01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə9/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Garip Yaratıklar Ansiklopedisinden:

Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak

bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakış-

ta,  dış  görünüşüyle,  insana  benzer.  Yalnız,  pençeleri  ve

özellikle  tırnakları  çok  zayıftır.  Dik  arazide,  yokuş  yukarı

hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık

düşer).  Tüyleri  yok  denecek  kadar  azdır.  Gözleri  çok  bü-

yük  olmakla  birlikte,  görme  duygusu  zayıftır.  Bu  nedenle

tehlikeyi uzaktan göremez.

Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarır-

lar.  Dişilerini  de  aynı  sesle  çağırırlar.  Genellikle  başka  hay-

vanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınır-

lar.  Ya  da  terkedilmiş  yuvalarda  yaşarlar.  Belirli  bir  aile  dü-

zenleri  yoktur.  Doğumdan  sonra  ana,  baba  ve  yavrular  ayrı

yerlere  giderler.  Toplu  olarak  yaşamayı  da  bilmezler  ve  dış

tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslen-

me düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken



149


onların  getirdikleri  yiyeceklerle  geçinirler.  Kendi  başlarına

kaldıkları  zaman  genellikle  yemek  yemeyi  unuturlar.  Bütün

huyları  taklit  esasına  dayandığı  için,  başka  hayvanların  ye-

mek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sıra-

da çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.)

İçgüdüleri  tam  gelişmemiştir.  Kendilerini  korumayı  bil-

mezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvan-

ların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdi-

ye  kadar  hiçbir  tutunamayanın  bir  kavgada  başka  bir  hay-

vanı  yendiği  görülmemiştir.  Bununla  birlikte,  hafızaları  da

zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginle-

rince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanla-

rın sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.)

Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli

olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutu-

namayanları  avlamak  çok  kolaydır.  Anlayışlı  bakışlarla  sü-

zerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldür-

mek işten değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkla-

rı tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutuna-

mayan  kesimini  yasak  etmiştir.  Yemekten  sonra  insanlarda

görülen  durgunluk,  hafif  sıkıntı,  sebebi  bilinmeyen  vicdan

azabı  ve  hiç  yoktan  kendini  suçlama  gibi  duygulara  sebep

oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekim-

ler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da

bulaştırdıklarını  ve  bu  sıkıntılardan  kurtulmanın  ancak  et

yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.

Hayvan  terbiyecileri  de  tutunamayanlarla  uzun  süre  uğ-

raşmış  ve  bunları  sirklerde  çalıştırmak  istemişlerdir.  Fakat

bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğ-

renemediklerini  görünce  vazgeçmişlerdir.  Ayrıca  birkaç

sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları gül-

dürmek  yerine  mahzun  etmişlerdir.  (Halk  gişelere  saldıra-

rak parasını geri istemiştir.)

150



Filden  sonra,  din  duygusu  en  kuvvetli  olan  hayvan  ola-

rak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca

ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yer-

de hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olamayaca-

ğı sanılmaktadır.

Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere ta-

kılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu du-

rumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev

hayvanı  olarak  beslemeyi  de  denemişlerdir.  Fakat  insanlar

arasında  barınmaları  -ev  düzenine  uyamamaları  nedeniyle-

çok  zor  olmaktadır.  Beklenmedik  zamanlarda  sahiplerine

saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilme-

mektedirler.  Evin  kapısında  günlerce,  acıklı  sesleriyle  bağı-

rarak  ev  sahibini  canından  bezdirmektedirler.  (Bir  keresin-

de, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahi-

bini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir.)

Şehirlere  yakın  yerlerde  yaşadıkları  için,  onları  şehrin

içinde,  çitle  çevrili  ve  yalnız  tutunamayanlara  mahsus  bir

parkta  tutarak,  sayılarının  azalmasını  önlemeyi  düşünme-

nin zamanı artık gelmiştir.

Mısra 11: Kelime ve yalnızlık...

“Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil.

Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da

var  olmaya  devam  etti  Yalnızlık...  Kelimenin  bittiği  yerde

başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yal-

nızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı in-

sanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın için-

de eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Keli-

meler  insanın  aklına  geldikçe,  Yalnızlık  büyüdü,  dayanıl-

maz oldu.



151


Selim Işık yalnızlığını Kelimelerle besledi. Kelimelerin an-

lamını  bilmeden  önce  tanıdığı  yalnızlığı  Kelimelerin  içinde

yetiştirdi.  Eski  yaşantılarının  hastalığından  yeni  kalktığı  sı-

rada,  aldırışsız  Kelimeler  konuşurken,  eski  yaraların  eski

Kelimelerinin  göğsüne  saplandığını  duydu  birden;  sustu

kaldı.  Kelimeler,  yalnızlığını  yaşamasına  da  bırakmadılar

onu. Her yandan kuşatıp saldırdılar. Kullandığı Kelimeler de

dönüp ezdi onu, soluksuz bıraktı. Sonra, yatağından fırladı

birden Selim; bütün Kelimeleri ve yaşantılarını ezdi ayağının

altında.  Güneşe  çıktı.  Güneş,  gözünü  acıttı  bir  süre  sonra,

perdelerini  kapayıp  Kelimelerin  karanlığına  döndü.  Birta-

kım  Kelimeler  bağışladı  onu;  aralarında  gene  yaşamasına

izin verdiler. Bu Kelimelerle birlik olup amansızca saldırdı-

lar başka Kelimelere: aşağılayan, ezen, soluk aldırmayan Ke-

limelere.  Yendi,  yenildi;  sonunda  gene  yenildi  Kelimelere,

Kelimelerle birlikte açtığı savaşta. Yalnızlık hep oradaydı.

Büyük kelimelerden her zaman kaçındı ve büyük kelime-

ler kullandığını gördü. Küçük kelimeleri kendine yakıştıra-

madı;  oysa  küçük  kelimelerle  suçlandı  ve  kendini  küçük

kelimelerle savundu. Bütün insanlar, ellerini uzatarak işaret

parmaklarıyla suçladılar onu, kelimeleri yüzünden. Herke-

se ihanet etmişti. Burhan, Metin, annesi, Sabri, babası, Mi-

mar Cemil ve daha birçok kimse vardı. Metin: “Ben keman

çalarken ve Türkçe tango dinlerken benim adıma utanmaya

ne hakkın var?” diye soruyordu. Burhan saldırıyordu: “Her

gün benimle birlikte yaşadın, seni sevdiğime hiçbir zaman

inanmadın.”  Annesi  ihmale  uğradığını  söylüyordu.  Babası:

“Bana hep isyan ettin; küçümsedin beni!” diye tepiniyordu.

Bazı okumuş arkadaşları da, kültürsüzlüğüne bakmadan gi-

riştiği işlerle acı acı gülerek alay ediyorlardı. Sabri: “Ayağım

kokuyor diye beni sevmedin,” diyordu. Bazılarını dinlerken

yüzünde  bir  sıkılma  izi  belirirmiş,  birinin  yanında  ötekin-

den  utanırmış,  dilencilere  sadaka  vermezmiş,  Kenan’la  Al-

152



man hayranı diye alay edermiş, biraz bilince siz anlamazsı-

nız diye azarlarmış, sıkışınca kaçarmış, bekletir aramazmış,

kadınların  bacaklarına  bakarmış,  bu  yaşa  gelmiş  daha...

Herkes davacıydı. Sonra, hep birlikte, “Bizi başkalarına çe-

kiştirdin!” şarkısını çok sesli kanon biçiminde söylediler.

Birden  İsa  göründü,  hepsini  dağıttı:  “Hadi  bakalım,  her-

kes işine,” dedi. Birlikte havalandılar; yüksekçe bir yere çı-

kıp  başbaşa  oturdular.  Ruhun  güzelliğinden  filan  bahsetti-

ler. İnsanlardan çektiklerini anlattılar, vaktin nasıl geçtiğini

anlamadılar. Hava kararırken İsa, izin isteyip ayrıldı: yukar-

da babası bekliyormuş.

İsa’ya da ihanet etmişti çaresiz. Konuşmaları öyle tatlı bir

yönde gelişmişti ki, ona da her şeyi söyleyememişti. Kadınla-

rın bacaklarına baktığından bahsedememişti bir kere. (Ama

o, her şeyi biliyordu - olsun gene de anlatmalıydı; aralarında

gizli saklı bir taraf kalmamalıydı.) Sonra -bunu kendine bile

söylemekte zorluk çekerdi- tanıdığı bütün kadınlarla düşün-

cesinde  zina  ettiğini  saklamıştı.  Bütün  bunlar  yetmiyormuş

gibi,  bu  meseleleri  küçümseyen  bir  tavırla  konuşmuştu

İsa’yla. Fakat, O da çok yüksekten atmıştı; bazı meselelerin

varlığından  habersizmiş  gibi  davranmıştı.  Selim  bunları,

odasında, tavana bakarak düşündü durdu. Sonunda dayana-

madı,  kalktı;  Lefter’in  meyhanesine  gitti.  Orada,  bir  daha

ihanet etti İsa’ya. Haluk’la oturup adamcağızı bir güzel çekiş-

tirdiler.  Cinsel  meselelere  ilgisizliğinin  ondaki  bir  eksiklik-

ten ileri geldiğine karar verdiler sonunda. İnsanı tanımak is-

tiyorsa  her  yönüyle  kabul  etmeli  onu,  dediler.  İsalığını  bil-

meliydi. İnsan, hareketlerine engel olabilirdi; fakat düşünce-

lerini  nasıl  durdurabilirdi?  İnsan  tabiatına  bu  kadar  aykırı

bir  şey  olamazdı.  Düşünce  suçundan  söz  etmek  anayasaya

aykırıydı. Benim de suçum bu kadar olsun, razıyım, dediler

birbirlerine. Papazlar hakkında müstehcen fıkralar anlattılar;

kendi  adamlarına  sahip  çıksın  önce;  önce  dinini  yayanlara

153



söz geçirsin de, dediler ondan sonra... Sonra Hilmi onları ba-

ra götürdü. İyi olamadık, bari kötü olalım, dediler.

Babana söyleseydin, Freud’u yaratmasaydı, dediler. İkiniz

de Yahudi’siniz; birbirinizden utanın, dediler. Yavrum senin

adın Hülya mı? dediler. Bacakların ne kadar güzel, dediler.

Bu  barda  çalışan  Maria  Magdalena  diye  bir  kadın  var  mı?

dediler.  Kadın  anlamayınca  yüksek  sesle  güldüler.  Terden

sırılsıklam oluncaya kadar dansettiler. Sabaha kadar içtiler.

Yolda  eve  giderken  birbirleriyle  kavga  ettiler.  Selim  düştü,

ayağı burkuldu.

Bir hafta yattı evde, şiş ayağının üstüne basamadığı için.

(Ötekilere bir şey olmamıştı.) İçkiyi bırakmaya karar verdi.

Durmadan  İncil  okudu.  Can  sıkıntısıyla  günler  geçti.  So-

nunda dayanamadı; oturdu, İsa’ya kısa bir mektup yazdı:

Sevgili İsa,

Bütün  olanlar  için  özür  dilerim.  Kabahatin  bende  oldu-

ğunu  biliyorum.  Günlerdir  durmadan  seni  düşünüyorum.

Kitabını  elimden  bırakmıyorum.  Bütün  meselelerde  sen

haklısın.  Bugün  düşündüklerimi,  seninle  birlikte  olduğu-

muz gün bilseydim, her şey başka türlü olurdu. Fakat, gö-

receksin,  bir  daha  buluşursak  nasıl  istediğin  gibi  bir  adam

olacağım. O kadar değiştim ki beni tanıyamayacaksın. Çar-

şamba günü annemler evde yoklar. Gelebilirsen rahat rahat

konuşuruz.

Seni-Seven

Selim


İsa gelmedi.

154


Mısra 12: Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu

İnsan  yapısındaki  çelişkiler,  onun  ne  ölüme  ne  de  son-

suzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da

ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Alla-

hın dayanabileceği bir güçlüktür. Yeri gelmişken, sonsuzlu-

ğa  mahkûm  edilen  Uçan  Hollandalı’nın  sözünü  etmeden

geçemeyeceğim.

Selim, küçükken, önceleri bu adamı Hollanda Hava Yol-

ları  sanıyormuş.  Sonraları,  Saffet  Korkmaz’ın  (Bak:  mısra

315) etkisiyle müzik -elbette klasik müzik- kültürünü iler-

letince, bu sefer de Yarasa Opereti ile karıştırmaya başlamış

adamı. (Bak: Die Flaedermaus und Der Fliegende Hollander)

Allah’tan  o  sıralarda  James  Mason  ve  Ava  Gardner’in  baş-

rollerini  paylaştıkları  “Pandora”  filmini  görmüş  de  aydın-

lanmış.

Hem gemi hem de kaptanının adı Uçan Hollandalı oldu-

ğu  için,  filmin  başında  durum  biraz  karışık.  Pandora,  bili-

yorsunuz,  kutuyu  merakından  açtı  da  ümit  dışında  bütün

kuşları uçurdu: işte o kadın. Yalnız, bu filmde oldukça aklı

başında görünüyor. Uçan Hollandalı’yı -gemiyi değil kapta-

nı-  bu  ebedi  lanetten  kurtarmak  istiyor.  Eski  zamanlarda

geçtiğinden  olacak,  film  oldukça  karanlık.  James  Mason,

her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstere-

rek karaya çıkıyor. Derdi büyük: bir türlü ölemiyor. Bugün-

kü  electronic  remote  control’a  benzeyen  bir  sistemle  kendi

kendine  idare  edilen  gemisinde,  sonsuzluğa  -ya  da  dinî

sonsuzluk  olan  kıyamete-  kadar  dolaşmaya  mahkûm.  An-

cak,  kendisini,  onunla  ölmeye  razı  olacak  kadar  seven  bir

kadın  bulursa  ölebilecek.  Pandora,  insanlığın  başına  getir-

diği felaketi tamir etmek için olacak, bu fedakârlığı yapıyor.

Tabii  bu  arada  James  Mason’a  âşık  oluyor.  (Kadınlar  bu

adamda ne bulurlar anlamam.)



155


Sonunda,  Hollywood  filmlerinde  pek  rastlanmayan  bir

şey oluyor: ikisi de ölüyor. Konuyu bu duruma getirdikten

sonra, oğlanla kızı öldürmeden işin içinden çıkabilecek bir

senarist de göremiyorum doğrusu. Ölüm sahnesi akşam ce-

reyan ediyor. Sabah, ağlarını çeken balıkçılar, Uçan Hollan-

dalı ile Pandora’nın cesetlerini -balıklarla birlikte- buluyor-

lar.  Böylece  Uçan  Hollandalı  -adam-  isteğine  kavuşuyor.

Gemiye ne olduğu hakkında bir bilgi verilmiyor.

Galiba, filmin başlarında, Hollanda sarayları, eski kıyafet-

lerle  James  Mason’un  Tanrıya  nasıl  karşı  geldiği  ve  karısı-

nın nasıl korktuğu gösteriliyor ama asıl film Uçan Hollan-

dalı, Ava Gardner’le tanıştıktan sonra başlıyor.

Sanıyorum,  Selim,  film  başladıktan  sonra  girmiş  salona;

hatta bir iki kişi de, oturun, göremiyoruz, demişler. O telaş-

la, filmin başlarını pek iyi anlayamamış. Kısacası, insan, bu

tarihî olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bi-

le Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.

BİRİNCİ ŞARKI

Selim  Işık,  tanıdığım  kadarıyla,  bu  şarkıları  yazmak  için

gerekli  düşünce-duygu  birliğinden  yoksun  bulunmaktadır.

Bu  durum,  şarkıların  özünde  olduğu  kadar,  biçiminde  de

yer yer göze çarpmaktadır. Bu nedenle, şarkıların açıklama-

sına  geçmeden  önce,  bütününü,  biçim  bakımından  incele-

mek istiyorum.

Selim,  her  işinde  olduğu  gibi,  şarkıları  yazmaya  da  bir

Türk gibi başlamış ve bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen,

İngiliz gibi bitirememiştir. Kafasındaki dağınıklığı anlatabil-

mek için, şarkılara da dağınık bir biçim vermek gerektiğini

sanmıştır. Bu dağınıklık, bir biçim bozukluğu olarak bütün

şarkılar boyunca sürüp gitmektedir. Nitekim, Birinci Şarkı-



156


da, yedi-yedi hece bölümlü sekiz mısralık kıtalar -ya da Se-

lim’in  yarım  Batı  etkisiyle  kullanmak  isteyeceği  deyimle,

stanzalar-  olarak  görünen  ilk  biçim,  İkinci  Şarkıdan  başla-

yarak hem her kıtadaki mısra ve hem de her mısradaki he-

ce  sayısı  bakımından  belirsiz  ve  düzensiz  bir  yapıya  ulaşı-

yor. Selim’i ilk gençlik yıllarında etkileyen Cyrano De Berge-



rac’ın, aşırı bir gurur yüzünden her zaman duygularını ke-

sin kalıplar içinde ifade etmesine benzetilebilecek bir tutu-

munun  yanında,  Christian’ın  sevgilisine:  “Ah  Roxane,  Ro-

xane!  İç  çekmelerimi  hecelerin  sayısına  uyduramıyorum,”

dediği mısrada olduğu gibi, karmaşık ve acemi düzensizlik-

ler  yer  alıyor.  Buna  karşılık,  Birinci  Şarkıda  hece  vezni  ve

kafiye  düzeninin  getirdiği  manzume  havası,  sonraki  şarkı-

larda  dağılmakta  ve  kalıplara  uygun  duygular  yerine  duy-

gulara  uygun  kalıpların  yer  almasıyla  şarkılarda  belirli  bir

rahatlığa  varılmaktadır.  Ya  da  Selim,  böyle  bir  rahatlığa

ulaştığını  sanmıştır.  Ne  var  ki,  bu  bölümlerde  de  aruz  ve

koşmaların  etkisiyle  bazı  zorlamalar  yapıldığı  gözden  kaç-

mıyor.  Böylece  şarkılar,  organik  bir  bütünlükten  yoksun

kalıyor. Bunları kendisine anlattığım zaman, sinirli bir ace-

lecilikle: “Daha iyi, daha iyi,” diye karşılık verdi ki bu söz-

leri de durumunu, benim ifade edemeyeceğim bir açıklıkla

ortaya koymaktadır.

Biçimdeki kusurların yanısıra, bilgi eksiklikleri de şarkı-

ların bilimsel gerçekliğine gölge düşürüyor. Daha mukaddi-

me kısmında “Tek ve Türk” sözüyle tarihî ihmalciliğinin ilk

örneğini veriyor. Tarihin akışı içinde Türk, bir bakıma tek

kalmışsa da, her zaman topluluk bilincinin verdiği akıl al-

maz  dayanışma  ve  bütünlükle,  bu  iki  kelimenin  (Tek  ve

Türk) yan yana duramayacağını göstermiştir. Şarkılarda adı

geçen ünlü matematikçi Hipyos’un da “Geometrik ve Ana-

tomik Analojiler” adlı eserinde...

Selim,  bu  açıklamaların  yazılışında,  sabırsız  ve  amansız

157



yapısıyla  her  zaman  ensemde  dolaştığı  için,  bu  satırlar  da

yazılırken  gene  dayanamamış  ve  “Hipyos’un  da,  Analojile-

rin  de...”  diye  söze  karışmaktan  kendini  alamamıştır.  So-

nunda, “Senin de...” diye sözlerini bitirmesine engel olmak

ve  gereksiz  bir  hakarete  uğramamak  için,  biçim  üzerine

yaptığım incelemeyi burada kesmek zorunda kalıyorum.

Bununla birlikte, yazdığı mısralara neden “Şarkı” dediği-

ni ve milli karakterimize daha uygun görünen “Türkü” ke-

limesini  seçmediğini  de  kısaca  açıklamaktan  kendimi  ala-

mıyorum.


Batı  enstrümanlarıyla  Türk  müziği,  ya  da  son  zamanlar-

daki söylenişiyle, armonize edilmiş halk türkülerini oldum

olası bir türlü sevememiş olan Selim, yazdığı mısraların da,

küçük bir ihtimal de olsa, sonunda armonize edileceği kor-

kusundan  kendini  bir  türlü  kurtaramamıştır.  Her  ne  kadar

Bela  Bartok’un  aynı  biçimdeki  aranjmanlarını  kendisine

gösterdimse  de,  İznik  Konseyi  ile  ilk  Ortodoks-Katolik

uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık dünyasının çok sesli mü-

ziğin  gelişiminde  bir  uyum  sağlamış  olması  ve  dillerinde

birçok  Türkçe  kelime  bulunan  Macarların  bile  bu  konuda

bizden  kaçınılmaz  bir  ayrılığa  düşmesi,  onun  kuşkularını

artırıyordu.  Modern  resmi  benimsememizde  geçirilen  sar-

sıntılar düşünülecek olursa, Selim’in bu çekimser tutumunu

yadırgamamak  gerekir.  Fakat,  gene  de  “Şarkı”  yerine  -adı

Türkçe  olmasa  da-  “Marş”  gibi,  milli  karakterimize  uygun

bir ad seçebilirdi. Böylece, mısraların arasına, “İzmir Marşı”

ya da “Yaslı gittim şen geldim” gibi marşlar koymak imkânı

olurdu. Bu ikinci marş, genel başlık olabilirdi. Düşünün bir

kere: “Dün Bugün Yarın” gibi silik bir ad yerine, “Yaslı git-

tim şen geldim” ve ondan sonra hemen, “Birinci Marş.”

Selim,  özellikle  İzmir  Marşını,  ona  annesini  hatırlatması

melodi ve söz bakımından insanları coşturmak yerine büs-

bütün mahzun etmesi gibi nedenlerle uygun bulmadı ve bu

158



marşla, iki adım ileri bir adım geri gidilen Mehter Marşında

olduğu  gibi,  destan  havasının  dışına  çıkıldığını  ifade  etti.

Selim,  Alman  militarizmini  zaten  hiçbir  zaman  anlayama-

mıştı.  Hıristiyanlığın,  bütün  barışçı  niteliklerine  rağmen,

kan ve ateşe hiçbir çağda engel olamaması gerçeğini bir tür-

lü kabul edemiyordu.

Büyük  İtalyan  Rönesans  ve  Barok  sanatı  tenkitçisi  Luigi

Cordova (doğumu Madrit) De İncentes’i, işte tam bu sırada

okudu. Hıristiyanlığın resmî bir kurum kişiliğine bürünme-

sinin  güzel  sanatların  gelişmesi  bakımından  zorunlu  oldu-

ğunu, resim, heykel ve mimarlık sanatlarının, gelişmelerini,

Aziz  Peter’in  temelini  attığı  ve  Aziz  Paulus’un  da  -İsa’ya

rağmen- sınıflarını kurduğu kiliseye borçlu olduklarını öğ-

renince, gene aynı kilisenin Alman militarizmine engel ol-

mamasını  bir  dereceye  kadar  bağışladı.  Türklerin  Viyana

kapılarına  kadar  dayanmalarının  Mehter  Marşına  değil  de

ulufe  dağıtım  sistemine  bağlı  olduğunu  öğrenince  (Bak:

Prof.  Sancak  Eltutar,  Hugo  Von  Miltrische’de  Ulus  Kavramı

ve Prof. Ceritoğlu, Mehter ve Ulufe) bazı korkularının yersiz

olduğunu gördü. Aynı ulufe sisteminde, daha sonra görülen

aksaklıkların aynı kapılardan (Viyana kapıları) geri dönme-

mizin  nedeni  olduğunu  anlayınca  çok  üzüldü.  Gene  de

“Marş” teklifimi kabule yanaşmadı.

Mısra 13: Dokuz yüz otuz altı.

Bilindiği  gibi,  Türk  takviminde  başlangıç  tarihleri  farklı

iki ana sistem vardır. Bunlardan birincisi, İsa’nın doğumu-

nu esas alan ve Selim’in doğduğu sırada 1936 yaşına basan

bir takvim sistemidir. İkincisiyse bundan tam bin yıl sonra

başlayan  ve  Cumhuriyetin  ilanı  sırasında,  Osman  Vekayi

Efendi (o yıl yetmiş altı yaşındaydı) tarafından, yerinde bir



159


düşünceye  dayanarak,  “Türk  Terakki  Takvimi”  adı  verilen

sistemdir. Her iki takvim de Bakanlar Kurulu kararıyla yü-

rürlükte olduğu için, nüfus kâğıtlarına, bazen birinci bazen

de ikinci sisteme göre tarih düşürülmüş olması, tarihi bile

şaşırtacak  karışıklıklar  doğurmaktadır.  Selim’in  babası,  he-

men her babanın yaptığı gibi, oğlunu kütüğe, doğumundan

yedi yıl sonra kaydettirdiği için, yukarıda bahsedilen ikilik

bir yana, bir de nüfus memurunun yanında doğum tarihini

tam  olarak  hatırlayamaması  (günler,  aylar,  hatta  yıllar  ne

kadar  birbirine  benziyordu)  Selim’in  başlangıcını  daha  da

karışık bir duruma sokuyor.

Mısra 14 ve sonrası: Doğumu önemlidir...

İsa’dan tam 1936 yıl sonra dünyaya gelen Selim’in doğu-

mu yalnız kendisi için mi önemlidir? O tarihte orta yaşlı bir

adam olan Numan Beyin “erkek evlat” istemesi, bunak de-

denin  bir  torun  özlemi  içinde  olması  -henüz  oğlunu  toru-

nundan  ayıracak  kadar  aklı  başındaydı-  ufak  tefek  annesi-

nin  bu  ağır  yükü  dokuz  aydan  beri  karnında  taşımasının

sabırsızlığı ve tutunanların yeni bir av bekleme heyecanı da

bu doğumun önemini artırıyordu.

Annesi,  yapılan  hesaplara  göre,  karnında  Selim’i,  taşıma

süresinden biraz fazla tutmuş. Selim’in sonradan bütün çıp-

laklığıyla  ortaya  çıkan  sabırsızlığında  bu  beklenmedik  ola-

yın da payı olmalı. Müzeyyen Hanımın karnındaki şişkinli-

ğin çok sivri bir biçim aldığını gören komşu kadınlar, “Mu-

hakkak kız olacak,” sözleriyle Numan Beyi ümitsizliğe sev-

ketmişler. Bu kocaman şişkinlik, bir de kız olsaydı, Numan

Bey ve kısa boylu erkekler için büyük bir ümitsizlik kayna-

ğı haline gelecekti.

Söylentilere göre, Selim; doğduğu zaman beş kilo sekiz yüz



160


gram geliyormuş. Bir taşra kasabasında, ebe eliyle doğan bir

çocuğun  ağırlığının  gramına  kadar  tespit  edilmiş  olduğuna

inanamıyorum. Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söyle-

diğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı

işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri

sürüyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Kasaba götürmüşler-

se,  herhalde  çıplak  olarak  sokağa  çıkarmamışlardır.  Bu  du-

rumda da, ya kundağıyla tartmışlardır ki, o zaman verilen sa-

yının net değil brüt olduğunu kabul etmek gerekiyor; ya da

Selim’i  kasapta  soymuş  olabilirler.  Temizliğiyle  bilinen  Mü-

zeyyen  Hanımın  buna  razı  olması  ve  açıkta  çengellere  asılı

etlerin çevresinde sineklerin uçuştuğu bir kasap dükkânında,

soğuk bir sonbahar günü Selim’in çıplak bırakılıp pis terazi-

ye konulması, bana uzak bir ihtimal olarak görünüyor.

Başparmağını  emmesinin  de  yalnız  Freud  açısından  yo-

rumlanmasını eksik buluyorum. Selim bile, bu hareketinde

beslenme  içgüdüsünün  önemli  bir  payı  olduğunu  düşüne-

rek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş:




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin