsefe yapamayacağı
gibi bir önyargı bu nedenle kabul edilebilir bir şey değildir.
“Türkiye’deki gibi felsefeye akan bir enerji, olumlu bir kabul ve takdir başka yerde
yok.”
221
diyen Direk, bu topraklarda iyi şeyler olacağına dair inancını samimi olarak dile
getirmektedir. Kendisinden sonra gelecekler için bu düşünceleri “bir şeylere doğru bir adım”
olarak gördüğünü ifade ederken kendisiyle Nietzsche arasında bir özdeşlik kurmaktadır.
Önemli olanın ortam kurmak olduğunun altını çizen Direk kendi gayretinin de bu yönde
olduğunu ifade eder.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında milleti bir arada tutmak için Türk kimliğinin ön
plana çıkarıldığını ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganı ile bu birliğin tesisi edilmeye
çalışıldığını belirten Direk, etnik kimlik ya da doğum yeri gibi ayırıcı niteliklerin bu anlayışla
bertaraf edildiğinin altını çizer. Anadolu’nun çok kültürlü bir yapıya sahip olmasından ötürü
Türk felsefesi yerine Anadolu ismini yeğlediğini belirtir. “Nihayetinde buralı düşünce
üretirken Anadolulu bir düşünceyi üretiyoruz. Türk felsefesi demek yerine, daha çoğulcu bir
zeminde düşünülmeye açık olan Anadolu felsefesi adını neden kullanmayalım?”
222
diye
düşünen Direk, Türklüğü bu felsefe içinde yalnızca bir öge olarak gördüğünü dile getirir.
219
Direk, A.g.e., s.134.
220
Direk, A.g.e., s.142.
221
Direk, A.g.e., s.145.
222
Direk, A.g.e., s.150.
60
Çünkü ona göre Anadolu, farklılıkların eridiği bir maya değil, farklılıkların konuşabildiği,
birbirini yutmadan ilişki kurduğu bir yerdir.
İslam felsefesi, membaını İslam medeniyetinin hüküm sürdüğü topraklardan alır.
Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı da binlerce yıllık medeniyet izlerini taşıyan mazisi ile
böylesi bir yurtlandırma arayışı için bize göre en mümbit topraktır. Bu bağlamda Anadolu,
1071’de Malazgirt savaşı ile kapılarını Türklere açtığında yalnızca Türkler için bir yurtluk
olmakla kalmamış, aynı zamanda İslamiyet ile bu toprakların hemhal olması da Türkler
vasıtasıyla sağlanmıştı. Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük medeniyetlerin kurulmasında
varoluşlarını/sürekliliğini bin yıldır sürdüren “Türkler”in devlet tasavvurları ile son ilahi din
olan ve Tanrı’nın inayeti ile kıyamete kadar muhkem tutulacağı kutsal kitapla teminat altına
alınmış olan “İslam” bir madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır. Bu madalyonun hangi
yüzünün diğerine üstün olduğu türünden tartışmalara girmek yersizdir. Varoluşlarının ilk bin
yılını İslamiyet öncesi olarak yaşayan Türklerin, İslamiyet’i kabulü ile evren tasavvurlarında
değişmeler/dönüşmeler olduğu açıktır. Ama aynı zamanda, peygamberin övgüsüne de mazhar
olan Türklerin İslam dinini koruyuculuğunu üstlenip de ona kendi evren tasavvuru ile en
ihtişamlı zamanlarını yaşattığı da aşikârdır. Bu nedenle Türklüğü İslamiyet’ten; İslamiyet’i de
Türklükten ayırmak ruh ve bedeni birbirinden ayırmak gibidir -ki Tanrı ruhun (İslamiyet)
sürekliliği için bedeni (Türkü) aracı kılmıştır. O yüzdendir ki bu çalışmada “Türk felsefesi”
tabiri ile bir sorgulamada bulunurken biz, hassaten “İslam” nitelemesini kullanmaya gerek
duymadık. Çünkü “Türk felsefesi” -biraz önce de değindiğimiz üzere- aynı zamanda bir İslam
coğrafyası olan Anadolu üzerinden neşvünema bulacaktır.
Türk felsefesi ile ilgili hâlihazırdaki en temel sorun, zannımca Türk felsefecileridir.
Yukarıda değindiğimiz Zeynep Direk’in görüşleri de bize gösteriyor ki pozitivist zihniyetle
yetiştirilen ve Batı felsefesini dogma haline getiren felsefecilerimizle ilahiyat fakültelerinde
İslam felsefesi sahasında yetişen felsefecilerimiz arasında paradigmatik uyuşmazlık yaşandığı
aşikârdır. Ayrıca Batı felsefesinin dogma haline getirilmesi felsefenin sorgulanabilir bir
disiplin olmasını tartışılır hale getirmektedir. 1933 üniversite reformu ile başladığı düşünülen
bu süreç Türkiye’nin siyasal bölünmüşlüğünün de bir göstergesi niteliğindedir. İslam felsefesi
sahasında çalışma yürüten hocaların tasfiye edilmesi Cumhuriyet döneminde ülkede hangi
zihniyetin hâkim kılınmaya çalışıldığının bir göstergesidir. Geçmişle bağı koparmak adına
gerçekleştirilen bu faşizan tutum, “tasfiye ile düşüncenin yok edilemeyeceği” gerçeğini bugün
gün yüzüne çıkarmaktadır. Darülfünun ’un devamı olan İstanbul Üniversitesinde Türk-İslam
61
felsefesi kürsüsünü kuran Nihat Keklik’in, Türk felsefesi olmadığını iddia edenleri güneşi
balçıkla sıvamaya çalışmakla itham etmesi de bu yüzdendir.
Milay Köktürk, Türk felsefesi için, “var olduğunu ileri sürmek yahut var olmasını arzu
etmek, var olduğu iddia edilen şeyi var kılmaz” demektedir. Bu durumda aynı önermeyi
tersten okuyacak olursak Türk felsefesi için “yok olduğunu ileri sürmek yahut yok olmasını
arzu etmek, yok olduğu iddia edilen şeyi yok kılmaz” da bize göre oldukça makul
görünmektedir. Rahmi Karakuş’un da dile getirdiği üzere eğer Türk felsefesi tartışılıyorsa
mümkün olan aktüel olmuştur.
Jeo-felsefe kurgusu içerisinde ele aldığımız Felsefeyi Anadolu’da Yeniden
Yurtlandırmak bağlamında bir Türk Felsefesinden bahsedebilmemizin imkânı vardır. Türk
felsefecilerinin “Türk felsefesi yoktur” için harcadıkları çabayı “Türk felsefesi vardır” için
harcamaları halinde sistematik bir yapılanmaya gidileceği kanaatindeyim. Modern bilimin
sistematik kurucusu olarak kabul edilen Descartes’in uyguladığı metodu XI. yüzyılda Farabi
İhsau’l-Ulûm’de kurgulamıştır.
62
2. BÖLÜM: YAŞAR KEMAL’DE SİVİL İTAATSİZLİK
2.1 Felsefe Edebiyat İlişkisine Dair
Modern felsefenin kurucularından olan Descartes (öl.1650) felsefeyi bir ağaca
benzetmiştir. Buna göre bu ağacın kökleri metafizik, gövdesi fizik ve bu gövdeden çıkan dallar
ise diğer bütün ilimler’dir. Öyleyse burada ilimler ile felsefe arasında sıkı bir bağıntı
olduğundan bahsedebiliriz. Descartes de bu duruma vurgu için şöyle der: “Diğer ilimler
olmaksızın felsefe boştur ve felsefe olmaksızın da diğer ilimler kördür.”
223
Öyleyse felsefe ve
edebiyat arasındaki bağıntıyı da bu çerçevede düşünebiliriz. Edebiyatın felsefeye ya da
felsefenin edebiyata kendini nasıl eklemlediği sorusu yazılı metinlerin, ondan önce de sözlü
metinlerin mayasına kadar iner, çünkü insanoğlu dile geldiği andan itibaren dile getirdiği şeyi
bir düşünce içinde getirme kudretine de sahip olmuştur. Bu nedenle edebiyatı düşünceden,
düşünceyi de edebi söyleyişten ayırma imkânımız yoktur.
224
Ülkemizin yetiştirdiği en önemli felsefecilerden birisi olan Nermi Uygur (1925-2005)
da yine felsefenin dar kalıplar içerisine hapsedilmemesi gerektiğine vurgu yapar.
Cumhuriyetin ellinci yılı için kaleme aldığı (o dönem Türkiye’sinde felsefenin genel hatlarını
çizen) Türk Felsefesinin Boyutları
225
adlı kitabında şunları dile getirir:
İstediğim şu, şöyle diyorum: belli bir tek felsefe tanımının ya da birkaç tanımı
toparlayan bileşik bir tanımın kölesi olmayalım; felsefeyi ileriki olanaklara kapamayalım.
Felsefeye ilişkin elden geldiğince uzmanca bir anlayışımız olsun, bu anlayışı da elden
geldiğince geniş tutalım diyorum.
226
Fârâbî İhsâu’l Ulûm’de ilimleri sınıflandırırken dil ve mantık ilimlerine ilk iki sırada
yer vermiştir. Kuşkusuz edebiyat bu iki disiplinin kesişme noktasında yer alan ilimlerden
biridir; belki de birincisidir. Çünkü edebiyat, ister yazılı olsun isterse sözlü, duygu ve
düşünceleri mantık süzgecinden geçirdikten sonra dile (ç)eviren bir ilim ve san’attır. Tarih
boyunca bütün derinlikli fikir hareketlerinin pazarı, destan/efsane/hikâye/roman gibi edebi
türler aracılığı ile yapılmış; bu sayede fikirler basit bir dile indirgenmiş, bu fikirlerin geniş
halk kitlelerine ulaşımı da keza yine bu türler aracılığıyla sağlanmıştır. Toplumda yetişen
223
Keklik, sözü geçen atıf için İ. Benrubi, Philophische Strömungen in Frankreich, (Verlog von Felix Meiner)
Leipzig, 1928, s. 523’ü kaynak göstermiştir. Bkz. Keklik, Türkler ve Felsefe, Fatih Yayınevi, İst., 1986, s.61.
224
Ahmet Sarı, Felsefe Edebiyata Kendini Nasıl Eklemler?, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2016, s.5
225
Bkz. Eser, müellifin Sunuş’ta belirttiği üzere yayınevi dizisinin zorlaması ile ilk olarak 1975’te 100 Soruda
Türk Felsefesinin Boyutları ismiyle neşredilmiştir. Ancak 2002’de bir iki alt başlık ilavesi ile isim değişikliğine
uğramış ve Türk Felsefesinin Boyutları adını almıştır. Nermi Uygur, Türk Felsefesinin Boyutları, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2012, s.9.
226
Nermi Uygur, Türk Felsefesinin Boyutları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s.16.
63
yazarlar, şairler de bu nedenle edebiyata doğrudan; felsefeye de dolaylı yoldan katkıda
bulunmuşlardır.
Fârâbî’nin ilimler arasında bir derecelendirme yaparak ehemmiyetleri açısından dil ve
mantık ilimlerini piramidinin temeline yerleştirmesi ve diğer ilimleri bunların üzerine inşa
etmesi elbette tesadüf eseri değildir. Çünkü düşünebilmek ve konuşabilmek insanı saâdet’ül
kusvâ’ya (nihai mutluluğa) ulaştırabilsin diye yaratıcı tarafından kendisine bahşedilmiştir. Bu
iki yetiyi insandan çıkartırsak - ki bu piramidin temelini havaya uçurmak olur- tüm sistem
doğal olarak çökecek ve diğer ilimlerin mevcudiyeti de imkânsızlaşacaktır.
Dil, her şeyden önce bir iletişim aracıdır. İnsanlarla sağlıklı bir iletişim kurabilmenin
temelinde de o dilin “kanun”larına vakıf olmak, o dilin inceliklerini bilmek bahsi yatar.
Ayrıca dil, “varlıkların zihinsel tasavvuru” olarak adlandırılan kavram’ları kullanır.
Kavramlar olmadan düşünceleri doğru dürüst ifade edebilmekse imkânsızdır. Özne-nesne
arasındaki irtibatın kurulmasının ilk aşaması da böylesi bir temellendirmeden geçer. O yüzden
şunu açıkça söylemeliyiz ki dil ilmi, Fârâbî’nin ilimler algısının bel kemiğini oluşturmaktadır.
Ayrıca yine onun medeniyet tasavvurundaki temel bağlantı noktasını da buradan hareketle dil
ilmi oluşturmaktadır.
227
Fârâbî, dil ilmini tanımlarken ve dil ilminin bölümlerini incelerken de sistematik bir
kurgu içerisinde hareket etmiştir. Şenol Korkut’a göre onun dil/lisan ilmi için yaptığı;
“Herhangi bir milletin arasında bir manaya delalet eden kelimeleri ezberlemek ve onlardan
her birinin delalet ettiği şeyi bilmek” şeklindeki birinci tanımı, her ne kadar bu tedricilik
Arapçadan örnek verilerek ilerlemiş olsa bile, bir milletin millet olabilmesi için özgün bir dil
inşa etmesine dair zımnî bir düşünceyi içinde barındırmaktadır.
228
Biz Fârâbî’nin bu tanımını,
Anadolu merkezli okumalarımız için Türk dilini referans alarak Türkçe düşüneceğiz.
Küllî tanımın ardından Fârâbî, dil ilmini cüzlerine sırasıyla aşağıdaki şekilde
ayırmıştır.
Tek/müfred kelimelerin ilmi
Bileşik kelimelerin ilmi
Kelimelerin tek oldukları zamanki kuralları
Kelimelerin bileşik oldukları zamanki kuralları
Doğru yazma kuralları
227
Fârâbî, İhsâ’ul Ulûm/İlimlerin Sayımı, Çev. Ahmet Ateş, MEB Yayınları, İstanbul, 1990, s.57-66.
228
Şenol Korkut, Fârâbî’de Dil ve Düşüncenin Gelişim Aşamaları, Medeniyet Düşünürü Fârâbî Uluslar Arası
Sempozyumu, s.87; ilgilil bildiri için bkz.
www.gelisimveinsan.com>skorkut
64
Doğru okuma kuralları
Doğru şiir okuma kuralları
Sıralamaya dikkat edilirse burada bir tekâmülün izleri görülecektir. Fârâbî, dildeki
tekâmülü tamamladıktan sonra mantık ilmine geçiş yapar. Bu yüzden onun felsefî sisteminde
müstakil bir ilim olarak dili, bütün ilimlerin zemini olarak sunulan mantığın doğması için
tahsil edilmesi elzem bir bilim sahası olarak değerlendirilir. Mantık ilminin yapılabilmesi için,
dilin yazılı döneminde ortaya çıkan gramer/nahiv ilimleri zemin olarak kullanılmalıdır.
Evrensel bir ilim olarak mantığın bir dilde yerleşmesi içinse, dilin o millet indindeki
aşamasının şifahi değil yazılı döneminde olması gerekmektedir. Dilin, mantık ve diğer ilimler
açısından gelişimi ise o milletin karakterinin bilim ve sanatlara yatkın olup olmaması ile
ilişkilidir.
229
Türklerin tarih boyunca bilim ve sanata yaptığı katkı göz ardı edilemeyecek
kadar çoktur. Belki de yeryüzünde hiçbir medeniyet Türkler kadar farklı coğrafyaları
yurtlandırma çabası içerisine girmemiştir. Bu gaye ile onlar yaşadıkları toprakları sanat
eserleri ve bilimle ihya etmişlerdir.
Mantık ilmi, doğru düşünebilmenin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda yanlış
yapılması mümkün olan bütün makul şeylerde, mantık ilmi insanı doğru yola ve gerçek (hak)
tarafına yöneltmeye yarayan kanunları verir. İhsâ’ul Ulûm’de bu ilmin tanımı için şu ifadeler
kullanılmıştır:
Mantık sınaati, bütün halinde, aklı düzeltmeye (takvim) ve yanlış yapılması mümkün
olan bütün makul şeylerde, insanı doğru yola ve gerçek (hak) tarafına yöneltmeye yarayan
kanunları ve insanı makullerde yanlıştan, sürçmeden ve hatadan koruyan ve muhafaza eden
kanunları verir. Bir de yanlış yapan bir kimsenin makullerde yanlış yapmış olup
olmadığından emin olunmazsa onun denemesi (imtihan) için kullanılan kanunlar gösterir.
230
Bu tanımla birlikte Fârâbî, oldukça önemli bir hususa dikkat çeker. Çünkü
epistemolojik olarak bizim önermelerimizle paralellik teşkil edecek ilk düşünce pırıltılarına
Fârâbî bu kısımda yer vermiştir. Bir sonraki bölümde “Sivil İtaatsizlik” başlığı altında
ayrıntılı olarak irdeleyeceğimiz insanın içindeki Tanrı savımızda bu nokta-i nazar bizim
önermemizdeki en önemli sacayağını oluşturacaktır. Fârâbî, bu husus için yukarıdaki
tanımdan hareketle İhsâü’l Ulûm’de şunları dile getirmektedir:
229
Şenol Korkut, Fârâbî’de Dil ve Düşüncenin Gelişim Aşamaları, Medeniyet Düşünürü Fârâbî Uluslar Arası
Sempozyumu, s.103; ilgili bildiri için bakınız:
www.gelisimveinsan.com>skorkut
230
Fârâbî, A.g.e, s. 67.
65
“Bu da, makuller arasında, yanlış yapılması asla mümkün olmayan bazı şeylerin
bulunması ile mümkündür. Bunlar da insan ruhunun yaratıldığı zaman, onları biliyormuş ve
kesin bilgi (yakîn) halinde kabul ediyormuş gibi buldukları şeylerdir.”
231
Buradan da anlıyoruz ki Fârâbî, insanda Sokrates’tekine (daimon) benzer bir bilgi
kaynağının varlığına inanmaktadır. Bu bilgi kaynağı insan ruhu yaratıldığı zaman Allah
tarafından onun fıtratına iliştirilmiştir. Filozofun yakîni bilgi olarak adlandırdığı bu bilgi
kaynağı, onun yukarıdaki açıklamasında yer alan yanlış yapılması asla mümkün olmayan bazı
şeylerin bulunması sözüne delalet etmektedir. İşte bu bilgi, Fârâbî’nin insanda var olduğunu
öne sürdüğü üçüncü ses’tir.
Nermi Uygur, felsefe ile edebiyat arasında bizim de üzerinde durduğumuz türden bir
bağıntıyı sorgular; iki disiplin arasındaki ilişkiyi saptamaya çalışır. Şöyle ki, ona göre
edebiyatçıların büyük bir kısmı bu ilişki hususunda önyargılıdır: Romancılar, ozanlar,
denemeciler, eleştiriciler, tiyatro yazarları kullanışlı bir deyimle edebiyatçılar, kendilerine
uygulanmaya kalkışılan her çeşit ortak özelliğe, ya gevşek ya da dar bir niteleme olarak,
meydan okuma eğilimindedirler.
232
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Uygur,
edebiyatçıların başka bir disiplinle ortak özellik taşıma gibi bir fikre pek de sıcak bakmadığını
saptamıştır. Yalnız bu durum edebiyatçılarda rastgele tezahür eden sıradan bir karşı-çıkış
hareketi değildir; bu karşı çıkışın nedeni edebiyatçıları edebiyatçı kılan uğraşının yapısında
aranmalıdır.
233
Uygur’a göre edebiyatçıların bir kısmı felsefeye kapılarını tamamen
kapatmıştır; onlar için felsefe yok hükmündedir; buna mukabil diğer bir kısmı ise her zaman
değilse bile sık sık felsefeyle ilişki kurmaya yönelmekte/yeltenmektedir. Bu yöneliş esnasında
erişebilenlerin bir kısmı yurtdışı felsefesine yoğunlaşmakta diğer kısmı ise yurtiçi felsefesiyle
aralarında bağ aramaktadır. Hangi zümre olursa olsun sözü edilen bu bağ, Uygur’a göre,
filozofların işlediği konulara genellikle dıştan bakma
234
suretinde tecelli ettiğinden
edebiyatçılar umumiyetle felsefeyi; sadece asıl amaç olan edebiyata yardımla görevli bir araç
diye yorumlamaktadır.
Nermi Uygur, ülkemizde durumun diğer sanatlar için de benzer hüviyet taşıdığını
savunmaktadır. Ona göre çağdaş Türk sanatçılarının felsefeyle ilişkilerine tam bir durgunluk
sinmiştir. Musiki, resim, heykel, mimarlık, sinema türünden alanlarda eylemlilik gösteren
sanatçılar, ister “yaratıcı”, ister “yorumcu”, isterse de “yapımcı” diye nitelensinler,
231
Fârâbî, A.g.e, s.67; Ayrıca Bkz. Ahmet Ateş “Notlar” kısmında bu bölümle ilgili şu bilgilendirmede bulunur:
“Ruhiyatta “ilk prensipler” denilen düşüncenin bu esaslarına Fârâbî bazen “zarûriyât” veya “fıtrî ma’kulât”
(yaratılışta var olan ma’kuller) demektedir. Başka mantıkçılar, bunu umumî, olarak evveliyât derler.” Age, s. 146
232
Uygur, Age., s.28.
233
Uygur, Age., s.28.
234
Uygur, Age., s.28.
66
bugünkü Türkiye’de felsefe karşısındaki tutumları bakımından, uzun uzadıya incelemeler
gerektirmeyecek bir yalınlıkla ortaya çıkarlar.
235
Bununla birlikte Nermi Uygur, her sanat
dalında olduğu gibi edebiyatta da istisna şahsiyetlerin bulunduğunu düşünmektedir.
Bize göre Yaşar Kemal Türk edebiyatında -sözünü ettiğimiz manada- felsefî kaygıyı
güden istisna şahsiyetlerden biridir. O, insanlığın düşünce mirasından haberdardır. Gençlik
yıllarında Adana’da Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışırken eline geçen bütün kitapları
okumuş; başta Yunan mitolojileri (Homeros ve İlyada destanları gibi başyapıtlar) olmak üzere
bütün Antik Çağ klasiklerini incelemiştir. Nedim Gürsel’le gerçekleştirdiği röportajda “Eski
Yunan klasiklerinin çoğunu da o kütüphanede okudum.”
236
ifadesini kullanacaktır. Bu eserler
aynı zamanda Yaşar Kemal’in eserlerini süsleyen arketiplere dönüşmüştür.
Savımızı somutlaştırmak adına bu arketiplere burada küçük bir örnek verelim. Sonraki
bölümde detaylarıyla inceleyeceğimiz Sofokles’in Antigone
237
adlı trajedisini ele alalım.
Thebai kenti kralı Kreon, birbirini öldüren iki kardeşten (haksız olduğunu düşündüğü)
Polüneikes’in cesedini gömdürmez, onu aşağılamak için açıkta bırakır ve kurda kuşa yem
eder. Ölüyü aşağılamak için onu gömdürmeme olayını Yaşar Kemal, özyaşamöyküsel romanı
olan Kimsecik serisinin birinci cildi Yağmurcuk Kuşu’nda şöyle işler:
Duran askerdeyken onun nişanlısı Hüsne, köyün bir başka genci olan Osman
tarafından kaçırılır. Hüsne’nin bu işe rızası yoktur. Osman ona sahip olamadan Hüsne ölür.
Çok öfkelenen Osman kızın cesedini parçalar. Ancak hukuk işlemez; adalet tecelli etmez. Bir
hafta karakolda kaldıktan sonra Osman elini kolunu sallaya sallaya köye döner. Hüsne’nin
annesi dört bir y ana çıkıp olan biteni yetkililere anlatır. Hak arar. Lakin aradığını bulamaz;
eden ettiğiyle kalır. Bu arada Duran, nişanlısının başına gelenleri öğrenir. Askerden çıkıp gelir
ve köy meydanında Osman’ı öldürür. Osman’ın cesedini Kısık gediğe kadar götürüp geniş bir
çukura atar. Olup biteni izleyen kalabalığa da tıpkı Antigone’de Polüneikes’in ölüsünü
kimsenin defnetmemesini salık veren Kreon’un buyruğu gibi bir buyrukta bulunur.
“Ne yapalım ana, kader böyle imiş”, dedi, yeniden ölüsünü sürüklemeye başladı, Kısık
gediğe kadar arkasında tekmil köylü kalabalığıyla geldi, burada durdu, orada derin, geniş
çukura Osman’ı fırlattı, ölü vardı dipte bitmiş bir çakırdikeni kümesinin üstüne ağzı yukarı
düştü. Duran kalabalığa döndü:
235
Uygur, Age., s.30
236
Nedim Gürsel, Yaşar Kemal Bir Geçiş Dönemi Romancısı, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul, 2008, s.113.
237
Sofokles, Antigone, Eski Yunan Tragedyaları 1, Çev. Güngör Dilmen, TEM Yayınları, İstanbul, 2014
67
“Bu ölü burada kalacak, ne anası, ne babası, ne de kimse onu buradan alıp
gömmeyecek. Kim bu ölüye dokunursa o kimsenin ocağını söndürmeye ahdettim. Bu itin
ölüsü, tıpkı it ölüsü gibi bu çukurda kalacak, kemikleri çürüyünceye kadar.”
238
Pasajdan da anlaşılacağı üzere Yaşar Kemal’in epik anlatı geleneğini okuyucuya bu
kadar iyi aksettirmesinde şüphesiz Yunan trajedilerinin rolü büyüktür. Yazar insanlığın
düşünce mirasına meraklıdır; Anadolu’da yaşamış kadim kültürlerin sergüzeştini bilir,
hayretini her fırsatta dile getirir. Aziz Şeker de Yaşar Kemal’in romancılığındaki insanlığın bu
birikimine dikkat çeker:
Yaşar Kemal’in romancılığının temelinde insanlığın biriktirmiş olduğu katıksız
sevginin, iyiliğin, dostluğun, barışın, kardeşliğin, onurun varoluşsal felsefesi vardır.
239
Zülfü Livaneli büyük sanatçıları, “ içinde yetiştikleri ülkenin, evrensel kültüre sunduğu
armağanlar” olarak nitelendirir; bu sanatçılar, ülkelerinin, dillerinin ve kültürlerinin değerini
artırırlar. Yaşar Kemal de Livaneli’ye göre bu anlamda büyük sanatçılar kategorisinde yer
alan
240
isimlerden biridir. Bu kategoride yar alan sanatçılar kendi toplumlarının tarihlerini,
kültürlerini ve birikimlerini simgeleyen nirengi noktaları olarak ortaya çıkarlar.
241
Yaşar
Kemal’in yıllarca Nobel Edebiyat Ödülü’nün en güçlü adayları arasında yer almasını
Livaneli; kimsenin değil, Türkiye’nin ve Türk dilinin zaferi olarak değerlendirir. Hatta Yaşar
Kemal’in Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand başkanlığında çalışmalarına başlayan
“Dünya Kültürler Akademisi”ne kurucu üye olarak katılmasını da şöyle değerlendirir:
“Biz orada Yaşar Kemal’i görüyoruz. Belki de yanılıyoruz. Belki de Paris’te, Yaşar
Kemal kimliğiyle oturan, Derviş Yunus’tur, Karacaoğlan’dır, Şeyh Galip’tir.”
242
Yaşar Kemal, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında almış olduğu prestijli ödüller ve
üniversitelerin fahri doktoralık payeleri ile Türk yazarları arasında seçkin bir konuma sahiptir.
Yine buna ilaveten şunu da söyleyebiliriz ki muharririn kırkı aşkın dile çevrilen romanları
hesaba katılacak olursa şüphesiz o, yalnız ülkemiz açısından değil; dünya edebiyatı açısından
da “büyük sanatçılar” kategorisinde yer almayı hak etmiştir.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak önceki bölümlerde de defaten
tekrarladığımız üzere geo-felsefî bir oluşumdur. Bu oluşuma üzerinde yaşadığımız toprakların
edebî değerleri açısından bakmak mühimdir. Çünkü her ne kadar sanat; vermek istediği
238
Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu-Kimsecik 1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s.197.
239
Aziz Şeker, Homerostan Binboğalara Yaşar Kemal, Sabev Yayınları, İstanbul, 2014, s.205.
240
Livaneli, A.g.e, s.127.
241
Livaneli, A.g.e., s.128.
242
Livaneli, A.g.e, s.128-129.
68
mesajlar açısından yönünü evrensele çevirse de vücut bulduğu dilin coğrafyasında yoğrulduğu
için bir o kadar da yereldir.
Descartes’in ifade ettiği manada diğer bütün ilimleri felsefenin dalları olarak kabul
edeceksek eğer; bu dallara özsuyu taşıyan sanatçıları da düşünce mirasına katkılarından ötürü
dolaylı olarak o ülkenin felsefecileri olarak kabul edebiliriz. Yine bu münasebetle sanatçıların
eserlerini de bu dallardan fışkıran yapraklara benzetmemizde herhangi bir sakınca yoktur.
Hatta felsefeden beklenen de bu olmalıdır. Bunu yine Descartes’in felsefe/ağaç analojisinden
yola çıkarak ekolojik bir dille ifade edecek olursak; yapraklar sararıp döküldüğünde ağacın
kökünü besleyen organizmalara dönüşüyorsa eğer; ağaç (felsefe) kendi varlığını idame
ettiriyor demektir.
Ünü topraklarımızı aşan isimlerden biri olan Yaşar Kemal’i sadece edebi kişiliği
açısından değil de aynı zamanda bir aydın, bir düşünce adamı olarak değerlendirmemiz,
gayesi açısından çalışmamızı bu noktada daha anlamlı kılacaktır. Çünkü Nermi Uygur’a göre
edebiyatçılar: Bir zamanlar öz-biçim, şiir-düz yazı çeşidinden konuların çözümü için felsefeye
uzanırken, artık insanın değerini, ulusça yaşama koşullarını arka planlarıyla kavramak için
felsefeye başvuruyor.
243
Biraz evvel de zikrolunduğu üzere Yunan klasiklerini okuyan;
Homeros’u İlyada’yı hatmeden, Antik Çağ trajedilerini didikleyen Yaşar Kemal de sözü
edilen manada (ulusça yaşamanın arka planını kavrama) felsefeyle iştigal etmiştir.
Anadolu’yu bir tortular ülkesi olarak nitelendirirken insanlığın düşünce mirasının bu
topraklardan hareketle şekillendiğini anlatmak istemiştir:
Sümer uygarlığı Anadolu’dan akıp giden iki suyun arasında kurulmuştur.
Mezopotamya dedikleri yerde. Asurlular da öyle. Urartular, Hurriler, Medler, Frigyalılar,
daha büyüklü küçüklü, bilinen ya da bilinmeyen nice uygarlıklar. Hititler çağında eski
Mısırlılarla da savaşacak kadar Anadolu’nun ilişkisi olmuştur. Anadolu bir köprüdür, ister
istemez uygarlıklar oradan gelip geçmişlerdir.
244
Bu mirasın kümülatif bir yorumu olarak Yaşar Kemal’in eserlerini ve onun siyasi
duruşunu sivil itaatsizlik babından bu bölümde müzakereye açtık. İlk bölümde itaatsizlik ve
sivil itaatsizlik terimlerinin kavramsal temellendirmesi üzerinde durduk. Bu temellendirmenin
pratik/eylem
safhasını
Nurettin
Topçu’nun
Bloundel’den
mülhem
kurguladığı
Aksiyon/hareket felsefesi ile birleştirdik. Daha sonra Yaşar Kemal’i sivil itaatsiz olarak
243
Uygur, A.g.e., s.28
244
Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile Görüşmeler Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2013, s.111.
69
nitelendirmemize sebep olan olaylar ve durumlar zincirini ele aldık; onun hayatından kesitler
ve eserlerinden hareketle vardığımız bu kanıyı temellendirdik.
Dostları ilə paylaş: |