deep-freez’e: önce bir güzel çürütüyorum. Yoksa, bizim ka-
sapların eti yenmez: kokar. Karım da yol kenarından dağ çi-
çekleri toplar. Solmayan cinsten. Onları boyuyor, düzenli-
yor: aylarca dayanıyor, bozulmuyor. Ben, yavaş kullanırım
arabayı. Hem tehlikesizdir, hem de başka vasıtaların tozunu
yemekten kurtulurum. Bile, cennet gibidir şimdi. Tamam,
buldum! Siz iki yıl önce Basafra’da değil miydiniz? Çok iyi
hatırlıyorum. Deniz tüfeğiniz vardı. Doğru: dalmaya merak-
lıyımdır. Oldu! Avrupa’dan yeni getirmiştiniz. Dalma ta-
kımları da almıştınız. Otelin terasında görüştük. Gazeteci-
likten zengin olan Cemal vardı yanınızda. Evet, eskiden ta-
nırım; zengin olmadan önce. Tabii, neler yaptığını bilirsi-
niz. Bilmez miyim? Neyse geçelim. Dalkavukları toplar çev-
resine. Fakat, yeni aldığı İmpala’yı gördünüz mü? Enfes.
Yüz yetmiş beş bin verdiği doğru mu? Yok canım, daha ne-
ler? Gümrükte bir tanıdığım var: ondan öğrendim. Olamaz.
Fikret de yeni geldi Avrupa’dan. Almanya’dan yirmi bin
marka alınıyormuş: acente teslimi. Yalnız, siz markı kaçtan
hesap ediyorsunuz? Üçten diyelim. Bulamazsınız. Ben arı-
yorum da, varsa hemen alırım. Ben o kadar kesin bilmiyo-
rum. Bizim yollar için biraz lüks sayılır. Köşelerden dön-
mez. Doğru. Birlikte motor gezisine de çıktık. Bu kadar pa-
rayı nereden buluyor Cemal? İki yüz bine alınmaz o motor.
İki şişe de viski içmiştik motorda. Dün gibi hatırlıyorum.
Sonra, kimsenin bilmediği bir koydan denize girdik. Yazık
ki makinemi yanıma almamıştım. Nefis bir koydu. Sizin
makineniz ne marka? Bilinen bir marka değil, Japonya’dan
özel olarak getirttim. Bu Japonlar harika insanlar. Bir maki-
ne yapmışlar: insanın aklı duruyor. Contraflex’le çekemez-
siniz, onunla çektiğiniz resimleri. Kabul ediyorum. Cont-
raflex’in de üstün tarafları var. Fakat bununla çektiğim re-
337
simleri göreceksiniz. Harika! Hiçbir makineye değişmem.
Ben, resim çekmeye çok meraklıyım. Bütün Avrupa, Ameri-
ka, Asya, Afrika, Antartika ülkelerine yazdım; kataloglar
getirttim. Adamlar çok ilgi gösterdiler. Teypimi de öyle ge-
tirttim. Benimki ST 527. On iki hoparlörlü. Bütün sesleri
ayırıyor. Mesela bir senfoni dinleyeceksiniz. Kemanlar ma-
sanın üstünde çalıyor, nefesli sazlar kütüphanenin üstün-
den geliyor; kontrbaslar büfenin içinden çıkıyor. Benim
radyom da komple: teyppikapradyodikişmakinesielektrikü-
tüsü bir arada. Titreşim olmasın diye altına iki metre beton
döktürdüm, altı kat tecrit yaptırdım. Bir mikrofona altı yüz
dolar verdim. Bir anten yaptırdım: komşular, çatının üstüne
bir kat çıkıldı sanmışlar. Plaklar çizilmesin diye günde üç
kere üstlerini süpürüyor karım. Ayrıca, bir filmçekmemaki-
nemiz, yıkarkuruturütüleryerleştirir bir çamaşır makinemiz
var. Almanya’dan bir sigara kutusu getirdim: kapağını açın-
ca Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi çalıyor sonuna ka-
dar. Evet, aletle öğünmek, diyor Turgut buna. Bir vidasını
bile siz yapmadınız, bu kadar gururlanmaya ne hakkınız
var? diye tepiniyor. Onun teypi küçük model galiba. Sesi
iyi çıkmıyor değil mi? Ben de aynı fikirdeyim. Benim de öy-
le bir radyom vardı: satmak zorunda kaldım sonunda. Bir
de çok hızlı araba sürüyor. Onlarla bir yere giderken yarım
saat geç giriyorum kasabaya. Bir gün bir kaza yapacak. Yap-
tı bile. Bütün ön takımı yenilettiler. Arabası ne marka? Yok
canım, küçük bir otomobil: markası bile yok. Zaten, acemi
insan yeni araba almamalı. Arabadan hayır kalmıyor. Ona
da bir şey söylemeye gelmiyor ki. Böyle giderse araba onu
bir gün yolda bırakacak. Evet, bir gün arabayla yolda kala-
cak. Emniyet kemeri de takmıyor. Demek, mucize kabilin-
den kurtulmuşlar. Demek Akçapakça yolunda olmuş kaza.
Kırk altıncı kilometrede. Hızlıırmak köprüsüne varmadan
önce. Yolu iyi bilmek gerek. Herdek sapağından önce. Ben
338
yanıma her zaman bir harita alırım. Yoldaki bütün işaretlere
dikkat ederim. Cahil millet. Ne yapacağı belli olmaz ki. Al-
manya’da değilsin ki. Ne güzel yollar yapmış adamlar. Yol
kenarında park yerleri; tuvaletler de koymuşlar. Sen şeyini
yaparken Bizet’nin Carmen Operası çalıyor. Bizde boyuna
toz yutarsın. Bizim yollarda iki saat gideceğine, otobanda
iki ay araba kullan daha iyi. Daha az yorulur insan. Hitler
yapmış. Bir de adamı beğenmeyiz. Ben, sabah kahvaltısını
Münih’te yaptım, öğle yemeğini de Bonn’da yedim. Yavaş
gitmeye gelmiyor. Arkadan gelen arabalar tamponuna takıp
götürüyorlar seni. Fakat ben de son defa, Ankara-İstanbul
yolunu beş saatte aldım. Biz de Bile’ye kırk dakikada gittik.
Bütün yollar böyle olsa... Sonra yavaşladım: arabada bir ses
vardı. Yerini bir türlü bulamadım. Motordan mı geliyordu?
Daha yeni revizyondan çıktı. Elli bin kilometrede. Sıfır ki-
lometrede almıştım. Yağ değiştirmeli. Keçeler yağ kaçırıyor.
Çocuk gibi itina ediyorum. Her akşam, üstünü örtüyorum,
altını değiştiriyorum.
12
Yalnız hayallerle beslenen bir arkadaşlık ne kadar kısa sü-
rüyordu. Günlük meselelerin çözülmesinde bir hayalin ne
faydası olabilirdi? Zavallı bir ruh, insanı nereye götürebilir-
di? İnsanın ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilirdi? Her gün kar-
şınıza çıkan canlı, elle tutulur varlıklarla bir ruh nasıl başa
çıkabilirdi? Bir ruhla yaşamak, tek başına yaşamak gibi, ha-
yal gücü isteyen davranıştı. Uykusu gelen bir insanın, uya-
nık kalmak için boşuna harcadığı bir çabaydı. Sonunda be-
den, arzulara boyun eğiyordu. Karısını, arkadaşlarını, işini
yok sayarak soyut bir yaşantıyı sürdürmesi ne kadar zordu.
Bütün olaylar, kendi kanunlarına uygun bir düzenle onu
alıp götürüyordu. Sonra... sonra birdenbire o mektup geldi.
339
Hayır, mektup değil, küçük bir not, önemsiz bir hatırlatma.
Bir akşamüzeri, yazıhaneye döndüğü zaman, odacı, ikiye
katlanmış küçük bir kâğıt parçası uzattı Turgut’a. “Sizi bir
hanım aradı,” dedi. “Genç bir hanım.” Yazıhaneye oturdu,
alışkın bir hareketle kâğıdı açtı. Her zaman ona bırakılan
notları açtığı gibi. Nermin’in bir arkadaşı olmalı. Ya da der-
neklerden biri için bağış isteyen sosyetik bir bayan. Kâğıtta
ince, düzgün bir el yazısıyla iki satır:
Selim’in bir arkadaşıyım.
Sizinle görüşmek isterdim.
Ne imza, ne adres. Selim’in arkadaşı. Bir kadın. Hemen
odacıyı çağırdı. Hiçbir şey söylemedi mi? Hayır. Sizi biraz
bekledi. Gene ararım, dedi. Selim. Selim Işık. Süleyman
Kargı. Metin. Kaybolan hayaller. Ben neredeyim, ne yapıyo-
rum? Bütün bunlar ne demek? Kendini toparlayamıyordu.
Unutulan bir borcun hatırlatılması. Elini alnına vurdu. Bir
zamanlar, bir yerlerde, birtakım olaylar olmuştu. Bana bir-
takım sözler söylemişlerdi. Günler geçti hayır, aylar oldu.
Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaya çalıştı. Hayır, unut-
madım: ben de tam sizi aklımdan geçiriyordum; tam, artık
merak etmeye başladım, diyordum. Daha geçen gün konu-
şuyorduk. Yalan, konuşmuyordunuz. Ne yapıyordum peki?
Günlerce beni uğraştıran, düşündüren bir olayı hemen
unuttuğumu söyleyemezsiniz. Kimse söyleyemez. Uygun
bir zaman bekliyordum. Gülünç olma. Biliyorum: görünüş-
te haksızım. Fakat, ne bileyim işte... beklenmedik bir za-
manda. Beklenmedik hiçbir şey olmaz. Hiçbir zaman bek-
lenmedik bir olayla karşılaşmaz insan. Olaylara rastlama-
mak için sen yolunu değiştirdin. Karşı kaldırıma geçtin. Bu
sözüne gülmek isterdim. Bütün gücümle gülmek isterdim.
Ben mi kaçtım? Olmaz. Bir yanlışlık var. Bir daha gelir mi
340
acaba? İnşallah gelmez. Ondan korkuyor muyum? Neden
korkayım? Bir şey bilmiyor ki. Arkadaşlarıyla görüştüğü-
mü, bu meseleyi kurcaladığımı, sonra da... bilemez, bile-
mez... O halde, korkmam gereksiz. Gene gelecekmiş. Ya be-
ni bulsaydı? En hazırlıksız bir durumda! Belki onu hemen
geri çevirirdim. Saçmalıyorum. Biraz düşünmeliyim, siz da-
ha sonra gelin. Aptal. Ne diyecekti de düşünecektim? Be-
nim gibi, olmayacak hayaller mi kuruyordu bu kadın san-
ki? Kadın mı? Selim’in arkadaşı... kadın...
Dinlendim. Güçlüyüm. Bedenimi önemsiz bir yaşantıya
kaptırmakla aklımı korudum. Boşuna geçen zaman yoktur.
Turgut, sen ne korkunç olmuşsun. Bir kadın... rahmetlinin
varislerinden. Uzak bir ülkede, kimsenin tanımadığı bir ço-
cuğu olması gibi. Vasiyetname açılacak. Herkes toplanmış.
Avukat elini zarfa uzatıyor. Odayı derin bir sessizlik kapla-
mış. Kimse başını kaldıramıyor. İşte tam bu sırada, kapama-
yı unuttukları kapı, yavaşça açılıyor. İçeriye bir genç giriyor.
Bütün gözler ona çevriliyor. Kim bu? Nereden gelmiş? Oğlu,
onun oğlu! Karışıklık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakkı
yok, tanımıyoruz, meşru varisleri var, vasiyetname var orta-
da, hiç bahsetmiyor ondan, biz yanındaydık, yakınındaydık,
bilirdik, bilmeliydik. O hiç konuşmuyor. İri gözlerini açmış
bakıyor. Beni bulamadığı iyi oldu. Onu hiç tanımamış oldu-
ğum için, kim bilir ne kadar utanacaktım. Nasıl bir kadın
acaba? Güzel mi, akıllı mı? Ne önemi var? Ona ait değil mi?
Onun bir parçası değil mi? Bütün parçalar bir araya gelince
acaba resim tamamlanacak mı? Parçalar... nerede parçalar?
Kapıyı gene annesi açtı. Başka kim açabilir? Sessizliği art-
mış. İçine gömülmüş. Sevindi. “Bir hatırınızı sorayım, de-
dim.” Aynı titizlik. Her taraf düzgün, temiz. Hiç arayan ol-
maz mı bu kadıncağızı? Olmaz. Selim’i oldu mu? Fakat bu
yaşıyor. O öldü mü? Karşılıklı oturdular, konuşmadan. İçi-
mizde onu en çok düşünen annesidir. Bizim gibi ukalalık
341
etmez onun hakkında. Yalnız, rahmetliyi sevdiğini, onun
ne kadar değerli bir insan olduğunu, kendisini nasıl yalnız
bıraktığını düşünür şikâyet etmeden. Düşünür ve ağlar.
Ayağa kalktı, evi dolaşmaya başladı: yavaş yavaş, acele et-
meden. Ölüsünü bu banyoda yıkamışlar. Nasıl girebiliyor
bu banyoya? Hiçbir izi kalmamış. Bozulmamış bir ölüymüş.
Yıkayıcı, böyle ölü görmedim, demiş. Hiç ölmemiş gibiy-
miş: beyaz, düzgün, uzun. Üşümesiz. Tabutu ne kadar ağır-
dı. Ölü ağırlaşırmış. Ölübilim. Anlatırdı: bu banyoya girer-
miş, saatlerce düşünürmüş. Düşünceye engel olacak şey
yoktu bu banyoda, derdi. Renkler az olduğu için. Beyaz.
Suyun içine gömülürdü herhalde. Okuduğunu da söylerdi:
kitabı ıslatmadan. Yalnız elleri ve başı suyun dışında. Göz-
lerini kapadı, suyu açtı. Su sesi, hayalleri kuvvetlendirdi.
Sudan çıkan buharlar Selim’in okuduğu kitabı gölgeliyor,
yüzünden aşağı terler iniyor. Okuyor mu, düşünüyor mu
belli değil. Bu düşünceler ağırlaştırdı vücudunu, ölünce.
Onlarla birlikte gömüldü sonra. Bazıları, banyonun duvar-
larına, fayansların arasına sinmiştir belki. Ama söylemezler.
Yıllarca emerler düşünceleri: belli etmezler. Kaydedilen dü-
şünceler gibi değildir: elle tutulamaz onların arasına sıkışan
düşünceler. Fakat, daha gerçektir: hiç bozulmadan oldukla-
rı gibi kalırlar. Düşüncenin kendisidir; kâğıt üstündeki çar-
pık gölgesi değil. Bazen yansırlar gizlendikleri yerden; in-
san onları aklının kulağıyla duyar gibi olur, aklının gözüyle
görür gibi olur. Çok kısa bir süre... anlatılır gibi değil, du-
yulur gibi... Banyodan çıktı. Karanlık koridorda yürüdü.
Duvarlarda Selim’in fotoğrafları. Annesi henüz, oturma
odasında görmeye dayanamıyor onları. Gelişigüzel asmış
duvara. Camlatmak gerek. Solacaklar. Bir sandıkta sakla-
saydı... sonra... sonra gene dayanamaz çıkarır onları san-
dıktan. Yalnız resimlerle yaşar o zaman... Duvarlar da ka-
rarmış: evle birlikte eskiyecek kadıncağız.
342
Selim’in odasına girdi. En küçük bir köşeyi bile ihmal et-
meden aramalıyım. Bütün kitapların içine bakmalıyım. Bü-
tün dosyalardaki kâğıtları birer birer incelemeliyim. Kitap-
ların sayfalarını da çevirmeliyim. Belki bir sayfanın altına
bir düşüncesini, kitap hakkında bir görüşünü yazmıştır.
Böyle karalamalardan nefret ederdi: ama belli olmaz. Son
zamanlarda ne hissettiğini hiç bilmediğim anlaşılıyor. Se-
lim’in arkadaşı... bir kadın... bunu hiç beklemezdim. Okul
kitaplarını da karıştırmalı. Arasına saklamış olabilir. Ne
saklamış olabilir? Hiçbir fikrim yok. Çok bilinmeyenli tek
denklem. Neden saklamış olabilir? Bir bilinmeyen daha.
Evet, saklayabilir. İçine düştüğü ruhsal bunalım... saçmala-
ma. Proje dosyalarının içine yasak kitapları sakladığını söy-
lemişti bana. Proje dosyamda dinamit var, derdi. Proje dos-
yaları mı? Öyle ya: katlanmış bir projenin içine, belli etme-
den sayfalarca yazı saklanabilir. Kitaplardan mı başlasam?
Bir kitaba, en üst raftaki soldan ilk kitaba uzanırken elini
çekti. Hayır. Bu yazılardan önce merak ettiğim şeyi... Evet,
bu ciddi araştırmacı pozunu bırakıp, önce onu aramalıyım.
Onu... adını... adresini... önce onu bulmalıyım. Bu düşün-
cesinden rahatsız oldu. Kendimi basit bir meraka mı kaptı-
rıyorum? Çekmeceleri açarak, cep defterlerini aramaya baş-
ladı. Bulduğu bütün küçük defterleri masanın üstüne yığdı.
Sonra, ilk sayfalarından başlayarak birer birer, gözden ge-
çirdi. Bu arada Müzeyyen Hanım sessizce odaya girdi, bir
şey söylemeden yanına bir fincan kahve koydu. Sessiz bir
anlayış. Gerçek olgunluk. Kapıyı kapadı, gitti.
Sayfalar... sayfalar... Bir sürü insan resmi çizilmiş önden,
yandan. Küçük, düzgün satırlar. Kızın yazdığı satırlar gibi...
Selim’in arkadaşı... bir kadın... İmtihan günleri, çalışma
programları, iri harflerle yazılmış kelimeler, neden yazıldığı
belli olmayan kelimeler, randevular, İngilizce kelimeler -alt
alta tekrarlanmış, ezberlemek için- aylık bütçe hesapları:
343
ev kirası, terziye, bakkal, kitap, alınan para, geçen aydan,
N’ye -bu N. de kim? Acaba? Olamaz, parayla ne ilgisi var?
Uzun yazmamak için olacak- gene resimler, portreler, kari-
katürler, bir denklem çözmüş, harfler, sayılar -üstüne mü-
rekkep damlamış, kırmızı kalemle devam etmiş- imtihana
kaç gün kaldığının hesabı -gün sayısı yirmi dörtle çarpıl-
mış: saat sayısı bulunmuş, yedi saat uyku, bir saat yemek,
iki saat dinlenme, kalan on dört saat gene gün sayısıyla çar-
pılmış, ah Selim! hiç adam olmayacaksın bu, gün, saat he-
saplarınla- bir not: bugün sabah kalktım, öğlen yemek ye-
dim, akşam çalıştım -namussuz, alay ediyor benimle, hatıra
defteri tutma oynuyor, teyzesinin kızının hatıra defterini
görmüş bir gün de ondan- el yazısı denemeleri, küçük harf-
le, büyük harfle denemeler, kalın yazılar, ince yazılar -Tur-
gut, senin yazının karakteri yok diye saldırırdı Selim’e-
düzgün, kendine güvenen birinin yazıları, kargacık burga-
cık, mustarip bir ruhu ifade eden yazılar -belki de ciddiye
almıştı sözlerimi- kalem tutar bir el resmi -kendi elini çiz-
miş- yazı denemelerine bakarak gülümseyen bir adam kari-
katürü, imzalar, kendi imzaları, uydurma kişilerin imzaları
-arada koparılmış sayfalar var, tarih atlamaları olmuş- 14
Temmuz, sonra 8 Ağustos -arada önemli bir not var mıydı
acaba- defterin sonunda isimler, adresler, telefon numarala-
rı- acaba hangisi önemli, kim onu yakından tanımış; önem
vererek bahsetmiş olduğu biri var mıydı bunların arasında:
düşünmeliyim, bulmalıyım- yeni defterler, daha az soluk
yazılar, boş sayfalar, kitap adları, yazar adları, hesaplar, he-
saplar, ay hesapları, gün hesapları, bir günlük masraf he-
sapları: otobüse, sandviç, dolmuş, dilenciye, simit, gazoz,
bakkala -ayrıca dökümü yapılmış- ayakkabı boyası, cepte
kalan, toplama çizgileri, yan yana ilgisiz satırlar: Dostoyevs-
ki, kaça alınabilir, Dostojeisky, Dostoyevsky, Franz Kafka,
Fransız Kafka, Einstein, Aynştayn, Aynı işe tayin, en iyisi
344
Karlı Marks, kartonpiyer -bunlardan bir sonuç alamayaca-
ğım, biraz çabuk geçmeliyim, araya bir ipucu sıkışmış ola-
bilir mi- Ahmet’ten borç: dört yüz lira -kim bu Ahmet? da-
ireden olacak, ertesi ay başında ödemiş, bu hususlarda titiz-
di- uzay geometrik şekiller, gece Ahmet’in düğünü, yemek,
sinema, hediye: yetmiş dört seksen, anneme: yüz lira, kadı-
na yirmi beş lira -kadın mı, saçma, hiçmetçi olacak- sayfa-
nın ortasında kocaman bir sayı: bin beş yüz, marangoza -
bir kütüphane yaptırmış, beş taksitte ödemiş- bir dikdört-
genler prizması: üstüne yirmi beş yazılmış, Sayın Bay Selim
Işık Y. Mühendis, sinema, Selim, gene adres kısmı -bu kı-
sımdan bir isim bulmalıyım- sayfanın ortasında çıplak bir
kadın resmi -başı yok, büyük göğüslü, acemice çizilmiş- iti-
nayla yazılmış isim ve adresler -dolmakalemle yazılmış-
arada, ayaküstü yazılmış titrek adresler -yeşil kalemle ya da
kurşunkalemle yazılmış- Burhan Bilen, ... gazetesi, tel:...
-neden bu adama gitmiyorum, dördüncü sınıftayken bütün
vaktini onunla geçirirdi, bir faydası olmaz mı, kendine göre
bildikleri vardır, yüzü hoşuma gitmedi diye, belki de o za-
man kıskandığım için- adresi deftere yazayım, beni küçüm-
sediği muhakkak, olsun -koşan bir adam resmi, yüzü yok-
bu da kim: Seyfettin Cudi, Belediye ...İşleri, nereden tanır
böyle adamları, ne münasebetle? Şişli’de, Bomonti’nin ora-
larda gittiği biri vardı, ilk sınıflarda. Adı neydi? Erol, Ertan,
Erkut; hayır, o kadar genç değildi... fakat E’li bir isim. Ta-
mam! Esat olacak. Defterde görmesem hatırlayamayacak-
tım. Esat Şener, Bomonti, ne garip sokak adı: oralarda böyle
sokak adı olması garip. Çok giderdi, az bahsederdi: her za-
man yaptığı gibi. Beni ona anlatmaz, onu bana anlatmaz:
herkesin bir yeri var. Gülümsedi.
Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde
davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Se-
lim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi
345
kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insan-
lar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar.
Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar
ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin?
Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arka-
daşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gel-
medin? Sonunda birbirlerini hoşgörseler de beni affetmez-
ler, derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir
sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok
şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir
parçası kadar birşeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı.
Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın
vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak
ne vardı?
Defteri kapattı: yorulmuştu. Esat tembelin biridir, sabah-
ları geç kalkar. İkinci dersten sonra, kantin takımını bırakır,
ona giderdi. Güner, ceketinden tutar, bırakmazdı bir süre.
Kültürlü arkadaşlar değil mi? Ulan, burası kerhane mi?
Kim bilir ne aptaldır. Bırakmam, dünyada bırakmam. Akıllı
olsaydı bu senin arkadaşın, bizim üniversitenin giriş imti-
hanını kazanırdı. Kollarıyla Selim’i sarar. Cahiller! bırakın
beni. Olmaz, diye diretirdi Güner. Misafir gelince sandık
odasına tıkılan taşralı akrabaların mıyız senin? Kim bilir
bizden ne kadar utanıyor. Kültürlü olduğu için senin, te-
neffüslerde koridorda derin meseleler konuştuğun Cemal
var ya... İstemiyorum Güner, bu hikâyeyi yüz kere anlattın.
Gene dinle. İşte o Cemal’le, otobüste birlikte geliyoruz her
sabah. Yeter, dinlemek istemiyorum. İşte o kültürlü Cemal,
bilet parası vermemek için önden arkaya dolaşıp duruyor
otobüste. Sonunda kontrol gelince, biletçi cezalandırılıyor
senin kültürlü arkadaşın yüzünden. Esat da sinemalarda
yapar aynı işi, eğer o da Cemal gibi kültürlüyse. Çünkü
kültürlü Cemal de her sabah bilet parası vermemek için ön-
346
den... Selim kulaklarını tıkar, Güner’in kuvvetli kollarından
kurtulmak için çırpınır, kosinüs kurbanları, diye bağırırdı.
Güner, kollarının çemberini daraltır: en kuvvetli benim, en
kültürlü benim! Kültür dünyasının King-Kong’uyum ben.
Selim’in kulağına ulurdu. Kültürden zehirlenirsin inşallah!
İnşallah kültür komasına girersin! Birlikte yere yuvarlanır-
lar. Kayhan üstlerine çöp sepetini boşaltır. Selim kalkar, üs-
tünü süpürür: Allah belanızı versin. Güner, arkasından ba-
ğırır: kemancı kızın konserine de bu herifle gittiniz değil
mi? Bizden utandın: seni mahcup ederiz, fa diyezi anlama-
yız diye. Bir roman yazacağım, seni rezil edeceğim. Kültür
Robert Taylor’ı. İnce Selim. Kıl pezevenk. Roman gelecek
senin hakkından. Kendi silahınla gebereceksin. Selim daya-
namaz, döner: ne romanı Güner? Sen mektup bile yaza-
mazsın. Güner sırıtır kötü kötü. Gel yavrum, otur. Sana
bizden hayır var. Gel, sana çay ısmarlayacağım. Selim ısrar
eder: romanından bahset. Güner, bir eliyle Selim’i bileğin-
den kavrar, anlatır: teknik bir roman olacak, bütün üniver-
site kapışacak, Kayhan’la teksirde basacağız. Adı: Betonar-
me Cinayeti. Ortam: bilimsel. Dekor: iskele ve kalıplar. Ka-
til, cinayeti, betonarme projesinin hesaplarını yaparken ta-
sarlıyor: momentleri yanlış buluyor, demirler ters çıkıyor.
Öfkesi başına vuruyor. Hesap cetvelini kaptığı gibi dizine
çarpıyor, parçalıyor. İntikam almak için uygun bir fırsat
kolluyor. Meğer, doğuştan katilmiş de o güne kadar bilmi-
yormuş. T cetvelini kaptığı gibi sokağa fırlıyor. Koşa koşa
inşaata geliyor: etrafta kimseler yok. T cetvelini elinden atı-
yor, yirmi ikilik bir demir yakalıyor ve cinayeti onunla işli-
yor. Kayhan sorar: hesapta yanlış bulduğu demirle mi?
Evet. Cinayeti onun işlediği de hesapların incelenmesiyle
ortaya çıkıyor. Bilirkişi heyeti hesaplara bakıyor: bir demir
eksik. Yatağının altında buluyorlar demiri. Peki, idama gi-
derken son sözleri ne oluyor? Ne olacak: beni moment
347
mahvetti. Gerçek katil odur. Yoruldum beyler. Romancı ol-
mak çok güçmüş. Ben çiftliğime dönüyorum, hatıralarımla
baş başa kalmaya.
Selim kaşlarını çatar: sizden utanıyorum. Aklınız tek
yönde çalışıyor. Mühendislik iptal edilse aç kalırsınız hepi-
niz. Büyük ve güzel şeylere karşı ilgi duymuyorsunuz. Yük-
selemiyorsunuz. Güner atılır: Cemal gibi mi yükselelim?
Sonra bir tartışma başlar: herkes birbirine bağırır. Sonunda
en yeni fıkralar anlatılır: ortalık yatışır. Güner, ufak tefek
Kayhan’ı belinden kavrar, havaya kaldırır, kantinin ortasın-
da dolaştırır.
Defterleri kaldırdı. Ayağa kalktı. Gene gelecekmiş. Be-
nimle görüşmek istediğine göre gelecek elbette. Bugün doğ-
muş olsaydım! Gelecek, ne güzel maceralar hazırlıyordu
bana. Kimsenin yaşamadığı güzellikleri tanıyacaktım. Selim
de ölmemiş olsaydı. Allahım, ben ne yaptım! Bu güne ka-
dar söylediğim her sözü geri alıyorum. Konuşmayı da bir
unutabilsem. Yeni bir dünya var, anlıyor musun Olric? Her
şeyi geride bırakmak gerekiyor. Bir sabah kalkacaksın, ar-
kana bakmadan... Hürriyet kötü bir kavram Olric. Öyle, an-
lattıkları gibi özlenecek bir ortam değil. Bu hürriyet, kula-
ğıma kötü şeyler fısıldıyor Olric. Duymak istemiyorum.
Hayır, çalışacağım önce: araştıracağım. Bütün gücümü bu
araştırmaya vereceğim. Bitkinlikten, hürriyeti düşünemeye-
cek duruma gelinceye kadar çalışacağım. Yeter bu miskin-
lik! Demek aylardır ölüyormuşum ben. Peki bu nasıl iş Ol-
ric? Selim de başka türlü yaşadı: yani, yaşayamadı, öldü.
Belki de bu görev size verildi, efendimiz. Selim, sadece ışık
mı tuttu Olric? Belki de, efendimiz. Hiç olmazsa düşünme-
yi öğretseydi bana ölmeden önce. Bu kadar gizlenmeseydi.
Gizlendiğini sanmıyorum, efendimiz. Biliyorum, çok şey
öğrendim Olric: fakat ölümü? Onu gizliyor. Siz yaşayacak-
348
sınız, efendimiz. Ölümü bilerek yaşamak istiyorum Olric.
Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karan-
lıkta kalmasını istemiyorum. Bütün ayrıntıları henüz bilmi-
yorum. Onu tanıyanları sorguya çekmeliyim. Onların göz-
lerinin içine dudaklarının kıvrımlarına kadar bakarak Se-
lim’in bıraktığı izleri öğrenmeliyim. Tabiat, sırlarını bakma-
sını bilene açıklarmış. Yorulmadan, bıkmadan, görünüşe
kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalı-
yım. Selim’in parça parça olmuş resmini yapıştırmalıyım.
Selim ne yaptı? Hep düşündü mü? Bunu öğrenmeliyiz. Öl-
müş, çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları
sararmış, eksik, kopuk, silik, dağılmış, iplerle tutturulmuş
hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış
yaşantıları bulup çıkarmalıyım: tozlarını silkelemeliyim.
Daha düne kadar başka bir yaşantı sürdüren ben, ölümden
kaçarken ölümün kucağına düşen ben, ucuz yaşantıların
asil kahramanı, ucuz şövalye romanlarının nesli tükenmiş
son temsilcisi ben, bunu nasıl yapacağım? Ucuz geçmişimi
nasıl inkâr edeceğim? Son aylarda kurmuş olduğum Yumu-
şakçalar Kırallığının nimetlerini nasıl terkedeceğim? Yas ya-
kışır Turgut Özben’e diyerek gülünç karalar mı giyeceğim?
Oysa ne şenlikler yapıldı onun ölümünden sonra; ne iha-
netler yaşandı. Günahlarımın ağırlığına dayanamıyorum
Olric. Neden beni uyarmadın? Buna hakkım yoktu efendi-
miz. Öyle güzel gürlüyordunuz ki. Size kapılmamaya im-
kân yoktu. Çevrenizdeki bütün sahtelikleri öyle güzel ay-
dınlatıyordunuz ki. Bir daha göremeyecekler sizin gibi bir
devi efendimiz. Onların küçük yaşantılarının içinde ben de
küçülmedim mi Olric? Ucuzluk bana da bulaşmadı mı? Ha-
yır, efendimiz. Öyle içten yaşadınız ki. Bu kısa süren aydın-
lıktan yararlanamayacaklar ne yazık ki. Acıtmayan karan-
lıklarına dönecekler. Onların, hissedemedikleri acılarını da
siz içinizde taşıyacaksınız. Güzel bir rüyadan uyanmanın
349
tatlı şaşkınlığını yaşayacaklar bir süre. Sonra unutacaklar.
Unuttukları için de unutulacaklardır. Kendi güzelliklerini
de -eğer bir güzellikleri varsa- unutacaklardır. Yalnız sizin
içinizde yaşayacaklardır: bunu bilmedikleri için de, yaşa-
dıklarını da bilmeyeceklerdir. Alışkanlıktan başka bir şey
bilmedikleri için, sizin de yokluğunuza alışacaklardır. Anlı-
yorum Olric. Neden daha önce söylemedin bana? O zaman
yaşayamazdınız. Siz her şeyi yaşamalısınız efendimiz. Bü-
tün güzellikleri görmelisiniz. İçinde en küçük güzellik olan
bir şeyi bile tanımalısınız. Siz ne yaparsanız olur, efendi-
miz. Beni şımartıyorsun Olric. Zarar yok efendimiz: çünkü
artık sizi kimse şımartmayacak. Beni korkutuyorsun Olric.
Siz istemeyeceksiniz efendimiz. Güzellikleri kendiniz bu-
lup çıkaracaksınız artık. Selim’in ölümünden de çıkarabile-
cek miyim? Çıkaracaksınız efendimiz. Çalışacağım Olric.
Herkesi sorguya çekeceğim. Bu ölümden kimse sorumlu
bulunmadığına göre, kimsenin bir çıkarı olmadığına göre,
herkes yaşarken o öldüğüne göre, bana yalan söylemeye-
ceklerdir. Hiç olmazsa görünür bir telaşları olmayacaktır.
Kelimeleri seçerken çok titiz davranmayacaklardır. İsteye-
rek, ya da istemeyerek boş bulunacaklardır. Kendilerini ele
vereceklerdir, Selim’i ele vereceklerdir. Benim gizli niyetle-
rimi bilmedikleri için, benden de kuşkulanmayacaklardır.
Sakin görünüşümün altında yatan ürkütücü tasarılardan
haberleri olmadığı için gerçeği çarpıtmaya kalkışmayacak-
lardır. Seslerinin çizgisinde hafif bir dalgalanma, kirpikler-
de zamansız bir oynama bile beni uyaracaktır. Biz de kendi-
mizi çok sıkmayacağız Olric. Soruşturmanın keyfini sürece-
ğiz. Yeni insanlar tanıyacağız: Selim’in tanıdığı insanları. Se-
lim’i tanıyacağız yeni baştan. Her gün yeni baştan yaşamak
mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir be-
zirgânlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarın-
dan korktuğumuz için, düne köle gibi bağlanacak mıyız?
350
Yaşarsak göreceğiz Olric. Yaşamaktan korkmazsak görece-
ğiz. Ve bu dünyaya göstereceğiz. Onlar göremese de göste-
receğiz. Gösterdiğimizi bileceğiz. Gitmeliyim Olric, hemen
işe girişmeliyim.
Ertesi sabah, erkenden şantiyeye gitti. Bağırdı, koştu,
koşturdu, indi, çıktı, gevşek duran bir amelenin elinden
küreği kaptı, betonu karıştırmaya kalktı, utandırdı, kızdır-
dı, coşturdu, heyecanlandırdı, onlarla çay içti, sigara ikram
etti, sırtlarını okşadı, başlarına vurdu, müstehcen şakalar
yaptı, öfkeyle masayı yumrukladı, bir söz üzerine öfkesi
geçti, yeniden başka bir aksaklığa öfkelendi: sonunda işye-
rindekileri öyle bir çalışma temposuna soktu ki, içinden
gülümseyerek, akşama kadar kendilerine gelemezler, dedi
ve onlara farkettirmeden birdenbire kayboldu.
Ana caddeyi geçti, dar sokaklara saptı. Büyük apartman-
lar seyrekleşti, sonra kayboldu. İki üç katlı ahşap ve kâgir
evlerin bulunduğu bir sokağa geldi. Henüz parke yapılma-
mış; arnavutkaldırımı bir sokak. Arabayı sokağın başında
bıraktı, yürüdü. İki katlı, cephesi sonradan sıvanmış ahşap
bir evin önünde durdu. Sıvalar yer yer dökülmüş; üstü bir
zamanlar mavi boyalıymış. Kapının tahtasından ahşabın da-
marları fırlamış: ihtiyar bir adamın kolu gibi. Üstünde eski
Türkçe iki sayı: okuyamadı. Kapının pervazında bir sayı
plakası. Eski sayıları, ona bakarak tahmin etti. İki zil var:
yanlarında yazı yok. İkisine birden bastı. Kapının yanındaki
pencerede bir genç kız başı göründü, kayboldu. Sonra aynı
kızı karşısında gördü kapıyı açarken. Kız gülümsedi: “Kimi
aradınız?” İlk izlenimleri daima iyidir benim hakkımda.
Sonrakileri de iyidir. Kimi aradığını söyledi. Burada oturu-
yormuş, biraz çarşıya çıkmış, şimdi gelecekmiş. İçeri girdi:
geniş bir taşlık. Duvarda bir eski zaman aynası, altında
mermer kaplı yarım daire bir masa, oymalı; hasır koltuk da
351
olmalı diye düşündü. Evet, vardı. Koltuğa oturdu. Kız, pen-
ceresinden göründüğü odaya girmesini rica etti. “Siz kız-
kardeşisiniz değil mi?” “Evet.” Harap bir ev, eski bir iki kol-
tuk: kumaşları yırtılmış, tahta kısımlarında cila kalmamış.
Kaplamaları kalkmış iki sehpa: üstleri dalgalı deniz gibi.
Duvara dayalı küçük bir masa; üstünde, kabı çıkmış bir
radyo: kabuksuz bir meyve gibi. Lambaları, telleri meydan-
da. Duvarlarda, kararmış çerçeveler içinde soluk fotoğraf-
lar: fesli, palabıyık adamlar, beyaz elbiseli, uzun boyunlu
kadınlar. Hepsi zayıf, melankolik bakışlı. Belki de resimle-
rin eskiliğinden öyle görünüyor. Genç kız karşısında oturu-
yor: resimlerdeki gibi soluk beyaz yüzlü, uzun boyunlu.
Hasta bir güzelliği var. Çorap giymemiş: çıplak bacakları
düzgün. Elleri bakımsız: manikür yapmamış, tırnaklarını
kısa kesmiş. Acaba o mu? Olmadığını biliyorsun. İstediğim
gibi düşünebilirim. Çok genç, çok mahzun görünüşlü. Fa-
kat gülerken gördüm: mahzun değil. Dudaklarını ileri uzat-
mış: çocuk gibi. İri siyah gözlerini dikmiş, inceliyor beni:
korkusuz. Hiç çekingen değil. Hayır bu değil. Selim’i tanı-
yor. Acaba üzülmüş müdür? Kusursuz bir güzelliği var. Ba-
kımsızlığının içinde daha çok belli oluyor güzelliği; odanın
içinde tek parlayan yer onun teni. Saydam bir ten. Kendine
çeki düzen verse bu kadar güzel görünmez. Hareketleri o
kadar ağır ki, insan sıcak bir yaz gününde güneşe bakarken
duyduğu yorgunluğu yaşıyor onunla. Kısık bir ses. Kesik
bir konuşma. Kirpikleri havayı süpürüyor: uzun ve dağınık.
Her tarafı uçuşuyor; bu dünyadan olmayan birşeyler var ta-
vırlarında. Aynı zamanda, gizlemeye çalıştığı bir basitlik,
haşinlik seziyorum. Özellikle başını yukarı kaldırdığı za-
man. Biri, ona, bunu söylemeliydi. Yazık.
Bununla birlikte, nesli tükenmiş yaratıkların, bilinmeyen
bir dünyanın kokusunu getirmeleri gibi bir çekiciliği yayı-
yor çevresine. Turgut’un yıllardır unuttuğu, belki Aksa-
352
ray’da çocukluğunu yaşarken kapılmış olduğu bir büyü, bir
başkalık var tavırlarında. Kollarını kavuşturmuş, ayak bi-
leklerini bitiştirmiş, misafiri yalnız bırakmamak için oturu-
yor. Herhalde, Esat’ın arkadaşlarıyla da oturur. Selim’le de
günlerce oturmuştur. Turgut’a, tanımadığı için biraz yadır-
gayarak bakıyor. Gelişi hakkında tahminler yürütüyor. Bu
yabancıyla Esat’ın ne gibi bir ilişkisi olabilir? Fakat, rahat-
sız değil: durumdan memnun olduğu duruşundan belli.
Duygularını saklamaya çalışacak kadar eğitimden geçme-
miş. Turgut’un gözlerine korkusuzca bakıyor. Turgut da bu
bakışların verdiği rahatlıkla, yabancılık çekmeden çevresini
inceliyor. Turgut’un radyoya baktığını görünce, gülümseye-
rek: “Ağabeyimin radyosu,” dedi. “Üst kattaki radyoyu be-
ğenmiyor. Bunu çok rahat kullanıyormuş:” Turgut kıza
baktı: sorgulu, yumuşak. “Açıp kapaması kolay oluyor-
muş.” Güldü. Ne uzun dişleri var. Onu sormamıştım; Se-
lim’i sormuştum. “Ayağını bir vuruyor yere.” Ellerini hafif-
çe iki yana açarak anlatıyordu. Dirseklerini karnına daya-
mış. Sizin yanınızda ne kadar rahat hissediyorum kendimi,
diyordu. Bana güven veriyorsunuz. Öyleyimdir. Nasıl anla-
dın hemen? Ne güzel kımıldıyorsun beyaz bacaklarınla. İç-
güdülerinle ne güzel düzenler kuruyorsun. “Radyo çalışı-
yor. Sonra, kapamak istediği zaman, bir daha vuruyor aya-
ğını yere: sönüyor.” Güldüler. Güldük. “Ben yapabilir mi-
yim dersiniz?” “Sanmam. Döşeme tahtalarının neresine vu-
rulacağını bilmelisiniz. Ondan başka kimse yapamıyor bu-
nu evde.” Ellerini zarif bir hareketle birleştirdi. Turgut, onu
rahatsız etmeden odayı gözden geçirmeye devam etti. Bura-
da ne arıyordun acaba Selim? Nasıl bir masal dünyası kur-
dun kendine burada? İki raflı küçük bir kitaplık. Altta, sa-
rarmış ve uzun süredir dokunulmadığı belli olan eski dergi-
ler: sinema dergileri, resimli tarihler. Üstte, yeşil, mavi cilt-
li, ne olduğu anlaşılmayan kitaplar, beyaz kapaklarıyla ken-
353
dilerini ele veren Bakanlık Klasikleri. Bu evde, okumaya
düşkünlük yok. Her tarafta görülen köhneliğe rağmen, ya-
şamaya, hem de hareketli, canlı, hızlı yaşamaya düşkünlük
var. Evin bütün loşluğuna rağmen, bir aydınlık seziliyor:
gizli bir aydınlık. Genç kızın teni gibi bir aydınlık. Kitaplı-
ğın üstünde iki sigara tablası, yeşil camdan: kenarları kırıl-
mış. Üstlerinde, ezilmiş sigara küllerinden bir tabaka. Eski
bir demir heykel: Yunan ilahlarından biri olacak. Yanında
bir sigara paketi. Genç kız ayağa kalktı, etekleri uçuşarak.
“Sigara ikram etmeyi unuttum. Bilmem içiyor muydunuz?”
“Siz” devresi. Kendi paketini çıkarmaya utandı: patron
Amerikan sigarası vermişti o sabah. Birinci içelim. Ucuzlu-
ğumuza uygun düşer. Sigarayı alırken eli, genç kızın eline
değer gibi oldu. Beni yaşlı mı buluyor acaba, saçlarım dö-
külüyor diye? Biraz daha zayıf olmalıydım. İş hayatı insanı
şişmanlatıyor. Evliliği nedense aklına getirmedi. Sürekli
genç kalmak için ne yapmalı? Neşeli mi görünmeli? Neşeli
mi? Sonra, “sebeb-i ziyaretimi” söyleyince ne olacak? Bana
bir soru sordu: Esat’ın arkadaşı mıyım? “Bir bakıma.” Bu
sözden bir sonuç çıkarabileceğini sanmam. Çok akıllı değil.
Herhalde ortaokuldan ayrılmıştır; belki de enstitüye gitmiş-
tir. Gitmemiştir. Ev kadınlığına özenmediği, ortalığın duru-
mundan belli. Hayat kadını olmaya niyetli. Kapı çalındı: iki
kere. Kız kalktı: “Ağabeyimdir. Anahtarıyla hiç açmaz. Bu,
onun çalışı.” Bir tüy gibi havaya kalktı. Turgut, onun kapı-
nın arkasından kayboluşunu seyretti.
Yıpranmış yüzlü genç bir adam kapıda göründü. Kırk ya-
şına yakın olmalı. Uzun boylu, kızkardeşi gibi uzun boyun-
lu, beyaz tenli. Duvardaki fotoğrafların son varisi. Zayıf vü-
cudunun üstünde, kocaman başı iğreti gibi duruyor. Tur-
gut’a gülümseyerek baktı: kızkardeşi gibi. Yumuşak bir ba-
kış. Böyle durumlarda bir açıklama yapıldığı için, böyle alı-
şıldığı için soruyorum diyen bakışlar. Ne isterseniz söyle-
354
yin. Hiçbir şey söylememeli. Öyle de olur, diyor. Ah bir ola-
bilse. İnsanlar o duruma bir gelebilse. Ben de bunu sağla-
maya çalışıyorum Esat. Ziyaretimin asıl nedeni bu. İri pat-
lak gözlerini kayıtsızca açmış. Acelesiz, telâşsız bekliyor.
Çok uzun ve büyük burnuna doğru kalın iki kaş iniyor.
Çirkin denebilir bu yüze: fakat ilginç. Turgut, bir an ne di-
yeceğini bilemedi, beni tanımazsınız, gibi aptalca bir sözle
konuşmaya başladı. Sustu. Büyük bir güçlükle ağzını açtı
yeniden; aklına ilk gelen sözü söyledi: “Selim’in bir arkada-
şıyım, sizinle görüşmek isterdim.”
Böyle şaşırırsan, kimseye dikkat edecek durumda ola-
mazsın. Esat’ın yüzüne baktı. Gülümseyişi kaybolmuştu.
Kaçırdım: yüzünün nasıl değiştiğini kaçırdım. Kızkardeşi
de solgun; kapıya yaslanmş duruyor. Esat kızkardeşine bak-
tı: “Kızkardeşim Aysel. Adınızı bilmiyorum.” Kolay bir so-
ru. “Turgut. Turgut Özben. Okuldan arkadaşıydım.” Hay-
vanlar gibi koklaşarak anlaşamıyoruz. Hazırlıksız geldiğim
anlaşılıyor. İstemediğim sözlerle başlamak istemiyorum.
Esat, özenle, bacak bacak üstüne attı, ellerini dizinin üstü-
ne kenetledi, bekledi. Ben de bekliyorum. Ne demesini
bekliyorum? Ne diyebilir? Ne istediğimi biliyor mu? Buy-
run, emirleriniz Turgut Bey? Hangi konularda bilgi verebili-
rim size? Aysel! Selim Beyin dosyasını getirin. Saçma. Mes-
lekten sorgu yargıcı değilim de Esat Bey. Aysel de Esat’ın ya-
nına geldi, bir sandalyeye ilişti. Otururken de ne kadar ha-
fif: hiç gürültü çıkarmıyor. Benim gibi, sandalyeleri, koltuk
yaylarını inletmiyor. Şişmanlığımdan utanıyorum. Yok ca-
nım, o kadar şişman değilim: burada öyle oldum. Ağırlık
ölçülerim değişti. Esat sessizliği bozdu: “Siz de mühendis
misiniz?” Evet. Üniversitede aynı sınıftaydık. Ne kadar
dosttuk bilseniz. Her gün... Esat’ın yüzüne baktı. Esat ce-
vap bekliyordu. Demek konuşmadım, içimden geçirdim sa-
dece. Özür dilerim: bu günlerde ikisini biraz karıştırıyorum
355
da. Olric... Terlemeye başladığını hissetti. Ağzını açtı:
“Evet,” diyebildi. Bu fırsatı da kaçırdın. Esat, bir deneme
daha yaptı: “İstanbul’da mı oturuyorsunuz?” Gördün mü?
Havadan sudan başlanabiliyor işte. Evet, Esat Bey. Siz de mi
İstanbul’da oturuyorsunuz? Kalkıp gitsem mi? Bizi neden
tanıştırmadın Selim? Şimdi daha iyi mi oldu? Korktuğun
başına geldi işte. Onunla ikimiz aynı odada oturuyoruz.
Sen de ikimizi tanıştırmaktan ve bizimle birlikte olmaktan
kurtuldun. Beni neden yalnız bıraktın? Üzüldüğümüz için
böyle susarak oturuyoruz: saygı duruşu. Evet, üzüntüden
söyleyecek söz bulamıyorum. Meseleleri başka yönden ele
alınca, ilişki kurmak ne kadar zor oluyor.
“Selim’i anlatır mısınız bana?” dedi birdenbire. “Hayır,
önce kendinizi anlatın. Selim’in yakın dostu olduğunuzu
biliyorum. Neden buraya geldiğimi merak ediyorsunuz.
Belirli bir nedeni yok. Selim’i unutamadığım için geldim
diyelim. Hayır, önce unuttum. Sonra unutamadım.” Susar-
sa, sanki her şey bitecekmiş gibi, aklına geleni söylüyordu.
“Belki siz de unuttunuz, ya da herkes gibi üzüldünüz ve
sonra... sanki ben başka türlü mü yaptım? Onu gerçekten
kaybetmenin acısını anlayabildim mi? Aradan aylar geçti.
Ne kadar geçtiğini bile tam bilmiyorum. Ben ne yaptım?
Hayır, bundan bahsetmeyelim. Fakat, bu kadar zaman son-
ra, daha dün ölmüş gibi telaş göstermenin, onun arkadaşla-
rını aramanın garipliği... artık üzülemez mi insan? Buna
kimseyi inandıramaz mı? Onu bana anlatın... bana yardım
edin, diyemez mi? Çünkü onu sevenler, onun böyle kaybo-
lup gitmesine razı olamayacaklardır. Herkes bir yerinden
tutup canlandıracaktır onu. Mesele onun ölmesi değil, ya-
şamasıdır benim için. Anlıyor musunuz? Belki bu sözle-
rimden utanacağım biraz sonra. Fakat, buraya kadar geldi-
ğime göre, bir kere söze başladığıma göre... onu tanıyordu-
nuz... belki Selim de birdenbire bu eve gelip böyle sözler
356
edebilirdi. Beni yeni tanıdığınız için garip gelmesin bu söz-
ler. Böyle sözleri dinleyebildiğinize göre benim ne önemim
var? Bazı şeylere kararlıyım ve ilk olarak da...” Başladığı gi-
bi, sustu birdenbire. Bütün hayatımızı yersiz çekingenlik-
lerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnız kafamızda mı ya-
şayacağız?
“Kendimden mi bahsedeyim önce?” dedi Esat. Turgut ba-
şını kaldırdı. Kötü bir şey yok, kötü bir şey yok Olric. Ko-
nuşacak, anlatacak. Derdimize bir yerinden dokunacak. Bi-
zi yalnız bırakmayacak. Selim’e yaptığını bize yapmayacak.
Bizim gibi o da bilmiyordu Selim’in nerelere vardığını. “Be-
nim önemli olduğumu sanmıyorum bu olayda Turgut. Bir
iki yıldır görmüyordum Selim’i.” Esat da olay dedi Olric.
Önemsedi. Onunla konuşulabilir.
Biraz kendini anlattı Esat. Ne kadar anlatılabilirse. Hukuk
Fakültesi’ne gidiyordu yıllardır. Bitireceğini ümit etmiyor-
du. Üniversitenin havasını seviyordu: kantinde oturmak,
toplanıp sinemaya gitmek. İmtihan zamanları, birlikte ders
çalışmanın başka bir heyecanı oluyordu. Telaş içinde ders
notlarının aranması; kahvelerde, pastahanelerde, evlerde,
sık sık güzel bahanelerle kesilen çalışmalar. Kırmızı kalemle
önemli satırların altının çizilmesinde bile başka bir güzellik
vardı. Paraya ihtiyacı olduğunu düşündüğü zamanlar bir işe
girip çalışıyordu. “Kendime göre güzellikler buluyorum ya-
şamakta işte,” dedi gülümseyerek. “İstemediğim şeyleri yap-
mıyorum hiç olmazsa. Arkadaşlarım beni düzeltmeye çalışı-
yorlar. Fakat hepsi beceriksiz bu konuda. Belki siz de şimdi
onlar gibi düşünüyorsunuz. Ya da düşünebilirsiniz. Her şeyi
olduğu gibi kabul etmediğinizi seziyorum. Belki siz de Se-
lim gibi, sezgi sözüne kızarsınız. Sizi kızdırmak için söyle-
miyorum, fakat onu kızdırmayı severdim. Güzelleşirdi kız-
dırılınca. Yazık ki son zamanlarda uğramıyordu. Son defa
altı ay kadar önce gördüm onu yolda. Dalgın ve üzüntülü
357
yürüyordu. Oyunlarından yorulmuş görünüyordu. Bütün
oyunları ciddiye almaktan yorulmuştu.”
Esat, bu yeni oyundan hoşlanmıştı. Öyle görünüyordu.
Onun peşini bırakmamalıyım Olric. Oyunu bizim gibi anla-
mıyor galiba; fakat zararı yok. Oyunun farkında olması bile
önemli. Kaç kişi kaldık şurada Olric? Belki fakültedeki kız
arkadaşlarıyla birlikte seyrettiği bir filmin heyecanını duyu-
yor. Farkında olmadan heyecanlandırdık onu. Siz de bir
film kahramanıydınız efendimiz. Aysel de, Selim’in adı oda-
da duyulunca, belirsiz bir kıpırdandı sanki. Sanki güzel
gözlerinden bir gölge gelip geçti. Yoksa kirpiklerinin gölge-
si miydi?
“Bir daha göremedim Selim’i. Ölüm ilanını da geç gör-
düm. Ben gittiğimde kimse kalmamıştı mezarlıkta.” Aysel
mahzunlaştı: “Size bir kahve pişireyim,” dedi. Odadan çıktı.
“Selim’i lisede öğrenci olduğu yıllarda tanımıştım. Ben,
bugün olduğu gibi, gene üniversite öğrencisiydim. Beni bı-
raktığı yerde kaldım: öğrencilikte, yaşadığım yerde... Onu
ilk görüşümü çok iyi hatırlıyorum. Şu anda aramızda olsay-
dı, bunu duyduğu için ne kadar sevinirdi. Arkadaşlarının,
onunla yaşadıkları her olayı hatırlamalarını isterdi: çünkü o
hiç unutmazdı. Gezintilerde, bir kenarda durur, dalgın dal-
gın dolaşırdı. Konuşurken başını kaldırmaz, yalnız kendi
söylediklerine önem verdiği sanılırdı. Belki kendi de farket-
mezdi seyrettiğini, dinlediğini. Durmadan insanların peşin-
den koşardı; gene de sanki yalnız kendisiyle ilgiliydi. Arka-
daşlığımız ilerledikçe, Selim’de konuşma cesareti arttıkça,
bana daha önce söylediğim sözleri kullanarak saldırmaya
başlayınca, şaşırdım. Herhangi bir tartışmada, gelişigüzel
söylediğim bir sözü, tartışmayı kazanmak için inanmadan
ileri sürdüğüm bir düşünceyi bana aynı kelimelerle tekrar-
lardı. Bütün şaşıran insanlar gibi, önce bütün gücümle sa-
vundum kendimi: itiraz ettim, söylemiş olduğum sözleri
358
inkâr ettim, onu kızdırmak için bu sözlere başka anlamlar
verdim. Böyle durumlarda nasıl öfkelenirdi bilseniz. En ağır
kelimelerle hakaret ederdi: en kısa cümleyi aklında tutama-
yan, iki satır yazıyı ezberleyemeyen budalaların, bir gün
söylediğini ertesi gün inkâr eden iki yüzlülerin canı cehen-
neme, diyerek kıpkırmızı kesilirdi. Söyledim ya onu kızdır-
maktan hoşlanırdım: kızdığı anlarda yüzünün ifadesini, öf-
kesinin içtenliğini severdim. Söylenen sözlerin, yaşanan
olaylardan önemli olduğunu Selim’de gördüm. Düşüncele-
rine büyük bir içtenlikle bağlıydı: herkesi de öyle sanıyor-
du. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğin-
den çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, ha-
yatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik me-
sele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyun-
ca: ‘Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli,’ diye bağırmıştı.
Ona, kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldür-
mediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak oldu-
ğuma karar verdi.”
Aysel içeri girdi, kahveleri getirdi. Konuşmadan içtiler
kahvelerini. Bir kahve bile oyunu bozuyor. Uzun süre oyna-
yabilmek için dinlenmesini bilmeli demek. Acele etmemeli:
önümüzde bütün hayat var. Hep aynı oyunu da oynamama-
lı, değil mi Esat? Sonra insan bıkar oynamaktan Selim gibi.
Aysel ne kadar güzel, oyunu da var. Esat fincanı sehpaya
koydu. Başlamak istiyor.
“İlk tanıdığım zaman Selim on beş yaşındaydı. Ona ben-
den bahsetmişlerdi. İlgi çekici hikâyeler anlatmışlardı hak-
kımda. Kendi yaşındakilerden hoşlanmazdı. Onları sert bu-
lurdu. Bana da Selim için, yaşına göre beklenmedik tarafları
olan bir çocuk gibi birtakım sözler söylemişlerdi. Ben de
onu görmek istiyordum, fakat acele etmedim herhalde
onun gibi. Onun kadar hızlı düşünmedim. Selim dayana-
madı. Hemen görmek istedi beni. Aklına takılmıştı; hemen
359
görecekti beni. Bizim eve gelmişti, buraya. Bir yaz günüy-
dü. Sizin gibi, haberim olmadan, birdenbire çıktı karşıma.
Benim sabahları geç kalktığımı söylemişlerdi. Kendi hesabı-
na göre geç kalmaya çalıştı. Bana gene de erken geldi. Kapı-
yı çaldığı sırada tıraş oluyordum. Yüzümü sabunlamıştım.
Evde kimse yoktu: yalnız olmasaydım açmazdım kapıyı,
değil mi Aysel?” Aysel gülümsedi.
“Kapıyı açtım. Utanarak kapıda duruyordu. Sabunların
arasından gülümsedim ona. Yüzümün durumu ona cesaret
verdi. Kendini tanıttı: ‘Selim denen harika çocuk karşınız-
da,’ dedi. ‘Beni tanıyacaksınız’. Çekingen bir gülümsemey-
le ekledi: ‘Erken geldim galiba.’ Güldüm. Rahatladı: ‘Bekle-
neni verebildim mi?’ İçeri girdi. Onunla anlaşacağımızı
hissettim.
“Onu harika çocuk bulmalarından şikâyetçiydi: ‘Şımarı-
yorum sonra öyle aptalca bir söz ediyorum ki hepimiz piş-
man oluyoruz. Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum.
Yüzde yüz saf bir harika çocuk olmak istiyorum. Çünkü
yüzde yüz saf olan bir şey kendinin aynıdır. Ben de kendim
gibi olmak istiyorum.’ Ona, bu sözlerini ciddiye aldığımı
söyledim. Hayır, ciddiye alınmak da istemiyordu. Odaya gi-
rince gene bir çekingenlik geldi üstüne. Sonradan anlattığı-
na göre, beni hazır bulacağını ve hemen çıkacağımızı kur-
muştu. Yalnız benimle karşılaşmaya hazırlamıştı kendini.
Evde kimse olmadığını öğrenince rahatladı. Biraz sonra Ay-
sel geldi. Tanıştırdım. Durumdan pek memnun olmadı.
Kendinden iki yaş küçük bir kızın karşısında sıkıldı.” Selim
artık hepimizden küçük olacak Esat. Hepimiz yaşlanacağız:
saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada
gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat Selim
hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğ-
raflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep
genç kalacak.
360
“Babam onu hemen sevdi. Nedense ihtiyarlar Selim’i çok
severlerdi. Bütün delice tavırları, alaycılığı, çekingenliği ih-
tiyarların yanında kaybolur, onlarla yaşıtmış gibi konuşur-
du. Sonra da oturur, ülkemizdeki ihtiyarların ne kadar boş
bir hayat sürdüklerini, savaştan sonra ülkede doğru dürüst
adam bulunmadığı için bütün yerleri kaptıklarını ve bugün
bile kimseye kaptırmadıklarını gülerek anlatırdı. ‘Sokaklara
adlarını vermişler, ister istemez zarfların üstüne, defterlere
yazıp duruyoruz onları. Böylece, adları söylene söylene, so-
nunda adam sanılıyorlar.’ Onlardan eski Türkçe kelimeler,
ifade kalıpları kapmıştı: bunları yerli yersiz tekrarlamaya
bayılırdı. En sevdiği oyunlardan biriydi bu.
“Beni sevmesinin en önemli nedeni, istediği oyunları be-
nimle oynayabilmesiydi. Yalnız, bu oyunları, onun istediği
gibi ciddiye almadığımdan yakınırdı. Önce beni denedi: ta-
nıştığımız gün, hemen bana, okuduğum kitapları sordu. Bu
odada oturuyorduk. Yerinden kalktı birdenbire ve ilk gör-
düğü bir evin köşesini bucağını yoklayan bir ev hayvanı gi-
bi dolaştı: kitap rafını inceledi. Her raftan bir örnek aldı.
Sizlere nasıl davranıyorlar bu evde, diye sordu kitaplara.
Tozlarınız alınmıyor, sayfalarınızın kenarları sararmış, dedi
onlara. Size iyi bakmıyorlar, dedi. Evin, eşyanın hatırını
sormak gelmedi aklına. Yalnız kitapları okşayıcı gözlerle in-
celedi. Bir kitaplığı olmadığından yakındı. ‘Evde bir sandık
duruyor,’ dedi. ‘Annemin kışlıkları sakladığı sandık. Onun
üstüne koydum kitaplarımı. Çoğu da okula ait.’
“Neler okuduğunu sordum. Suratını buruşturarak: ‘Bir
sürü macera romanı,’ dedi. Sonra gururlanarak: ‘Cyrano de
Bergerac’ı da okudum,’ dedi. Durdu. ‘Burnu sizinkine ben-
ziyor.’ Bu şakayı bana çok yaptıklarını söyledim. Bozuldu.
‘Haberim yoktu,’ dedi. Düşündü. ‘Durun, buldum. Evet, siz
Dorian Gray’in Portresi’ndeki Lord Henry’ye benziyorsu-
nuz. Tamam! Bunu da söylediler mi? Prens Paradoks oldu-
361
ğunuzu da söylediler mi?’ Buluşuna çok sevinmişti. Çocuk
gibi. ‘Ben de büyüyünce Prens Paradoks olacağım. Herkes
dehşetli işler bekliyor benden gelecekte. Ben bundan bık-
tım. Ne olacaksam şimdi olmak istiyorum.’ Bana hemen
açıldı:
‘Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de
hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle
bir meslek olmadığını söyledi. Prens Paradoks’tan bahset-
sem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian
Gray’lik yaparım bir süre. Sonra beni de Lord Henry’liğe
terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla baş-
lamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi
ne olduğu belirsiz bir tanımla değil.’
“Selim’e, kitaplardan bildiklerimi, üniversitede öğrendik-
lerimi elimden geldiği kadar anlattım. Beni dinlerken heye-
canlanır, sık sık sözümü keserdi:
“‘Ne güzeldir kimbilir, bu dersleri dinlemek, bu bilgilerle
yetişen insanlarla aynı yerde bulunmak, insanın nefesini
kesen nazariyeleri dinlemek. İnsan sarhoş olur.’
“Ona açıklardım: bütün bu bilgilerle yetişen insanlar, bu
heyecanlı düşünceleri sadece sıkıcı bir ders olarak değer-
lendirir; profesör de, sanıldığı gibi, coşkunlukla anlatmaz
bunları, yıllardır aynı sözleri tekrarlamaktan usanmıştır;
öğrenciler de kültürlü değildir, Selim kadar kitap okumaz-
lar, derslerden bir şey anlamazlar, nefes kesen nazariyeler
onlar için ezberlenmesi gereken satırlardan ibarettir, bütün
gün kantinde bu konuları hiç konuşmazlar, nefret ederler
onlardan, üniversite biter bitmez kitapları yakmaya kararlı-
dır bir çoğu, bütün bunlar bir aslî maaş meselesi, bir gele-
cek endişesi için yapılır. Bana inanmadı.
“Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hoca-
lar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada her şey baş-
kadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler
362
ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bile-
mez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir nokta-
ya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana
kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız.
Onlar, Lord Henry’nin Dorian Gray’e yaptığı gibi, sarsarlar,
akıllarını karıştırırlar öğrencilerin. Tatlı bir şaşkınlıktır bu:
yeni bir dünyaya girmenin şaşkınlığı.’
“Selim’in hayal kırıklığına uğramasını istemiyordum. Bu-
nunla birlikte bazı kitapları, amme hukuku, iktisat, hukuk
tarihi gibi eserleri verdim ona. İlk bilgileri öğrenmesi için
ders notları buldum. İmtihanlardan önce fakültedeki arka-
daşlarla toplanıp çalışırken onu da çağırdım. Derslere gidip
not tutmadığım için imtihanlardan önce sıkıntı çekerdim.
Bütün yaz oturdu: arkadaşlarımın defterlerinden benim
için notlar çekti. Bir yandan da kendisi için özetler çıkarı-
yordu. Oscar Wilde’a hayranlığı gün geçtikçe artıyordu bu
arada. Bütün kitaplarını yutarcasına okuyor, ondan başka
hiçbir yazarın sözünü ettirmiyordu. Onun dışında bütün
yazarları küçümsüyordu. Edebiyatın paradokslardan mey-
dana geldiğine inanıyordu. Oscar Wilde’ın, önemli gördüğü
bütün sözlerini bir deftere yazıyordu. Sonra bu defteri te-
mize çekiyordu. Defterin biçimini beğenmiyor, bütün yaz-
dıklarını daha düzgün bir yazıyla başka bir deftere geçiri-
yordu. Durmadan Wilde’ın sözlerini tekrarlıyordu. Hepsini
ezberlemişti.”
Ben de “İktisat Notları”nı çekmecende görünce bir kena-
ra atmıştım canım Selim! Sen atamadığına göre elbette bir
hikmeti vardı. Hiçbir şeyi atamazdın: hepsinin birer hikmeti
vardı.Biz nereden bilecektik? Hepimiz ayrı ayrı birer yönü-
nü tanıyabilirdik ancak; bütününü tanımak bir hayal gücü
isterdi. Dokunduğun her şeye kendini koydun, içini verdin.
Acımadan her şeyi Selim’likle doldurdun. Bana gözlerini bı-
363
raksaydın hiç olmazsa giderken. Şimdi, iki kişinin konuştu-
ğu katı kelimelerde kalıyor Selim’lik. Bütçeye büyük bir
tahsisat da konulsa, bütün Selim’likleri bir araya nasıl geti-
rebiliriz? Kavurucu yaz sıcağında, herkes denize giderken,
iktisat notlarının üzerine damlayan terlerini nasıl toplama-
lı? O sırada çektiğin sıkıntıları, üzüntüleri nerede biriktir-
meli? Müze bekçisi, ziyaretçileri gezdirirken bütün bunları
nasıl anlatabilir? Nasıl aklında tutacak hepsini? Sonra baka-
lım, sesi istediğimiz gibi olacak mı? Ya en önemli dakikayı
atlarsa? Ya tam o sırada ziyaretçilerden biri, pencereden gi-
ren sineğe bakmak isterse? Böyle bir tehlikeyi göze alama-
yız. Bizim bile kelimelerle ifade edemediğimiz Selim’lik, ca-
hil bekçinin ağzında ne biçime girer? Baremdeki en yüksek
kadro, ne bileyim cumhurbaşkanlığı kadrosu bile verilse,
uygun bir insan bulunamaz bu bekçilik için. Beni yetiştir-
seydin hiç olmazsa, gitmeden önce. Nerelerde nelerin bu-
lunduğunu da bildirseydin bana. Başkalarının giderken ar-
kalarında bıraktıklarıyla nasıl bir farkı olduğunu anlatabile-
ceğim bir söz bulsaydın bana. Şimdi, bunu içimde taşıma-
nın acısından başka bir şey düşünemiyorum. Seni tanıdıkça
bu acı artıyor. Yoldan geçen biri beni durdurup sorsa, ne ce-
vap vereceğim? Herkes de böylece rahata kavuşacak: demek
bir şey yokmuş diyecek; söyleyemediğinize göre, açıklaya-
madığınıza göre, ifade edemediğinize göre. Huzur içinde ay-
rılacaklar, beni kahredici bir çaresizlik içinde bırakıp. Hu-
zurdan iki gözleri de kör olsun inşallah. Piyango bayiliği de
verilmesin. Müze de kapatılsın. Bir daha da böyle bir Selim
gelmesin dünyaya. Bilimsel bilimsel yaşayıp dursunlar. Se-
lim olmayan çocuklarının yaygarasından geçilmesin dünya-
da. Onlar da, onlara karşı olanlar da, anlayışsızlar da anla-
yışlılar da, huzurlular da, huzursuzlar da daha beter olsun-
lar: Allah’ın belası bir mutluluk gelsin dünyaya.
Onu bana anlat Esat. Nasıl anlatırsan anlat. Ona ait bir-
364
şeyler söyle. Görünüşü nasıl olursa olsun: içinde Selim ol-
sun da.
“Ablam o sıralarda Balzac’ı okuduğu için Selim onunla
alay ediyordu. Genellikle bütün kadınlarla alay ediyordu.
Onların, okuduklarını anladıklarına hiç ihtimal vermiyor-
du. Balzac’tan bir satır okumadığı halde, kitapları hakkında
fikir yürütüyordu:
‘Balzac, kendini romantik sanan genç kızların, saçma sa-
pan hayallerini beslemek için okudukları ikinci sınıf bir ro-
mancıdır.’
“Bir gün onu teyzemin kızı Füsun’a götürdüm; kitapları-
na bakması için. Gitmemek için çok direndi: ‘Aptal kızlar,
aptallıkları anlaşılmasın diye benimle alay ederler,’ dedi.
‘Orada çok kötü davranırım, pişman olursun,’ dedi. ‘Adı
Füsun olan bir kızın kitaplardan anlaması mümkün değil-
dir. Adında bile özenti var.’ dedi. Söylediklerini matematik
kurallarla ispatlamaya çalıştı. ‘Adı Füsun olan kızlar insa-
nın suratını muzip bakışlarla süzerler,’ dedi. Bu kızlar, cin-
sel bakımdan erkeklerden önce geliştikleri için, Selim gibi-
leri küçümserlermiş. Güldüm. Beni kandıramadığını gö-
rünce gitmeye razı oldu. Aslında Füsun’u görmek istiyordu.
Yol boyunca söylendi: ‘Şimdi orada, seni utandırmamak
için iyi davranırım. Çekingenliğimi bildiğin için beni kötü-
ye kullanıyorsun. Sonunda, -Allah kahretsin- hepiniz beni,
uysal ve iyi kalpli bir insan sanacaksınız. Beni deli edecek-
siniz?’ Yarı yoldan dönmeye kalktı. Razı olmuş göründüm.
Daha beter köpürdü. Vicdan azabı çekmesi için böyle yapı-
yormuşum. Geri dönsek de onun gitmek istemediğine
inanmayacakmışım. Sesimi çıkarmadan dinliyordum. So-
nunda benim bu aptalca susuşumla başa çıkamayacağını
söyleyerek saldırmaktan vazgeçti. Beni de, kendini de yor-
muştu. Yol boyunca bir daha konuşmadık.
365
“Bu arada dinlenmiş olacak ki, ben apartmanın dış kapı-
sındaki zili çalarken, aslında zilin ne kadar saçma bir şey
olduğunu ileri sürdü öfkeyle. Zil çalmak saçma bir hareket-
miş. Aşağıdan çaldığımıza göre isterlerse açmazlarmış. Biz
de onların evde olduğunu anlayamazmışız. Gülerek yüzüne
baktım: ‘Kendini aştın galiba,’ dedim. Soğukkanlılığıma la-
netler yağdırdı. Aramızdaki yaş farkına dayanarak, onu
adamdan saymadığımı, çocuk muamelesi ettiğimi, beni kız-
dırmasına bile izin vermediğimi, suratıma vurdu. Füsun da
ona aynı biçimde davranacaktı. Ona nasıl davranacağımızı
Füsun’la daha önceden kararlaştırmışız. Büyük adam mu-
amelesi edecekmişiz ona; büsbütün çileden çıkarmak için.
“Selim’in yanımda, söylenerek, somurtkan yüzünü başka
yönlere çevirerek yürüyüşünü hatırlıyorum. Ellerini arkası-
na bağlar, kamburunu çıkarır, hiç duraklamadan dosdoğru
yürürdü. Yolda durmak, kadınca bir hareketmiş.
“Teyzemin evinde, önce sesini çıkarmadı. Yalnız benim
anlayabileceğim bakışlarla, evi beğenmediğini gösterdi. Ki-
tapları, konuşmadan inceledi. Füsun’a Oscar Wilde’ı oku-
yup okumadığını sordu. Aldığı cevabı beğenmedi. Ona, ya
evet denmeliydi ya hayır. Füsun ona bir kitap verdi: Benim
Dostları ilə paylaş: |