Mathematicos) katılırlar ve en yüksek dereceli denklemi çö-
zen kadın, yeni kraliçe olur. Kız çocukları, küçük yaştan,
özel bir eğitimden geçirilerek bu yarışma için yetiştirilir. Er-
kekler ise, daha ağır sayılan hayvancılık, tarım ve yapım iş-
leriyle uğraşırlar, savaş talimleri yaparlar. Kadın erkek mü-
nasebetleri için belirli bir sınır yoksa da, cinsi münasebetin,
erkeklerin en verimli zamanı sayılan mart ayında (Aşk Tan-
rıçası Hippandra’nın doğduğu ay) yapılması âdet olmuştur.
Perman erkeklerinin kısa boylu, esmer ve adaleli yapısına
karşılık, kadınlar uzun boylu ve beyaz tenlidir. Savaşçı bir
ırk sayılmayan Permanlar, tarihleri boyunca, özellikle Feni-
keliler tarafından üç kere istila edilen yurtlarında uzun süre
rahat yaşamaktan yoksun kalmışlardır. Bazı denizcilik araç-
larını ve para hesabını Fenikelilerden öğrendikleri sanılıyor.
Permanların oturdukları evler, aşağı yukarı, birbirine
benzer. Kapıdan girince küçük bir antre, solda matematik
öğretmenlerinin kızlara ders verdiği bir çalışma odası, arka-
da bir yatak odası ve yanında erkeklerin aletlerini koyduk-
ları küçük bir sandık odası. Mutfak, banyo ve tuvalet bah-
çede, ayrı bir pavyon halinde bulunur. Evlerin çatısı düzdür
ve yazın çatıda yatılır; ayrıca evliliğin ilk ayı bu damın üs-
tünde geçirilir.
166
Permanların, Ferrania’dan önce tavşana taptıkları sanılı-
yor. Fakat adada tavşanın azalması üzerine (Permanlar, so-
ğanlı tavşan yahnisini çok güzel yaparlar) tavşana tapmak
yasak edilmiş. Matematik, günlük yaşayışlarında önemli bir
yer tuttuğu halde, bu konuda bilgileri fazla ileri değil. Yük-
sek dereceli denklemleri, daha çok tatonmanla çözüyorlar.
Sinüs ve kosinüse inanmıyorlar. Bu nedenle de oran (ratio)
kavramlarının gelişmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Akıl
Tanrıçasına tapmalarına rağmen, rational yönlerinde görü-
len bu eksiklik, Akdeniz ırklarının çelişmeli yönlerini bir
kere daha ortaya koyuyor.”
Deodoranus bu bilgileri, Corridos’a yaptığı ilk yolculu-
ğun sonunda edinmiş. Tarihçimizin yakın arkadaşı mate-
matikçi Hipyos’un da, Permanlarla ilgilenmesi, bu gezi not-
larını görmesiyle başlıyor. Orta derece bir matematik bilgi-
sine sahip olan Hipyos, (Aristo’nun Lyceum’unu bitirdikten
sonra iki yıl devam ettiği Platon’un Academia’sından belge
alarak ayrılmış) Corridos Adası’nı, bilgisini satabileceği bir
yer olarak görmüş. Bu emellerle Deodoranus’un üçüncü ge-
zisine katılmış. Bu gezinin Ferraniadlara rastlamasına özel-
likle dikkat ettiği anlaşılıyor.
Perman kadınları önce, kır saçlı, uzun sakallı ve elinden
barracindası eksik olmayan (barracinda: Eski Yunan’da da-
ha çok sofistlerin kullandığı, üzerinde kabartma bir sfenks
bulunan ve mahun ağacından yapılmış bir çeşit baston) bir
adamın, matematikten bahsetmesini yadırgamışlar ve bir
erkeğin, matematik bildiğini ileri sürmesiyle ince ince alay
etmişler. Festivale erkeklerin katılmaması ve Hipyos’un
Perman olmamasının yarattığı güçlüklere rağmen matema-
tikçimiz, kraliçeliği ikinci defa kazanan Ferrania’ya (ecelik,
aynı kadın tarafından, yarışmayı kazansa bile, en çok üç ke-
re muhafaza edilebiliyordu) açıkça meydan okumuş ve dör-
düncü dereceden daha yüksek bir denklemi hiçbir zaman
167
çözememiş olan kadına, on ikinci dereceden denklemi, iki
saatten daha kısa bir sürede çözebileceğini söylemiş. Hem
de bunu yarışlar başlamak üzereyken, birden sahaya çıka-
rak bütün Permanların ortasında yapmış. Bunun üzerine
Ferraniadum (yarışmanın yapıldığı açık alan) derin bir ses-
sizliğe gömülmüş. Permanlar, ümitsiz bakışlarla kraliçeleri-
ni süzmüşler.
Fenikelilerin istilasından beri yabancılara karşı korkak
bir kuşku besleyen Permanların bu endişesine hak vermek
gerekiyor. Yüzyıllar boyunca korudukları gelenekleri, elin-
de garip bir sopa tutan bu adamın akıl almaz iddiası yüzün-
den bozulacak mıydı? Fakat kraliçe de artık biliyordu ki bir
erkek olmasına rağmen bu yabancı matematikçinin meydan
okumasını kabul etmezse eski otoritesini korumak kolay
olmayacaktı. Meydanda bir dalgalanma başlamıştı. Ferra-
nia’nın altı kocasından en genci Faldon, kalabalığı yararak
en öne geçmiş ve sorgulu bakışlarla Ferrania’yı süzüyordu.
Ferrania başını kaldırmıyor ve alanın ortasındaki Dacintos
kumunda (üstüne değnekle kolayca çizgi çizilebilen bir çe-
şit toprak) biraz önce çözdüğü denklemin işaretlerine kay-
gıyla bakıyordu. Sonra, birden başını kaldırdı ve değneğiyle
havaya eşkenar bir üçgen çizdi: kabul etmişti. Alan Per-
manların haykırışlarıyla inliyordu. Hipyos, ağır ağır alanın
ortasına yaklaştı, durdu, denklemi verecek olan ihtiyar
Probloma’yı bekledi. Denklem yazılınca da elindeki barra-
cindayla yere düzgün işaretler çizerek (Academia’da yalnız
teknik resimden orta alabilmişti) bir saat on iki dakikada
(ya da o zamanki kum saati birimiyle, kırk altı şişede)
denklemi çözdü, barracindasını elbisesinin eteğine sildi ve
geri çekildi. Ferrania, sonunun geldiğini anlamıştı. Alana
bile inmeden kalabalığın arasına karıştı.
168
Mısra 61-68: Evin arka bahçesi...
Selim iki yaşındadır. Eski bir taşra konağının arka bahçe-
si. Uçları sivriltilmiş tahta parçalarından yapılmış bir çit.
Bazı tahtalar düşmüş, yerine tel takılmış. Bakımsız bahçede
otlar büyümüş. Otların arasında serbestçe gezinen böcek-
lerden Selim’i korumak için, yere eski bir kilim serilmiş. Sı-
cak bir Mayıs akşamı. Büyükanne, Selim’i uyutmaya çalışı-
yor. Penceresi bahçeye açılan mutfakta hizmetçi kadın su-
böreği pişiriyor; kokuları, Selim’in üstünden aşarak, tahta-
perdeye çarpıyor. Tahtaperdenin aralıklarından sıyrılıp yan-
daki bahçeye geçebilir Selim. Fakat, orası da aynı: aynı ısır-
gan otları, aynı papatyalar, aynı gelincikler. Gene de bir çe-
kiciliği var: tahtaperdenin aralıklarından bütün bahçe gö-
rünmüyor. Gizli köşeleri olmalı. Kulağına ilk ürkütücü ke-
limeler çarpıyor Selim’in: dandini dandini dasdana. İki dan-
dini bir dasdana. Ortaçağların bu ürkütücü kardeşleri, artık
bir ninninin uyutucu kelimeleri olmuşlar.
Kutlug Dandini (ya da Batılı tarihçilere göre Dandin) ve
Farsus Dasdana, İsa’dan sonra VII. yüzyılda Anadolu’da ya-
şadığı sanılan efsaneler kahramanı Hartug Dandin’in oğul-
ları. Hıristiyan azizlerinden Gordalos’a göre, İsa’nın doktri-
nini yaymak üzere Mezopotomya’dan Nevşehir’e göç etmiş
bir din adamı bu Hartug. Nizip dolaylarındaki bir mağarada
bulunan kabartma heykeline bakılacak olursa, iri yarı, uzun
ve kıvırcık sakallı bir adam. Asker elbiseleri içinde biraz ra-
hatsız duruyor kayanın üstünde. Uzun ve kıvrık burnu, bir
asil olduğunu açıkça belirtiyor. Fransız tarihçisi George Pli-
ers, Hartug’un bir Frank savaşçısı olduğunu ve Haçlı sefer-
leriyle Anadolu’ya geldiğini ileri sürüyorsa da, bu iddiayı
ciddiye almak mümkün değil.
Hartug’un ilk oğlu Farsus, babasıyla aynı soyadını taşımı-
yor. Belki de Dasdana, Hartug’un öz oğlu değil. Bir teoriye
169
göre de, ninnideki “dandini dandini dasdana” sözleri, bu
iki kardeşin adlarının Kutlug Dandini ve Farsus Dasdana
Dan dini olduğunu gösteriyor. Biz, Kutlug’un annesinin
Türk, Farsus’unkinin de Rum olduğunu kabul ediyoruz.
Kardeşlerin kan dökücü ve zalim karakterlerini de, Gorda-
los’un düşündüğü gibi o yıllarda Anadolu’da hüküm süren
Abdolos Agostos’un baskısına dayanamayıp isyan etmeleri-
ne değil, bir Hıristiyan ve tarik-i dünya olan babalarının
aşırı sertliğine bağlıyoruz. Çünkü Dandini ve Dasdana, ci-
nayetler serisine babalarını öldürmekle başlıyorlar. Eski ro-
mansların usta yazarı Lebedus, olayı, içgerçeklere daha ya-
kın bir düzende anlatıyor:
“Hartug, çocuklarının eğitimiyle ilgilenmiyordu. Çocuk-
lar, bütün gün, babalarının bostanında kargaları kovalaya-
rak vakit öldürüyorlardı. Kargaları vurmak için, ucu sivri
değnekler yapıyorlar; vurdukları kargaları bu değneklerin
ucuna takıp korkunç seslerle bağırarak bostanın çevresinde
dolaşıyorlardı:
Karga da seni tutarım amang
Kanadını kanadını yolarım amang
Kışın kebap yaparım amang
Yazın tanrı diye taparım amang
“Babaları, dinî ve askerî işlerini görmek için sık sık kasa-
baya indiğinden, Dandini ve Dasdana, bu başıboş hayatın
bütün çeşitlemelerini serbestçe yaşıyorlardı. Bostan bakım-
sız bir durumdaydı. Hayvanlar, gelişigüzel sağda solda otlu-
yordu. Komşuların inekleri bahçedeki mısırları, sebzeleri
yiyor, çitleri bozuyor, çocuklarsa bütün bunlarla hiç ilgilen-
miyorlardı. Bostanın bakımsız köşelerinde büyümüş uzun
otların içine yatarak gelecek için hayaller kuruyorlar; kom-
şu çiftliklerdeki kızlardan, avcılardan, babalarının saçma iş-
170
lerinden bahsediyorlardı. Cinsel konulara ilgileriyse son-
suzdu. Dasdana, kardeşine olmadık cinsel münasebet ma-
salları anlatıyor, daha duygulu ve saf bir çocuk olan Dandi-
ni ise bunları belli etmek istemediği bir kıskançlıkla dinli-
yordu. Babalarının, kendileriyle oynayan çocuklar hakkın-
da anlattığı korkunç hikâyelere rağmen bütün bu masalla-
rın sonunda, dayanamayıp kendilerini baştan çıkarıyorlar-
dı. Dasdana, köyün kızlarıyla, kadınlarıyla neler yaptığını
bütün ayrıntılarıyla kardeşine anlatıyordu. Ormanda, bazen
de yakındaki bir çiftlikte dul bir kadının evinde olan bu
birleşmeler Dandini’nin içini gıcıklıyordu. Hele dul kadınla
Dasdana arasında geçen macerayı dinledikten sonra, bütün
gece uyumamış ve sabaha karşı gizlice evden çıkarak -oysa
babası görmüştü onu- koşa koşa köy meydanına gitmişti.
Çeşmenin yanındaki duvara ‘Hartug Dandini oğlu Farsus
Dasdana! Neden Elbasta Surkan’la yattın?’ kelimelerini çar-
pık harflerle yazmış ve altına da bu sahneyi acemice çizmiş-
ti. Dasdana, bu resimde ayakta duruyor, kadın da havada
yere paralel bir durumda yatıyordu. Cinsel münasebetten
çok hareketli bir halk dansını andıran bu birleşme, Dandi-
ni’nin, babası tarafından ihmal edilen cinsel eğitimine tipik
bir örnektir. (Bu taş bugün, Hartugo kasabası arkeoloji mü-
zesinde bulunmakta ve yalnız bilim adamları ve sanatkârlar
tarafından görülebilmektedir.) Resimde, ilk bakışta göze
çarpan acemiliğin yanında, vahşi bir dinamizm ve erkek or-
ganlarındaki canlı ifade dikkati çekmektedir. Kadın ve er-
keğin cinsel organları arasındaki oransızlık da, duyguları
yeni uyanmaya başlayan bir gencin vahşi romantizminin ilk
belirtileri olarak açıklanabilir.
“Resim, kasabada büyük bir gürültü koparmadı, fakat
Dandini babasından esaslı bir dayak yedi. Bostandan çık-
ması yasaklandı ve Dasdana bir hafta kardeşiyle konuşma-
dı. Bir akşam üzeri, iki kardeş gene incir ağacının altında
171
sessizce sopalarını yontarlarken Kutlug birdenbire sordu:
‘Erkeklik tohumları, karnımızın altına doğru bir yerdeymiş.
Sen daha iyi bilirsin: doğru mu acaba?’
“Farsus karşılık vermedi; yalnız, Dandini’ye belli etme-
den karnının alt tarafını hafifçe yokladı. Kutlug Dandini,
yere bakarak sözlerine devam etti:
‘Yalnız, tohumların aşağı inmesi için insan, organını eline
alıp kuvvetle yukarı doğru, karnındaki o yere durmadan
vurmalıymış. Organı o yere yetişecek kadar uzun değilse,
tohumları olgunlaşmamış demekmiş. Çobanın oğlu Portel
söyledi dün. Bizim denediğimiz biçime pek benzemiyor da,
bir de sana sorayım, dedim.’
“Farsus, küçümseme dolu bir gülüşle sordu: ‘Portel dene-
miş mi?’
‘Hayır. Yanaşma Oter yaparken seyretmiş gizlice.’ Sonra
telaşla ekledi: ‘Kadınla yaparken buna ihtiyaç yokmuş tabii.
Ne dersin?’
‘Gidip Oter’e sorsaydın sen de.’
“Kutlug, sözü değiştirmek istedi: ‘Irmağın kıyısına gidip
taş kaydıralım mı?’ Dasdana bu oyunda her zaman karde-
şinden üstündü.
‘Hayır’ İkisi de başka yerlere bakıyordu konuşmadan. Bir-
den Farsus; ‘doğru değildi bütün anlattıklarım. Hiçbirinin
aslı yoktu. Bunu sen de biliyorsun,’ dedi.
“Kutlug atıldı: ‘Hayır, hayır. Hepsi doğru, hepsine inanı-
yorum. Sen gene anlat, ne olur’
“Farsus yerinden kalktı, ırmağa doğru koşarak uzaklaş-
tı. Kutlug, kardeşinin arkasından bağırıyordu: ‘Hiç olmaz-
sa başkalarından duyduklarını anlatırsın. Ne olur Farsus,
gitme.
“Irmağın kıyısında taş kaydırırlarken Kutlug durmadan
anlatıyordu:
‘Bir daha duvarlara yazı yazmayacağıma söz veriyorum.
172
Kadın meselesini de bırakıyorum bir yana zaten. Babamız
gibi eşsiz bir savaşçı ve din adamı olmak istiyorum. Babam,
yalnız din düşmanlarıyla savaşmış. Ben bütün düşmanlarla
savaşacağım. İnsanlığın bütün düşmanlarıyla. Babam, artık
Aziz Paulus gibi değiştiğini söylüyor ama ben savaşmak is-
tiyorum: Portel’e benzemek istemiyorum. Onun gibi bütün
gün sığırtmaç oğlanlardan dayak yemek istemiyorum.’
O günden sonra, bir daha kadınlardan konuşmadılar.”
Lebedus, bundan sonra, Kutlug Dandini’nin, babasının
bütün karşı koymalarına rağmen, gece gündüz kılıç talimi
yapmaya başladığını, Farsus’un da, uzun uğraşmalardan
sonra, bir köylü kızını iğfal etmeyi becerdiğini tumturaklı
bir üslupla anlatıyor. Araya, hiç gerekmediği halde, bazı
Ortaçağ şövalyelerinin destanlarını da koymuş. Bir iki ço-
ban şiirini de eklemeden yapamamış. Anlattığına göre, Kut-
lug, bir çoban kızına âşık oluyor ve Farsus’la birlikte zama-
nın modasına uygun bir şarkı yazıyorlar. Bu şarkıyı Lebe-
dus’un uydurduğu muhakkak. Cinsel duyguları şiddetli
olan iki kaba delikanlının kurallara uygun romantik şiir
yazmaları, hikâyenin ilk satırlarındaki gerçekçi gidişe uy-
muyor. Bütün günlerini toprakla uğraşarak geçiren iki kar-
deşten, aşağıdaki mısraları yazmış olmalarını nasıl bekleye-
biliriz:
Çoban kızı, çoban kızı. Neden bana bakmadın?
Saçlarına neden lotus çiçeği takmadın?
Beyaz güller ayağını incitiyor, basma sen.
Gün Tanrısı âşık sana, güzel Aspersen.
Bana acı, bana acı. Acıtma saf kalbimi,
Buruşturdun, parçaladın (insaf) kalbimi... vs vs.
Oysa, bugüne kadar çocukları korkutmaktan başka bir
işe yaramamış olan bu iki kardeşe, aşağıdaki dörtlükler da-
173
ha uygun düşüyor (ninni yapılırken müstehcen kısımlar çı-
karılmış):
Ninni yavrum bebeğime
Kirler dolar göbeğime
Dandin vurma erkeğime
Dandini Dandini Dasdana
Çıplak uzanmış Dasdana
Kız gelmiş anadan doğma
Yatacakları sırada
Danalar girmiş bostana
Dasdana’da bu hırs varken
Bostanda kızla yatarken
Bağırmış babası birden
“Kov bostancı danayı”
Dasdana kızmış köpürmüş
Gitmiş Hartug’u öldürmüş
Danayı kovarken gülmüş:
“Yemesin lahanayı.”
Bu cinayete Dandini’nin de ortak olduğu söyleniyor. Son
mısradaki lahananın (çocukların lahanadan doğduğuna ina-
nıldığına göre) vajinayla bir ilişkisi olduğunu sanıyorum.
Mısra 87 ve sonrası: Birden gözünü açtı...
Selim, bir Atatürk çocuğuydu elbette, ama daha üç yaşın-
da, Kemalizmin bilincine varmış olamazdı. Mustafa Ke-
mal’in 1938 yılı Kasım ayında (Selim’in hastalandığı tarih-
174
ten beş ay önce) öldüğünü duymuştu. Aylar sonra da bu-
lundukları kasabaya gelen bir gazetede, katafalkın fotoğra-
fını görmüştü. Bu resimde, yarı karalık içinde yukardan
aşağı inen ışık çizgilerini unutamıyordu. Gece yarısına doğ-
ru ter içinde uyanınca gözlerini karşıdaki pencereye diki-
yor. Cama çarpan yağmur damlalarının aşağı inerken, toz-
lar arasında çizdikleri titrek izleri, fotoğraftaki ışıklı çizgile-
re benzetiyor.
Fransızca meselesine gelince: O yıllarda Fransız hayranlı-
ğı vardı. Taşrada yaşayanların, mektepte -Cumhuriyetten
önce- öğrenmiş oldukları Ermenice, Rumca gibi, o vilayetin
azınlığının konuştuğu diller artık yabancı dilden sayılmı-
yordu. Azınlık dillerini yarım yamalak bilen Numan Bey bi-
le sofrada karısına, yemeğin tuzunu az bulduğu zaman (ye-
meğe daima bir kusur bulurdu) “Donnez-moi un peu de sel”
diye sesleniyordu. (Numan Bey, gereksiz kibarlıktan hoş-
lanmadığı için, “S’il vous plaît” demezdi.)
Mısra 101: “İzin ver Selim biraz Hegel, Fichte...
Gustav Willibald Franz Hegel, 1774’te Stadthamburg’da
doğdu. Bu küçük kasabanın Stadt-Hamburger über Reinen-
vernunft şehriyle karıştırılmaması gerekir. (Turistler karıştı-
rır.) G.W.F. Hegel’in doğduğu kasaba, daha güneye düşüyor.
Hegel, büyük Teuton kralı Gustav Willibald İlliteratus’tan
tam iki bin yıl sonra, 1892’de Stadthamburg Belediye Mec-
lisinin oybirliğiyle aldığı bir kararla adı “Fleischer Al-
lee”den “Franz Hegel Strasse”ye çevrilen sokakta, mütevazi
bir evde dünyaya geldi. Babası, Hegel’in doğduğu evin al-
tında küçük bir dükkânı olan orta halli bir kasaptı. Ünlü
adaşı Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in aksine, Franz He-
gel, iyi bir eğitim görmedi; doğru dürüst okula bile gideme-
175
di. Daha altı yaşındayken, babasının yanında çırak olarak
çalışmaya başladı. Aslen Slovakyalı bir Yahudi ailesinden
gelen annesi, baba Hegel gibi kaba saba bir insan değildi.
Şehir lisesinde teoloji ve dinler tarihi öğretmeniydi. Franz
Hegel’in babasıyla evlenmesinin nedeni, Martha’nın biraz
çirkin ve fakir olmasıydı. Uzunca boylu, sarı benizli, kansız
ve hassas bir kadındı. Sık sık hastalanır ve günlerce yatak-
tan çıkmazdı. Kocasının dükkânına hiç inmezdi. Bir kere,
kocasının et mübayaasına gittiği bir gün, dükkânı bekle-
mek için yarım saat orada kalmıştı. (Franz daha doğmamış-
tı.) Kocası, döndüğünde onu kasanın yanında baygın yatar-
ken buldu. Et kokusuna, mutfakta bile dayanamazdı.
Franz’ın bütün bilgisi, annesinin ona on üç yaşına kadar
öğrettiklerinden ibarettir. Zavallı kadın bu tarihte ölerek,
Franz’ı hem anadan hem de kültürün bütün nimetlerinden
yoksun bıraktı. Hegel, bu kısa öğrenim devresinde, okuyup
yazmadan başka, kasap dükkânında müşterilere paranın
üstünü verecek ve veresiye defterini tutacak kadar matema-
tik, İncil’i okuyacak kadar dilbilgisi ve Luther ile Calvin’i
ayıracak kadar din tarihi öğrendi. Babası okumayı sevmedi-
ği için, eve kitap girmezdi; annesininse, bir iki dinî kitaptan
başka, oğluna bırakacak bir kitaplığı yoktu. Küçük Franz
da harçlıklarından artırarak, bir iki Ortaçağ romansı almış-
tı. Bütün edebiyat kültürü, bu kitaplardan öteye geçmedi.
Annesi öldükten sonra okumayı büsbütün bıraktı ve ticari
hayatın koşuşmasına kaptırdı kendini. Yirmi sekiz yaşın-
dayken babasını da kaybetti. İçine dönük mizacı, onu ka-
dınlara karşı çekingen yapmıştı. Mesleğinin de kadınlara
yakın gelmediğini itiraf etmek gerekiyor.
Franz Hegel bu renksiz ve kötü kokulu hayatını kırk ya-
şına kadar aynı çizgide sürdürdü: İlk bakışta önemsiz görü-
nen ve gerçekten de aynı yaşantının sürüp gitmesine engel
olmayacak o küçük olay başına gelmeseydi, eski tatsız ve
176
felsefe dışı hayatını değiştirmeyecekti. Aslında buna olay
bile denemezdi.
Gustav Willibald Franz Hegel, bir gün kasap dükkânın-
da, veresiye defterini inceler ve dul Bayan Wilhelmina’ya
artık veresiye et vermemek gerektiğini düşünürken kapı
açıldı ve içeriye, Stadthamburg Kasap ve Sakatatçılar Der-
neği İkinci Başkanı ve “Et ve Hayvancılık” aylık dergisi so-
rumlu müdürü Josef Georg Fichte girdi. Hesaplardan başını
kaldıran Hegel’in yüzü aydınlandı. Dernekte en çok, Fich-
te’yi severdi ve onun toplantılardaki bütün konuşmalarını
zevkle hazırlardı. Fichte’nin yüzü gölgeliydi. Franz da içini
çekerek: “İşler iyi gitmiyor Josef,” dedi. “Veresiye hesabının
ucunu iyice kaçırmışım. Dul Bayan Wilhelmina’ya kadar
gitmeliyim. Sende ne var ne yok?” Fichte: “Bana da ev kira-
sından borcu var onun,” dedi. “Ama benim asıl derdim bu
değil. Bu dergiyle gene başım derde girecek galiba.” Franz:
“Gene ne oldu?” diye sordu. “Münih’teki genel sekreter bir
yazı göndermiş, Hükümetin son kararına dergi olarak karşı
çıkmamızı ve bu konuda bir makale serisi yayımlamamazı
istiyor.” Hegel: “Devlet de işlerimize burnunu fazla sokma-
ya başladı,” diye söylendi. “Napolyon savaşlarından beri
gittikçe artırdığı tehditlere artık bir son vermesi gerekiyor.”
İkisi de sustu. Hegel, Fichte’nin yazma konusunda çektiği
sıkıntıları, birlikte hazırladıkları konuşmalardan biliyordu.
Bir süre gene veresiye defterinin üzerine eğildi; hesapları
tetkik ediyormuş gibi yaptı. Hatta, çekmeceden bir kâğıt çı-
kararak üstüne bazı sayılar yazdı. Fichte, eline bir bıçak al-
mış, sinirli hareketlerle küçük bir et parçasını mikroskobik
prizmalara ayırıyordu. Birden Hegel’in sesi, sessizliği boz-
du: “Peki, merak etme. Elimden geleni yaparım; gene bir-
likte birşeyler hazırlarız.” Fichte, elindeki bıçağı, sevinçle
tahtaya sapladı: “Sahi mi Franz? Beni yalnız bırakmayacak-
sın değil mi?”
177
Franz Hegel, okuduğu bir iki kitabın ve annesinden öğ-
rendiği dilbilgisinin sayesinde, dernekte eli kalem tutar biri
olarak biliniyordu. On gün süreyle, geceleri geç vakitlere ka-
dar evde oturdu ve makaleleri hazırladı. İlk gece Fichte de
yardım etmek için gelmiş, fakat bir saat birlikte çalıştıktan
sonra Josef’in faydadan çok vakit kaybına sebep olduğu an-
laşılınca, Hegel, çalışmalarına yalnız başına devam etmişti.
Willibald Franz, bu seri makalelerde bütün bilgisiyle hayat
ve kasaplık tecrübesini ortaya koymuştu. Yazılar dergide,
dört sayı arka arkaya yayımlandı. Kasap ve celepler arasında
oldukça ilgi de uyandırdı. Franz Hegel, meslek hayatının en
parlak örneği olan yazıların sonuncusunu şöyle bitiriyordu:
... Her şeyin değiştiğine tanık olduğumuz bugünkü top-
lumumuzda, eski Alman geleneklerinin gittikçe bozulduğu-
nu ve kararlı bir düzenin eksik olduğunu her zamandan
çok duymaktayız. Yapıcı atılışların yokluğu ve bütün ilerici
davranışların kısa bir süre sonra hızını kaybetmesi ve yerini
ters anlayıştaki hareketlere bırakması, özellikle ülkenin en
hayatî kaynaklarından biriyle uğraşan bizleri fazlasıyla üz-
mektedir. Tarihin o göz kamaştırıcı akışı içinde bütün aşırı
akımların, sonunda ılımlı bir bileşime yol açması tek tesel-
limizdir. Yazıma, bize her zaman rehber olmasını dilediğim
İncil’den bir sözle son veriyorum:
“Bundan dolayı, eğer et yediğim için kardeşim inciniyor-
sa, dünya durdukça bir daha et yemem. Yeter ki kardeşim
incinmesin.”
Tanrının mutlak rahmetinin
üzerinizde olması dileğiyle,
kardeşiniz G.W.F. Hegel
Fichte’nın itibarı korunmuştu. Genel Sekreterlik, “Et ve
Hayvancılık” dergisi sorumlu müdürlüğüne ve Hegel’e birer
178
takdirname gönderdi. Olay da birkaç ay sonra unutuldu.
Bir yıl kadar sonra, Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in ya-
kın arkadaşı ve Göttingen Üniversitesi Tarih Kürsüsü Pro-
fesörü Heinemann, kasaba arşivinden bazı bilgiler almak
için Stadthamburg’a geldi. Arşivin tozlu raflarından bir ki-
tabı çekmek isterken rafın üstüne yığılı duran birtakım der-
giler başına düştü. İşte bu basit olay, bizim Hegel’in kaderi-
ni değiştirdi. Dergileri kaldırırken bir tanesinin kapağına
gözü takılan Heinemann, hayretle şu satırları okudu:
“Kasaplık Hayvanların Kesiminde Devletin Uyarsız Tutu-
mu Hakkında Bir Deneme”
İmza: G. W. Hegel
Profesör gözlerine inanamıyordu. Hemen durumu incele-
di ve gerçeği öğrendi. Olay, kısa bir süre sonra, kasabada
duyulmuştu. Heinemann da olayı arkadaşı Hegel’e anlattı;
gülüp geçtiler. Fakat, bir iki ay sonra, Heinemann, büyük
filozofla, devletin mutlak fonksiyonu konusunda sert bir
tartışmaya girince, Hegel’e cevap olarak yayımladığı bir ma-
kalede: “Bu konuda, Stadthamburg’daki kasap Hegel bile
daha tutarlı birşeyler söylerdi” diye yazınca kıyamet koptu.
Hegel, gazetelere bir açıklama göndererek, yazıda adı geçen
Hegel’le hiçbir ilgisi olmadığını, bütün meselenin bir ad
benzerliğinden ibaret olduğunu belirttiyse de, bu açıklama
Hegel’in şöhretini artırmaya yaradı sadece. Kasabada her-
kes, onu artık filozof Hegel diye çağırıyordu. Hegel bütün
olanlara gülmek mi kızmak mı gerektiğini bilemiyordu. Fa-
kat sonunda üçüncü yolu seçti: ciddiye aldı. Uzun tered-
dütlerden sonra Heinemann’a gönderdiği bir mektupta ar-
tık felsefeyle uğraşmak istediğini ve bu konuda kendisine
yardım ederse çok sevineceğini yazdı. Profesör, bu beklen-
medik mektuptan heyecanlanarak Hegel’i hemen Göttin-
179
gen’e çağırdı. Franz da kasap dükkânını ve evini Fichte’ye
ucuz bir fiyata satarak, yerleşmek ve felsefeyle uğraşmak
üzere Göttingen’e hareket etti. Yola çıkmadan önce de bir
kitapçı dükkânında Kant’ın “Kritik der Reinen Vernunft” adlı
eserini gördü ve hemen satın aldı. Bütün yol boyunca da,
ne arabanın sarsıntısına ne de manzaranın güzelliğine aldır-
madı; durmadan bu kitabı okudu. Göttingen’e vardığında,
felsefeden vazgeçmek üzereydi. Fakat, Hegel’i hararetle kar-
şılayan Heinemann onu kısa zamanda teselli etti; sonra da,
üniversitedeki dostlarıyla tanıştırdı, bazı dersleri dinletti ve
Profesör Hirsch’in on iki ciltlik “Felsefeye Giriş” adlı eseri-
ne başlattı. Hegel’e üniversite öğrencilerinin yaşadığı bir
semtte bir pansiyon bulundu. Heinemann, rektörle bir gö-
rüşme yaparak Franz’ın Felsefe Fakültesine kabulünü de -
imtihansız- sağladı. Franz da koruyucusunu utandırmadı.
Üç yıllık üniversiteyi, sekiz yılda orta dereceyle bitirmeyi
başardı. Bu başarıda Profesör Heinemann’ın payını da ihmal
etmemek gerek. Bütün imtihanlara hazırlanmasında gece-
lerce uyumadan Franz’a ders tekrarlatan, her imtihana din-
leyici olarak girip geç kalmış filozofumuzu her bakımdan
destekleyen ve Latince profesörü Kirschoff’u razı ederek bir
not fazla almasını ve daha fazla yıl kaybetmemesini sağla-
yan bu vefalı adama Hegel çok şey borçluydu. Franz, üni-
versiteyi bitirdikten sonra da çalışmasını aynı hızla sürdür-
dü ve mezuniyetinden dokuz yıl sonra “Felsefe Doktoru”
unvanını alarak felsefe fakültesinin öğretim kadrosuna ka-
tıldı. O sıralarda elli yedi yaşındaydı. Bilindiği gibi, ‘doktor’
olduktan sonra, diğer unvanlar daha çabuk kazanılır. Alt-
mış iki yaşında doçent oldu ve altmış sekiz yaşında da pro-
fesör unvanıyla kürsü şefliğine tayin edildi.
Hegel profesör olduktan iki ay sonra, şiddetli baş ağrıla-
rından yakınmaya başladı. Heinemann öleli iki yıl olmuştu.
Küçük bir evde yalnız yaşıyordu. Baş ağrıları, onu bekleme-
180
diği zamanlarda yakalıyordu. Bir sabah öğrencilerine ders
verdiği sırada, birden kafasının boşaldığını hissetti. Öğren-
cilerine belli etmedi ama, dersin sonunu getirmek için ola-
ğanüstü çaba harcadı ve dayanılmaz ıstıraplar çekti. Doğru
eve koştu ve yatağa yattı. Durmadan söyleniyordu: “Ne ya-
pıyorum? Neredeyim ben?” Günlerce yataktan çıkmadı. Bir
tek şey düşünebiliyordu: Stadthamburger. Yemek yiyemi-
yordu, uyuyamıyordu. Doktorlar, Hegel’de önemli bir has-
talık bulamadılar. Bünyesi kuvvetliydi ama üniversiteye gi-
decek gücü bulamıyordu kendinde. Akşama kadar yatıyor,
gece de sokaklarda tek başına dolaşıyordu.
Başına gelenlerin hep felsefeyle uğraşmak yüzünden ol-
duğu kuşkusuna kapıldı bir gün. Yatakta Kant’ı okumaya
çalışıyordu. Birden, boğazına bir şey tıkandığını hissetti ve
kitabı elinden bıraktı. Bir süre sonra kendine geldi. Evet,
bütün bu rahatsızlıklar, okumak ve düşünmekten ileri geli-
yordu. O günden sonra evde kitap görmeye dayanamaz ol-
muştu. Kitaplarını bir sandığa doldurarak tavan arasına çı-
kardı. Üniversiteye giderek, emekliye ayrılmak istediğini
söyledi.
Doğduğu kasabadan ayrı yaşamak da ona acı veriyordu.
Ne kadar yanlış bir yola sapmıştı. Neden hayatını değiştirip
başaramayacağı kadar ağır bir işe girmişti? Neden Heine-
mann’a kanmıştı? “Kasap Hegel,” diye söyleniyordu evde,
odaları hızla dolaşarak. “Kasap Hegel, nasıl oldu da felsefe-
ye özendin? Küçük kaderini değiştirmeye kalktın? Allahın
verdiği aklı, neden onun tayin ettiği yolda kullanmadın?”
Aşırı dindar olmuştu. Kilise kilise dolaşarak durmadan dua
ediyor ve Allah’tan özür diliyordu. Heinemann’ı, onu baş-
tan çıkarmak için gönderilmiş bir şeytana benzetiyordu.
“Seninle aynı cehennemde yanacağız Heinemann!” diye ba-
ğırıyordu odasında. Kimseyle görüşmüyordu. Profesörlüğe
geçebilmek için yazdığı iki kitabının dünyada yaptığı en
181
kötü iş, en affedilmez günah olduğu düşüncesine kapıldı
sonunda. Kitapları toplamaya karar verdi. Kitapçıları dolaş-
tı; ancak otuz iki tanesini bulabildi. Kitaplar, bütün Alman-
ya’ya dağılmıştı. Ümitsizliğe düştü. “Hiç olmazsa, üniversi-
teyi kurtarmalıyım onlardan!” Üniversite kitaplığından ki-
taplarını çaldı ve uykusuz bir gecenin sabahında kitapçılar-
dan toplamış olduklarıyla birlikte hepsini yaktı.
Bütün gününü hiçbir şey yapmadan geçirmek de onu yo-
ruyordu. Hicivle ilgili eserler okumaya kaptırdı kendini ne-
dense. Geceleri Juneval’den birkaç satır okuyunca biraz ol-
sun uyuyabiliyordu. Dünyanın sonu gelmişti; her şeyle acı
acı alay edilebilirdi sadece. “Kasap Hegel Felsefenin Kanını
Nasıl İçti?” adlı küçük bir mizahi deneme yazdı. Deneme-
nin sonunda Allah, onu, küçük bir çocuk gibi kulağından
tutup üniversiteden atıyordu. “Haydi bakalım küçük He-
gel,” diyordu Allah. “Yaptığın yaramazlık yeter. Artık uslu
çocuklar gibi evine dön.” Bu son satırları yazdıktan sonra,
başını kaldırdı ve ağlayarak: “Dönüyorum Allahım, dönü-
yorum,” diye inledi. “Kasap Hegel, etlerinin arasına döne-
cek. Burnunun alıştığı pis kokularla yaşayacak gene.” Deli
gibi sokağa fırladı, Stadthamburg’a giden bir araba aradı
hanları dolaşıp. İki gün sonra bir araba olduğunu söyledi-
ler. Bu iki gün eve hiç dönmedi. Meyhanelerde -içkiye baş-
lamıştı son aylarda- sokaklarda gezdi durdu.
Gustav Willibald Franz Hegel, arabaya bindikten dört sa-
at sonra, bir konak yerine yaklaşırlarken, 18 Mayıs 1844
Perşembe günü akşamüzeri saat dört buçukta beyin kana-
masından öldü.
182
İKİNCİ ŞARKI
Mısra 134: Orta Asya’daki...
Selim, her şeyden önce bir matematikçiydi. Bu mısrada,
kabuğunu kırarak, dünyaya yayılan atalarının (elipsin, yu-
murtayla benzerliği, edebiyat ve geometriyi iyi bilmesi gere-
ken Selim’in oldukça zayıf bir buluşu gibi geldi bana) ma-
cerasıyla, kasabadan büyük şehire göç eden bir çocuğun ya-
şantısı da bu açıdan incelenmelidir. Matematik bilimlerde
kuvveti gösteren oklar da, büyük göçün şiddetini anlatmak
için kullanılmış olsa gerek. Evet, çevresi yüksek ve karanlık
dağlarla kuşatılmış bu küçük elipsin içinden amansız oklar
gibi fırlayan atalarımız, bütün dünyaya şiddetle saldırmış-
lardı. Büyük göç haritasında da görüleceği gibi, bu oklar,
uzayıp kıvrılarak bütün ülkeleri demir çemberi içine almış-
tı. Akıncı atlarının nalları 1939 T modeli Ford gibi, her
yanda tozu dumana katıyordu.
Batılı tarihçiler, durmadan belgelerden bahsederler. Ben
de size, büyük göçten çok önce, Anadolu’ya doğru, dört bin
kilometrelik bir öteleme yapan küçük bir okun yaşantısını
dile getiren bir belgeyi açıklamak istiyorum; N. kasabasın-
dan Ankara’ya gelen küçük Selim gibi küçük bir okun,
Düzgen Silik adlı on sekiz yaşında bir gencin binlerce yıl
önce tuttuğu bir günlükten parçalar almakla yetiniyorum.
İlk gençliğinin bunalımlarına aldırmadan (belki de buna-
lımlarının verdiği bir güçle, belki de bunalımlarına ümitsiz-
ce karşı koymak isteğiyle, belki de bunalımlarını toptan in-
kâr ederek) toplumsal savaşa katılan bu adsız kahraman,
yaşantısını büyük bir içtenlikle kaleme almış. Belge mi isti-
yorsunuz sayın tarihçiler? Bizde belgeden çok ne var? İşte
size belge:
183
(Bazı nedenlerle belgenin kaynağını açıklamıyorum.)
Düzgen Silik’in günlüğünü vermeden önce, onun ve altı
arkadaşının, Ortu Alga Toplum Koruculuğu (Emniyet Mü-
dürlüğü) saklantılarında (arşiv) bulunan kimlik belgelerini
sunuyorum:
1- ORKAN TALMUG: Eyleme geçmeyi ilk düşünen Or-
kan, uzun boylu, sıska, kemikli, kumral; (sinirli bir yapısı
var) çabuk yargıya varan ve yargısından çabuk dönen, ama-
ca erişmek için araçların her çeşidinden yararlanılmasını
öğütleyen, toplumsal sorunlarla ilgili, birden çok kadınla
evlenmeye karşı (antipoligamist), evsiz (bekâr), önder ol-
mak ve üne kavuşma isteğiyle yanan (çalışma isteğiyle yan-
mıyor) bir kişi. Olayın geçtiği sıralarda, bir kadın sorunuyla
ilgili olarak kovuşturmaya uğramış. Ayrıca, savaşın, kişi ba-
ğımsızlığına aykırı olduğunu ileri geri söyleyip durduğu
için Dördüncü Kargılılar Tugayından çıkarılarak Süel (aske-
rî) Yargı Kuruluna verilmiş. Öteki arkadaşlarının tersine,
sonu kuşkulu tartışmalara katılmaz. Gökçeyazınla uğraş-
maz (küçümser).
2- SALGAN SAÇAK: Uzun boylu, iri yapılı, kara saçlı,
gök gözlü; Orkan’ın en yakın arkadaşı, sakallı; saçlarını hiç
kestirmez. Açık Gök Okulunda zorbilim ve gökçeyazın öğ-
retirken törelere uymanın gereksizliğini ileri sürdüğü ve
sevi ilişkilerinin (cinsel münasebet) doğal bir biçimde dü-
zenlenmesini istediği gerekçesiyle öğreti belgesi elinden
alınmış. Düzenli okur. Öğretinin dışında yongacılıkla (ma-
rangozluk) uğraşır. İşsizliğine aldırmadan kendisiyle ilgile-
nen bir kadınla evlidir. Eve sık sık esrik gider. Biraz Çince
bilir.
184
3- DURMAN ELGER: Orta boylu, tıknaz yapılı, kumral,
yaşıl (yeşil) gözlü, (gözünde uzak görmezlik -miyopluk-
var), evli, üç çocuklu, az aksak (sol bacağındaki bir kargı
yarasından), otacılıkla uğraşır, yaratıkotacılığı (baytarlık)
da yapar. Bilgesevi (felsefe) ve güzelçizi (resim), uğraşları
arasındadır. Yedi kişi içinde toprağı olan tek ağadır. Bir de
at uşağı var.
4- YILGIN METE: Kısa boylu, karal (esmer); koşunuğraş
(atletizm) yapmayı sever, hiç okumaz, her gün sakalsaçke-
sere (berber) gider. Yakışıklı, olay sırasında, bir kıza ata
binmeyi öğretirken attan düşerek sol kolunu kırmıştır. Tö-
rebilim (hukuk) eğitiminden geçmiş. Babasının durumu iyi
olduğu için, bugüne değin hiç çalışmamıştır. Orkan’la bir-
likte barışçı tarla toplantıları düzenlemek yüzünden kovuş-
turmaya uğramıştır.
5- GÖKÇİN KARMA: Azılı bir düzen yağısıdır. Orta boy-
lu, kaslı, saçları dökülmeye başlamış, gökçeses (müzik)
düşkünü, günbatımına (akşam) değin çadırında bağırır
(şarkı söyler). Saçları dökülmeye başlayalı bıyık bıraktı.
Okuduğu betikler tüm yabancı dildendir. Olaydan birkaç
gün önce bütün betiklerini at uşağına armağan etmiş (uşağı
da salıvermiş) ve gece gündüz demeden Bilig-Tenüz oku-
maya vermiş kendini.
6- KUTBAY ÇALIK: Çok uzun boylu, iri yarı, güçlü,
(öküz öldürme yarışında dört kez birincilik almış) kadınlar
arasında yaygın bir ünü var, karal, karagözlü, zorbilim öğ-
retmenliği yapmış, evsiz, işsiz; yazıtbilimle (tarihle) ilgile-
nir. Kadın yüzünden çıkan bir kavga sonunda iki ay içerde
kalmış. Başka bir eskitliği (sabıka) yok.
185
7- DÜZGEN SİLİK: Salgan’la aynı okulda çadırbilim (bu-
günkü dilde karşılığı yok) öğretim üyesi, kumral, uzun
boylu, sıskaca, içedönük, kadınlarla ilişkisi yok, düşüncele-
rini kendine saklamasını iyi bildiği için, bugüne değin ko-
vuşturmadan kaçabilmiş. Gökçeyazını sever (bu nedenle
sık sık Orkan’la tartışır); ağırbaşlı bir görüntüsü var.
Düzgen Silik’in günlüğünden:
... Benimle gerçekten ilgilendiklerini sanmıyorum... Bü-
tün atılışlarımı delikanlılığıma veriyorlar. Yalnız yaşamamı
beğenmiyorlar. Bu yaşta öğretici olmamı çekemiyorlar. Bü-
tün ilişkilerimde kendimi korumasını bildiğimi yüzüme
vuruyorlar. Gece gündüz çadırından çıkmadığım Orkan
bile, bana kuşkulu bir gözle bakıyor. Sonra... en ağırıma
giden, benimle yaşantılarını paylaşmamaları. Benimle or-
tak serüven yaşamaktan çekiniyorlar. Yılgın’la Orkan, o
kızı gölün kıyısındaki kayıkla gezdirmeye götürdükleri
gün, bana sözünü bile etmediler bunun. Yılgın’dan öğren-
dim olayı: kız yüzünden kavga etmişler de Orkan’dan öf-
kesini almak istediği için anlattı. Hepsi, ayrı ayrı geliyor-
lar, birbirlerini kötülüyorlar bana. Her biri de, anlatmadan
önce sanki kendisinden yana çıkacağıma güveniyormuş
gibi görünüyor. Ben de -bu sanıları gerçekleşsin diye- ayrı
ayrı hepsini, baş sallayarak dinliyorum. Yılgın kızla yatar-
ken, Orkan da kayığın burnunda onları bekliyormuş. Yıl-
gın’a göre Orkan kıskandığı için kavga çıkarmış ve Yılgın’ı
dinlemeden birden suya atlamış. Ne denir? Gerçekten o
gece çadırına gittiğimde, Orkan’ı, ıslak giysilerini değişti-
rirken buldum. Ona göre de, Yılgın, kendisini çileden çı-
karmak için bilerek kızla işi uzatmış. İş, diyorlar; oysa ben
bu “iş”i gözümde nasıl büyütüyorum. Sonra da gene bir-
186
likte aynı “iş”lerin peşinde koşuyorlar; gene beni işe karış-
tırmadan...
Ortu-Alga Ulusal Güvenlik belgelerinden:
Türk budunu gergin bir döneme girmişti. Ulu Kağan
Çingiz’in ölümünden sonra, ülke büyük bir şaşkınlığa düş-
müştü. Çingiz de son yıllarda, kadın ve içkiye vermişti bü-
tün gününü. Ordular başkomutanı Sarkak da gece gündüz
Tanrı Dalgal’a çıra yakmaktan başka bir işle uğraşmıyordu;
gene de ordunun gücüyle Mazlum’u başa getirmeyi becerdi.
Mazlum da, Sarkak’ın bu yardımına, onu emekliye ayır-
makla karşılık verdi. Bugün bütün aydınlar kuşku içinde.
Mazlum, yobazlığı nedeniyle, bütün gece eğlentilerini ya-
sakladı. Kadın satışı aldı yürüdü...
Düzgen’in günlüğünden:
Dün gece beni kadınlı bir eğlentiye götürdüler. Seninle
olmuyor, dedikleri değin var. Bana da hep terslik oluyor ay-
rıca. Kadınların en yaşlısı düştü payıma. Ben de yaşsız
(genç) kızlardan korktum sanıyorum. Bütün gece kadının
yanında somurtup oturdum. Oysa, başlangıçta, güzelce bir
kıza yaklaşmak üzereydim. Nedense bu kadın çıktı yoluma.
Neden benim yoluma çıktı? Bilinmez. Kadın bildi; yalnız
benim yoluma çıkarsa “işin” olacağını bildi. Gökçin, elinin
tersiyle itiverirdi kadını. Ben itemedim; oysa, ellerimiz, dış
görünüşüyle, birbirine çok benziyor. Nasıl anladı kadın?
Ama yanında somurtup oturacağımı anlamadı; işte orada
yanıldı. Benimle bir yerde, yanılıyor kişi; bu yeri ben de bi-
lemiyorum. En iyisi, düzeni değiştirmek için uğraşmak.
187
Tartışmalarda da paylıyorlar beni; ama, orada bir kişiliğim
var hiç değilse. Bir daha eğlentiye götürmezler beni. Götür-
mesinler. Kadın da, yaşlılığına bakmadan, bütün gece eğ-
lendi durdu benimle. Başımdan aşağı kımız döktü: çok gül-
düler. Sonra -hele bunu hiç açıklayamıyorum- çadırıma git-
tiğimizde öyle bir atladı ki üstüme. Sabaha kadar sevişti be-
nimle durmadan. Seviştik, diyemiyorum. Çünkü, şaşkınlık-
tan, onun saldırışlarına boyun eğdim yalnız. Sabaha karşı
da, beni sevdiğini, birlikte yaşamamız gerektiğini söyledi.
Kadın uyuyunca hemen kaçtım çadırdan. Sabaha dek do-
laştım çadırlar arasında. Döndüğümde gitmişti. Yatağı boş
bulunca üzüldüm. Belki de onunla yaşayabilirdim; kim bi-
lir? Benimle olmuyor işte; ortada. Neyse kadın bir daha gö-
rünmedi. Öteki kızlarla iyi olmamış iş: ertesi gün anlattılar.
Baştan savma davranmış kızlar. Benim kadının yakıcı saldı-
rılarını anlattım ben de utanarak. Kıskandılar. Güzel bir ge-
ce geçirdiğimi söyledim ben de: gene düşlerini bozmamak
için. Kadını gönderdim iş bitince dedim. Doğru buldular bu
davranışımı; toplumsal uğraşı olan kişi, bu işlere çok önem
vermezmiş. Ne yapalım, öyle olsun.
Güvenlik Kurulu belgelerinden:
Aydınlar arasında büyük bir temizlik yapıldı. Bu arada,
Orkan, Salgan, Durman, Kutbay gibi birçok düzenyağısı iş-
siz kaldı. Kentin on yirmi bin arpa boyu (bir arpa boyu
1,25 cm’dir) uzağında, Gökçin’in çadırında toplanıyorlar
artık. “Toplum Düzenini Toptan Değiştirme Kurulu” adlı
bir örgüt kurmuşlar. Yedi üyeleri var.
188
Düzgen’in günlüğünden:
İşsiz kalmadım diye kızıyorlar bana. Ben de onlar gibi iş-
siz kalmak istiyordum ama, Okul Başkanı beni çağırdı: “Sa-
na güveniyorum,” dedi. Sesimi çıkaramadım. Ne için gü-
vendiğini söylemediğine göre kötü bir iş yapmadım demek-
tir. Oysa, boş kalıp ben de Bilig-Tenüz’ü okumak istiyor-
dum. Belki kızlara da ayıracak günüm olurdu. Şimdi de
Kutbay tutturmuş: toplum çayevinin önünde oturup kızları
bekleyecekmişiz. Tek başına bir kız gelirmiş sonunda. Kızla
tanışmak için de nasıl davranmak gerektiğini anlattı uzun
uzun. Olur, dedim. Bundan sonra ne denirse olmaz diyece-
ğim artık. Beni deney odunu yapacaklar sonunda.
Artık bu konuda söz etmek istemiyorum. Gökçin’de top-
lanıp konuşuyoruz. Olanları hiç yan tutmadan anlatmak is-
tiyorum. Kendi ağzımdan da anlatmayacağım, sanki biri
görüp de yazmış gibi söylemeli. Bu yol anlatım daha iyi ola-
cak. Ben, ben diye tutturuyorum; yazdıklarımı okuyunca
da utanıyorum kendimden.
Güvenlik Kurulu belgelerinden:
Kendilerine, değiştirme kurulu adını takan bu yedi kişi,
sabahlara dek içip duruyorlar. Bir iş görecekleri yok. Gözet-
leyicileri kaldırdık. Bir gece, çadırın ötesinde pusuya yatmış
olan toplum korucusunu da çağırmışlar içeri. Utanç verici
bir olay. Korucuyu işten çıkarmayı düşündük. Onlara katı-
lır diye çekindik.
189
Düzgen’in günlüğünden:
Orkan’la Düzgen, obaya vardıkları sırada Gökçin, çadı-
rın önünde, uşağının atına betiklerini yüklemekle uğraşı-
yordu. Uşak, ıssının, bu akıl almaz eylemine şaşkınlıkla
bakıyordu. Gökçin uşağına öğütler veriyordu: “Bütün bu
tenlere (ciltler) yararlı nenlermiş gibi bakıp durma. Bil-
mezliğin sinirime dokunuyor. Anlıyor musun salak?” Uşak
karşı koyuyordu:
“Öyleyse, ıssım, neden bana veriyorsunuz bunları? Baba-
nız duyarsa bütün suçu bana yükleyecek. Kente götürsem,
çaldı sanacaklar beni. Ne olur çadıra koyalım bunları. Ben
yeniden yerleştiririm.”
“Ahmak,” diye kükredi Gökçin. “Ben, Bilig-Tenüz’ü oku-
yorum artık. Sizlere ışık getirmek için çabalıyorum. Tutucu
dönek, yıkıl karşımdan!”
Uşağın yardımına Gökçin’in iki arkadaşı yetişti o sırada.
Düzgen, biraz sola doğru çarpık bir biçimde bindiği atının
üstünden neredeyse düşerek indi ve: “At uşağını bırak da
bizi dinle,” diyerek koştu, Gökçin’in boynuna sarıldı. Or-
kan ise, yüzünde bellisiz (müphem) bir gülümsemeyle on-
lara baktı ilgisizce ve uşağın attan inmesine yardım etmesi-
ni bekledi. Sonra da sesini alçaltarak arkadaşlarını uyardı:
“Küfür (rahat) bir konuşma için çadırın önü uygun bir
yer değil.”
Düzgen, densizliğinden utanarak, birden durgunlaştı; o
dalgınlıkla içeri girerken, başını çadır gereltisinin üst ağacı-
na çarptı. Arkadaşının sarsaklığına sinirlenen Orkan onu
payladı:
“Eyleme geçince başımıza çok iş çıkaracaksın bu sakarlı-
ğınla.” Gökçin kötü kötü güldü. Düzgen, betiklerin yanına
koştu; onları gelişigüzel karıştırmaya başladı sıkıntısını ört-
mek için. Sonra, Orkan’a bakmamaya çalışarak söze başladı:
190
“Eyleme geçmek gerek Gökçin!” Sustu, bekledi Orkan
konuşsun diye.
Orkan, önce, yerdeki kımız çanağına düşünceli gözlerle
baktı; çanağı eline aldı, inceledi, sonra başını ağır ağır kal-
dırarak, sözlerinden bir tekinin bile, kımız çanağının yu-
varlaklığı, ayı postunun kılları, gereltinin kıvrımları arasın-
dan yitirilmesinden korkuyormuş gibi, gözlerini onlardan
uzaklaştırarak, aşırı bir özenle, sözcükleri, çadırın deri ko-
kan boşluğuna bıraktı:
“İvedicilik, toplumsal eylemin baş yağısıdır.”
Düzgen, utanarak gözlerini kaçırdı. Oysa, Orkan’la bir-
likte eyleme geçmenin zorunlu olduğunu söylemeye gel-
mişlerdi Gökçin’e. Böyle, birden söze başlamamalıydım,
Orkan’a bırakmalıydım bunu söylemeyi, diye kendini suç-
ladı. Nerede susulacağını bilmem ki.
Orkan, arkadaşının kaygılarını sezmiyormuş gibi, aynı
sesle, Düzgen’i ve Düzgen’e benzeyenleri yargılamayı sür-
dürdü:
“Bizden önce toplumcu çaba gösterenler de, aynı nedenle
acı çekmişlerdir. Salt savaş istemiyle ortaya atılmak olmaz.
Çinliler arasında geçirdiğim yıllar...”
Düzgen atıldı: “Çinlilerden, betikdizim (matbaa) yön-
temlerini öğrenmişsinizdir. Biz de onlar gibi bir günlükbe-
tik (gazete) çıkarsak...”
Orkan, yüzünü buruşturdu: “Ben, eylemin kuramını sap-
tamaya çalışırken, sen günlük uğraşların devdenizine (ok-
yanus) dalıp gitmişsin. Çinliler beklemesini bilir. Olayların
akışına kapılmazlar yerli yersiz.” Gözleri daldı; Çinlilerle
geçirdiği mutlu günleri, canlı olayları düşünüyordu:
“İvedi davranmazlar,” dedi, yavaş bir sesle. “Sekiz yıl ön-
ce, başarısız devrim eyleminin ilk günlerinde, Kanton’da
bir çayevinde betiğimi okurken, birden sokaktan gelen gü-
rültülere kulak kabarttım. Dışarda, bir sürü Çinli, ellerinde
191
sarı bayraklar, bağırıp çağırıyordu. Ben de yaşsızlığın verdi-
ği bilmezliğe kapılarak, elimdeki betiği fırlatıp, onlara katıl-
mak istedim. Kapıya yaklaşırken ayağım bir Çinli’ye takıldı.
Çinli başını kaldırınca, ünlü düşünür Len-Sta-Troc-En’in
gözleriyle karşılaştım. Len, yüzüme sorguyla bakarak:
‘Çen fua it pin?’ dedi.”
Orkan’ın Kanton anılarını dinlemeye dayanamayan Gök-
çin atıldı:
“Çinliden bize ne? Türk budununun sorunlarına gelelim.
Biz ne olacağız? Sen onu söyle.”
Düzgen, kaygılandı birden Orkan’ın yerine. Şu Gökçin’e
bir türlü istediğim gibi karşılık veremez, diye düşündü.
Hep sözün altında kalır; yalnız bana yeter gücü. Gene de
Orkan’ı kurtarmak istedi:
“Böyle bir sorun, bütün kurul üyelerinin bulunacağı bir
birleşimde konuşulabilir ancak,” dedi. “Gereken tanımla-
maları ondan sonra yaparız.”
Gökçin, yeni uzatmaya başladığı Ortu-Alga törelerine uy-
gun bıyığının altından gülümsedi:
“Gelsinler. İyi bir eğlence olur.”
Ortu-Alga Toplum Koruculuğu belgelerinden:
....gözetleyicinin anlattıklarına göre, eylemin ana çizgileri
üzerinde konuşmuşlar. Sesleri birbirine karıştığı için, gözet-
leyici, ne dediklerini pek anlayamamış. Biz de konudan an-
lamayan korucular gönderiyoruz; uydurma öyküler anlatı-
yorlar. Birine, toplumculuğun anlamı sorulunca, gözünü
kırpmadan karşılık verdi: “Kişilerin toplu olarak bulunma-
larıdır komutanım!” Acınacak durumdayız.
192
Düzgen’in günlüğünden:
Kaç gündür yazmayı unuttum gene. Oysa, o günden beri
neler oldu. Günlükbetik çıkarmayı ilk ben ortaya attığımı
sanıyordum. Orkan, bu onuru da elimden aldı. Gökçin’le
tartışırken koynundan bir dergi taslağı çıkardı birdenbire:
(Bana bundan hiç söz etmemişti.) Biçimini Kanton’da çıkan
bir aylıkbetikten almış. Beni hep bir yana iter. Neyse, ben
gene eski biçimde yazayım. Ben anlatıyormuşum gibi ya-
pınca olmuyor.
Gökçin köpürdü: “Peki ne olacak Bilig-Tenüz ilkeleri?
Oldu olacak, tenimizi sarıya boyayalım, bir de saçımıza ör-
gü yapalım da Çinlilere benzemeyen yanımız kalmasın.”
Düzgen sözü bağladı: “Bize yer göster de yatalım Gökçin;
yorgunuz. Yarın ben arkadaşları toplar getiririm.” Ayak işle-
rine hep Düzgen koşardı.
Ertesi günbatımı, yedi arkadaş aynı çadırda toplandı.
Gökçin, olağanüstü bir şölen düzenlemişti. Sofrada kedi sü-
tünden başka yok yoktu. Salgan, tartışma başlamadan çok
önce esrik olmuş, Gökçin’le birlikte türküler söylemeye
başlamıştı. Bir süre sonra Kutbay da onlara katıldı. Orkan,
hepsine içerlemekle birlikte, belki Salgan kendisini tartış-
mada destekler umuduyla sesini çıkarmıyordu. Kutbay’ın
oturduğu köşeye baktı: koca Çalık durmadan yiyordu. Düz-
gen, onu toplantıya çağırdığı sırada, Kutbay çadırında bir
kızla oturuyordu. Toplantıyı öğrenince, kızı da birlikte ge-
tirmek için tutturmuştu:
“Kendi elimle yetiştirdim bu kızı Düzgenciğim,” diye
söyleniyordu. Sesi çatallı çıkıyordu, esrikti.
Düzgen: “Olmaz,” dedi. “Orkan, gökyüzünü başımıza ge-
çirir sonra.”
Kutbay: “Ben de onun bir yumrukta canını çıkarırım.
Kim karşı gelirse bana, döverim. Dövemez miyim?” diyerek
193
kavradığı gibi havaya kaldırdı Düzgen’i. Düzgen, yavaşça
kulağına fısıldadı Çalık’ın:
“Kıza gösteri yapmak için beni mi buldun?” Kutbay, Düz-
gen’i yere attı: bu sözler onu duygulandırmıştı. Ağlamaya
başladı. Düzgen, belini oğuşturarak yerden kalkmaya çalı-
şırken Kutbay söyleniyordu:
“Çok yaman kızdır. Bütün törelerle alay eder. Babasına
moruk der. Çok ileri kafalı kızdır. Tanrıya inanmaz.” Kızı
çadırda bırakıp çıktılar. Yolda Kutbay gene yalvarıyordu:
“Alsaydık şu kızı. Kımız da içiyor.” Düzgen onu susturdu:
“Alsaydık da yedimizi birbirimize katsaydı, öyle mi?”
Orkan, kötü kötü düşünüyordu. Bu altı esriğe nasıl söz
geçirecekti? Bütün büyük bireyler yalnızdır. Dayanamadı
işte; Gökçin’e seslendi:
“İçirme şuna artık, Gökçin. Ayakta duracak gücü kal-
madı.”
Gökçin sırıttı: “Sözlerimi dinleyecek gücü kalmadı de-
mek istiyorsun.” Salgan sallanarak ayağa kalktı. Oturumu
açmak istiyordu. Pis uğru, diye içinden geçirdi Orkan. Du-
rumuna bakmadan benimle yarışmaya kalkıyor. Yılgın bir-
den yetişti, Orkan’ı kurtardı: Salgan’ı bir yana iterek ortaya
çıktı, kımız çanağını yere vurdu:
“Arkadaşımız ve can yoldaşımız Orkan, bu geceki toplan-
tımızın nedenini açıklayacak.”
Kutbay atıldı: “Biliyoruz.”
“Yalnız sen değil, herkes biliyor Çalık. Ancak, onların
çok iyi bildiği, senin de hiç bilmediğin bir şey var: toplu-
lukta konuşma düzeni.” Böyle başladı söze Orkan Talmug.
Kutbay da karşılık verdi: “Bir vurursam çenene, ne yüzü-
nün düzeni kalır ne de topluluğunun. Topluluğunu al da
başına çal.” Yerinden fırlamak istedi, dört kişi zorla oturttu.
Orkan, acı acı gülümsemeye çalıştı. Yaptığından utan de-
mek isteyen bir yüzle Kutbay’a baktı ve konuştu:
194
“Toplumumuzun yıllardır içine sürüklendiği karanlık,
son günlerde...”
Gökçin dayanamadı: “Bunları biliyoruz Orkan. Bir önerin
varsa onu söyle sen.”
Orkan, bu sataşmayı da tepki göstermeden karşıladı. Ça-
lık, kendisini yatıştırmak için yanında oturan Düzgen’e
eğildi:
“Bu uğursuzun çalımlarına hiçbirimiz dayanamayız; ge-
ne de her toplantıda başımızda buluruz onu. Miskinliği-
mizden yararlanıyor. Kendi kendinin başbuğu. Ha-ha.” Or-
kan, sözlerinin büyüsüne yavaşça kapılarak durmadan ko-
nuşuyordu:
“...Bütün düşüncelerin uzlaştırılabileceği bir orta yolun
bulunduğuna inanıyorum. Sağduyusu olan her kişi...” Gök-
çin, Salgan’ın kulağına fısıldadı:
“Yıllardır, kuram kuram diye tepinirdi. Baktı ki kuramı
öğrenemiyor, kendisinde hiç bulunmayan bir nene, sağdu-
yuya başvurdu.” Kutbay da Düzgen’i sıkıştırıyordu:
“Bu uğruda hiç sıkılmak yok. Döverim, dedim; aldırmadı
bile. Dayak yiyen önder: ha-ha.”
Orkan, ilginin dağılmaması için sözünü çabuk bağladı:
“...Eylemin ana çizgilerinin saptanmasında bu konulara
gene döneceğimiz için, sözlerimi burada bitiriyorum ve ya-
pıcı önerilerinizi bekliyorum.” Kutbay homurdandı:
“Bizde yapıcı öneri olsa konuşmaya bırakır mıydık seni?”
Kımız çanağını yere atıp kırdı: “Bu uyuz, bizi peşinden sü-
rükleyecek. Çünkü neden: çünkü bizde iş yok. Bu söz ebe-
sinin önderliğine katlanacağız.” Gökçin eğildi:
“Sen başkan ol istersen, ben desteklerim.”
“Olmaz. Kız çadırda bekler beni. Bir sürü yararsız yükü
boş yere yüklenir miyim ben? Sonra kızla tam birleşirken
üstüme çullanırsınız toplum toplum diye.” Düzgen’e dön-
dü: “Kız da on yedi yaşında. Uslu ama. Günbatımına dek
195
toplum toplum diye kafasını düzeltmeye çalışıyorum. Ben
görevimi yapıyorum. Yalnız kafasını düzeltmiyorum belli
(tabii). Yoksa canından bezecek çulsuz.” Gökçin: “Güzel
mi?” diye sordu.
“Bir görsen, biliyor musun Gökçin, bu kızlar nasıl çabu-
cak yetişiyor böyle? Sen, kımızdı, toplumdu, gökçeyazındı,
öğretiydi, derken, sana hiç sezdirmeden bir köşede büyü-
yüp duruyorlar. Sonra bir de bakıyorsun ki olgunlaşıver-
miş. Nasıl böyle güzelleşti diye şaşırıp kalıyorsun. Gene,
köşede bucakta kimbilir neler yetişiyor biz konuşurken?
Birkaç yıl sonra, bu da nereden çıktı, bu da var mıydı? diye
hangisini kovalayacağımı bilemeyeceğim. Canımlar be-
nim!” Böyle diyerek kımız çanağına saldırdı.
Yılgın, durumun Orkan için de pek parlak olmadığını gö-
rüyordu. Konu dağılmıştı. Biri söze başlasa da bu sessizlik
bitse. Orkan beni bekliyor gene. Çevresine baktı. Herkes iç-
kiye dalmış. Bir yudum kımız içti. Boğazını temizledi. Biri
çıkar da bir söz eder belki. Biraz beklesem. Orkan da bana
bakıyor. Kurtarın beni bu sıkıntılı görevden. Kimse konuş-
muyordu. Tanrı canınızı alsın. Pis uğrular: içmekten başka
kaygıları yok. Konuşacak canı yoktu. Kocasından ayrılmak
isteyen bir kadın, o gün us danışmaya çadırına gelmişti.
Güzel kadındı; önce kucağına oturmak istememişti. Sonra,
kimse görmesin diye -çadıra giren çıkan belli değildi- kere-
vetin altına girdiler. Kadın da iki Yılgın değin ağırdı. Ah bu
kadınlar! İçini çekti. Bu yüzden okuyup gökçeyazınla uğra-
şamıyorum. Söze nasıl başlasam? Çanağı sonuna kadar dik-
ti, sonra yukarı kaldırarak:
“Orkan’ın buyuracağı bir savaşta sonuna dek varım,” di-
ye bağırdı. “Orkan ve Salgan böyle bir itişmede (mücadele)
bizi usluca kullanmasını bilmelidirler, bileceklerdir de. Or-
kan’ın bilgisi ve Salgan’ın çalışkanlığıyla yenemeyeceğimiz
güç, aşamayacağımız engel yoktur.” Gökçin mırıldandı:
196
“Orkan’ın çalışkanlığı demeye dili varmadı.”
Yılgın coşmuştu: “Ben de kendi payıma düşen görevi sor-
gusuz yapacağım..”
“Kendini aştı çulsuz,” dedi yavaşça Kutbay. Sonra Yılgın’a
döndü: “Senin ilk görevin, yarından tezi yok betikevine gi-
dip bütün betikleri okumak. Ayrıca özet de çıkaracaksın.”
Yılgın, birden başını Kutbay’ın yöresine çevirdi. Boynun-
daki damarlar şişti. Gözlerini devirerek bağırdı:
“Ben okumam, Kutbay! Bu çürümüş toplumda, gelenek-
lerin üstümüze yığdığı bilgi süprüntülerini öğrenemem
ben. Ben, yeni bir düzenin kurulması için katkıda bulunu-
rum ancak. Bu tür sözlerle de yıldıramazsın beni.”
“Peki, atının terkisindeki heybenin içi betik dolu. Onlar
ne?” Yılgın Mete kızardı, kekeledi:
“Benim için değil onlar. Bir kız tanıdım da yeni. Kız arka-
daş demek istiyorum. O istedi.”
Orkan araya girdi:
“Hepiniz, şu kızları yetiştirmeyi bıraksanız da biraz ken-
dinizle uğraşsanız. Okumak konusunda birbirinize söyleye-
cek sözünüz olmamalı.”
Düzgen söze karıştı: “Eylem üzerine önerisi olan konuş-
sun. Belki, Orkan’ın bu konuda diyecekleri var. Bırakalım
da söylesin.” Karşı çıkan olmadı.
Orkan, gözünün altına biriken çapakları sildi; elini koy-
nuna sokarak akyapraklar (kâğıtlar) çıkardı. Kutbay için-
den söylendi: “Bu çulsuzun da koynu yaprak dolu. Bilgi
ağacı gibi.” Orkan, ilk dönemde çatışmayı kazanmanın se-
vinciyle elleri titreyerek okumaya başladı:
“Bu karanlık düzen içinde benim, önderliğin yükünü ta-
şımam ancak sizlerin de...” Kutbay düşünüyordu: “Bu alık,
tam bir büyüklüksapığı (megalomanyak). Nasıl da bildi
böyle bir söylev vermesi gerektiğini? Önder olacağına nasıl
güvendi de önceden hazırladı bu yazıyı ve şimdi utanma-
197
dan okuyor? Yavuklusu Min-Ta-Lin’e kim bilir ne çalım
satmıştır, ne kurumlanmıştır bu söylevi çadırda yazarken.
Kadın, Orkan’ın çevresinde saygıyla dolanıp duruyor, o da,
bir dizisini (satır) bile okumadığı betikleri karıştırıyormuş
gibi yaparak durmadan yazıyor. Bat, acun, bat.” Kendi ken-
dine gülümsedi.
Gökçin: “Gene ne çaşıtlık kuruyorsun o çarpık kafanda?”
diye sordu Çalık’a.
Kutbay sırıttı: “Anlamsız, ereksiz kaynaşmış bir kütleyiz.”
Gökçin güldü: “İki gözün kör olsun da Bozkır’da su sat,
ters kafalı uğru,”
Herkes iyice esrik olmuştu. Birer ikişer bölüklere ayrıldı-
lar, sonu gelmez tartışmalara giriştiler. Gökçin’le Kutbay
türkü söylemeye başladı yeniden. Sonunda Gökçin’in at
uşağını çağırdılar; ona sıkılmaz (müstehcen) türküler okut-
tular ve uşağı oynattılar. Sonra Kutbay, Gökçin’in yeni uzat-
tığı bıyıkları kestirdi. Salgan’la Kutbay, içki yarışına girdiler.
Yenileceğini anlayan Kutbay, Salgan’ın içki çanağını kırdı.
Salgan, Kutbay’a saldırdı; bir süre yerlerde yuvarlandılar.
Orkan da esrik olmuştu: Salgan’ı yerden kaldırdı ve birbir-
lerine sarılarak biçimsiz bir düzgünayak (dans) yaptılar.
Gün doğarken de ölmüş ozan Hakmat’tan toplumcu yırlar
okuyarak hep birlikte ağlaştılar güneşe karşı. Ve hep birlik-
te sızdılar.
Ulusal Güvenlik belgelerinden:
Yedi delikanlı, aylıkbetik çıkarmak için toplumcu zengin-
lerden, bir sürü para topladılar. Bu paraların dergi çıkarma-
ya yetmeyeceğini anlayınca paralarla birlikte bir gece yarısı
kentten kaçarak Çin’e sığındılar. Sınır korucularına o gece
aşağıdaki çok gizli buyruk gönderildi:
198
Sınırı geçecek yedi delikanlıya göz yumulması ve her tür-
lü kolaylığın gösterilmesi. Bu durumun kendilerine belli
edilmemesi. Sınırı geçtikten sonra geriye dönmeye çalışır-
larsa içeri sokulmamaları.
Mısra 179 ve sonrası: Korkuyu...
Selim, bu mısralarda geçen horoz ve öğretmenden başka,
attan, şimşekten, Frankeştayn ve Kurt Adamdan -özellikle
Kurt Adamdan- köpekten, uçurumdan, karanlıktan, ağaca
çıkmaktan, yalnız kalmaktan, ölüden, denizden, cenaze le-
vazımatçılarından -özellikle dükkânlarından- ve takma diş-
ten korkardı.
Mısra 193 ve sonrası: Allahım...
Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının
verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin ver-
din? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini
ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden,
suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin?
Neden, apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken
Ayla’yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti ver-
medin ona? Oysa, bu çeşit küçük cesaretleri en değersiz
kullarından bile esirgememişsindir. İsa’yı neden bu kadar
geç tanıttın ona? Neden, günahlarının yükünü taşıyacak
gücü ona da vermedin? Selim de, kendi çapında, birkaç ki-
şiyi kandırabilirdi senin yolunda. Meyveleri gösterdin de
ağaca çıkarma becerikliliğini esirgedin. Neden küçük yaş-
tan Latince, Eski Yunanca, Fransızca, İngilizce filan öğret-
medin ona? (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin). Dua et-
199
mesini bile öğretmedin ona. Evde yalnız kaldığı geceler, ka-
ranlıkta yorganı başına çekti ve ter içinde, mısra 193 ile
mısra 214 arasında söylediği gülünç yakarmayı uydurabildi
o zor şartlar altında. Daha iyi birşeyler söyletemez miydin?
Neden, onu canı kadar seven annesinin bile Selim’i; “Benim
korkak oğlum” diye okşamasına göz yumdun? “Benim akıl-
lı oğlum, güzel oğlum” dediği zaman da neden, şımarması-
nı önlemedin? Bir duvardan bir duvara çarpıp durdun onu.
Bir uçtan bir uca itip durdun onu. Öğretmeni: “Yalan söyle-
me, bu resmi sen yapmadın,” dediği zaman neredeydin?
Neden, bir karşılık bulmasına yardım etmedin? Oysa, o res-
mi Selim yapmıştı. On bir yaşında, “benim kızla konuşu-
yorsun,” diye Erdal’dan ilk tokadı yediği zaman, aslında
kızla konuşmamıştı. Neden, babasının verdiği on liranın
üstünü bir kerede yolda düşürmesini sağlamadın da, önce
iki buçuk lirayı düşürdü ve koşa koşa dönüp bu parayı
ararken kalan dört lirayı da kaybetti? Soruyorum: neden?
Sonra, neden karakola gönderdin Selim’i parayı bulan oldu
mu diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim’i ağ-
lattın? Polisler daha mı iyiydi Selim’den? Biliyorum, İsa da-
ha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara gire-
mezdi, diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girmeliydi bence. Her
şeyi yaşamalıydı. İlkokula göndermeliydin İsa’yı da Selim
gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyor-
du. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancı-
lar, diyeceksin. Ben daha neler duydum, diyeceksin. Demek
bunu söylemekle bitiyor her şey. Sen onlara inan (ne kay-
bettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla). Küçük ayrıntılara
daha girme bakalım. İsa’nın ikinci gelişiyle durumu kurta-
racağını sanıyorsun. Selim de ikinci kere gelirse görürsün.
Yalnız, bu sefer lütfen aynı zamanda gelsinler artık. Araya
gene binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda, ilk geliş-
lerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma.
200
Mısra 262: Yazın camdan bakarım
Ankara, kışın çok soğuk olduğu için, camdan (dışarı)
bakmak ancak yazın mümkündür. Selimlerin evi kaloriferli
olmadığından ve kışın geceleri soba söndüğünden, sabah
kalktığı zaman bütün camları kalın bir buz tabakasıyla kap-
lı bulurdu. Buzlar, soba yandıktan saatlerce sonra, ancak
öğleye doğru erirdi. (Bütün duvarlar su içinde kalırdı.)
Buzlar erimeye başlayınca Selim, cama yapışkanlığı kaybo-
lan küçük buz parçalarını parmağının ucuyla camın üzerin-
de dolaştırırdı. Bu oyuna, kutup gemileri adını vermişti.
Mısra 263: Hayattan yok çıkarım
Selim’in içgüdüleri iyi gelişmemişti. Çıkarını pek bilmez-
di. Oysa... çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her
olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kala-
caklardır. Yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda
başarıya ulaşacaklardır. Kimse, onların varlığıyla tedirgin
olmayacaktır. Bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük
bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacak-
lardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile, yedinci sayfada bir ke-
narda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. Hayattan
çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. Ölüm
bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin
mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezar-
larını otlar bürüyecektir. Mezarları bir kenarda kalmasa bi-
le, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybola-
caktır. Cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilen-
meyecektir. Ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan
kalkacaklardır. Gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorun-
da kalacaklardır. Hayattan çıkarı olmayanların hayatı, çık-
201
maza sürüklenecektir. Kendini beğenmişliğin cezasını daha
bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. Sıkıntılarını kim-
seyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap
çekeceklerdir. Duygu alışverişinden nasipleri olmayacaktır.
Duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacak-
tır. Istırapları, ne yüzlerindeki çizgilerden, ne de saçlarının
beyazlaşmasından anlaşılacaktır. Çektikleri acılarla, yüzleri-
nin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeye-
cektir. Güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli
oldukları sanılacaktır. Hayattan çıkarları olmadığı da asla
kabul edilmeyecektir. Böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir.
Aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir; çıkar-
larını korumak için canları çıktığı halde, bunu becereme-
dikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasına-
gillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu
saldırılara bir karşılık bulamayacaklardır. Kendilerini yok-
ladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu,
hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç
kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. İşte
o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız
bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmaya-
caktır. Kendilerini öldüremeyeceklerdir. Onlara anlatılacak-
tır ki, böyle bir davranış bütün yaşantılarıyla çelişki içinde-
dir, gerçekle bir ilgisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, on-
lar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene
boş bir çaba göstermiş olurlar. Bu hiçbir şeyi değiştirmez.
Onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edecek-
lerdir. Hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olma-
larına imkân var mıdır? Hayattan çıkarı olmamak, hem
Tanrının hem de insanların gözünde affedilmez bir suçtur;
gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır.
Bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji,
kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göster-
202
mek için yırtınacaklardır, yırtınmalıdırlar. “Ben çıkarıma
bakarım” diyeceksiniz, bunun için “Babamı bile tanımam”
diyeceksiniz. Kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıka-
rı olmayanları hiç!
ÜÇÜNCÜ ŞARKI
Mısra 300: ...sağa sapın. Etilerin at oynatmış olduğu...
Türk Tarihi, bilimsel olmayan bir tasnife göre, ikiye ayrı-
lır: yakın tarihimiz, uzak tarihimiz. Aslında, bu iki tarihi-
miz de bize uzak kalmaktadır. Bizim öz yapımız, bu iki dö-
nemin de dışında kalan ve “En Uzak Tarihimiz” diyebilece-
ğimiz bir çağda tayin edilmiştir. Her ne kadar Etiler, Sümer-
ler, Akadlar daha eski sayılırlarsa da, onların bizim için ka-
lıcı özellikleri yoktur. Bu nedenle, bu kavim isimleri, sine-
ma sahiplerinin ve berberlerin ilgisini çekmekten öteye gi-
dememiştir.
“Yedi Işık”, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmekle, tarihimi-
ze gerçek damgasını vurmuştur. Bazı çevrelerce “Yedi Yatır”
olarak bilinen yedi gencin Çin’den göç ederek bugünkü Si-
vas dolaylarına yerleşmesi tarihimiz için bir dönüm noktası
olmuştur. Birinci şarkıda da açıkladığımız gibi, Orta As-
ya’dan Çin’e kaçan Orkan ve altı arkadaşı, sonunda Çin’den
de ayrılmak zorunda kalmışlar ve Anadolu’ya gelerek biraz
da oraları aydınlatmaya karar vermişlerdi.
Sivas’ta ilk yıllar yoksulluk içinde geçmiş, fakat yazı dili
öğrenildikten sonra aydınlatma bakımından büyük işler ba-
şarılmıştı. Öztürkçe’nin zorlukları yenildikten sonra -yani
bu dil bir yana bırakıldıktan sonra- yeni ve zengin bir dille,
halkı doğru yola getiren büyük bir eser hazırlanmıştı. Kısa-
ca “İlmihal” adını alan bu muazzam eser, yetmiş yedi bö-
203
lümden ibarettir. Kitaba Orkan’la Salgan başlamışlar. Onla-
rın ölümüyle, çömezleri durmadan ekler yazarak, eseri bu-
günkü durumuna getirmişler. Birinci bölümde “Yeni Dü-
zen”in ilkeleri anlatılıyor. Bundan sonra “Hadisat” ve “Tat-
bikat” bölümleri de düzenin başına gelenleri ve uygulama-
larını dile getiriyor. Kitabı bazı örnekler vererek tanıtmaya
çalışacağım. Oldukça ağdalı olan dilini de mümkün olduğu
kadar sadeleştirdim.
Dostları ilə paylaş: |