Her kılında bir mızıka bulunan Deccal’ın
Tekvin ve Vahiy’in yer yer birbirine karıştığı bu kasvet
dolu mısralarda, Selim’in kaçınılmaz ve karşı konulmaz bir
kadere isyanının gizlenemeyen belirtilerini ve milletinin
uzlaşmaya düşkün yatıştırıcı karakterinin bezgin arayıcılı-
ğını ve içinde sınıflar arası uçurumları eriterek her sınıftan
insanın ortak endişesi haline gelen dinin daha erginlik çağı-
nın başında onu nasıl yakaladığını, bir kısım cinsel sorunla-
rını başka yollara çekerek içindeki dünyevi ateşi nasıl kül-
lediğini görüyoruz.
Düzensiz bir din bilgisi, Selim için utanç kaynağıydı. Bi-
linmeyen kuvvete karşı bazı saldırılara geçmeye eğilimi ol-
makla birlikte, korkusu her zaman kesin bir vuruculuktan
onu alıkoymuştur. İşçi sınıfı için durum basittir. O her şeyi
bütünüyle kabul eder ya da karşı çıkar. Küçük burjuva
duygusallığı ve çekingenliğiyse, bu sorunu bulanık bir yere
sürükler. Büyük şehirlerimizde dine bağlılığın özellikle kü-
çük burjuva ailelerinde zayıf olması, din terbiyesinin veril-
mesinde gösterilen ihmal, çocukların, daha çok taşradan
gelen hizmetçilerin efsaneleriyle yetişmesine sebep olmuş-
tur. Şarkıda, köylü sınıfının dinî temsilcisi olarak karşımıza
çıkan Gülsüm Abla da, yalnız cezalandırıcı sert ilkeleri ve
efsanelerin masalsı heyecanını duyurabilmiştir Selim’e.
Böylece korkusu artan Selim, birşeyler yapmak ihtiyacıyla,
220
proleter aydın bir babanın dördüncü çocuğu olan Sabri’yle
ilişkilerini güçlendirmek zorunluluğunu duymuştur.
Selim, dinin cezalandırıcı yönünden kaçarak, yıldırımla-
rın yalnız sevmediklerine yağmasını dilemiş (bak: mısra
191-214), bir yandan da bu kötü dileğinin verdiği suçluluk
duygusundan kurtulamamıştır. Dini bir mevsimlik (yaz) se-
vebilmesi ve dileklerinin yerine gelmediğini görmesi onu
başka bir çıkmaza düşürmüştür. Ayrıca, Sabri’nin kolaylıkla
uyduğu cami kuralları onun için bir ıstırap kaynağı olmuş-
tur. Bütün iyi niyetine rağmen Selim, aşağı tabakayla ilişki-
lerini Marie Antoinette’in davranışından öteye götüreme-
miştir. Dine bağlılığı, günlük sorunlarına bir çözüm getir-
memiş ve çocukların mahallede ona saldırmalarını engelle-
memiş, herkes kötülüğünde ısrar etmiştir.
Selim ne yapabilirdi? İnsanlar doğru yoldan ayrılmıştı ve
“mücazat ve mükâfat”ın gene ortaya çıkması gerekiyordu.
İsa’nın ikinci gelişinin de geciktiğini görünce, birden ortaya
çıktı ve insanlara şöyle buyurdu:
Ne yazık onlara ki çıkarlarına dokunulmadıkça
doğru yola gitmezler ve Allah’ın kendilerine sunacağı
nimetleri bilmezler.
Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için her-
kesi kötü sanırlar ve günahsıza ve günahkâra bir fark
gözetmeden kötülük ederler.
Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık,
samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar.
Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi
zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir
akılsız sayarlar.
Onların, geleceği yaratan insanlar arasında yeri
yoktur.
Unutulacaklardır.
221
Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar
yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır
ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki
utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalka-
mayacaklardır.
O zaman, akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim
caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken
beni korkuttukları çolak ve topal Deli Rüstem ile ben ve
benimle birlikte bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye
intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat an-
cak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bü-
tün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda ka-
lan meyhaneci Hızır ve onunla birlikte ortaokulda kekeme-
liği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay ko-
nusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bu-
lunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boyayla yeni
boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan Ercan ve
Ercan’la birlikte annesi Rus babası İtalyan olan ve sınıfta ve
bahçede paltosunu hiç çıkarmayan ve daima gözlüğü ve
paltosuyla ilkokul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve
gâvur diye ve kambur diye horlanan Altan ve Altan’la bir-
likte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan
ve yedi kardeşiyle ve annesiyle ve babasıyla ve teyzesiyle ve
dayısıyla Evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi
karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde otu-
ran ve sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elekt-
rikçi çıraklığına başlayan Osman ve onunla birlikte bütün
gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşa-
ğılığından ileri gelen mimar Cemil (Uluer) Turan ve Mimar
Cemil’le birlikte sakat olduğu için hiç yürümeyen ve hep
altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik anne-
si rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep ba-
ğıran ve altına yapan ve güzel yüzüyle ve akıllı sözüyle beni
222
büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan za-
vallı Ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve
bahçedeki yirmi yedi kedisiyle yaşayan ve kimseye zararı
dokunmayan ve ölmüş kocasını unutamayan Rus madam
ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek biz-
leri ve ailesini elemlere boğan ve Albay Sait Beyin biricik
oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan al-
tı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden
son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan
kanla boğulan Ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şö-
för muaviniyken lastik karaborsasından zengin olarak genç
yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini
ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından
terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesin-
de kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz Orhan
ve Orhan Beyle birlikte, Orhan Beyle birlikte olmaktan mu-
hakkak gurur duyacak olan ve elkapısında dünyaya gözleri-
ni açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz
Saffetlerin üçüncü hizmetçisi Kezban yargıç kürsüsünde
bulunacağız.
Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikle-
ri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşün-
mediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağıla-
yan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden,
ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, kü-
çümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı
yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen,
değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gös-
teren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korku-
tan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına
saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her
davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığı-
mızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, ne-
223
fes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bi-
leği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük
ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zaval-
lıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,
yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler,
yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani
bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince
ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her za-
man döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, mu-
avininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurla-
rına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlik-
te garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler
ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumrukla-
rını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan gö-
revlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve
ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek iste-
yen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgi-
sizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve ca-
hillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kala-
balık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla
birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çı-
karanlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve
onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek
kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte
her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve
her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek as-
lan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla
aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman
haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflama-
lar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan
ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara
körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve on-
larla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arka-
224
daşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olma-
yanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sa-
katlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza
oturacaklar.
Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitapla-
rında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalak-
lar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz.
Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibiler-
den, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuş-
turmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu
düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları biz-
den sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıl-
dık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç san-
dalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan
bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu;
sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepi-
nize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmi-
yorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna
ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insan-
cıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı
dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir feda-
kârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter
diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen
kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman
kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi
kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insan-
lar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yap-
mıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi
anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii
sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurum-
ları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü
225
kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna
karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıl-
larında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara
gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtar-
mak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman,
bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler ola-
rak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için
gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim
öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu
daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula
müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın,
onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes
birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle,
hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar
olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle
anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gitti-
ler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,
sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk de-
fa verildi; heyecanımızı mazur görün.
Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkla-
rın kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşü-
nüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybir-
liğiyle karar verildi.
Mısra 463: Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz
Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz. Artık kara renkli ekmek
yenmiyor. Girmeden girdiğimiz savaştan çıktık. Şeker
ucuzladı. Babası Selim’e yeni bir kat elbise yaptırdı. De-
mokrasi diye bir söz çıktı. Saffet tıbbiyeyi bitirdi. Zengin bir
kıza âşık oldu. Yalansız her gün mektup yazıyorlar birbirle-
rine. Ecmel Beyler taşındılar. Selim on bire geçti. Herkes,
226
bu Amerikan arabaları da daha ne kadar yenileşecek, bi-
çimde daha ne yenilikler bulacaklar diye soruyor. Selimle-
rin sokağı asfaltlandı. Kanalizasyon diye bir şey yapılıyor;
eskiden yokmuş. Selim, Gorki ile tanıştı. Bu yaz İstanbul’a
gidemeyecekler. Herkes, Amerikalılarla görüşebilmek için
İngilizce öğreniyor. Selimlerin evinin önünden gençler
omuzlarında bir adamla geçtiler. Irkçıymış. Gençlik Parkı-
na kadar arkalarından gitti. Orada itfaiye üzerlerine su sık-
tı. Sabri’nin babasıyla Selim’in babası ayrı partileri tutuyor-
lar. Güreşimiz dünya minderlerinde söz sahibi. Bazı evlere
buzdolabı alındı. Savaşta Almanları tutan yazarlar, şimdi
demokrasinin vazgeçilmezliğinden bahsediyorlar. Alt kata
bir mebus ailesi taşındı. Uzun boylu bir kızları var. Ameri-
kan yardımı heyeti Ankara’ya geldi. Bülent’le Karadeniz lo-
kantasında adamakıllı içtiler. O gece Selim Bülentlerde yat-
tı. Anadolu’da köylü jandarmayla çatıştı. Hece vezniyle alay
ediliyor. Saffet İstanbul’a gidiyor. İhtisasını orada yapacak-
mış; Nâzım Hikmet bir vatan hainidir diyor. Şiir kitaplarını
Selim’e bıraktı. Selim’in kırk beş liraya aldığı ayakkabılar
ayağını vurdu. Numan bey, tek parti devrinde kanunsuz
emirleri dinleyenlerin günahı yoktur, dedi. Saffet’in ağabeyi
Dumrul, Avrupa’dan döndü. Karikatürcüler yeni şiirle alay
ediyorlar. Dumrul bombardımanlardan çok korktuk ve yi-
yecek sıkıntısı çektik, diyor. Bazı ileri fikirli gençler büyük-
lerin yanında sigara içiyor ve onlara sen diye hitap ediyor-
lar. Müzeyyen Hanım soba derdinden usandı. Dumrul, par-
ti meselesi yüzünden babasıyla kavga etti ve evden kovul-
du. Bir hafta sonra döndü. Söylediğine göre, Amerikalılar,
otururken masaya ayaklarını dayıyorlarmış. Böylesi sağlığa
daha uygunmuş. Namık Bey damadını pek züppe buluyor.
Dumrul bir akrabasını ziyaret için gittiği hastanede hade-
melerin kötü muamelesine isyan etti ve kollarından tutula-
rak zorla dışarı çıkarıldı. Selim’in anneannesi öldü. İntihar
227
haberlerinin gazetelerde yayımlanabilmesi isteniyor. Selim’e
okulda Birleşmiş Milletler ve İnsan Hakları konusunda bir
tahrir vazifesi verildi. Babası Erkan’a, yeni model arabasını
kullandırıyor. Semra, Selim’e, Çehov’u okumalısın dedi.
Hayat pahalılaşıyor. Dar gelirliler deniyor. Selim, anneanne-
sinin ölümüne dair bir hikâye yazdı. Bazı derslere girmiyor-
lar, gidip kahvede oturuyorlar. Selim, sigaranın tadını be-
ğenmedi. Semra, yazdığın hikâyede Çehov etkisi var, dedi.
Yeni yıla arkadaşları Selim’in evinde girdiler. Sarhoş olup,
bir koltuğun (şimdi öyle koltuklar yok) tahtasını kırdılar.
Mısra 474: Kirli şadırvanların çamurlu...
Ankara, hele o zamanlar, çok kirliydi. Rivayete göre, ba-
taklık bir zemin üzerine kurulan bu şehir için uygun bir
yer seçilmemişti. Bazı ihtiyarlar, Paşa’ya o zaman o kadar
söyledik, başka yere taşısın diye, derler. Anlaşılan dinlete-
memişler. Selim’in döneminde bu bataklığı yer yer binalar,
yollar ve kaldırımlarla kapamışlardı. Fakat şehrin ortasında
bulunan ve yeni yetişmekte olan memur sınıfının bitki kül-
türünü artırmak amacıyla yapılan büyük bir park her yeri
çamura buluyordu. Bu parkın ortasında, tıpkı kumsal bir
deniz kıyısı gibi sığ başlayan ve gittikçe derinleşen, beton
zeminli bir büyük havuz vardı. Selim’in deniz-havuz adını
verdiği bu su kütlesinin derinliği belki bir adam boyuna
ulaşıyordu. Pisliği nedeniyle dibi hiçbir zaman görünmedi-
ği için derinliğini tam bilmeye imkân yoktu. O sıralarda ka-
nalizasyon da bir ırmak gibi ana caddenin yanında, açıktan
akardı. Irmak-kanal, yer yer deniz-havuza çok yaklaşıyor,
çıkan kokunun hangisine ait olduğu anlaşılmıyordu.
Selim, kurbağa yavrusunun nasıl bir şey olduğunu, de-
niz-havuzun kıyısında, hareketli virgüllere benzeyen mil-
228
yonlarca kara yaratığı görerek öğrendi. Umumi helayı da ilk
defa parkın giriş kapısının yanında gördü. İlgililer, parkın
gizli köşeleri kirletilir endişesiyle giriş kapılarından dördü-
nün yanına bu tek katlı çirkin yapıları yerleştirmişlerdi. He-
laya girişin paralı oluşu yüzünden birçok serserinin bu me-
deni yapıdan yararlanamaması, parkın gizli köşelerini gene
pislik içinde bırakmalarıyla sonuçlandı. Kurbağa yavrusu
ve umumi heladan başka öğretici çok şey vardı parkta. Bü-
tün bitkilerin yanına Latince adları yazılmıştı. Ayrıca bir de
Sağlık Müzesi vardı ki Selim, frengi yüzünden erkeklik or-
ganı kopmuş alçıdan heykeli görmemek ve müzenin arka-
sından gelen pis kokuları duymamak için -bütün serseriler,
Sağlık Müzesinin arkasını, kimse gelmiyor diye, açık hava
helası yapmışlardı- oraya pek gitmezdi.
Deniz-havuzun ortasında ikisi birbirine çok yakın olan
üç ada vardı. Küçük adalar arasında demir bir köprü yapıl-
mıştı. Büyük adaya ise karadan bir beton köprüyle geçili-
yordu. Büyük adanın üzerinde yıllardır bitmeyen bir ‘Göl
Gazinosu’ yapılıyordu. Bazıları bu gazinoya Deniz-Park ga-
zinosu denmesinin daha uygun olduğunu ileri sürüyorlar-
dı. Orta sınıf halk deniz-havuzu, saati bir liraya kiralanan
kayıklarla gezebiliyordu. (Adalara çıkmak yasaktı. Düdük
çalan ve küfür eden bekçilerden geçilmiyordu.) Zenginler
ve büyük memurlar için de Büyük Adanın yanında “Yelken
Kulübü” ya da “Deniz Kulübü” gibi bir adı olan bir tesis ya-
pılmıştı. Bu vatandaşlar da “Kayıkhane”den çıkarılan kotra-
larla deniz-havuzu dolaşıyorlardı. Burada ayrıca, birtakım
aletlerle kürek çekiyormuş gibi yapan gençler vardı.
Suyun renginin denizi hatırlattığı pek söylenemezdi. Ha-
vuz boşaltıldığı zaman, Türk olmadıkları söylenen bazı er-
ler, uzun paçalı donlarla, dibindeki çamuru boş yere temiz-
lerdi. Su dolar dolmaz deniz-havuz gene eski rengini alırdı.
Parkın kaç kapısı olduğu hakkında çeşitli söylentiler var-
229
dı. Kimse çevresini tam dolaşmadığı için kesin bir sayı elde
edilememişti. Denildiğine göre bazı kapılar, kullanılmadık-
ları için kapatılmış ve zamanla yabani otlar arasında kay-
bolmuştu. Parkta çeşitli yapılar vardı. Latince bitkilerin en
sık olduğu yerde bir pisuar yapılmıştı. Üstü sundurma kap-
lı ve dört tarafı açık bir yapıydı bu. Ortasından yelpaze gibi
açılan düşey teneke levhalar -halk buraya rağbet etmediği
için- zamanla cinsel resimlerin teşhir edildiği panolar ola-
rak kullanılmaya başlanmıştı. Selim, cinsel birleşme konu-
sunda ilk ve yanlış bilgilerini buradan edindi. Cinsel ilişki
resimlerinin sınıfta yalnız mutlu bir azınlığın elinde bulun-
ması nedeniyle de uzun yıllar bu yanılmalarını düzeltmek
imkânını bulamadı. Pisuardaki paslı tenekeler üzerinde
kurşunkalemle çalışmak zorunda kalan bu ilkel sanatçıların
hayati mesele hakkındaki bilgileri de Selim’inkinden pek
fazla değildi. Resimlerin kadın ve erkek kahramanları, ara-
larında geçen olay hakkındaki duygu ve düşüncelerini,
ağızlarının yanına çizilmiş dairelere yazılan ve okunması
zor sözlerle ifade ediyorlardı. Gazetelerdeki resimli roman-
lara benzeyen teneke levhalardaki bu resimlerin, bütün il-
kelliklerine rağmen, okuyucuyu etkilemediği, onu heye-
canlandırmadığı söylenemezdi.
Parkı ilginç duruma getiren başka bir özellik de park ze-
mininin her noktada aynı seviyede olmamasıydı. Parkın
esas girişiyle deniz-havuz arasında yapılan uzun ve dar be-
ton, çağlayanlar dizisinin tabanını teşkil ediyordu. Böylece
deniz-havuza, parkın kapısından gelen coşkun sular dökü-
lüyordu. Çağlayanın çevresine çay bahçeleri yapılmıştı. Ay-
rıca bir iki gazino vardı. Yalnız, ortalıkta serserilerin dolaş-
ması nedeniyle bu gazinolara aile kadınları getirilemiyordu.
Altın dişli bazı taşra zenginleriyle, sarhoş olunca çantayla
garsonların kafasına vuran kadınlar görülüyordu buralarda.
İyi niyetle başlayan her teşebbüs gibi, parkı geliştirme işi
230
de kötüye gitmeye başladı böylece. İyi niyetli insanlar bu
duruma çok üzüldüler; parka gelmez oldular. Oysa park
onlar için yapılmıştı. Bu arada vatandaşlar da halkın parkı
daha fazla tahrip etmemesini isteyen şikâyet mektupları
yağdırmaya başladılar. Yetkili makamlardan ilgi bekliyorlar-
dı. İlgililer önce çok kızdılar. Sanki park bu duruma bir
günde mi gelmişti? Daha önce akılları neredeydi? Parklar
ve Bahçeler Müdürlüğü sorumluluğu kabul etmedi. Koru-
ma görevinin Belediyeye ait olduğunu bildirdi. Belediye de
sağlıkla ilgili tedbirlerin Sağlık Müdürlüğü’ne ait olduğuna
karar verdi. Sağlık Müdürlüğü de önce Sağlık Müzesini ka-
pattı. Sonra da deniz-havuza tonlarca ilaç boşaltıldı. Havu-
zun rengi gene değişti ve yüzeyini yağlı bir parlaklık kapla-
dı. Sandalların ve kotraların teknelerinde, suya değen kı-
sımlarında yeşil çizgiler meydana geldi. Deniz Kulübü, Yel-
ken Kulübü gibi bir adı olan yer kapandı. Yerine semaverli
çay bahçesi açıldı. Kurbağalar öldü. (Ölülerin temizlenmesi
hiçbir zaman tam bitirilemedi.) Bekçilere tabanca dağıtıldı.
(Pinus pinealis altında sevişen bir çifte ateş ettiler.) Bir ban-
ka, bankları yeniledi. Çamur... çamur öylece kaldı.
Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...
Tarih bir tahriften ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe
uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar
gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil. Selim,
ılık bir sonbahar gecesi, ya da rüya oldukça uzun olduğu
için, birkaç ılık sonbahar gecesi, aşağıda, ana çizgileriyle
yeniden yaratmaya çalıştığımız rüyayı gördü:
Bir Alman tayyaresiyle şehrin üzerinde uçuyoruz. Yanım-
da Hitler var. Bir Alman keşif tayyaresiyle uçuyoruz. Uçağın
gövdesi gamalı haçlarla dolu. Spitfire kelimesi kulaklarımda
231
çınlıyor. Olamaz, diyorum. Oturduğumuz apartmanın üstü-
ne geldik. Ben aynı zamanda, uçağı balkondan seyrediyo-
rum. O zamanlar, uçak kelimesini henüz zarfların üzerinde
kullanıyoruz. “Almanlar geliyor baba!” diye bağırıyorum.
Babam da: “Onlara yeni harp ilan ettik; elbette gelecekler,”
diyor. İçerideki misafirlerin ne olacağını soruyorum. Ba-
bam: “Hitler, anlayış gösterir,” diye karşılık veriyor. Balkon-
dan içeriye giriyorum. Odada, çeşitli seviyelerde (tavana
kadar) insanlar bulunuyor. Abdülhakhamit (tek gözlüğün-
den tanıyorum), ayağa kalkarak bana yaklaşıyor; herkesin
rolünü ezberlediğini ve provaya başlayabileceğimi söylüyor.
Kalabalıktaki insanları -herkes rolünü söyledikçe- birer bi-
rer seçiyorum:
ABDÜLHAKHAMİT: Elli kadar Türk büyüğü (ve Osman-
lı büyüğü sesleri) burada toplanmış bulunuyoruz (toplantı
değil içtima sesleri). Sözümü kesmeyin. Ben elimden geldi-
ği kadar Türkçeleştirilmişgibigillerden biri olarak davran-
maya çalışıyorum. Lehavle.
SUFLÖR: Müzekkerdir: Lahavle.
ABDÜLKADİR: Burjuvalar, burjuvalar.
MAKSİM GORKİ: Küçük.
ALPASLAN: Sekiz yüz seksen yaşında olmam ve Malaz-
girt vaziyeti dolayısıyla ve en yaşlı üye sıfatıyla oturumu
açıyorum.
HİTLER: Türk misafirperverliğinin bir örneğini daha
gösterdiniz. Bu vesileyle, ölmüş bulunanlar için sizleri beş
dakikalık saygı duruşuna çağırıyorum.
(Rüya zaman birimiyle dört milisaniye süren beş daki-
kalık saygı duruşu)
KALABALIK: (Gülmeyelim sesleri).
HİTLER: Teşekkür ederim.
TERCÜMAN: Danke sehr.
232
FUZULİ, BAKİ ve NEDİM: Biz Türk şiirinin üç gülüyüz,
has bahçenin bülbülüyüz.
SUFLÖR: Düldülüyüz.
TÜRKBARIŞGÜCÜ: Burada toplanmaktan sosyalizmse
maksadınız, onu tarihler içine sığdıramayız.
TÜRKMÜTEFEKKİRLERCEMİYETİGENELİDAREKU-
RULUÜYELERİ (hep bir ağızdan): Korsanlar.
ABDULLAHZİYA: Türk.
SELİM: Hep bir ağızdan konuşmayalım.
ABDÜLHAKHAMİT: Bir teklifim var. Önce marşımızı
söyleyelim.
(Hep birlikte, “Hamsi koydum tavaya” türküsü marş
şeklinde söylenir.)
(Alkışlar)
HİTLER: Aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum. Bü-
yükelçiye de söylemiştim. Bu münasebetle şurasını da belir-
teyim ki yaptığımız yeni yollarla Almanya’yı bir baştan
öbür başa donattık. İşsizliği ilga ettik. Türkçe’yi yardımcı
dil olarak okutuyoruz. Her şeyimiz çok sağlamdır. Biz de si-
ze hayranız.
OSMAN HAMDİ BEY: Bize daha çok traktör gönderiniz.
MIZRAKSARSAN: Abdülhak Hamit’i okuyarak yeni dü-
zenler kuruyorum. İltica ettiğimden beri gerek ilgililerden
ve gerek sayın halkınızdan gördüğüm yakınlık, bu ülkenin
ihmal edilmiş ve toprak altında yatan milli servetlerine ve
onlarla birlikte yatan aziz şehitlerine saygıda kusur etme-
den ve onları incitmeden yaşamak hususunda bana güven
veriyor. Geçen gün Namık Kemal’le konuşuyorduk. Ona
dedim ki: “Böyle giderseniz, yakında Türkçeleştirmediğiniz
bir şey kalmayacak.”
NAMIK KEMAL: Sataşma var. Söz istiyorum.
ALPASLAN: Sayın delege iltifat buyuruyorlar. Sözlerini
tavzih etsinler.
233
OSMAN HAMDİ BEY: Bize daha çok yağlıboya fırçası
gönderiniz. Sözlerim yanlış anlaşılmasın.
ABDÜLKADİR: Sosyalizm, ülkenin gerçeklerine eğilmek
üzere, ilk defa böyle bir kalabalık önünde tartışılmaktadır.
Kimseden korkunuz olmasın.
NAMIK KEMAL: Peki, ya Kemalizm?
SELİM: Uzlaştırıcı bir formül teklif ediyorum. Bu toplu-
lukta, bazı eski tüfekçilerin bulunması, bazı art niyetlileri
tedirgin ediyorsa, buyursunlar gitsinler.
MIZRAKSARSAN: Benim hakkımda da dedikodu yapı-
yorlar.
ABDÜLHAKHAMİT: Ayıp, ayıp... Ne kadar ayıp. Bu ka-
dar döviz sarfıyla getirilen ve bunca emeklere...
ABDÜLKADİR: Milletlerarası yardımlaşma fonundan ge-
tirilmiştir. Tek kuruşumuz dahi yurt dışına çıkmamıştır. Ay-
rıca, bunca yıldır bu uğurda savaşmış kardeşlerimizi mu-
aheze etmeyi çirkin buluyorum.
BURHAN: Benim başkan olmam normaldir. Bu insanları
bir araya toplamayı ilk önce Selim düşündüğüne göre...
BELEDİYEDEN BİR YETKİLİ: Yerlere tükürmeyin.
MECLİSİMEBUSANÜYESİ: Gizli çalışmalardan hayır gel-
mez. Gençler şurasını iyi bilmelidirler ki bu yere kolay vasıl
olmadık. Padişahımızın iradesini küçümseyenlerin sonu
hüsran olacaktır. Bu sözler bana eski bir hatıramı...
ALPASLAN: Bir görevli geldi; aramızdan biri 1908 plakalı
arabayı kapının önüne usulsüz park etmiş..
(Hoparlörden bir ses duyulur: 1908 numaralı arabanın
sahibi erkekse lütfen dışarı gelsin. Her kafadan bir ses
çıkar. Toplantıyı dinleyici locasından takip eden bir kı-
sım işportacılar kaçışır; polis geliyor sesleri. Bir deli-
kanlı yerinden fırlar.)
DELİKANLI: Şimdi haber aldığımıza göre kapıda birta-
kım... (Heyecanından sözünü bitiremez. Yuh sesleri. Kapı
234
bir tekmeyle açılır ve içeriye beraberindeki zevatla birlikte
devrin başbakanı girer.)
DEVRİNBAŞBAKANI: Benden çekinmeyin arkadaşlar.
Ben de bir vatandaşınızım ve şu anda aranızda misafir ola-
rak bulunuyorum. Gönül isterdi ki ben de sizler gibi yol-
dan geçen her vatandaş gibi, aranıza katılabileyim. Fakat
hususi kalem müdürü, dilekçeleriyle kapıda bekleyen birta-
kım çilekeşlerin bulunduğunu haber verdi. (Açık duran ka-
pıdan vatandaşlar, ellerinde dilekçeleriyle içeri dolarlar.
Banka defterlerini çıkarırlar, başbakan onlara imza dağıtır.
Polis de, kalabalığı dağıtır.)
ALPASLAN: Bu hususi bir toplantıdır. Sayın başbakan, si-
zi lütfen toplantıyı terke davet ediyorum. Vilayetten izin al-
dık. (Elini koynuna sokar ve Kutadgu Bilig’in ciltli ve tıpkı-
basım bir nüshasını çıkarır. Başbakan çıkar. Alkışlar.)
BURHAN: Nerede kalmıştık?
ABDÜLHAKHAMİT: Bu çatının altına siyaset sokmayın.
BİR ÇOCUK: Sayım suyum yok.
(Bu çocuğu içeri kim soktu sesleri. Devrinbaşbakanı
girer ve çocuğu elinden tutarak götürür.)
ŞÜKRÜ: Bizim de kongreye bir teklifimiz var. Anayasanın
madde madde yorumlanmasını istiyoruz. O zaman görüle-
cektir ki bizce isimleri malum olanların düşündüğünün ter-
sine, anayasa işportacılara geniş hak ve yetkiler tanımakta-
dır. Paris’te doktora yaptık diye ortaya çıkanların maskesi
bu sayede düşürülecek ve emekçiler kendi kaderlerine sa-
hip çıkacaklardır. Buraya kumda oynamaya gelmediğimizi
herkes kafasına iyice yerleştirmelidir.
SELİM: Peki, ya Dostoyevski?
MİSTERPARKHAYD: İngiltere’de bu konular serbestçe
tartışılabilir.
ALPASLAN: Daha söz isteyen çok delege var. Konuşma-
nızı kısa kesin.
235
DELİKANLI: Ben buraya geldiğimde... (Heyecanından
konuşamaz.)
TÜRKMÜTEFEKKİRLERCEMİYETİGENELİDAREKU-
RULUÜYELERİNDENBİRİ: Arkadaşlarım adına size şu
açıklamada bulunacağım. Biz esas itibariyle bu teşebbüse
karşı değiliz. Yalnız, bilmek istediğimiz bazı hususlar var.
Bir kere, tarihimize saygılı kalınacak mı, bunu bilmek isti-
yoruz. Saniyen, bir referandum yapılarak buradaki delege-
lerin umumi temayüllerinin öğrenilmesinde sayılamayacak
faydalar mülahaza ediyoruz. Böyle hayırlı bir teşebbüsün
karşısında olmak aklımızdan ve hayalimizden geçmez, geç-
memelidir. (Bu iş reyle hallolmaz sesleri. Soldan alkışlar.)
Fakat zaten sınırlı olan gücümüzü böyle olur olmaz teşeb-
büslere harcamak taraftarı da değiliz. Bir komisyon seçelim,
her defasında bütün arkadaşları buraya çağırmak külfetin-
den kurtuluruz, onlar da gelmek zahmetini ihtiyar etmez-
ler. Sonra, yurdun muhtelif bölgelerinin nabzını yoklayarak
bütün temennileri bir merkezde toplarız. (Delikanlı yerin-
den fırlayarak kürsüye yaklaşmak ister. Genel idare kurulu
üyeleri kendisini tutarlar. Maksim Gorki, konuşmacıyı kür-
süden indirerek yerine geçer.)
MAKSİM GORKİ: Arkadaşlar, her ne kadar konulara ya-
bancı isem de kitaplarımdan beni gayet iyi tanırsınız. Biraz
önce bir arkadaş Dostoyevski’den söz açtı. (Selim, gösteri-
len ilgiye, başını sallayıp gülümseyerek mukabelede bulu-
nur.) Ben de sözü oraya getirmek istiyordum. Artık, roman
ve romancılarla bu işi yürütmenin modası geçti arkadaşlar.
Onların başımızın üstünde yeri var.
ŞÜKRÜ: (Oturduğu yerden): Yok.
ALPASLAN: Konuşmacıya müdahale etmeyelim. Size bir
ihtar veriyorum. (Dışarı at sesleri)
MAKSİM GORKİ: Bize nasihat vermeyiniz, yol gösteriniz.
OSMAN HAMDİ BEY: Traktörler hakkındaki sözlerim
236
yanlış anlaşıldı. Söz istiyorum.
MAKSİM GORKİ: İkide birde sözümü kesmeyin. Bakıyo-
ruz, bu ülkenin iyiliğini isteyenler bir araya geliyorlar, iyi ni-
yetlerini birleştirmek için bir araya geliyorlar, sonra birta-
kım tariflerde anlaşamadıkları için her biri bir tarafa gidiyor.
DELİKANLI: Arka sıralarda kaça kaç oynayanlar var.
BURHAN: Sağduyuya ihtiyacımız var.
YENİKUŞAKTANBİRGENÇ: (yerinden kalkarak): kitabı-
mız yok.
MiMAROLDUĞUSONRADANANLAŞILANBİRGENÇ
(oturduğu yerden): Uçak sanayiinde dönen dolapları anlat-
mak istiyorum. (Konuş konuş sesleri) Bildiğiniz gibi uçak
üç kısımdan ibarettir: kanat kısmı, gövde kısmı ve kuyruk
kısmı. Alman aleyhtarı bir filmde...
SUFLÖR (yavaşça): Amerikan aleyhtarı.
MİMAROLDUĞUSONRADANANLAŞILANGENÇ: Sov-
yet aleyhtarı bu filmde, Naziler yeni bir bomba icat ediyor-
lar ve uçağın gövdesiyle birlikte...
HİTLER: Herkes sıkıldı. On dakikalık ara verilmesini
teklif ediyorum.
(Herkes paketlerini açar, haşlanmış yumurta ve Çem-
berlitaş turşusu yerler.)
ALPASLAN: Oturumu yeniden açıyorum. Yoklama yapa-
cağım.
SUFLÖR (Yalnız Alpaslan’ın duyacağı yavaş bir sesle):
Aman yapmayın. Herkes gitti.
ALPASLAN: (Yavaşça suflöre): Nasıl olur? Ben kimseyi
görmedim.
(Oda yavaş yavaş aydınlanır. Selim, bütün delegelerin
aydınlıkta yerlerini aldıklarını görerek rahat bir nefes
alır.)
ZİYA GÖKALP: Herkes okuma kitaplarını getirdi mi?
(Selim’e dönerek) Sizin kitabınız nerede? (Selim telaşla bir
237
kitap uzatır, hayretle bunun Türk Meşhurları Ansiklopedisi
olduğunu görür.)
ZİYA GÖKALP (Tekrar): Bakanlık müfettişi olmam dola-
yısıyla bana biraz daha saygı göstermeniz gerekirdi.
SELİM: Ben sizin adınızı duydum sadece. Bir de tesadüfen
bir şiirinizi okudum. Fakat burada göreceğimi bilseydim...
DELİKANLI (arkadan): Biz burada gayet iyi anlaşıyoruz.
ZİYA GÖKALP: Kitaplarınızın iki yüz elli altıncı sayfasını
açın. Alıştırma yapacağız.
SELİM: Ben üniversiteyi bitirdim. Artık bu konuda yeni-
den imtihan edilmesem iyi olur.
OSMAN HAMDİ BEY: Diplomanızda bazı yanlış harfler
görüldü. Bu yanlışlığı izah etmek üzere söz istiyorum.
NAMIK KEMAL: Osmanlı hanedanının şu andaki duru-
mundan bahsetmek istiyorum. Yavuzların, Kanunilerin to-
runları bugün gurbet ellerde fakrü zaruret içinde bulun-
maktadır.
ARKADANSESLER: Yüzbin geliyor. Yol açın.
(Bizi sattınız, alçaklar, dönekler sesleri. Yüzbin girer.)
YÜZBİN: Beni reddetmeden iyi düşünün. Bu parayla iki
yüz tane masa ya da beş yüz tane sandalye ya da elli bin
Kastel kalem alabilirsiniz.
DELİKANLI (arka sıralardan kalkarak öne doğru yakla-
şır. Ağzında sigara, elinde, saklamaya çalıştığı iskambil kâ-
ğıtları vardır): Bu teklifi daha iyi incelemek için hesap ma-
kineleri gelsin. (Hesap makineleri gelir.) Bu arada sizlere...
(dili dolaşır, susar.)
(Bir süre yalnız hesap makinelerinin sesi duyulur.)
YÜZBİN: Benim de ileri sürmek istediğim bazı şartlar var.
BURHAN (aceleyle): İki gruptan her biri, kendi araların-
dan üçer kişi seçsin. Ben de başkan olarak sizleri, uzlaştır-
mak amacıyla yarın saat ikide Hitler’in yazıhanesinde topla-
yacağım.
238
HİTLER (ağlamaklı bir sesle): Bu benim için bir şereftir.
Kahve mi içersiniz çay mı?
YÜZBİN: Durumu açık olarak anlatamadım galiba.
DELİKANLI (şarkı söyler): Gemilerde talim var, Kumar-
da talihim var.
(Kapı açılır: içeri, iki resmî, bir sivil, bir de kıyafet de-
ğiştirmiş polis girer.
Yüzbini yakalayıp götürürler. Sahteymiş, kendine yüz-
bin süsü vermiş sesleri.)
ABDÜLKADİR: Ben bunun böyle olacağını bilmiştim. Za-
vallı kızın durumu ne olacak şimdi? (Aklını başına topla-
mak için saçlarını tarar.)
ARTIKMİMAROLDUĞUANLAŞILANGENÇ: Dönen do-
lapları izah etmek istiyorum.
OSMAN HAMDİ BEY: Bir yanlış anlaşılma oldu. Söz isti-
yorum.
YÜZBİN (bir an kapıda görünür.): Vatan sağ olsun.
ABDÜLHAKHAMİT: Şimdi buradaydı, gitti elden.
HİTLER (ağlar): Ben yaptım, siz yapmayın: yeni bir sava-
şa engel olun.
FUZULİ: Bizim burada kalmamız artık gerekli değil ga-
liba.
BAKİ: Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
NEDİM: Gemilerin ipleriniibrişimdenyelkenleriniatlas-
tanlazımlıklarınıaltındankürekleriniabanozdandümeninina-
zariyedenkıçkasarasınıaltıdokuzluk... (Susturamazlar, ken-
di kendine devam eder.)
SUFLÖR: Hep bir ağızdan marş söyleyin.
ŞÜKRÜ: Emekçilerin yedekçileri olan sizler, sizlere sesle-
niyorum: Yalnız Dostoyevski’yle yaşanmaz.
MASKİM GORKİ: Bana sen diyemezsin.
ALPASLAN: Susun susun susun.
DELİKANLI (ayılmış): Aramızda polis var. Bütün söyle-
239
nenleri kaydediyorlar, dosyaya geçiriyorlar. Dosyası olma-
yana yeni dosya açıyorlar.
NAMIK KEMAL: Yeni dosyalar için üç vesikalık fotoğraf-
la bir tercümeihal lazımmış.
(Herkes üçer fotoğrafla birer tercümeihal verir. Polisin
önü kalabalıklaşır.)
POLİS: Sıraya girin, birer birer müracaat edin. İtişmeyin.
KALABALIĞIN ÇIKARDIĞI GÜRÜLTÜ, GİTTİKÇE
DAYANILMAZ BİR HAL ALIR. KALABALIKTA DAL-
GALANMA BAŞLAR. BOĞULUYORUZ PENCERE
AÇIN SESLERİ. PENCERE AÇIN. HİÇ OLMAZSA HA-
VA DEĞİŞSİN. HERKES İTİŞE KAKIŞA KAPIYA KO-
ŞAR. YERE DÜŞENLER, EZİLENLER, KARIŞIKLIK.
BEŞİNCİ ŞARKI
Mısra 542: .....tunç devri
Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın
kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir al-
tın devri olacaktır. Bir kısım ilahiyatçılara göre bu devir,
İsa’nın İkinci Gelişi’yle aynı zamana rastlayacaktır.
Tunç devrinde insanlarımız arasında, birinci sınıf vatan-
daş, ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım or-
tadan kalkacaktır.
Umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan
gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.
Şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. Bozuk para bulun-
duracaklardır.
Köylüler, en kalın elbiseleriyle, güneş altında çömelerek
saatlerce devlet kapısında beklemeyeceklerdir.
Apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir.
240
Kalabalık caddelerde oyuncak satan esmer adam, kemer
satan ve olduğundan yirmi yaş fazla gösteren adam ve kü-
çük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası
yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhaneler-
de fıstık satan gözlüklü genç adam ve gene meyhanelerde
kasap oyunu oynayarak hayatını kazanan Koço ve artık
yaşlandığı için rakı isteyince şarap getiren garson Tanaş, bu
zavallı durumlarından kurtarılacaktır.
Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyen-
ler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar ol-
mak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hu-
kukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgâhtar, adam olmak
isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil ol-
mayacaklardır.
Delilerle alay edilmeyecektir. Mahalle çocukları böyleleri-
nin peşine takılmayacaktır.
Para kazanamayanlara serseri denilmeyecektir.
Babalar, kızlarını her çeşit insana vereceklerdir.
Sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir.
Çocuklar, masallarla ve Allah’ın vereceği cezalarla korku-
tulmayacaktır.
Taşradan gelenler, şehirde doğmaktan başka meziyetleri
olmayanlar tarafından hor görülmeyecektir.
Kurnazlık ortadan kalkacaktır. Bu konuda sıkı tedbirler
alınacaktır.
Yüreğimizi ezen bu sıkıntı, başımızdaki bu ağırlık kalka-
caktır.
O zaman, bin yıllık saltanat başlayacaktır. Bin yıl daha
sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir.
Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha, bin yıl daha...
241
Mısra 595 : Çare yok dünyadan gideyim gayrı
Çare.......... bulunacaktır.
Açıklamalar burada bitiyor. Gerek şarkılarda, gerek açık-
lamalarda sözü geçen insanlar, yerler, tarihî ve günlük olay-
lar, gösterilen kaynaklar, ileri sürülen düşünceler, yapılan
benzetmeler, anlatılan şehirler, ispat edilen nazariyeler, va-
zedilen kanunlar tamamen hayal mahsulüdür. Uydurmadır.
Bunların içinde gerçek hayattaki yerlere, insanlara ve olay-
lara benzeyenler varsa, tesadüften ibarettir ve kimsenin
üzerine alınmaması gerekir. Yalnız, yazar, bu satırların mü-
ellifi olduğuna göre, istese de istemese de vardır ve gerçek
hayatta mevcuttur. Fakat, içinde bulunduğumuz gerçek ha-
yatta yaşayıp yaşamadığı ve başına gelenlerin gerçekten
olup olmadığı hususunda bir şey söylenemez. Belki, yaşadı-
ğını sandığı hayat bir rüyadan ibarettir ve uyandığı zaman o
da bütün gerçekleri görecektir; ya da herkes uyumaktadır
da onun yaşadıkları gerçektir. Yazar da bir gün onlar gibi
uyuduğu zaman herkesin gerçek sandığı rüyaları görecek-
tir. Belki dün rüya görüyordu, belki bugün rüya görüyor,
belki yarın rüya görecek. Belki dün yaşıyordu, belki bugün
yaşıyor, belki hep yaşayacak.
Dostları ilə paylaş: |