209
TATBİKAT
.......................
BAB 13
1
Onların yaptıkları işlerin rivayeti bütün muhite yayıl-
dığından beri Peygamberin maalesef rahat yüzü gör-
mediler ve iyiliklerine mükâfaten memleketin her bir
köşesinden türlü mezhep ve itikat sahibi kimseler ta-
rafından, ziyaret edildiler, muhtelif hediyelere mazhar
oldular. Gelenler, irşat oldular, ferahladılar, gittiler. Bu
arada şehrin bezirgânı, bu ziyaretlerden dolayı ticare-
tin artması sebebiyle Peygamberin’e daha da minnettar
kaldılar. Şehrin sekenesi kısa bir müdet sonra iki mis-
line baliğ olduğu gibi, berber, han sahibi, aşçı, aktar ve
arabacı misali erbab-ı ticaretin geliratı da, bu kalabalık
sayesinde tezyit oldu.
2
Ziyaretçiler arasında bulunan Derviş Vahşeti ki Molla
Rüstem’in talebesindendir ve İmam-ı Kamburî ve Hacı
Fağfur’un müritlerindendir ve Konya civarındaki Ko-
yun Babanın ahfadından ve Tevrat-ı Şerif’e bir mukad-
dime yazmış olan Şerife Hatun’un amca çocuklarından
olur ki bu zatın iki göbek sonra anne tarafından akra-
bası İbn-i Zeyl de mâlûm olduğu üzere İstanbul muha-
sarasında Eyüp Sultan’ın maiyetinde bulunup muhasa-
ranın dürdüncü günü şehit olan Niyazi ile birlikte bir
müddet Bizans saraylarında Arabî muallimliği yapmış-
tır ve Türkler İçin Mukayeseli Arabî ve Rumî nam ese-
rin müellifidir; Peygamberin’in nezdinde bihakkın bir
itibar kazanarak itikatlarını kabul ve içtihatlarını lâf-
zen neşir buyurmuştur.
3
Derviş Vahşeti kırk dört yıl bir mağaraya çekilerek öğ-
rendiklerini tefekkürle vakit geçirmiş, nihayet seksen
210
iki yaşından sonra terk-i mağara ederek Niğde’ye yer-
leşmiş, evlenmiş ve mektebi tesis etmiştir.
4
Bu mektepten icazet alan Hüsrev-i Kadim on iki sene
ayı postu üzerinde yaşadıktan sonra, Manisa havalisi-
ne hicret etmiş ve zihninde tebellür eden TATBİKAT’ın
muhtelif doktrinlerini bazı tebeddülât ile izah ve şerh
ile bir nizam-ı ve nefs-i tedafüi tesisine muvaffak ol-
muştur.
5
Hüsrev-i Kadim’in müridi ve Gazneli Mahmut ahfa-
dından olduğu rivayet edilen Çarpuk Emre, Niğbo-
lu’dan üstadın şöhretini duyarak gelmiş ve Hüsrev’in
kızı ile evlenerek Manisa’ya yerleşmiştir.
6
Ben, Süleyman Kergu, Çarpuk Emre’nin dördüncü kı-
zının erkek torununun Muğla’da kapı komşusu, ecda-
dımın ve muhterem ananelerimin bana bahşettiği selâ-
hiyete istinaden konuşuyorum:
TATBİKAT onu aziz sayanlara mübarek olsun. Amin.
7
İnsanları doğru yola getirme mesleğini seçmeden önce
dünyevi bir hayat sürüyor ve böyle bir mesleğin ilerde
müntesibi olacağımı aklımdan geçirmiyordum. Maddi
nimetlerden bilâkaydüşart istifade ediyordum. Benim
için sadece, uzun süren ziyafetlerin, eşyanın tertibi ile
iştigalin ve temdit edilen vücut zevklerinin bir manası
vardı.
8
Sabahları ağzımda bir acılık, başımda bir ağırlık,
içimde bir boşlukla uyanır ve bir gece evvelki cisma-
nî tarz-ı hareketimden pişmanlık duyardım. Lâkin,
güneş batmaya yakın iken derûnumda yeni iştiyakler
teşekkül eder ve aynı haz bâdiresine bir kerre daha
giryan olarak nefs-i âcizime bir kerre daha mağlup
olurdum.
9
Bir gece, yâr-ı cefakâr teşrif etmedi; ol sebepten vuslat
mümkin olmadı. Ol yevme kadar hayatımın bir sani-
211
yesinde dahi tefekküre mahal kalmadığı için, ne yapa-
cağımı şaşırdım. Bir hafta kadar evvel dost meclisinde
bir ahbabın hediye ettiği ve hangi cehenneme attığımı
bir türlü hatırlayamadığım bir kitap aklıma ve bir
müddet arandıktan sonra da ayağıma takıldı. Bu, kom-
şularımızdan Hüdai Yeşilkalem’in elle sekiz nüsha ya-
zarak teksir ettiği bir itikat kitabı idi. İşte İLMİHAL’e
böylece sahip olmuştum. Divanda, bir göz gezdirmek
maksadıyla elime aldığım kitabı, horozlar ötünceye ve
son satırını bitirinceye kadar bırakamadım. Bundan
evvel, “Kan Kalesi” ile “Hayber Muharebesi” hariç,
hiçbir kitabın beni bu kadar sardığını hatırlamıyor-
dum. Divandan kalktığım zaman, artık başka bir adam
olmuştum.
10
Bütün servetimi, zevklerimi, ahbabımı, canânı, iptilâ-
larımı terk ile kendimi İlmihal’in yoluna vakfetmeye
karar verdim. Bu uğurda dört katlı ve bahçeli çift müş-
temilâtlı evimi; ayrı üslupta döşenmiş dört misafir, altı
oturma ve üç yatak odası ile birlikte terk ettim. Yatak-
tan kalkınca âni nevazile mâni olan ve fevkalâde rahat
sekiz hırkamı, Yemen’den, şehrin valisine rica minnet
getirttiğim sekiz adet sedef kakmalı çubuğumu, yatar-
ken giydiğim altın sırmalı on iki takkemi, yedi entari-
mi, duvarda asılı antika saatlerimi belediye müzesine
hediye ettim. Kilerlerimde duran nadide baharat, reçel
gibi maddelerle ambarlarımda mevcut cümle hububat
ve bakliyatı, fukaraya mütesaviyen taksim ettim.
11
Bilumum libasım, iç çamaşırlar, şalvarlar -bir tanesi
Mısır vâlisi ve bilâhare Tunus Sultanı İkinci Abdurrah-
man’ın kolleksiyonundan gizlice alınmış idi- yemeni-
ler, çarıklar, uzun ve kısa çizmeler, ipek ve sırma ku-
şaklar, kavuklar, sarıklar akraba-yı taallukâtıma tevzi
edildi.
212
12
Her gün kapımın önü mahşer gibi kalabalık oluyor, ta-
nıyan tanımayan, belki birşeyler koparabilirim ümi-
diyle gece yarısından sonra evin önünde nöbet tutma-
ya başlıyordu. Hatta bir takım açıkgözler, benden bir
şey alamayacaklarını bildikleri halde, gene de sıraya
giriyor ve kapının açılmasına yakın, maddi menfaat
mukabilinde yerlerini başkalarına terkediyorlardı. Bu
hercümerce son vermek için, yalnız salı ve cuma gün-
leri saat iki ilâ dört buçuk arasında ihsanda bulunaca-
ğımı ilân ettim ve adamlarım vasıtasıyla sıraya girenle-
re duhuliye vesikası tevzi ettirerek erbab-ı ihtiyaç ol-
mayanların yağmadan istifadesine mâni olmaya çalış-
tım. Fakat kimse hakkına razı olmuyor ve bu vaziyet,
adamlarımla halk arasında lüzumsuz münakaşalara se-
bebiyyet veriyordu. Taksimle bizzat meşgul olmadığım
halde gürültü yüzünden odamda İlmihal okuyamıyor,
okusam da, “Ona ipek şalvar verdiğim halde, bana iş-
lemeli bir cepkeni çok mu görüyorsun?” sesleri arasın-
da, okuduğumdan bir şey anlamıyordum.
13
Bir gün gene, Orkan Yalvaç’ın, dünya nimetlerinin nâ-
fileliği hakkındaki vaazını okumaya gayret ederken
gürültü son haddine vardı ve ben daha, yahu ne olu-
yor, demeye vakit bulamadan, odanın kapısı olanca hı-
zıyla açılarak içeriye birkaç zevat yuvarlandı. Bir tane-
si, ayağına geçirdiği çizmenin öbür tekini başka bir za-
tın elinden çekmeye çalışıyor, diğer zat da tek çizmeli-
nin elini ısırırken bir yandan da onun belindeki kuşağı
çözmeye uğraşıyordu. Rezaletin son perdesi oynanı-
yordu. Ben ise, yeni itikadımın sebebiyle kuvvete mü-
racaat edemediğim için onlardan yüz çevirdim ve göz-
lerimi eflâke kaldurdum: “Mucize, ya Orkan Yalvaç,
mucize!” diye bütün gücümle bağırdım. “Gökten bir
musibet insin. Lâkin bu gavgaa dinsin.” Yalvarıyor-
213
dum: “Bu ehl-i sefalet sinsin. Bana yardımcı olan sen-
sin.” Mahzun ve manzum birtakım sözlerle derdimi
göklere döktüm.
14
İşte o anda bana mâlûm oldu ki mucizat yakındır. İm-
di tövbekâr olun, dedim onlara.
15
Kavgacı zevatın davranmasına fırsat kalmadan, duvar-
dan bir rafın üstünde duran ve Şam Evkaf müdürünün
hediyesi olan kıymettar bir vazo mücadele edenlerin
başına düşerek ikisini de mecruh kıldı. Bu sırada kapı-
ya birikenler, “Mucize, mucize!” diye feryat ederek ka-
çıştılar. Ve ben dahi biraz başımı dinleyerek İlmihal’i
okumaya imkân buldum.
16
On sekiz gün zarfında mâliki bulunduğum bütün
menkul ve gayrı menkul emval, nukut ve eşyayı tevzi
ettiğim gibi, bütün uşaklarıma, vekilharca, aşçıya, ki-
lerciye, bahçıvana, kapıcılara, arabacılara, kâtiplere, ta-
mirci ustasına, çamaşırcıya, bulaşıkçılara ve at uşağı-
ma yol verdim. Bunların bir kısmı zaten, artık kendile-
rine maaş vermek imkânım kalmadığından arzularıyla
çekip gitmişlerdi.
17
Birkaç gün sonra da Evkaf Nezaretinden evi almaya
geldiler. Üstümdeki libas ile evi bilâ metelik terkettim.
18
Son akçalarımla daha evvel satın almış olduğum dağ
evinin yolunu tuttum. Eşyam, son derece basit bir iki
tahta parçasından ibaretti. Bu kadar şey de bana tefek-
kür için yetti.
19
Ben de artık, Düzgen Yalvaç’ın istediği gibi -kendi rı-
zamla- taht-el arzın, âlem-i derûnuna müteveccih bir
müntesibi olmuştum.
214
Mısra 302: Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Selim Işık, ilk kültürünü, Sümer sinemasıyla Sus sinema-
sını birleştiren uzun ve geniş merdivenin Sus sinemasının
girişine doğru bir sahanlık meydana getirmek üzere geniş-
lediği düzlükte tezgâhını kuran esmer, her zaman iki gün-
lük sakalla gezen -ne zaman tıraş olurdu? Selim hiç rastla-
mamıştı tıraşlı suratına- aksi suratlı taşralının sergisindeki
kiralık kitaplardan edindi. Her ne kadar, “Frankeştayn”a
Karşı “Kurt Adam” filmini gördükten sonra (filmin yarısın-
da çıktığı halde gecelerce uyuyamamıştı) Sus sinemasının
yakınına biraz içi burkularak yaklaştıysa da, günde beş ku-
ruşa kiraladığı ve fazla para gitmesin diye bir günde bitirdi-
ği seri romanların çekiciliği ağır bastı.
Ayrıca, “Mavi Kuş” filmini gördükten sonra, Sus sineması
da eski korkutuculuğunu kaybetti. Maurice Maeterlinck’in
bir oyunundan alınan bu filmde ölümden sonrasıyla do-
ğumdan öncesini, aynı ülkede geçen olaylar dizisi olarak
görmek, Selim’e belirsiz bir haz ve endişe vermişti. Yalnız,
mavi kuşun filmde nasıl yer aldığını ve ne olduğunu hiçbir
zaman hatırlayamadı. Fakat, aklında kalan büyünün etkisi-
ni bozmamak için -her hatırasına yaptığı gibi- mavi kuşun
ne olduğunu ve oyunun aslını asla araştırmadı. Mavi Kuş,
aklında, bir gemiye doldurulmuş ve doğma sıralarını bekle-
yen ve Rubens’in tablolarındakini hatırlatan bir sürü tatlı ve
çıplak bebekle, bir orman kenarında, yeşilliklerin ortasın-
da, eski bir evin bahçesinde, ölümden sonrasını uyuyarak
geçiren ve sadece ölüm ülkesini gezmeye gelen torunlarıyla
konuşmak üzere uyanan ihtiyarlar olarak kaldı. Hayal ve
gerçeğin kesintisiz birbirine karıştığı bu ortam, o sıralarda
tanıdığı şeyler içinde özel bir yer aldı.
Pardayanlar’ın on cildinde okuduğu, birbirine benzer
olaylardan farklı bir yapıyı ve açıklayamadığı fakat ona gü-
215
zel gelen bir anlayışı da Eugene Sue’nün “Paris Esrarı”nda
buldu. Kitapta, bütün serserilere beklenmedik yumruklar
yağdıran uzun boylu ve zayıf adam, hayallerinin gerçek
kahramanıydı. Zevaco’yla Sue arasındaki farkı, o sıradaki
yakın arkadaşlarına anlatamamanın verdiği sıkıntı, iyinin
neden iyi olduğunu bilememesi, onu yıllarca rahatsız et-
miştir. Güzeli anlatamamak, rüyada bağırmak isteyip de se-
si çıkmayan insanın dehşetine düşürüyordu onu. Selim,
başkalarına yer yer güzel gelen açıklamalarını, yüzeyde ka-
lan ve kafasındaki güzelliği bozan bir yarım yamalaklık sa-
yardı.
Bu konuda bana bir gün, orta şekerli kahvelerimizi ve Ye-
ni Harman sigaralarımızı içerken demişti ki:
“Benim için anlatmak, açıklamak, ancak kelimelerin an-
lamını değiştirmekle mümkün olacak galiba. Ben o yıllarda
kelimelerin anlamlarını doğru dürüst bilmiyordum bile. Za-
ten hiçbir zaman kelimelerin anlamını doğru dürüst bile-
medim. Her zaman kelimelerin, cümlelerin, insanın üstüne
bir mızrak gibi saldıran düşüncelerin bunaltıcı baskısını
duydum. En iyisi kendinle konuşacaksın, kendine yorum-
layacaksın okuduklarını. Bu bakımdan hayatımın en güzel
yılları ‘Pardayan-Pitigrilli-Fantoma’ dönemidir. İstediğim
gibi okudum, istediğim gibi yorumladım. Kimse beni rahat-
sız etmedi, bey kardeşim. Düşünceleri de olayları da istedi-
ğim biçimde düşündüm. Gözlük takmanın nedenini yıllar-
ca, göze toz toprak kaçması, gözün de böylece yorularak iyi
görmemesi sandım. Bugün de öyle sanmak isterdim; bunun
kimseye zararı dokunmazdı. Ben de, yalnız bana ait olan bir
düşüncenin mutluluğuyla yaşardım.
“Birçok kelimenin anlamını bugün de bilmem. ‘Ahmet ne
kadar cahil’ derler. ‘Daha, bilmem ne kelimesini duymamış.’
Başımı sallarım. Birlikte acırız Ahmet’e: Oysa, o kelimenin
anlamını ben de bilmiyorum.”
216
Bana bir gün, samimi bir anında, Fantoma’yı da okuma-
dığını itiraf etmişti. Kafiye zoruyla yazmış. Bütün isteği o
mısraya Arsen Lüpen’i yerleştirebilmekmiş. Bu tek gözlük-
lü, zarif, çapkın ve “Harikulade Maceraları”yla Selim’i bü-
yüleyen kibar hırsızı okurken kendini o kadar kaptırırmış
ki bu arada farkına varmadan zeytin ve balla kenar tarafın-
dan dört dilim ekmek yermiş. “Otuz Tabutlu Ada”yı biraz
içi titreyerek okumuştu. Kitapların sonuna eklenen küçük
hikâyeler de dehşet vericiydi. Öldükten -yani düelloda öl-
dürüldükten- sonra, karenin dördüncü adamı olarak otur-
tulduğu poker oyununda konuşmaya başlayarak katilin de-
lirmesine sebep olan Yahudi, yaptığı kötülüklerin cezasını,
en sevmediği yaratık olan örümcek biçimine girmekle çe-
ken ve hikâyeyi anlatan ortağının yazıhanesinin duvarların-
da, artık muhasebe defterine karışamamanın hırsıyla dola-
şan dolandırıcı tüccar, bir gemi kazası sonunda bindikleri
salda, herkes aç kalınca kurayla kolunu bacağını kestirir-
ken, sevdiği kadının kolları ve bacakları yerine kendininki-
leri kestiren ve böylece sonradan bu kadınla evlenerek, kü-
tüphanenin üstünde bir büst gibi yaşayan kaptan...
Selim, bu mısraların değişmesini çok istediği için bazı ça-
lışmalar yapmış. Şarkının bu mısraları, aşağıdaki biçimler-
den geçmiş:
Dostları ilə paylaş: |