Garip Yaratıklar Ansiklopedisinden:
Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak
bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakış-
ta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve
özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı
hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık
düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok bü-
yük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle
tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarır-
lar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hay-
vanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınır-
lar. Ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile dü-
zenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı
yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış
tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslen-
me düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken
149
onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına
kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün
huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların ye-
mek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sıra-
da çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.)
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bil-
mezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvan-
ların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdi-
ye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hay-
vanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da
zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginle-
rince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanla-
rın sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.)
Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli
olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutu-
namayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla sü-
zerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldür-
mek işten değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkla-
rı tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutuna-
mayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda
görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan
azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep
oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekim-
ler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da
bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et
yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğ-
raşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat
bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğ-
renemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç
sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları gül-
dürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldıra-
rak parasını geri istemiştir.)
150
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan ola-
rak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca
ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yer-
de hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olamayaca-
ğı sanılmaktadır.
Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere ta-
kılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu du-
rumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev
hayvanı olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar
arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle-
çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine
saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilme-
mektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağı-
rarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresin-
de, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahi-
bini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir.)
Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin
içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir
parkta tutarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünme-
nin zamanı artık gelmiştir.
Mısra 11: Kelime ve yalnızlık...
“Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil.
Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da
var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde
başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yal-
nızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı in-
sanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın için-
de eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Keli-
meler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanıl-
maz oldu.
151
Selim Işık yalnızlığını Kelimelerle besledi. Kelimelerin an-
lamını bilmeden önce tanıdığı yalnızlığı Kelimelerin içinde
yetiştirdi. Eski yaşantılarının hastalığından yeni kalktığı sı-
rada, aldırışsız Kelimeler konuşurken, eski yaraların eski
Kelimelerinin göğsüne saplandığını duydu birden; sustu
kaldı. Kelimeler, yalnızlığını yaşamasına da bırakmadılar
onu. Her yandan kuşatıp saldırdılar. Kullandığı Kelimeler de
dönüp ezdi onu, soluksuz bıraktı. Sonra, yatağından fırladı
birden Selim; bütün Kelimeleri ve yaşantılarını ezdi ayağının
altında. Güneşe çıktı. Güneş, gözünü acıttı bir süre sonra,
perdelerini kapayıp Kelimelerin karanlığına döndü. Birta-
kım Kelimeler bağışladı onu; aralarında gene yaşamasına
izin verdiler. Bu Kelimelerle birlik olup amansızca saldırdı-
lar başka Kelimelere: aşağılayan, ezen, soluk aldırmayan Ke-
limelere. Yendi, yenildi; sonunda gene yenildi Kelimelere,
Kelimelerle birlikte açtığı savaşta. Yalnızlık hep oradaydı.
Büyük kelimelerden her zaman kaçındı ve büyük kelime-
ler kullandığını gördü. Küçük kelimeleri kendine yakıştıra-
madı; oysa küçük kelimelerle suçlandı ve kendini küçük
kelimelerle savundu. Bütün insanlar, ellerini uzatarak işaret
parmaklarıyla suçladılar onu, kelimeleri yüzünden. Herke-
se ihanet etmişti. Burhan, Metin, annesi, Sabri, babası, Mi-
mar Cemil ve daha birçok kimse vardı. Metin: “Ben keman
çalarken ve Türkçe tango dinlerken benim adıma utanmaya
ne hakkın var?” diye soruyordu. Burhan saldırıyordu: “Her
gün benimle birlikte yaşadın, seni sevdiğime hiçbir zaman
inanmadın.” Annesi ihmale uğradığını söylüyordu. Babası:
“Bana hep isyan ettin; küçümsedin beni!” diye tepiniyordu.
Bazı okumuş arkadaşları da, kültürsüzlüğüne bakmadan gi-
riştiği işlerle acı acı gülerek alay ediyorlardı. Sabri: “Ayağım
kokuyor diye beni sevmedin,” diyordu. Bazılarını dinlerken
yüzünde bir sıkılma izi belirirmiş, birinin yanında ötekin-
den utanırmış, dilencilere sadaka vermezmiş, Kenan’la Al-
152
man hayranı diye alay edermiş, biraz bilince siz anlamazsı-
nız diye azarlarmış, sıkışınca kaçarmış, bekletir aramazmış,
kadınların bacaklarına bakarmış, bu yaşa gelmiş daha...
Herkes davacıydı. Sonra, hep birlikte, “Bizi başkalarına çe-
kiştirdin!” şarkısını çok sesli kanon biçiminde söylediler.
Birden İsa göründü, hepsini dağıttı: “Hadi bakalım, her-
kes işine,” dedi. Birlikte havalandılar; yüksekçe bir yere çı-
kıp başbaşa oturdular. Ruhun güzelliğinden filan bahsetti-
ler. İnsanlardan çektiklerini anlattılar, vaktin nasıl geçtiğini
anlamadılar. Hava kararırken İsa, izin isteyip ayrıldı: yukar-
da babası bekliyormuş.
İsa’ya da ihanet etmişti çaresiz. Konuşmaları öyle tatlı bir
yönde gelişmişti ki, ona da her şeyi söyleyememişti. Kadınla-
rın bacaklarına baktığından bahsedememişti bir kere. (Ama
o, her şeyi biliyordu - olsun gene de anlatmalıydı; aralarında
gizli saklı bir taraf kalmamalıydı.) Sonra -bunu kendine bile
söylemekte zorluk çekerdi- tanıdığı bütün kadınlarla düşün-
cesinde zina ettiğini saklamıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş
gibi, bu meseleleri küçümseyen bir tavırla konuşmuştu
İsa’yla. Fakat, O da çok yüksekten atmıştı; bazı meselelerin
varlığından habersizmiş gibi davranmıştı. Selim bunları,
odasında, tavana bakarak düşündü durdu. Sonunda dayana-
madı, kalktı; Lefter’in meyhanesine gitti. Orada, bir daha
ihanet etti İsa’ya. Haluk’la oturup adamcağızı bir güzel çekiş-
tirdiler. Cinsel meselelere ilgisizliğinin ondaki bir eksiklik-
ten ileri geldiğine karar verdiler sonunda. İnsanı tanımak is-
tiyorsa her yönüyle kabul etmeli onu, dediler. İsalığını bil-
meliydi. İnsan, hareketlerine engel olabilirdi; fakat düşünce-
lerini nasıl durdurabilirdi? İnsan tabiatına bu kadar aykırı
bir şey olamazdı. Düşünce suçundan söz etmek anayasaya
aykırıydı. Benim de suçum bu kadar olsun, razıyım, dediler
birbirlerine. Papazlar hakkında müstehcen fıkralar anlattılar;
kendi adamlarına sahip çıksın önce; önce dinini yayanlara
153
söz geçirsin de, dediler ondan sonra... Sonra Hilmi onları ba-
ra götürdü. İyi olamadık, bari kötü olalım, dediler.
Babana söyleseydin, Freud’u yaratmasaydı, dediler. İkiniz
de Yahudi’siniz; birbirinizden utanın, dediler. Yavrum senin
adın Hülya mı? dediler. Bacakların ne kadar güzel, dediler.
Bu barda çalışan Maria Magdalena diye bir kadın var mı?
dediler. Kadın anlamayınca yüksek sesle güldüler. Terden
sırılsıklam oluncaya kadar dansettiler. Sabaha kadar içtiler.
Yolda eve giderken birbirleriyle kavga ettiler. Selim düştü,
ayağı burkuldu.
Bir hafta yattı evde, şiş ayağının üstüne basamadığı için.
(Ötekilere bir şey olmamıştı.) İçkiyi bırakmaya karar verdi.
Durmadan İncil okudu. Can sıkıntısıyla günler geçti. So-
nunda dayanamadı; oturdu, İsa’ya kısa bir mektup yazdı:
Sevgili İsa,
Bütün olanlar için özür dilerim. Kabahatin bende oldu-
ğunu biliyorum. Günlerdir durmadan seni düşünüyorum.
Kitabını elimden bırakmıyorum. Bütün meselelerde sen
haklısın. Bugün düşündüklerimi, seninle birlikte olduğu-
muz gün bilseydim, her şey başka türlü olurdu. Fakat, gö-
receksin, bir daha buluşursak nasıl istediğin gibi bir adam
olacağım. O kadar değiştim ki beni tanıyamayacaksın. Çar-
şamba günü annemler evde yoklar. Gelebilirsen rahat rahat
konuşuruz.
Seni-Seven
Selim
İsa gelmedi.
154
Mısra 12: Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu
İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de son-
suzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da
ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Alla-
hın dayanabileceği bir güçlüktür. Yeri gelmişken, sonsuzlu-
ğa mahkûm edilen Uçan Hollandalı’nın sözünü etmeden
geçemeyeceğim.
Selim, küçükken, önceleri bu adamı Hollanda Hava Yol-
ları sanıyormuş. Sonraları, Saffet Korkmaz’ın (Bak: mısra
315) etkisiyle müzik -elbette klasik müzik- kültürünü iler-
letince, bu sefer de Yarasa Opereti ile karıştırmaya başlamış
adamı. (Bak: Die Flaedermaus und Der Fliegende Hollander)
Allah’tan o sıralarda James Mason ve Ava Gardner’in baş-
rollerini paylaştıkları “Pandora” filmini görmüş de aydın-
lanmış.
Hem gemi hem de kaptanının adı Uçan Hollandalı oldu-
ğu için, filmin başında durum biraz karışık. Pandora, bili-
yorsunuz, kutuyu merakından açtı da ümit dışında bütün
kuşları uçurdu: işte o kadın. Yalnız, bu filmde oldukça aklı
başında görünüyor. Uçan Hollandalı’yı -gemiyi değil kapta-
nı- bu ebedi lanetten kurtarmak istiyor. Eski zamanlarda
geçtiğinden olacak, film oldukça karanlık. James Mason,
her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstere-
rek karaya çıkıyor. Derdi büyük: bir türlü ölemiyor. Bugün-
kü electronic remote control’a benzeyen bir sistemle kendi
kendine idare edilen gemisinde, sonsuzluğa -ya da dinî
sonsuzluk olan kıyamete- kadar dolaşmaya mahkûm. An-
cak, kendisini, onunla ölmeye razı olacak kadar seven bir
kadın bulursa ölebilecek. Pandora, insanlığın başına getir-
diği felaketi tamir etmek için olacak, bu fedakârlığı yapıyor.
Tabii bu arada James Mason’a âşık oluyor. (Kadınlar bu
adamda ne bulurlar anlamam.)
155
Sonunda, Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan bir
şey oluyor: ikisi de ölüyor. Konuyu bu duruma getirdikten
sonra, oğlanla kızı öldürmeden işin içinden çıkabilecek bir
senarist de göremiyorum doğrusu. Ölüm sahnesi akşam ce-
reyan ediyor. Sabah, ağlarını çeken balıkçılar, Uçan Hollan-
dalı ile Pandora’nın cesetlerini -balıklarla birlikte- buluyor-
lar. Böylece Uçan Hollandalı -adam- isteğine kavuşuyor.
Gemiye ne olduğu hakkında bir bilgi verilmiyor.
Galiba, filmin başlarında, Hollanda sarayları, eski kıyafet-
lerle James Mason’un Tanrıya nasıl karşı geldiği ve karısı-
nın nasıl korktuğu gösteriliyor ama asıl film Uçan Hollan-
dalı, Ava Gardner’le tanıştıktan sonra başlıyor.
Sanıyorum, Selim, film başladıktan sonra girmiş salona;
hatta bir iki kişi de, oturun, göremiyoruz, demişler. O telaş-
la, filmin başlarını pek iyi anlayamamış. Kısacası, insan, bu
tarihî olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bi-
le Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.
BİRİNCİ ŞARKI
Selim Işık, tanıdığım kadarıyla, bu şarkıları yazmak için
gerekli düşünce-duygu birliğinden yoksun bulunmaktadır.
Bu durum, şarkıların özünde olduğu kadar, biçiminde de
yer yer göze çarpmaktadır. Bu nedenle, şarkıların açıklama-
sına geçmeden önce, bütününü, biçim bakımından incele-
mek istiyorum.
Selim, her işinde olduğu gibi, şarkıları yazmaya da bir
Türk gibi başlamış ve bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen,
İngiliz gibi bitirememiştir. Kafasındaki dağınıklığı anlatabil-
mek için, şarkılara da dağınık bir biçim vermek gerektiğini
sanmıştır. Bu dağınıklık, bir biçim bozukluğu olarak bütün
şarkılar boyunca sürüp gitmektedir. Nitekim, Birinci Şarkı-
156
da, yedi-yedi hece bölümlü sekiz mısralık kıtalar -ya da Se-
lim’in yarım Batı etkisiyle kullanmak isteyeceği deyimle,
stanzalar- olarak görünen ilk biçim, İkinci Şarkıdan başla-
yarak hem her kıtadaki mısra ve hem de her mısradaki he-
ce sayısı bakımından belirsiz ve düzensiz bir yapıya ulaşı-
yor. Selim’i ilk gençlik yıllarında etkileyen Cyrano De Berge-
rac’ın, aşırı bir gurur yüzünden her zaman duygularını ke-
sin kalıplar içinde ifade etmesine benzetilebilecek bir tutu-
munun yanında, Christian’ın sevgilisine: “Ah Roxane, Ro-
xane! İç çekmelerimi hecelerin sayısına uyduramıyorum,”
dediği mısrada olduğu gibi, karmaşık ve acemi düzensizlik-
ler yer alıyor. Buna karşılık, Birinci Şarkıda hece vezni ve
kafiye düzeninin getirdiği manzume havası, sonraki şarkı-
larda dağılmakta ve kalıplara uygun duygular yerine duy-
gulara uygun kalıpların yer almasıyla şarkılarda belirli bir
rahatlığa varılmaktadır. Ya da Selim, böyle bir rahatlığa
ulaştığını sanmıştır. Ne var ki, bu bölümlerde de aruz ve
koşmaların etkisiyle bazı zorlamalar yapıldığı gözden kaç-
mıyor. Böylece şarkılar, organik bir bütünlükten yoksun
kalıyor. Bunları kendisine anlattığım zaman, sinirli bir ace-
lecilikle: “Daha iyi, daha iyi,” diye karşılık verdi ki bu söz-
leri de durumunu, benim ifade edemeyeceğim bir açıklıkla
ortaya koymaktadır.
Biçimdeki kusurların yanısıra, bilgi eksiklikleri de şarkı-
ların bilimsel gerçekliğine gölge düşürüyor. Daha mukaddi-
me kısmında “Tek ve Türk” sözüyle tarihî ihmalciliğinin ilk
örneğini veriyor. Tarihin akışı içinde Türk, bir bakıma tek
kalmışsa da, her zaman topluluk bilincinin verdiği akıl al-
maz dayanışma ve bütünlükle, bu iki kelimenin (Tek ve
Türk) yan yana duramayacağını göstermiştir. Şarkılarda adı
geçen ünlü matematikçi Hipyos’un da “Geometrik ve Ana-
tomik Analojiler” adlı eserinde...
Selim, bu açıklamaların yazılışında, sabırsız ve amansız
157
yapısıyla her zaman ensemde dolaştığı için, bu satırlar da
yazılırken gene dayanamamış ve “Hipyos’un da, Analojile-
rin de...” diye söze karışmaktan kendini alamamıştır. So-
nunda, “Senin de...” diye sözlerini bitirmesine engel olmak
ve gereksiz bir hakarete uğramamak için, biçim üzerine
yaptığım incelemeyi burada kesmek zorunda kalıyorum.
Bununla birlikte, yazdığı mısralara neden “Şarkı” dediği-
ni ve milli karakterimize daha uygun görünen “Türkü” ke-
limesini seçmediğini de kısaca açıklamaktan kendimi ala-
mıyorum.
Batı enstrümanlarıyla Türk müziği, ya da son zamanlar-
daki söylenişiyle, armonize edilmiş halk türkülerini oldum
olası bir türlü sevememiş olan Selim, yazdığı mısraların da,
küçük bir ihtimal de olsa, sonunda armonize edileceği kor-
kusundan kendini bir türlü kurtaramamıştır. Her ne kadar
Bela Bartok’un aynı biçimdeki aranjmanlarını kendisine
gösterdimse de, İznik Konseyi ile ilk Ortodoks-Katolik
uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık dünyasının çok sesli mü-
ziğin gelişiminde bir uyum sağlamış olması ve dillerinde
birçok Türkçe kelime bulunan Macarların bile bu konuda
bizden kaçınılmaz bir ayrılığa düşmesi, onun kuşkularını
artırıyordu. Modern resmi benimsememizde geçirilen sar-
sıntılar düşünülecek olursa, Selim’in bu çekimser tutumunu
yadırgamamak gerekir. Fakat, gene de “Şarkı” yerine -adı
Türkçe olmasa da- “Marş” gibi, milli karakterimize uygun
bir ad seçebilirdi. Böylece, mısraların arasına, “İzmir Marşı”
ya da “Yaslı gittim şen geldim” gibi marşlar koymak imkânı
olurdu. Bu ikinci marş, genel başlık olabilirdi. Düşünün bir
kere: “Dün Bugün Yarın” gibi silik bir ad yerine, “Yaslı git-
tim şen geldim” ve ondan sonra hemen, “Birinci Marş.”
Selim, özellikle İzmir Marşını, ona annesini hatırlatması
melodi ve söz bakımından insanları coşturmak yerine büs-
bütün mahzun etmesi gibi nedenlerle uygun bulmadı ve bu
158
marşla, iki adım ileri bir adım geri gidilen Mehter Marşında
olduğu gibi, destan havasının dışına çıkıldığını ifade etti.
Selim, Alman militarizmini zaten hiçbir zaman anlayama-
mıştı. Hıristiyanlığın, bütün barışçı niteliklerine rağmen,
kan ve ateşe hiçbir çağda engel olamaması gerçeğini bir tür-
lü kabul edemiyordu.
Büyük İtalyan Rönesans ve Barok sanatı tenkitçisi Luigi
Cordova (doğumu Madrit) De İncentes’i, işte tam bu sırada
okudu. Hıristiyanlığın resmî bir kurum kişiliğine bürünme-
sinin güzel sanatların gelişmesi bakımından zorunlu oldu-
ğunu, resim, heykel ve mimarlık sanatlarının, gelişmelerini,
Aziz Peter’in temelini attığı ve Aziz Paulus’un da -İsa’ya
rağmen- sınıflarını kurduğu kiliseye borçlu olduklarını öğ-
renince, gene aynı kilisenin Alman militarizmine engel ol-
mamasını bir dereceye kadar bağışladı. Türklerin Viyana
kapılarına kadar dayanmalarının Mehter Marşına değil de
ulufe dağıtım sistemine bağlı olduğunu öğrenince (Bak:
Prof. Sancak Eltutar, Hugo Von Miltrische’de Ulus Kavramı
ve Prof. Ceritoğlu, Mehter ve Ulufe) bazı korkularının yersiz
olduğunu gördü. Aynı ulufe sisteminde, daha sonra görülen
aksaklıkların aynı kapılardan (Viyana kapıları) geri dönme-
mizin nedeni olduğunu anlayınca çok üzüldü. Gene de
“Marş” teklifimi kabule yanaşmadı.
Mısra 13: Dokuz yüz otuz altı.
Bilindiği gibi, Türk takviminde başlangıç tarihleri farklı
iki ana sistem vardır. Bunlardan birincisi, İsa’nın doğumu-
nu esas alan ve Selim’in doğduğu sırada 1936 yaşına basan
bir takvim sistemidir. İkincisiyse bundan tam bin yıl sonra
başlayan ve Cumhuriyetin ilanı sırasında, Osman Vekayi
Efendi (o yıl yetmiş altı yaşındaydı) tarafından, yerinde bir
159
düşünceye dayanarak, “Türk Terakki Takvimi” adı verilen
sistemdir. Her iki takvim de Bakanlar Kurulu kararıyla yü-
rürlükte olduğu için, nüfus kâğıtlarına, bazen birinci bazen
de ikinci sisteme göre tarih düşürülmüş olması, tarihi bile
şaşırtacak karışıklıklar doğurmaktadır. Selim’in babası, he-
men her babanın yaptığı gibi, oğlunu kütüğe, doğumundan
yedi yıl sonra kaydettirdiği için, yukarıda bahsedilen ikilik
bir yana, bir de nüfus memurunun yanında doğum tarihini
tam olarak hatırlayamaması (günler, aylar, hatta yıllar ne
kadar birbirine benziyordu) Selim’in başlangıcını daha da
karışık bir duruma sokuyor.
Mısra 14 ve sonrası: Doğumu önemlidir...
İsa’dan tam 1936 yıl sonra dünyaya gelen Selim’in doğu-
mu yalnız kendisi için mi önemlidir? O tarihte orta yaşlı bir
adam olan Numan Beyin “erkek evlat” istemesi, bunak de-
denin bir torun özlemi içinde olması -henüz oğlunu toru-
nundan ayıracak kadar aklı başındaydı- ufak tefek annesi-
nin bu ağır yükü dokuz aydan beri karnında taşımasının
sabırsızlığı ve tutunanların yeni bir av bekleme heyecanı da
bu doğumun önemini artırıyordu.
Annesi, yapılan hesaplara göre, karnında Selim’i, taşıma
süresinden biraz fazla tutmuş. Selim’in sonradan bütün çıp-
laklığıyla ortaya çıkan sabırsızlığında bu beklenmedik ola-
yın da payı olmalı. Müzeyyen Hanımın karnındaki şişkinli-
ğin çok sivri bir biçim aldığını gören komşu kadınlar, “Mu-
hakkak kız olacak,” sözleriyle Numan Beyi ümitsizliğe sev-
ketmişler. Bu kocaman şişkinlik, bir de kız olsaydı, Numan
Bey ve kısa boylu erkekler için büyük bir ümitsizlik kayna-
ğı haline gelecekti.
Söylentilere göre, Selim; doğduğu zaman beş kilo sekiz yüz
160
gram geliyormuş. Bir taşra kasabasında, ebe eliyle doğan bir
çocuğun ağırlığının gramına kadar tespit edilmiş olduğuna
inanamıyorum. Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söyle-
diğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı
işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri
sürüyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Kasaba götürmüşler-
se, herhalde çıplak olarak sokağa çıkarmamışlardır. Bu du-
rumda da, ya kundağıyla tartmışlardır ki, o zaman verilen sa-
yının net değil brüt olduğunu kabul etmek gerekiyor; ya da
Selim’i kasapta soymuş olabilirler. Temizliğiyle bilinen Mü-
zeyyen Hanımın buna razı olması ve açıkta çengellere asılı
etlerin çevresinde sineklerin uçuştuğu bir kasap dükkânında,
soğuk bir sonbahar günü Selim’in çıplak bırakılıp pis terazi-
ye konulması, bana uzak bir ihtimal olarak görünüyor.
Başparmağını emmesinin de yalnız Freud açısından yo-
rumlanmasını eksik buluyorum. Selim bile, bu hareketinde
beslenme içgüdüsünün önemli bir payı olduğunu düşüne-
rek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş:
Dostları ilə paylaş: |