Kopenhag Sonrası
Kuantum Fiziğini ana hatları ile gördükten sonra şimdi
biraz felsefeye girip konuyu varlıkbilim (ontoloji) açısından ele
alalım.
Kuantum teorisi deney sonuçlarını öngören yöntemleri
sergilerken bu deneyler ile elde edilenlerin altında yatan
nedenlerle ilgilenmez. Bu, ortaya değişik açıklamaların
çıkmasına neden olmuştur.
Kopenhag açıklaması bir parçacığın gözlenmeden önce
ne yaptığını söylemez.
Bunun önemli bir nedeni böyle bir çalışmanın “bilimsel”
değil “felsefi” olacağı şeklindeki kanıdır.
Felsefi açıdan zamanlarının positivism “doğanın gerçek
yasaları ancak gözlenebilenler ile çözülebilir” anlayışına önem
veren bilginler böyle bir uğraşa girmeyi gerçekçi bulmamışlardır.
Heisenberg’in Belirsizlik ilkesi Kuantum teorisinin daha
derinlikleri üzerine bilimsel açıdan aşılamaz sınırlar koymakta
idi.
47
Bu
nedenledir
ki
örneğin
“Acaba
elektron
gözlemlemeden önce var mı idi?” gibi bir felsefi soru Kopenhag
açıklamasını yapan bilim adamlarını meşgul etmemiştir.
Yine bu nedenlerledir ki açıklama daha derinlerde yatan
nesnel bir gerçeğin var olabileceği fikrini göz ardı etmiştir.
Bununla beraber bu açıklama bilim dünyasınca kabul
edilmiş olup halen geniş ölçüde kabul görmektedir.
Bu arada açıklamaya kritik gözle bakanlar vardır: örneğin
matematikçi James R. Newman “Bu asırda profesyonel
feylesoflar fizikçilerin cinayet işlemesine seyirci kaldılar”
demiştir.
Murray Gell-‐Mann ise “Bohr bir fizikçi neslinin beynini
problemin çözüldüğüne inandırarak yıkadı” açıklamasını
yapmıştır.
Acaba daha neler söylenebilir...?
“Sistem acaba gözlemden önce ne durumda idi; özellikle
gözlemlemeden önce ondan bağımsız olan bir gerçek var mı idi
ve bu gerçek hangi şekilde vardı?” sorusu ön almaktadır.
Kopenhag açıklaması bir gözlem ya da ölçüm
yapılmadan önce bir nesnel gerçeğin olmadığını ileri
sürmektedir
.
Nick Herbert “Kuantum Gerçeği” adındaki kitabında
soruyor: ”Bohr ileride gelişebilecek olan teknolojik imkânlarla
48
daha derinlerdeki bir gerçeğe varılabileceğini nasıl göz ardı
edebilmiştir?” Devamla ”Ölçümlenmemiş durum hakkında teori
pek bir şey söylememektedir. Diğer yandan, zamanın büyük
kısmında bu ölçümlenmemiş gerçek geçmişte bulunmaktadır.
Kuantum teorisi bunu çözümlenmemiş bir süperpozisyon olarak
ele aldığından evrenin büyük kısmı (ölçümlenmemiş olan her
şey) bir esrar perdesi altında kalmaktadır.”
Bununla beraber gerçeğin gözlem öncesi durumu
hakkında kimi bilgiler vardır. Öncelikle tüm parçacıkların
konumu süperpozisyon durumu göstermez. Örneğin bir
elektronun kitlesi ve elektrik yükü belirli ve kesin sabit değerlere
sahiptir. Bu nedenle parçacıkların yalnızca yer ve momentumları
bilgileri kuantum denklemlerinde yer alabilir.
Bu durumda eğer gözlemden önce bir gerçek var ise
bunun çok değere sahip (belki sabit) özelliklerinin var olması
olasılığını da göz önüne alması gerekir.
Bu halde kuantum süperpozisyonunun parçacıkların
gerçek özelliklerini kapsayacak şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz.
Hatta belki de bu süperpozisyonu tanımlayan dalga
fonksiyonunun bünyesinde ilk anda göze çarpmayan olgular
yatmaktadır?
Deniliyor ki: Dalga fonksiyonu örneğin çift yarık
deneyindeki gibi girişim örüntüleri sunabilir ancak olasılıklar
49
hiçbir zaman negatif değer alamazlar ve dolayısı ile bu olasılıklar
girişim yaratamazlar.
Ekteki (vii) fonksiyonuna bakalım:
Burada i, -‐1 sayısının kareköküdür. Gerçek sayılar
dizininde böyle bir sayı tanımlanmamıştır. Bu nedenle bu sayıya
“sanal”, bu sayıyı içeren fonksiyonlara da “sanal fonksiyonlar”
denilir. Çoğunlukla bunların sanal olmasından dolayı gerçek
olguları yansıtmadıkları var sayılmıştır. Görülüyor ki dalga
fonksiyonu matematiksel olarak sanal uzaydadır ve sanal
düzlemde bir faz içermektedir. Girişim olgusunu betimleyen bu
faz değerleridir. Bunu “gözlemlemeden önceki gerçek” olarak
ele alırsak tartışma şu soruya varmaktadır: Acaba dalga
fonksiyonu Kopenhag açıklamasında öngörüldüğü gibi yalnızca
sanal Hilbert uzayında var olan bir fonksiyon mudur yoksa içeriği
daha ileri bazı gerçekleri saklıyor olabilir mi?
Dalga fonksiyonu niçin bu haliyle basit bir olasılığı
barındırmaktan gayri gözlemden önce gerçeği tanımlayan” bir
yapı olarak ele alınamasın?
H. Dieter Zeh bunu böyle görmüş ve “niçin dalga
fonksiyonunun gerçekliğini kabul etmeyelim?" demiştir.
Gerçekten de matematik bir fonksiyon, belli bir fiziksel
gerçeği tanımlar. Dalga Fonksiyonunu gözlemlemeden önceki
50
gerçeği yansıtan bir araç olarak ele alabiliriz. Ancak bu gerçeğin
matematiksel olarak sanal bir uzayda olduğunu unutmamalıyız.
(Hilbert uzayı). Açıkça burada günlük “gerçek” kavramının
dışındaki bir “gerçek” kavramı ile karşı karşıyayız.
İnsanların anladığı gerçek kavramı ile “gerçeğin” kendisi
arasındaki farklılıklar üzerindeki tartışmalar sürekli olarak
gündeme gelen bir konudur. Bir soru şudur: Eğer bu fonksiyon
“gerçeği” yansıtıyorsa, nasıl oluyor da atomların meydana
getirdiği bizler bu kuantum garipliklerinden etkilenmiyoruz?
Viyana Üniversitesinden Kuantum Fiziği uzmanı Johannes Kofler
de “nasıl oluyor da günlük muntazam dünya bu kuantum
şizofrenisinden uzak kalıyor?” diye soruyor. Bilim adamları yıllar
boyunca kuantum dünyası ile gerçek dünya arasındaki
yakalanması zor ilişkiyi bulmaya çalıştılar. Günümüzde Kofner,
Brukner ve diğerleri bu dünyalar arasında bir sınır olmadığını
göstererek cevabı bulmuş görünüyorlar. Hal böyle olunca akıl
durduran bir bulgu ile karşı karşıyayız: Dünya kuantum dünyası
olabilir ama biz bunu göremiyoruz…
Bu iddia Klasik gerçeğin ortaya çıkması konusundaki tüm
görüşlere meydan okumaktadır.
“Gizli Değişkenler” Teorisi
51
Albert Einstein’ın Kopenhag açıklamasını Kabul
etmediğini ve nasıl karşı çıktığını anlatmıştım.
Einstein tüm parçacıkların göremediğimiz sabit
özellikleri olması gerektiğini ileri sürmüş ve bunlara “gizli
değişkenler” demişti. Bu iddia kuantum teorisini çürütebilirdi.
1932 yılında zamanın en büyük matematikçisi sayılan
John von Neumann kuantum teorisinin nihai analizini
”Mathematical Foundations of Kuantum Theory” isimli kitabında
yayımladı ve “gizli değişkenler” olamayacağını açıkladı. Bu yargı
“gizli değişkenler” konusundaki araştırmaları yirmi yıl geri attı.
Bununla beraber yukarıda sözü edilen dalga fonksiyonu
gerçek olarak ele alınmasa dahi, halen bu konu üzerinde
tamamen tarafsız kalan ya da şüpheci davranan kişiler vardır.
Buna bir örnek 1971 yılında yayımladığı “Einheit der Nature”
isimli kitabı ile üne kavuşan Carl Fredrich von Weısacker,’dir.
Cambridge’deki bir toplantıda Kopenhag açıklaması hakkında
“gözlenemeyen yoktur" diyenlere cevaben "Gözlenen mutlak
vardır ancak gözlenemeyen hakkında da uygun varsayımlar ileri
sürmeye hakkımız vardır” demiştir.
1952 yılına gelindiğinde David Bohm bu teorinin, yerellik
kuralının ışık hızının üstünde iletişim olabileceği şeklinde
gevşetilmesi halinde geçerli olabileceğini gösterdi.
İşlerin acayipleşmesinde bir adım daha atalım:
52
Dalga fonksiyonunun bünyesindeki çok sayıda
“karakteristik değerler” nedeni ile gözlemden önceki çok-‐değerli
“parçacıkların gözlemden önceki gerçek durumunu yansıttığı
ileri sürülebilir. Eğer durum bu ise fiziksel dünyamızda niçin çok
değere sahip olan özellikleri görmüyoruz?
Ancak, bir parçacık üzerinde deney yaptığımızda yalnızca
bir değer elde ediyoruz. Bu demek oluyor ki “Gizli Değişkenler”
teorisinin çok sayıda karakteristik değere sahip olan doğada
oluşan kimi olguları bir şekilde gözümüzden saklayan bir özelliği
var. Bu nasıl olabilir? Bu noktada bunun çevremizdeki gerçeği
tanımlama yeteneğimizden ileri geldiğini söyleyebiliriz.
Bernard d'Espagnat bir "peçe arkasındaki gerçek" ten
söz etmiştir. Buna “ampirik gerçek” de demiştir. Bu tanım
günlük gerçek anlayışımızın daha derinindeki bir katmanı ifade
eder.
Bizim “ampirik gerçeğimiz” pek çok parçacıktan oluşur.
Ölçüm gereçlerimiz de parçacıklardan meydana gelir. Bu durum
çok değere sahip olan bir evrenin bizlerden nasıl saklandığını
açıklayabilir. Parçacıkları yalnızca sezebiliriz. Sorun, gerçeğimizin
gözlerimizi de kapsayan "ölçüm gereci ”aracılığı ile keşfedilmeye
çalışılmasıdır. Tanıma göre gerçeğimizdeki her şey parçacıkların
birleşiminden oluşur. Bu, “peçe ardındaki gerçeği” anlamamızı
engelleyen bir yapı
oluşturur. Bu “peçe arkasındaki gerçek” ile
53
etkileşemeyiz. Belki yapısı hakkında kimi ipuçlarını elde
edebiliriz: Deriz ki ”eğer biz bir parçacıklar dünyasında
yaşıyorsak o zaman derindeki “peçelenmiş gerçek” bir “dalga
fonksiyonları dünyası” olabilir”. Yine örneğin deriz ki “bir
kalemin gerçek olduğunu biliyorum çünkü onu elimde
tutabiliyorum”. Burada kalem, elimizin gerçek olduğu kanısında
olmamız nedeni ile gerçektir. Bu; günlük tanımımıza uygun
düşen gerçeğimizin ne olduğunu iyi açıklayan bir saptamadır.
Parçacıklar üzerindeki deneylerimiz parçacıklardan oluşan
gereçlerle yapılır, dolayısı ile yalnızca parçacıkları tanırlar. Bu
yöntemleri kullanarak fiziksel gerçeğimizin ötesindeki bir gerçek
hakkında bilgiye ulaşamayız. Dalga/parçacık ikileminin nedenini
dahi bilmiyoruz…
Diğer taraftan bir kuantum sisteminin klasik ölçümler
açısından ele alınması sorunu özellikle sistemin evrende olduğu
“kuantum kozmolojisi” alanında yaşanabilecek zorluklara işaret
eder. Bu bağlamda “evren acaba karmaşmış durumda mı” diye
sorgulandığında şu yanıt ortaya çıkabilir:
Kimi ilim adamı Evrenin daha ilk patlama anından
itibaren karmaşmış konumda olduğunu benimsemektedir.
Michio Kaku diyor ki: "Evren doğduğu zaman bir kuantum
metası olan ve değişik konumlarda aynı anda var olabilen bir
54
elektrondan daha küçüktü. Bu nedenledir ki evren de bir
kuantum metasıdır ve birçok değişik konumda var olur."
Gerçek hakkında başka ne biliyoruz:
Karmaşmış parçacıkların çok uzakta da olsalar birbirleri
ile acayip bir bağ ile ilintili olduklarını…
Belki bu iletişim ulaşamadığımız “peçelenmiş tabaka”
aracılığı ile oluyordur.
Şimdiye kadar tüm acayipliklerin sıralandığı bu noktada
artık mistik bir dünyaya doğru yol aldığımızın belki
farkındasınız…
Acaba çözümler orada mı?
İKİ: FİZİKTEN FİZİKÜSTÜNE
İnsanın Evreni Anlama Çabası
Einstein “evren hakkında en anlaşılmaz şey insanın onu
anlamasıdır.” demiştir… Evrende sadece enerji yok, bu enerjiyi
harekete getiren kurallar var ve bu kuralları insan aklı
keşfedebiliyor… Einstein insan aklının bu olayı çözümleyebiliyor
olmasının ilmin en büyük bilmecesi olduğunu söylemiştir.
“İnsan aklı Evreni anlamaya nasıl çalışmıştır? Aklın
Evrenin sırlarını keşfedebilmek için tuttuğu yollar nelerdir?
Hangi dürtüler onu böyle bir çabaya itmiştir? İnsanın bu
55
sorunsalı inanç dünyası içinde çözmeye çalıştığını görürüz. Bu
dünyada üç ayrı eğilim göze çarpar:
Akılcılık: İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik inancı.
Evrenin her şeye kadir bir Tanrı tarafından yaratılmış
olması inancı üzerine oturan Modern Bilimin kurucuları arasında
sayılan Francis Bacon, Galileo ve Isaac Newton düşünce ve
eylemlerinde sofu Hıristiyan değillerdi. Bununla beraber İncilin
“Tanrının insanı kendi suretinde yarattığı” hükmünden hareketle
“insanın da ilahi bir aklı olması, bu akılla doğanın sırlarını
çözebilmesi ve dünyayı yönetebilmesi” gerektiği düşüncesinde
idiler. Onlara göre doğa anlaşılabilirdi zira doğada var olan akıl
ile insanda var olan akıl arasında ilahi bir ilişki olmalı idi. Francis
Bacon deneylerden sonuçlar çıkarmak yönündeki tüme varış
yöntemini benimsediği için modern bilimin babası sayılıyordu.
Bacon ilmi takip etmenin Tanrının buyurduğu bir görev
olduğuna inanırdı. “Novum Organum Scientiarum” (1620), adlı
eserinde demiştir ki; “İnsan cennetten kovulduğunda hem
yaradılışın üzerindeki söz hakkını kaybetmiş, hem de
masumiyetini yitirmiştir. Her iki kayıp da bu yaşamda kısmen
tekrar elde edilebilir: Bunlardan birincisi din ve iman gücü ile
ikincisi ise sanat ve bilimle…“.
56
İnançlı bir insan olan Kepler, astronomi ilmini
geliştirirken Tanrı'nın ilahi evrensel düzenini keşfetmeyi
amaçlıyordu.
Musevi-‐Hıristiyan kültüründe Bilimsel Yöntem de
denilen bu dürtüye dayanan bilimsel araştırma sistematik ve
akılcı bir şekilde yürümüştür. A. N. Whitehead (1904-‐67) bunun
bir nedenini ”Tanrının akılcılığı hakkındaki orta çağ inancı”na
güvenmek olarak açıklar. Whitehead ayrıca: “Tanrının akılcılığına
inanan ilk bilim adamları bu inançları nedeni ile “her olayın
geçmişi ile çok kesin bir şekilde ilişkili olduğuna ve genel ilkeleri
temsil ettiğine” inanırlardı. Bu inanç olmasa idi ilim adamlarının
fedakârca çabaları ümitten yoksun olacaktı” demiştir.
Diğer yandan Avrupa'daki gelişmeye en büyük katkı
İslam Dünyasından gelmiştir. 8. yüzyıl ile beraber Abbasi
halifelerinin himayesinde gelişen ilim, Optik alanında el-‐Kındî ve
Ibn-‐el-‐Haytam, Astronomi alanında al-‐Battani, Matematikte
Tabit-‐bin-‐Hurra, Abu'l Vefa, Tıpta el-‐Razi ve İbn-‐i-‐Sina'yi
yetiştirmiştir. İranlı al-‐Kuarizmi, Hint bilginlerinin daha önce
geliştirdiği ve İslam İlmi'nde yer tutan Arap rakamlarını
nakletmiş ve Astronomi tablolarını geliştirmiştir. Cebir, Cabir bin
Hayyan'ın eseridir. Kaynağını çoğunlukla Gazne okulundan alan
Müslüman bilim adamlarının araştırmalara şevkle sarılmalarının
57
bir temel nedeni İslam öğretisinde Kuranda yer alan doğa
sırlarını çözmenin özendirilmesidir.
Görülmektedir ki Kutsal Kitaplardaki vahiyler ve
söylemler insanın işlevinin doğayı yönetmek, bunun için de
evreni keşfetmek olduğunu öğreterek bilimsel araştırmaları
desteklemişlerdir. Evrenin sırlarını anlamak yönündeki en
önemli dürtü budur.
İlimcilik
Osmanlıdaki adıyla İlmiyye, Modern Bilim görüşü yerine
kullanılan bir terimdir. Bilime aşırı değer verme anlamında da
kullanılır, ki bu anlam bir dereceye kadar küçümseyicidir
denebilir. Küçümsemenin nedeni ileride de görülebileceği gibi
yaratılışın temelinde tamamen mantık dışı bir olasılık, bir kör
şans olduğunu baştan kabul etmesi olmuştur.
İlimcilik; bilgiye ulaşmanın tek yolu olarak görülen
Bilimsel Yöntemin aksine yalnızca Bilimin evrenin sırlarını ve
gerçeği keşfedebileceğine inanıyordu. İlimciliğin yalnızca ve
denenebilir deneye dayalı olgulara tutkusu onu katı bir İlimsel
Dünya görüşüne hapseder. Bu, İlimi reddeden Protestan
köktendinciliğinin yalnızca dinsel bir dünya görüşü olduğu ile
eştir. İlimcilik, çoğu felsefi, metafizik ve dinsel görüşlere
kapalıdır.
58
Bu felsefenin öncüsü Fransız feylesofu René
Descartes’dır (1596-‐1650). Descartes akıl ile maddeyi ayırt eden
ve ikilik düsturunu yaşama geçiren ilk düşünür olmuştur. Bu
ayrım hem bir ilim dalı olarak psikoloji hem de genelde Bilim
üzerinde büyük etki yapmıştır. İkilik ilim adamlarına maddeyi
eylemsiz ve insanlardan tamamen soyutlanmış bir konumda ele
almak imkânını sağlamıştır. Bu suretle evreni insandan ayırt
ederek tarafsız bir şekilde ve insanın gözlemine gerek
duymaksızın incelemek mümkün olacaktı. Tarafsızlık Bilimin
ideali oldu. Bu kavram 1800 lü yıllarda Comte tarafından
insanların ve kurumların davranışını incelemekte kullanıldı.
Descartes Tanrıya inancı tam olan bir Katolik idi. Ancak
felsefesinde vahiydeki “iman” inancını kabul etmedi. Gerçeği
ararken olasılıklara dayanan her bilgiyi reddederek yalnızca
mükemmelen bilinen ve hakkında hiçbir şüpheye yer olmayan
bulguları kabul etmenin gerekli olduğunu söyledi. Diğer bir
deyişle yalnızca keşfedilen ve insan aklı ile ispatlananlara
inanmak uygun idi. Descartes “her şeyden şüphe edebilirim ama
mantıksal olarak, şüphe ediyor olmamdan şüphe edemem”
diyordu. Ona göre bu kendi kendisini nakzetmek olurdu ki doğru
bir sonuca götürmezdi. Evrenin görünen düzeni, kör talihin eseri
olan bir şablondan insan aklının algıladığı olarak anlaşılıyordu.
59
Bu önerimin ortaya atılması ile beraber eleştirmen
feylesoflar Descartes’ın iddiasını çürüttüler: i Descartes’in kendi
mantığı ile tutarlı olabilmesi için yalnızca şüphelenme ya da
düşünmenin var olduğuna inanması gerekeceğini ileri sürdüler.
Her sonucun bir nedeni olması gerektiği ispatlanmadan
düşünceye bir düşünenin neden olduğunu ileri sürülemezdi.
Yaratılışın nedenini kör talihe bağlayan bilimcilik esasen doğanın
temelinde bir aklın var olduğu düşüncesini dışlamış idi.
Ampirizm akımının öncüleri; İngiltere’de Berkeley ve
Hume ile Almanya’da Kant da insan aklının gerçeği olduğu gibi
anlayabilmek için yeterli olduğu yönündeki inancın mantıksal
temellerini zayıflattılar. Evren hakkındaki bilginin tek kaynağının
insanın duyuları olduğunu ileri sürdüler. Rasyonalizm olarak da
adlandırılan, bilginin doğruluğunun temellendirilebileceğini öne
süren felsefi görüşe karşı çıktılar.
“Ampirik” (duyular aracılığı ile) kelimesi çoğu kez
“bilimsel” anlamında kullanılır. Bu bilim adamlarının yaptıklarını
açmak ve onları Bilim adamı olmayanlardan ayırmak için
geçerlidir. Bilim adamları deneyler ve gözlemler yaparlar ve
evrenin gerçeklerine ulaşmaya çalışırlar. Bu nedenle “Ampirik
Metotlar” deyimi “Bilimsel Metotlar” deyiminin yerine geçer.
Kant’dan sonra her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan,
bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca
60
aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi
sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, mutlak
’
a ulaşmanın
mümkün olmadığını savunan şüphecilik akımları gelişmiştir.
Buna ek olarak modern psikoloji’nin babası sayılan
Sigmund Freud, insanların rasyonel olmadıklarını ortaya atarak
olayı iyice derinleştirmiştir. “Bilinç dışı akıl” ve çoğu kez bu aklın
“bilinçli akla” üstün gelmesi bulgusu; insanların çoğu kez
mantıksız dürtüler ve biyokimyasal uyarılarla hareket ettiğini
gösterdi.
Freud’dan sonra insanların akıllı oldukları inancı sarsıldı.
Bununla beraber feylesoflar ve psikologlar mantığa inancı
sarsamadılar. Bilimsel yöntemin sürekli başarısı insanın mantık
yolu ile evrenin sırlarını çözebilme yönündeki inancına haklılık
kazandırdı. İlim mantığın son kalesi haline geldi. Ancak 20
yüzyılın sonlarına doğrudur ki bizzat fizikçiler bir çıkmaz sokağa
girdiler. O zaman bilimciliğin temelleri sarsıldı ve kale çökmeye
başladı.
Kimi düşünürler bilimin başarılı olmakla beraber
bilimciliğin kendi kendisini nakzeden bir felsefe olduğuna
hükmettiler.
Esasen yaratılışın kör talihin rastlantısal bir eseri
olduğunu söyleyen Bilimcilik, doğanın temelinde bir ilahi mantık
olduğu fikrini reddetmiştir. Bilimci, insan aklının doğayı
61
anlayabildiğini söylemekle beraber rastgele oluşmuş bulunan
evrenin düzeninde mantık bulunmadığında ısrarlıdır.
O zaman şu soru ortaya atıldı: Mantıksal olmayan bir
evren düzenini mantıksal olarak çalışan insan aklı nasıl anlıyor?
Mutlak irade ve kader ile çelişen, bilimin yarın neyi
keşfedeceğinin bir rastlantı olarak var olacağı bir düşünceye
karşı çıkılması olası idi.
Evrenin aslında anlaşılabilir olması gerçeği, bu gerçeği
destekleyen seslerin artması Einstein gibi âlimleri akılcı bir
yaratılış inancına itmiştir.
Diğer yandan Berkeley Üniversitesi Fizik Profesörü
Fritjof Capra gibi ilim adamları ise dünyanın niçin insana hiç
yabancı olmayıp aslında anlaşılabilir olduğu konusunu daha
değişik bir nedenle izah etmektedirler.
Dr.Fritjof Capra’nın bir deyişine yer verelim:
“Sayıları gittikçe artan bilim adamları, mistik fikirlerin
çağdaş bilime tutarlı ve yerinde bir felsefi zemin oluşturduğuna
inanıyorlar” ve devamla “yeni fizik, pek çok mistik fikri
desteklemektedir.”
Bu aşamada şunu açıklamak gerekir: Bu ilim adamlarının
çoğu “Bilimcilik” denilen akıma bir entelektüel olarak inanmayan
ve kendilerini bu yoldan ayırmak isteyen dürüst ve kıymetli
kişilerdir. Bu akımı, felsefi temelinin sağlam olmadığı gerekçesi
62
ile mesleklerindeki şöhretlerini feda etmek pahasına terk etmiş
ve Bilimsel dedikleri Mistisizmin ufuklarına açılmışlardır.
3. Mistisizm: Şuurumuzdaki Evren
Bilimsel mistisizm yeni fizik biliminin mistik felsefede yer
alan kimi yargıyı pekiştirdiğini ileri sürer.
İleriki satırlarda mistik dünyayı incelerken bir yandan bu
dünyada mantıksal aklın sınırlarının ne olduğunu gözlemlemek
uygun bir işlev olacaktır:
İnsanoğlu evreni mantık ile mi kavrıyor? Acaba mantığın
sınırları nedir?
Capra şöyle devam ediyor: “Bu yeni çığırda Fizikçiler
doğal olaylara ilişkin yarattıkları teorileri gerçek olarak gördüler,
ancak buldukları gerçekler mantığa uymuyorsa mantığı bir yana
bıraktılar ve buldukları gerçeği benimsediler.”
Dostları ilə paylaş: |