Miskinliğe Övgü
Yağmur durmaksızın yağıyor, bende bir bezginlik. Halbuki ne çok
severim böyle havaları. Güneşli günlerden, baharın çığırtkan
enerjisinden daha fazla severim. Ama işte ruhen koyversem de kendimi,
biliyorum ki ben hiçbir zaman "bezgin" olamadım. Severim miskinleri.
Miskinliğin felsefesini. Ama bir başka meziyet, başka maharet onlarınki.
Tanırsınız onları. Daha ilk bakışta kendilerini belli ederler. Zaten
saklanmak gibi bir gayeleri yoktur ki. Evde bir koltukta dalgın dalgın
roman okurken, yağmurlu bir sabah saatlerce camdan dışarı bakarken,
derin tefekkür halinde bulabilirsiniz mesela. Ya da deniz kenarında salaş
bir çay bahçesinde çaylarını yudumlarken, tostlarını yerken, gazeteleri
kayıtsız bir ilgiyle karıştırırken görebilirsiniz. Akar giderler hayatın
içinden, telaşsız, öylesine. Çünkü ne bir unvana yetişmektir gayeleri, ne
de bir an evvel işe gitmek, kâr etmek, para kazanmak. "İlla da
yükseleyim, billa da şunu yapayım, bunu kotarayım, şunda bir numara
olayım" derdinde olmamışlardır hiçbir zaman. "Toplum" ya da "sistem"
kelimelerini sık kullanırlar, kendilerini ayırarak. Kimileri "bohem" der
onlara, "şehir bezginleri" demek daha doğru belki de.
Bohem kültürün çıkış yeri Fransa. Modernleşmenin en derin felsefi
ve sanatsal eleştirileri aldığı yer de orası. Charles Baudelaire bir
zamanlar demişti: "Bütün meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir
tanesi hariç: Şairlik."
Kemirir ruhumuzu hırslarımız, kariyer, şöhret veya para pul
telaşımız. Bir fare gibi sessiz, derinden ve sinsice. Ufak ufak ısırıklarla
kemirir içimizi rekabet duygusu. İktidar iptilası yer bitirir insanı. Bir
koltuğa sevdalanmak tüketir adamı. Tuzaklarla doludur bu hayat.
downloaded from KitabYurdu.org
19
Nefsimizin tuzaklarıyla. Düşer düşer çıkarız. Dizlerimiz yara bere
içinde. Şair bile olsan bu böyle. Önemli olan nefsin çukurlarına
düşmemek değil, düşünce çıkabilmeyi becermektir.
Baudelaire ve onun gibi bohemler, alışıldık burjuva hayat tarzına
alternatif mahiyetinde hiçbir şey yapmamayı, kendi kendinle asla
yarışmamayı,
para-kâr-hırs-kavga
dörtlemesine
kapılmamayı
öğütlemekle kalmadılar sadece. Mesela Gustave Flaubert'e göre,
"Burjuvazinin hallerinden haz etmemek aklın başladığı noktadır."
Bu bakışa göre, ilhamla beslenen, kelimelerle sevişen şairler hariç,
hemen hepimiz her an ve bilhassa uzun vadede ruhlarımızı
yitirmekteyiz. Ya da naifliğimizi.
Zamanla Fransa'dan çıktı, dalga dalga yayıldı bohem kültür. 1968
hareketinin tarihsel öncülerinden biri oldu. Parıltılı şehirlerden, alışveriş
merkezlerinden ve burjuvazinin hallerinden uzaklaşmak, Jack Kerouac
tarzı yollara düşmek, azıcık para, azıcık tasayla yaşamak, hayatı daimi
bir yolculuk gibi okumak, daha eşitlikçi ve "tabiata uygun" bir hayat
sürmek isteyen nice genç insan vardı. Benzer topluluklara XIX. yüzyıl
ortalarında bile rastlayabiliriz. Velhasıl içinde yaşadığın sistemi elinin
tersiye itip kafa dengi insanlarla beraber bir çiftlikte ipekböceği
yetiştirerek, keçi sağarak ya da bir sahil kasabasında balık tutarak
yaşama ütopyası sanıldığından çok daha eski. Medeniyetten uzaklaşmak,
burjuvazinin parçası olmamak, sisteme ayak uydurmamak, "saf" ve
"dışarılıklı" kalmak, toplum ile kendin arasına mesafe koymak özlemi
öylesine köklü.
Zaman zaman tüm bohem-bezgin arkadaşlarımda had safhada bir
enerji ve moral kaybı gözlemliyorum. Bahsettiğim insanlar nicedir
devam
eden
"dinci-laik",
"biz-onlar",
"Kürt-Türk",
"filancalar-falancalar" kavgalarına anlam veremiyor, sakin ve huzurlu
bir hayat arzu ediyor ve katiyen taraf olmak istemiyorlar. Kendilerini
yekpare bir kolektivitenin parçası olarak değil, başlı başına birey olarak
downloaded from KitabYurdu.org
20
görmeyi yeğleyen, çok okuyan, çok film seyreden, çok dertlenen,
barışçıl, doğasever, daima az biraz melankolik, ama nedense bu aralar
her zamankinden de kötümser olan insanlar. İçlerinde Kürtler de var,
Türkler de. Gençler de var, yaşlılar da.
Bir toplumda ideolojik tartışmaların hızlandığı zamanlarda hiçbir
tartışmaya girmeden köşesine çekilen ya da alıp başını gitmek isteyen
çok insan oluyor. Sesleri duyulmasa da var onlar. Uzaktan bakıyorlar
genel ortama: Bir tartışmadır gidiyor gırla. Çetin, kutuplaşmacı, kırıcı
sözler telaffuz ediliyor ortada, siyaset ve medya meydanlarında. Her
kırılan daha çok kırıyor karşıdakini. Hırpalıyoruz kendimizi, birbirimizi
milletçe, memleketçe. Birbirimizden "öteki"ler yaratıyoruz. Anlamadan
dışlıyor, görmeden kapatıyor, tanımadan etmeden sevmediğimize kanaat
getiriyoruz. Ha bire farklılıklarımıza yoğunlaşıyoruz, zerre kadar ortak
noktamız yokmuş gibi davranarak. Birbirimizi "bizden olanlar" ve
"bizden olmayanlar" diye ikiye ayırıyoruz. Arada kalanlara ya da
herhangi bir kutba ait olmayı reddedenlere şüpheyle yaklaşıyoruz. Arafta
kalanları anlayamıyor, öteliyoruz.
Şehir bezginleri, felsefi miskinler ise hep varoluşsal bir arafta
yaşıyorlar. Kimseye kin tutmadan. Kamu âlemi bir görerek...
downloaded from KitabYurdu.org
21
downloaded from KitabYurdu.org
22
Yalnızlık Efendi
Bilmem Yalnızlık Efendi ile aranız nasıl? Benim oldum olası
iyidir. Severim kendisini, zannımca o da benden memnundur. Yalnızlık
Efendi uzunca boylu, titiz, temiz ve bakımlıdır. Çok yakışıklı sayılmaz
belki, fakat hayli alımlıdır. Kıyafetlerini nerede diktirir bilmem, ama
giyimi kuşamı farklıdır. Hayatımda tanıdığım en donanımlı, en kültürlü,
ayakları en çok yere basan varlıklardan biridir. Okumayı, düşünmeyi ve
hayal etmeyi sever; haftada en az üç kitap bitirir. Tefekkürü de bilir,
tevekkülü de. Özgüveni yüksektir, kendi kendine yeter. Kimseye
yalakalık etmez, hesap kitap yahut pazarlık ve çıkar işlerinden
hazzetmez. Elâlemin nabzına göre şerbet vermez, kula kulluk etmez.
Vefalıdır. Sadıktır. Kendisine yapılan iyilikleri asla unutmaz, ama
kötülüklere gelince hafızası balıkların hafızasına döner; kemlikleri ve
kinleri çabuk unutur. Kimseyle düşmanlığı yoktur. Kancıklık sevmez.
Dedikodu etmez. Başkasının gölgesine muhtaç olmadan tek başına
yaşayan hür ve gür bir ağaç gibidir. Canı sıkılınca duvarında asılı eski
bir yazıya bakar; kim bilir hangi mahir hattatın elinden çıkma yazıda
şöyle yazar: "Bu da Geçer Ya Hu." Yalnızlık Efendi yazıyı okurken
gülümser, yarı mahcup, yarı mağrur. Ne zaman ona insanlardan ya da
dış dünyanın çarkından şikâyet etmeye kalksam, eliyle savuşturur
sözlerimi. "Boş versene ya hu" der. "Yalnız geldik bu dünyaya. Sanki
yalnız gitmeyecek miyiz?" Gerçi şahidim, zaman zaman onun da içinin
daraldığı olur. Yalnızlık Efendi en çok başkalarıyla karıştırılmaktan
rahatsızdır. Yalnızlık, "Issızlık" demek değildir. Issızlık Efendi başka
mahallede yaşar. Biraz huysuz bir tiptir. Hani bahçesine kaçan topları
kesmeye kalkan aksi ihtiyarlar var ya, onlardandır. Bizimkiyle ara sıra
downloaded from KitabYurdu.org
23
selamlaşırlar o kadar. Keza Yalnızlık, "Kimsesizlik" demek de değildir.
Kimsesiz Efendi şehrin dışında bir mağarada yaşar. Saçı sakalı birbirine
karışmış. Bizimkiyle kırk yılda bir karşılaşırlar o kadar. Yalnızlık ne
Issızlıktır ne Kimsesizlik. Yalnızlık insana en çok başkalarıyla
çevriliyken gelen bir histir ki, kimileri buna "etraf kalabalıkken kalbin
yalnız olması hali" derler.
Yalnızlık Efendi der ki, "Yalnızlık insanın kendi kendisiyle yaptığı
bir sohbettir. Aracısız. Katkısız. Oyunsuz. Yalansız. Saf ve som bir
sohbet..." Bazen olur bana, nedensiz, öylesine. Güçlü bir kaçma arzusu
başlar içimi kemirmeye. Televizyon, radyo, gazeteler... Hepsinden
koparım. Telefonları bir kenara kaldırırım. E-mail'lere bakmam, kimseye
tek satır yazmaz olurum. Kepenkleri indirir, geçici bir süre tadilata girer,
içime kapanırım. Yapılacak işler kule olur yükselir masamda. Okunacak
mektuplar, kotarılacak sorumluluklar birikir bir kenarda. Sokağa çıkasım
gelmez; çıksam kenarlardan yürürüm, saçak altlarından. Görünmez
olmak isterim. Saydam bir cisim gibi ve yabani. Kazara bir tanıdığa ya
da beni tanıyıp konuşmak isteyen okurlara rastlasam dilim dolanır, iki
cümle kuramam. Çünkü o esnada içeride Yalnızlık Efendi ile
konuşuyorumdur. Aynı anda iki boyutta birden olamam.
Bazen olur herkese, nedensiz, öylesine. Yalnızlık Efendi dikilir
balkonumuzun altında. Çakıl taşları atar penceremize. "Hadi çık dışarı"
der. "Çık da oynayalım." Bazen olur. Yalnızlık çağırır. Ve sen
terliklerini giyer, her şeyi ve herkesi bir kenara bırakır, ruhunun
mahzeninin merdivenlerinden inersin üçer beşer. Mahzende Yalnızlık
Efendi seni bekler. Beraber oturur sohbet edersiniz sabahlara kadar.
Hayattan, zamandan, insanlardan, oluştan bahsedersiniz. Yalnızlık
Efendi felsefe sever. Gerçi hiçbir şeyi çözemezsiniz ama zaten sohbettir
maksat, çözüm arayışı bahane. Dedim ya, oldum olası Yalnızlık Efendi
ile aram iyidir. Severim kendisini. Zannımca o da dostluğumuzdan
memnundur.
downloaded from KitabYurdu.org
24
downloaded from KitabYurdu.org
25
Kalem Ehli ve Kalp Ehli
Seneler seneler evveldi. Kalem ehlinden olmaya niyet ettim
içimden. Kitapları ve hikâyeleri dost bellediğim için sırf; hayal kurmayı
bunca sevdiğimden. Sonsuz seyahatler âlemidir kitaplar. Zamanda ve
mekânda bir kuş kadar özgür kılar insanı. Alırsın kelimeleri tek tek, bir
araya getirirsin topak topak. Yumuşacık ama dayanıklı. Kanat yaparsın
harflerden. Uçarsın uçabildiğince...
Eli kalem tutanlardan olmaya niyet ettim vakti zamanında. Niyet
demek, "vardık" demek değil asla. Bir şey "olduk" yahut bir paye
"edindik" veya yaptık-ettik-başardık demek değil kat'a. Türkçenin belki
de en güzel kelimelerinden biridir "niyet etmek. Kolay kolay başka
dillere çeviremezsin. Oruç tutan insan mesela, "oruçluyum" demez,
"niyetliyim" der. Sen niyet edersin samimiyetle; yürürsün kendi
yolunda, elinden geldiğince. "Öğrenenler"den olmak istersin,
"bilenler"den değil. Niyetin sana rehberlik eder. Adım adım, aşama
aşama...
Bu memlekette eli kalem tutanlar, ekseriya erkek. Kadınlar sözlü
kültürün bekçisi ise erkekler yazılı kültüre hâkim. Gazeteciler, yazarlar,
editörler, şairler, eleştirmenler... Halbuki onların yazdıkları kitapları
okuyanlara bakıyorum. Bu okurların ne kadar çoğu kadın, farkında
mısınız? Adeta kadınlar okuyor, erkekler yazıyor. Öyle alanlar var ki
kadınlar erkeklerden daha iyi ve meraklı okurlar. Üstelik sevdikleri
eserleri muhakkak etraflarına da okutuyorlar. Peki kadınlar, erkeklerden
daha fazla ve daha tutkuyla okudukları halde neden daha az yazıyorlar?
Cesaretlerini kıran nedir?
Tesadüf değil ya bütün ilham perilerinin hep dişi olarak tasvir
downloaded from KitabYurdu.org
26
edilmesi; kadın dediğin ilham verir, erkek ise o ilhamla eserler yaratırdı.
Kadın yazının nesnesi, erkek ise öznesiydi... Tüm bunlar eskidendi.
Tabloyu temelden değiştirme vakti şimdi. Daha çok kadının yazılı
kültüre girmesi, burada ayakları üzerinde durması, daha çok kadının
"kalem ehli olması", toplumun da, bireyselliklerin de gelişimi için
önemli.
Dedim ya, kalem ehlinden olmak niyetimdir. Bu yöndedir arzum,
sevdam ve tutkum. Lakin zihnimin bir kancası var ki takılı kalmış bir
başka yerde. Onun gözü bir başka âlemde. Kalem ehlinde değil, kalp
ehlinde. Gönül ehli başka bir hal. Onlar bambaşka insanlar. Ah keşke,
keşke sayıca daha çok olsalar. Gene de az değiller. Ne de cılız ya da
suskun veya görünmez. Serpiştirilmişler yeryüzüne, öylesine.
Ben gönül ehlini niye seviyorum? Seviyorum çünkü onlarda zerre
kadar fenalık yok. Herkesin birbiri hakkında atıp tuttuğu, yalan yanlış
yazdığı, belden aşağı vurduğu ortamlarda bile onlar dedikodu
yapmazlar. Çirkin söz söylemezler. Kem nazarla bakmazlar. Çünkü
bilirler ki kem sözün, kem gözün enerjisi insana yapışır. Daima kötü
konuşan insanlar omuzlarında ağır bir yükle dolaşır.
Ben gönül ehlini niye seviyorum? Seviyorum, çünkü onlar insanı
insana kırdırmazlar. Hiçbir konuda aşırıya gitmezler. Kimseye kin
gütmezler. Kalp ehli insanlar, Kırgızistan'da olduğu gibi tutup da
komşularının evlerinin üzerine kırmızı boyalarla işaret koymazlar. Bu
Özbek, bu Kırgız, bu filanca, bu falanca gibi ayrımlar yapmazlar.
Nefrete, husumete, şiddete çanak tutmazlar. Ben gönül ehlini niye
seviyorum? Çünkü onlar hoşça bakarlar cümle âleme. Ve dahi
kendilerine. Güzel bakar ve güzel görürler. Enerjileri farklıdır, hemen
hissedersiniz. Telaşsız, kavgasız, küfürsüz yaşarlar. Gittikleri her yerde
etraflarına daim muhabbet saçarlar.
Kalem ve kelam dünyası daha kavgacı, hırslı, hırçın. Bu da benim
çelişkim işte. Bense ruhen araftayım. Kalem ehlini seviyorum, ama kalp
downloaded from KitabYurdu.org
27
ehli başka dostlar, onlar bambaşka...
downloaded from KitabYurdu.org
28
Büyük Aşk, Büyük Nefret
"Şimdi sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi
gerekiyor mu?" diye sormuştu Nâzım Hikmet, o muazzam ve duru
üslubuyla. Halbuki bugünün aşklarını görse ne derdi acaba? Bugün
ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye karşılık 160
gr sevgi alınabilirmiş gibi, herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek
mutlak itaat, mutlak hâkimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var
sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor. Ve işte o zaman
bir de bakmışsınız ki aşk bitmiş, nefret başlıyor. Ne çabuk geçiyoruz bir
uçtan bir uca. Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli
öğrenciler... Eski eşlerini kendilerine dönmedi diye silahla tarayan öfkeli
kocalar... Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen dostlarını, basit bir ağız
dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren delikanlılar... Vaktiyle çok
sevdikleri, belki de en çok sevdikleri insanları bir adımda, bir kurşunla
harcayıverenler... Birbirinden ayrı gibi görünen bütün bu şiddet haberleri
arasında bir ilişki var. Hepsinde ortak olan nokta, yoğun bir aşktan
yoğun bir nefrete geçebilmekteki süratimiz.
Bir yandan şarkılar çıkıyor piyasaya, ardı ardına. Hepsi de aşk
üzerine. Sözler benzer, iddialı. Diziler çekiliyor peş peşe. Gene hepsinin
ana teması "büyük aşk." Ama televizyonu kapatıp kendi hayatlarımıza
döndüğümüz anda, ne yazık ki "büyük aşk"tan anladığımız aslında
"büyük ego." Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz.
Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini,
varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz
aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve
bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay
downloaded from KitabYurdu.org
29
savruluyoruz.
Anadolu'da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben
bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim.
Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo'da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül
vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış.
Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de sırılsıklam. Karşılık da
bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler
geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına. "Ben
gitmek istiyorum" demiş. "Şu yolların ardında başka ne yollar var
görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona
aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum."
Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey, karısını
öldürmek olmuş. "Bana yâr olmayacağına göre kimselere yâr olmasın"
diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince.
Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken
bulmuş. "Hakiki âşık" demiş şeyh, "sevdiği insanın mutluluğunu ister.
Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar.
Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can
almak, can acıtmak, âşıkların tutacağı yol değildir... Düşün. Düşün de
öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır."
İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler,
haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir
sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar.
Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, "Dilediğin yere git"
demiş usulca. "Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle
çık yola."
Bu hikâyeyi ilk duyduğumda bir masal gibi dinlemiştim. Gerçek
olamayacak kadar romantik... Ta ki böyle insanlar tanıyana kadar.
Onların öykülerini gazeteler yazmıyor, televizyon duyurmuyor. Ama bu
ülkede üçüncü sayfa haberlerinin atladığı "büyük aşk" hikâyeleri de
downloaded from KitabYurdu.org
30
yaşandı, yaşanıyor.
downloaded from KitabYurdu.org
31
downloaded from KitabYurdu.org
32
Uzaktan Sevmek
"Seni uzaktan seviyorum..." diye düşündü erkek içinden.
"Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan... Ben seni beklentisiz
seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile
kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de
senden çok bu sırrı seviyorum.
Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur
kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum
alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum.
Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep
düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir
yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her
şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen
hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz.
Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.
Merkez Efendi'nin dediği gibi, 'her şey zaten dengede ve ahenkte, canım
efendim. Her şey zaten merkezinde.'
Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum
ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını,
kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında
olmasam, elini tutmasam da. Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin,
zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam
da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum,
cehennemini de.
Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan
sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun.
downloaded from KitabYurdu.org
33
Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gök kubbenin altında
yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda
gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek
yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.
Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde
yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın
bende. Başkası duysa korkar, 'aman' der. 'Nasıl olur? Böyle de yaşanır
mı?' Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel
ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yan yana ama karışmadan birbirimize."
"Seni uzaktan seviyorum..." diye geçirdi kadın içinden ve başını
çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.
"Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği.
Herkesin ha bire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada 'biz'
diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar
ya, ne güzel. Özgürlük işte!
Sen özgürsün. Dilediğin zaman gidersin aklının estiği yöne.
Tutsaksın bir o kadar. Mecbursun kendi sorumluluklarına,
alışkanlıklarına, hayatına. Yapışmışsın kabuğuna. Hayalimdeki sen,
gerçek senden daha özgür aslında. Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.
Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle
daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman
hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya
durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz. Sen değişirsin. Bir başka hal gelir
üzerine. Bir beklenti, bir istek, bir kıvanç, gizliden gizliye bir kibir siner
bakışlarına. 'Âşıklar kibirli olur' demiş şair. 'Sevdiklerini fethedilmiş bir
kale gibi görmeye kalkarlar.' Bense hayat boyu susmaya razıyım, o kibri
gözlerinde görmektense.
'Böyle adama
downloaded from KitabYurdu.org
34
Yaklaşmaz hiçbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.'
Oğuz Atay tanısa, seni anlatmak için söylerdi bunları. Bütün
sızıları içine çeken adamsın çünkü. Bir de beni almanı istemem o delik
kalbine."
Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne
yaralar, ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun,
varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle
sevmek... Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.
downloaded from KitabYurdu.org
|