Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrası jeopolitik hedeflerden feragat ederek daha çok jeo-ekonomik hedeflere odaklandı. Son yıllarda ise Avrupa’da olduğu gibi Almanya’da da jeopolitik yaklaşımların – gerek uluslararası ilişkiler teorisinde (formel jeopolitik) gerekse de medya ve kamuoyunda (popüler jeopolitik) ve karar vericilerle siyaset yapıcıları arasında (pratik jeopolitik) olarak– yeniden yaygınlık kazandığını gözlemliyoruz. Bu durum ise jeopolitik ikileme yol açıyor. Örneğin Almanya’da jeopolitik yaklaşımların yaygınlık ve etkinlik kazanmaları Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve başka devletlerin de Almanya ile ilişkilerinde jeopolitik kıstaslara göre hareket etmelerine yol açacaktır. Dolayısıyla, güvenlik ve dış politika başlıklarının jeopolitik yaklaşımlara göre şekillendirilmesi, çoğu kez yeni gerginliklere, çatışma ve hatta savaşlara yol açabiliyor.
Söz konusu yaklaşımlar, “Alman Sorunu”[1] geri mi dönüyor, sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu tür kaygıları hayali bulanlara Robert Kagan’ın cevabı net: 1925’de silahsızlanmış, çok istikrarlı olmasa da demokratik, komşularıyla iş birliği içinde ve Fransa ile tarihi bir pakt (Locarno Antlaşması) kurmuş olan bir Almanya’nın yerini çok değil 10 yıl sonra militarist bir Almanya almıştı.[2] Merkezinde yaşam alanı (Lebensraum, Haushofer) konsepti olan Alman jeopolitiği, Avrupa’ya tarihinin en büyük yıkımını – İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımı – getirmiştir.
Jeopolitik Nedir, Ne Değildir? Derin toplumsal dönüşümlerin yaşandığı, teknolojik atılımların gerçekleştiği ve dünya düzeninin tartışmaya açıldığı dönemlerde jeopolitik tartışmalar da gündemin üst sıralarına yerleşir. Jeopolitiğin akademik bir disiplin olarak ortaya çıkışı, kapitalizmin yeni bir döneme evirildiği, teknolojik gelişmelerin zaman ve mekân tasavvurunu altüst ettiği ve uluslararası ilişkilerin meşruiyet odaklı ve çok taraflı bir dönemden daha çatışmacı bir yapıya evirildiği bir dönem olan 19. yüzyıl sonlarına tekabül ediyor.[3]
Jeopolitik, Birinci Dünya Savaşı sonrasında üniversite, araştırma enstitüsü, think-tank gibi bilim kurumlarında yer edinmiş, Soğuk Savaş ile birlikte ise konumunu sağlamlaştırmıştı.[4] Bu bağlamda Soğuk Savaş dönemi ABD ve NATO jeopolitiğini derinden etkilemiş olan Spykman’ın jeopolitik, yani coğrafya ile güç ilişkisi hakkındaki şu düşüncesi oldukça açıklayıcıdır: “Coğrafya, dış politikayı belirleyen en önemli faktördür. Bakanlar gelir gider, diktatörler ölür, ancak sıradağlar varlıklarını sürdürür.”[5]
Jeopolitik, popüler ve yaygın anlamıyla devletlerin askeri, siyasi ve iktisadi güçlerini artırma ve etki alanlarını genişletme yarışına işaret eder. Ancak bir siyasal bilim kavramı olarak jeopolitik coğrafyanın/mekânın siyasal hedefler doğrultusunda (yeniden) tanzimini (liman ve tren yollarının inşası, stratejik altyapı düzenlemeleri vs.) ve mekân üzerinde siyasal amaçlı kontrol oluşturma siyasetini (stratejik su yollarının, bölgelerin kontrolü vs.) tanımlar. Özetle, jeopolitik, siyasal çatışmaların nedenlerini coğrafi ve mekânsal koşullarda arar. Dağ, nehir ve boğazlar gibi coğrafi birimlere askeri bakımdan, stratejik ve güvenlik açısından önem atfeder.[6]
Özetle, Almanya’da jeopolitik hedeflerin tekrar gündeme gelmesini Alman hariciyesinin uluslararası sistemdeki yeni rol arayışlarıyla açıklayabiliriz.