K3 GEBELİK EVRELERİNDE FİZYOLOJİK
İMMUN PROFİL
DEĞİŞİMLERİ
Günnur YİĞİT
İstanbul Ün., Cerrahpaşa Tıp Fak., Fizyoloji Anabilim Dalı; İSTANBUL.
yigitg@istanbul.edu.tr
Giriş: Implantasyondan terme kadar yavrunun gelişiminden sorumlu
fizyolojik fonksiyonlar, gebelik süresince maternal immun profil değişimiyle
kontrol edilirler. Bu değişim, anne ile fetus arasında immun tolarans
sisteminin kurulmasına neden olur.
Konumuz: Tolerans sisteminin kurulmasında etken değişimlerin
saptanması, gebelik süresince temel immun profilin incelenmesidir.
Gebeler hangi immun parametrelerle izlenmelidir? Genel Hemogram
Takibi mutlak gereklidir. Çünkü, gebelik anemisi ülkemizde de sık rastlanan
bir olgudur. 200 gebede yapılan araştırma serisinde eritrosit, hemoglobin ve
hematokrit değerleri normal, ancak alt sınırlarda bulunmuştur.
Hemoglobinle bağıntılı MCH ve MCHC normal, MCV yüksek değerlerdedir.
Eritrosit hacimlerinin yüksek olması, gebelikte artan metabolizmayı
yansıtabilir mi? Gebelerde eritrosit hacim dağılım genişliği (RDW %)
normalin üst sınırlarındadır. Bu değer eritropoietik stimulasyonun kanıtı ve
metabolik aktivasyonun göstergesi olabilir.
Demir statüsü: İmmun sistemle sıkı bağıntılıdır. Demir parametreleri ile
gebenin antioksidan savunma sistemi, hücresel fagositik kapasitesi,
opsonizasyon dengesi hakkında bilgi edinilir. Gebelikte demir
gereksinmesindeki artış, yeterli demir desteği ile karşılanmadığında önemli
sorunlarla karşılaşılır. Hemoglobin düşüklüğü hipoksemiye bağlı plasental
disfonksiyonlara, ferritin azlığı ise IL-2 gibi sitokinlerin yetersizliğine,
hücresel immunitenin zayıflamasına, neden olur.
Lökosit tablosu ile immun sisteme nasıl bakılır? Gebelik süresinde
nötrofil artışı ile izlenen lökositoz gelişir. Aktivasyon olayı implantasyon
evresinde, plasental odaklarda doku makrofajlarının artışı ile başlar. IL-1
yükselir. NK hücreleri sayıca artar, CD4 ve CD8-T lenfositleri ve IL-2 azalır.
3.evrede MHC-II ile uyarılan tüm hücreler azalır. IL-2 azlığı B lenfosit
azalmasına neden olur. 1.gebelik evresinde CD4-T lenfositleri, IL-2 ve IL-2
reseptörleri, MHC-II komplekslerinin yüksek olması abort nedeni olarak
bildirilmektedir. Konu bu çerçeve içinde irdelenecektir.
KONFERASLAR
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
22
K4 RESEPTÖRLERİN MORFOLOJİK VE MOLEKÜLER TANI
METOTLARI
Emin ÖZTAŞ
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Tıbbi Histoloji ve Embriyoloji AD; ANKARA.
eminoztas@gata.edu.tr
Reseptörler kompleks protein yapısı ile organizmada önemli bir yapı taşını
oluşturur. Hücrelerde, protein yapısındaki bu makromolekül; endojen ya da
ekzojen (ilaç gibi) bir maddeye selektivite ve afinite göstererek bağlanır ve
bu bağlanma sonrasında metabolik bir etkinin başlamasında aracılık eder.
Nükleus içinde bulunan genetik yapı (DNA zincirinin belirli bir bölgesi) bir
reseptörün genini taşır. Bir reseptörün oluşabilmesi için ilk önce DNA
üzerindeki RNA polimerazı baskılayan represör proteinin uzaklaşması ile
inaktif durumdaki RNA polimeraz aktif hale geçer ve DNA’daki genetik koda
göre nükleusta RNA sentezlenir (transkripsiyon). Bu prekürsör RNA’nın
bazı kısımlarında değişiklik yapılır (posttranskripsiyonel modifikasyon).
Oluşan mRNA nükleer membranı porlardan geçerek sitoplazmadaki
poliribozomlara bağlanır.
Bu kısa açıklamadan anlaşılacağı gibi reseptörlerin genetik yapısından
protein yapısına kadar uzanan geniş bir tanı penceresi vardır. Diğer bir
yaklaşımla hücrede reseptörlerin morfolojik tanısı nükleus, sitoplazma ve
membran üzerinde olmak üzere üç ana bölgede yapılabilmektedir.
Reseptörün özel gen yapısı DNA’daki bölgenin tanısı ile yapılır ve başlıca
Polymerase Chain Reaction (PCR), in-situ hibridization, Southern Blot gibi
yöntemleri kullanılabilir. Reseptör geninin kodladığı RNA’sının tanısı
Reverse Transcription (RT)-PCR, Northern Blot ve RNase Protection Assay
gibi yöntemlerle yapılmaktadır.
Gen ekspresyonu sonucu ortaya çıkan protein tanısı için immunolojik
yöntemler kullanılmaktadır. Bunun için, reseptör protein yapısı çeşitli
yöntemler ile ayrıştırıldıktan sonra bir hayvana verilir, elde edilen reseptöre
özel antikor immunolojik yöntemlerin temelini teşkil eder. Antikor doku
içinde membrana bağlı bulunan afinitesi olduğu reseptöre giderek bağlanır.
Bu bağlanma çeşitli amplifikasyon yöntemleri ile ortaya çıkartılarak görünür
hale getirilir. Protein düzeyindeki bu tanı metotları içinde immunohisto-sito-
kimya, immunoelectron mikroskopi, Western Blot, ligand bağlama
(İmmunoassay-Elisa, reseptor assay), flowsitometri, PET ve NMR gibi
yöntemler sayılabilir.
KONFERASLAR
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
23
K5 ÇEVRE KİRLİLİĞİNİN FİZYOLOJİK ETKİLERİ
Çağatay GÜLER
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı; ANKARA.
caguler@superonline.com
Çevre kişi açısından ele alındığında bir iç çevre bir de dış çevreden söz
edilmektedir. Bu iki çevre arasında üç temel engel deri, akciğer,
gastrointestinal sistemdir. Çoğu kez derinin dış etkilenimden bir dereceye
kadar korunabileceği, gastrointestinal sistemin korunmasının ise daha kolay
olacağına inanılmaktadır. Bunlar içerisinde savunulması daha güç olan
sistemin akciğerler olduğu belirtilmektedir. İşyeri etkilenimi açısından
akciğerler en çok araştırılan organ ve solunum sistemi de en çok
değerlendirilen sistemi oluşturmaktadır.
Çevresel kirletici etmenlerin insan vücudu ve organlar üzerindeki etkisinin
bilinmesi klinisyenin çevre kirlenmesiyle ilgili sağlık sorunlarının
belirlenmesine yönelik katkılarını artıracaktır. Gelişmekte olan ülkelerde bir
çok hekim klasik çevre sağlığı konularını ikinci derecede ele almakta,
çoğunda alınacak alt yapı önlemleriyle bu sorunların ortadan kalkacağı,
artık hekimin ve sağlık personelinin çevre sağlığı sorunlarıyla ilgisinin
azalacağı düşünmektedir. Oysa çevresel etkilenim nonspesifik yakınmalarla
gelen bir çok kişinin sağlık sorunun temelini oluşturmaktadır.
Klinik uygulamalarda hekimin yapacağı gözlem ve kuracağı bağlantılar
gelecekte alınacak önlemler açısından yol gösterici olacaktır. Hekim
ayrıntılı bir çevresel etkilenim öyküsü almak zorundadır. İşyeri hekimleri
işyeri bazında özelleştiklerinde çoğu kez belirlenmiş ve bilinen bazı
etkilenimlerde yoğunlaşmakta, tehlikeli olabileceği bilinen maddelerin izin
verilen değerleri aşıp aşmadığını izlemekle görevli bir kişi gibi
davranmaktadır. Oysa kişi ve grup özelinde farkına varılmayan bir çok
etkilenim olabilir. Birçok kirletici etmenin birbiriyle etkileşimine bağlı önemli
sağlık sorunları ortaya çıkabilir.
Deri, akciğer ve gastrointestinal sistemin insan vücudunun çevresel
etkilenimine karşı oluşturduğu savunma mekanizmaları giderek daha iyi
anlaşılmaya başlanmıştır. Bu mekanizmaların kavranması, etkilenimle ilgili
biyomarkerları belirlemeye yönelik çabalara önemli katkılar yapacaktır. Bu
açıdan ülkemiz için en büyük boşluk çevresel etkilenimle ile ilgili fizyolojik
araştırmalardır. Konunun öneminin daha iyi anlaşılması için vücudumuzda
çevresel kirlenmeye yönelik üç temel engelin kısaca özetlenmesi yararlı
olacaktır.
KONFERASLAR
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
24
K6 ENDOKRİN BOZUCU KİMYASAL KİRLETİCİLER
Bayram YILMAZ
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ELAZIĞ.
byilmaz@firat.edu.tr
Günümüzde sayıları 60’ı aşan kimyasal kirleticinin endokrin bozucu
(disruptor) özelliklere sahip oldukları bildirilmiştir. Büyük bir çevre ve halk
sağlığı sorunu oluşturan bu maddeler, son on yılda giderek artan sayıda
bilimsel çalışmaya konu teşkil etmiştir. Endüstriyel kirleticilerin endokrin
bozucu etkileri esas olarak östrojenik ve anti-östrojenik özelliklerinden
kaynaklanmaktadır. Östrojenik maddelerin özellikle kadınlarda artan oranda
kanser vakalarına sebep olduğu bildirilmektedir. Sperm sayısında azalma,
kriptorşidizm, testis kanseri gibi erkek üreme fonksiyon bozuklukları da anti-
östrojenik çevresel ajanlara atfedilmektedir.
Poliklorlu bifeniller (PCB) ve pestisitler doğada kalıcı (persistent) olma
özellikleri yönünden endokrin bozucular arasında önemli bir yer tutarlar.
PCBler, yanmaya karşı oldukça kararlı kimyasal yapıda olduklarından
kapasitatör, trafo, izolasyon sıvısı, boya ve pestisit yapımında uzun süre
kullanıldı. 1977’de üretimleri yasaklanmasına rağmen PCBler günümüzde
de dünyada ve ülkemizde birçok bölgeyi kirletmeye devam etmektedirler.
Lipofilik özellikleri nedeniyle yağ dokusunda birikme eğilimi gösterirler. PCB
ve pestisitlerin birçoğu (PCB 28, 153, 187, metoksiklor ve o,p-DDT gibi)
kimyasal konfigürasyon olarak östrojene (E
2
) benzerlik gösterirler ve
hücrelerdeki E
2
reseptörüne bağlanarak etkilerini taklit ederler. Anti-
östrojenik özellikteki maddeler (PCB 126, 156 ve TCDD gibi) ise
sitoplazmik aril hidrokarbon reseptörüne bağlanarak östrojenik etkileri
antagonize ederler. Endokrin bozucu etkileri belirlemeye yönelik çeşitli in
vivo ve in vitro metotlar geliştirilmiştir. MCF-7 meme kanseri epitel
hücrelerinin kullanıldığı “E
2
Focus Assay” yaygın olarak uygulanan
modellerden biridir.
Endüstriyel kirlenme veya bilinçsiz kullanım sonucu besin zincirine
karışarak sindirim, deri ve solunum yoluyla organizmaya girebilen endokrin
bozucu maddelerin insan sağlığına potansiyel zararları, etki mekanizmaları
ve biyolojik etkilerinin belirlenme yöntemleri tartışılacaktır.
KONFERASLAR
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
25
K7 BEYİN HAKKINDA DOGMALAR
Enver MELİK
Çukurova Universitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ADANA.
emelik@cu.edu.tr
Tarih boyunca beyin ve beyinle ilişkili olan duygu, zihin, şuur ve irade
hakkındaki ilk çağ, orta çağ ve yeni çağ dogmaları sunulacaktır. Insan
tarihinde, beyin hakkındaki ilk bilgiye M.Ö. 1700’de Mısır papirusunda
rastlanır. Uzun tarih boyunca, kalp ve akciğerin insanın duygularının, zihin
ve şuurun merkezi olduğuna inanılmıştır.
Orta çağ dogmalarına göre duygu, zihin ve şuur beynin ventrikülüne
yerleşmiştir. Çağdaş dogmalara göre beynin farklı bölgeleri farklı işlev
yapmaktadır. Fakat bugün PET ve MRI gibi yeni teknikler kullanılarak elde
edilen verilerin ışığında klasik doğmalar tehdit edilmektedir. Diğer bir
çağdaş dogmaya göre nöronlar ve onların bağlantıları yenilenmemekte ve
sağlıklı bir yetişkin hergün binlerce, milyonlarca nöron kaybetmektedir.
Fakat son moleküler teknikler kullanarak bu dogma sarsılmaya başlamış ve
kocaman bir mit olmuştur.
Son çalışmalara göre yeni bilgi edinmek ve bilgiden zengin, pozitif
motivasyonlu çevrede yaşamak nöronlarda yeni dendrit, sinaptik bağlantı
ve hatta yeni hücre oluşturduğu görüşü yeni dogma meydana getirmektedir.
KONFERASLAR
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
26
K8 ELEKTROMANYETİK ALAN VE CANLI SİSTEMLER ARASINDA
İLETİŞİM KOŞULLARI
Akif A. MAHARRAMOV
Azerbaycan Milli Bilimler Akd., Moleküler Biyoloji ve Biyotekn. Enst.; BAKÜ.
amaharromov@yahoo.co.uk
Giriş: Elektromanyetik alanın bir ekolojik faktör olduğu bilim çevrelerinde
geniş şekilde tartışılmaktadır. Biyoelektromanyetizmaya ait bilimsel
çalışmalar ve yayınlar bu fikir açısından büyük önem taşımaktadır. Çok
sayıda yayınların olmasına karşın elektromanyetik alanın biyolojik
etkilerinin tamamını kapsayan bir bilimsel görüş de halen oluşmadığından
dolayı, kendi araştırmalarıma dayalı genelleştirmeleri bu özette ifade
etmeye çalıştım.
Yapılan Çalışmalar: Araştırmalar kedi beyinciği Purkinje hücreleri (hücre
dışı elektrik aktivitelerinin ölçülmesi yolu ile), süperoksit dismutaz,
glutasyon peroksidaz ve katalaz enzimlerinin kurbağa gözü epitel doku ve
nöronlarında, kurbağa kaslarında, farelerin karaciğer, beyincik ve kan
dokularında ölçmekle, petrol parçalayan mikroorganizmalar üzerine yüksek
frekanslı mikrodalgalar, maya hücreleri, fasulye, nohut ve tahıl bitkileri gibi
ziraat bitkileri üzerinde ise sabit manyetik alanlar kullanmakla
yapılmışlardır.
Sonsöz: Canlı sistemlerde (nöronlar, enzimler, mikroorganizmalar ve
bitkiler) elektromanyetik alan (mikrodalgalar ve sabit manyetik alan)
arasındaki etki – tepki koşulları 1980 yıllarından başlayarak şimdiye kadar
devam etmekte olan deneysel araştırmaların sonuçlarına dayanarak
aşağıdaki gibi açıklanabilir:
1. Canlı sistemler gelişmelerinin başlangıç aşamalarında elektromanyetik
alana daha güçlü tepki gösterebilmektedirler.
2. Bu sistemlerin gelişmeden sorumlu bölgeleri çok daha reaktiftirler.
3. Bu sistemler aktivitelerinin farklı derecelerinde elektromanyetik alana
farklı tepkiler sergileyebilmektedirler. Fizyolojik koşullarda aktivite
yüksek oldukça elektromanyetik alana olan tepkiler de yüksek
olmaktadır.
4. Aktivitesi incelenen substratın lokalizasyonu elektromanyetik alana
gösterilen tepkileri şartlandıran başlıca etmenler grubuna dahil edilebilir.
Sunduğumuz bu özette yukarıda açıklanan her bir koşul ile ilgili deneysel
veriler ve bilgiler sunulan bu çalışmada açıklanmaktadır.
SÖZLÜ
BİLDİRİLER
SÖZLÜ BİLDİRİLER
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
28
S1
SUBMAKSİMAL, MİNİMAL VE FİTNES DÜZEYİNDE EGZERSİZ
YAPAN ERKEK SPORCULARDA MAKSİMAL ANAEROBİK
EGZERSİZİN SERUM SELENYUM DÜZEYİNE ETKİSİ
M.H.Emre
1
, H.Düzova
1
, B.Sancak
2
, A.Polat
1
, H.Erdoğan
3
, S.Yoloğlu
4
İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
1
Fizyoloji,
4
Biyoistatistik AD; MALATYA.
2
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı; ANKARA.
3
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TOKAT.
hduzova@inonu.edu.tr
Giriş ve Amaç: Hem temel plazma proteinlerinden olan selenoprotein
P’nın yapısına katılması hem de oksidatif hasara karşı hücresel savunmada
rol oynayan enzimlerden biri olan glutatyon peroksidazın (GPx), selenyuma
(Se) bağlı fonksiyon görmesi nedeniyle serum Se düzeyi önemlidir. Fiziksel
egzersizin artırdığı oksidatif stresse ilişkin herhangi bir durum serum Se
düzeyini değiştirmesi beklenilmelidir. Bu nedenle submaksimal, minimal ve
fitness düzeyinde antrenman yapan erkek sporcularda serum Se düzeyi
ölçüldü.
Gereç ve Yöntem: En az üç ay süre ile düzenli olarak haftada en az 5 saat
egzersiz yapanlar submaksimal grubu (grup I, n=12), düzenli olarak haftada
5 saatten az ve 2 saatten fazla egzersiz yapanlar minimal grubu (grup II,
n=9) ve düzenli veya düzensiz olarak haftalık 2 saatten az aerobik egzersiz
yapanlar fitness grubunu (grup III, n=11) oluşturdu. Egzersiz sırasında
yaptırılan maksimal egzersiz testini değerlendirmek için (Polar M22 Heart
Rate Monitor) 220 (kalp atım sayısı)-yaş formülü kullanıldı. Serum Se
düzeyi Unicam VP90 vapor sistemli Unicam 939 AA spektrofotometresi ile
ölçüldü. Grupların egzersiz öncesi ve sonrası değişimi Wilcoxon testi ile,
değişimin gruplar arasındaki farklılığı Kruskal-Wallis varyans analizi ile test
edildi. Kalp atım hızı ile serum Se değerleri arasındaki ilişki Sperman’ının
sıra korelasyon analizi ile test edildi.
Bulgular ve Sonuç: Maksimal fiziksel anaerobik egzersizden sonra,
sadece submaksimal grupta, egzersiz öncesi değerler ile
karşılaştırıldığında serum Se seviyesinin düşmesi anlamlı bulundu
(p<0,05). Submaksimal grupta, maksimal kalp atım sayısı ve egzersiz
öncesi kalp atım sayısının farkı ve egzersiz öncesi serum Se seviyeleri ve
egzersiz sonrası serum Se seviyelerinin farkı arasında negatif korelasyon
da saptandı (p<0,05). Sonuç olarak; gerek ağır egzersiz yapanlarda
gerekse de oksidatif stressin arttığı hastalık durumlarında seleniyumca
zengin beslenme programı yararlı olabilir.
SÖZLÜ BİLDİRİLER
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
29
S2
ELİT ERKEK SPORCULAR VE SAĞLIKLI ERKEKLERDE SERUM
LEPTİN SEVİYELERİNİN İNCELENMESİ
M.Ünal
1
, D.Ö.Ünal
2
, A.K.Baltacı
3
, R.Moğulkoç
3
, S.Y.Albayrak
1
, A.Kayserilioğlu
1
1
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp fakültesi, Spor Hekimliği AD; İSTANBUL.
2
Boğaziçi Üniversitesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü; İSTANBUL.
3
Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; KONYA.
mhmt_unal@yahoo.com
Giriş ve Amaç: Leptin besin alımını sınırlayan ve enerji tüketimini
düzenleyen, adipoz doku kökenli bir sinyal molekülüdür. Bu etkileriyle leptin
vücudun ağırlık kontrolünde önemlidir. Leptin yağ asidi ve trigliserid
sentezini azaltıp, lipid oksidasyonunu artırarak vücutta yağlanmayı
azaltmaktadır. Özellikle max VO
2
’nin %50-60’larında yapılan egzersizlerde
aerobik yolla serbest yağ asitlerini yakarak vücutta yağlanmayı azalttığı
bilinmektedir. Biz de bu çalışmamızda uzun süredir düzenli antrenman
yapan elit düzeydeki erkek sporcular ile spor yapmayan erkeklerin leptin
düzeylerini incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza yaş 19,46
±2,9 yıl, ağırlık 69,08±6.76 kg,
boy 174,00
±5,52 cm ve BMI 22,77±1,26 kg/m
2
, vücut yağ yüzdeleri %7
olan 14 elit erkek sporcu ile yaş 21,63
±2,06 yıl, ağırlık 69,77±6,76 kg, boy
175,27
±5,57 cm ve BMI 2278±3,51 kg/m
2
, vücut yağ yüzdeleri %9 olan 22
sağlıklı sedanter erkek denek alınmıştır. Çalışmamıza katılan sporcular
farklı branşlarda olup, en az 2 yıldır düzenli antrenman yapmaktadırlar.
Çalışmaya katılan bireylerin leptin düzeyleri serumdan RIA ile, max VO
2
düzeyleri Sensor-Mediks 2900-C metabolik test sisteminde maksimal efor
testi esnasında ölçülmüştür. Çalışmamızın istatistik analizleri independent
Sample-t testi ile yapılmıştır.
Bulgular ve Sonuç: Testler sonucunda elit erkek sporcuların BMI’leri
sağlıklı erkeklerin BMI’leri ile aynı olmasına rağmen, leptin düzeyleri
anlamlı ölçüde düşük (p<0,01), maxVO
2
değerleri (p<0,05) ve test süreleri
anlamlı düzeyde yüksek (p<0,01) tespit edilmiştir. İki grup arasındaki
egzersiz sonrası laktik asit düzeyleri elit erkek sporcular lehine yüksek
olarak tespit edilmesine rağmen istatistik anlamlılık tespit edilememiştir
(p>0,05). Sonuç olarak düzenli egzersiz yapan grubumuzda leptin düzeyleri
sağlıklı erkeklerin leptin düzeylerıne göre daha düşük bulunmuştur. Genel
olarak serum leptin düzeylerindeki artış bireylerin BMI’i ile doğru orantılı
olmasına rağmen, vücut yağ yüzdesi ile direkt ilişkilidir. Düzenli yapılan
egzersizlerin vücut yağ yüzdesini azaltmasına bağlı olarak, serum leptin
düzeylerini de baskıladığı gözlemlenmiştir.
SÖZLÜ BİLDİRİLER
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
30
S3
TİP II DİABETES MELLİTUSLU HASTALARDA KAN LEPTİN DÜZEYİ
İLE KAN LİPİTLERİ VE VÜCUT ADİPOZİTESİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
S.Gültürk, E.Özdemir, S.Erdal
Cumhuriyet Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; SİVAS.
sgulturk@cumhuriyet.edu.tr
Giriş ve Amaç: Leptin hormonu yağ hücrelerinde ob gen tarafından mRNA
ya kodlanarak üretilen ve vücut ağırlığını kontrol eden 167 aminoasitlik bir
proteindir. Diabetik hastalarda vücut yağ oranları [vücut kitle indeksi (BMI),
yağ yüzdesi, yağ kitlesi] ile serum leptin seviyeleri arasında önemli bir
korelasyon olduğu açık olmakla birlikte, kan leptin düzeyi ile kan yağlarının
(trigliserit, kolesterol, HDL, LDL, VLDL) karşılaştırıldığı çalışmalarda elde
edilen bulgular tartışmalıdır. Araştırmamızda belirtilen parametreler
arasındaki ilişkiye açıklık getirmeye çalıştık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza yaşları 40-60 arasından olan toplam 137
kişi dahil edildi. Birinci grupta kombine oral anti-diabetik alan 32 kadın, 17
erkek, ikinci grupta insülin kullanan 25 kadın, 19 erkek ve kontrol grubu
(grup 3) 21 kadın, 23 erkek’ten oluşmaktadır. Çalışmamızın istatistiksel
analizi için korelasyon analizi, Mann-Whitney U testi ve Kruskal Wallis
Varyans analizi kullanıldı.
Bulgular ve Sonuç: Elde ettiğimiz bulgulara göre serum leptin düzeyi ile
BMI, vücut yağ yüzdesi ve vücut yağ kitlesi arasında tüm gruplarda kuvvetli
bir korelasyon saptanırken (p<0,01), yağsız doku ve total vücut suyu
arasında ilişki saptayamadık (p>0,05). Diabetik erkeklerde serum leptin
düzeyleri ile kan trigliserit ve VLDL arasında pozitif bir ilişki saptandı
(p<0,05). Kontrol grubunda ise tüm bireylerde leptin ile serum kolesterol
seviyesi arasında anlamlı bir ilişki olduğu görüldü (p<0,05). Sonuç olarak,
serum leptin seviyesinin direkt olarak vücut yağ oranları ile ilişkili olduğu ve
vücut yağ oranı arttıkça leptin düzeyinin de buna parelel olarak artttığı
ancak, sağlıklı bireylerde serum kolesterol düzeyi leptin hakkında belirleyici
bir marker iken diabetik erkeklerde trigliserid ve serum VLDL düzeylerinin
indirekt bir marker olduğu söylenebilir. Diabetik kadınlarda ise böyle bir ilişki
saptanamamıştır.
SÖZLÜ BİLDİRİLER
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
31
Dostları ilə paylaş: |