‘Benim Üniversitelerim’de Nietzsche’yle Marx’ı uzlaştırmaya
çalışan biri var. Ne garip değil mi? Bunu yapmaya fırsat bu-
lamadan da ölüp gidiyor. Ne yapabilirdi acaba yaşasaydı?
Böyle yarım kalan işler bana hüzün veriyor.’
“Benim Üniversitelerim’i ezbere bildiğine inanıyordu. Yıl-
lar sonra, üniversiteyi bitirirken, yeniden bütün kitabı oku-
muş ve gözünden kaçan noktalar olduğunu görerek şaşır-
mıştı. Fakat sesinde, o eski hayranlık yoktu. Wilde’a hay-
ranlığıysa tamamen geçmişti. ‘Bu adamı bir zamanlar nasıl
beğendiğimi bir türlü anlamıyorum,’ diye dövünürdü. Ona,
geliştiğini, artık on beş yaşındaki Selim olmadığını, kişiliği-
ni bulduğunu hatırlattığım zaman yüzünü buruşturdu: ‘Bel-
li değil. Hiç ilerlediğimi sanmıyorum. Aynı aptalca duygu-
ları taşıyorum içimde. Bendeki başkalaşma, gelişme biçi-
minde olmuyor. Olduğum gibi kaldım ben. Aptallar gibi
büyümedim. Biraz ağırlığım arttı o kadar.’
“Büyümediği, gerçek dünyaya karışmadığı için üzülüyor-
du. ‘Gerçekten bucak bucak kaçıyorum,’ diyordu. Birini sı-
kıntıda görünce çocuk gibi ortadan kaybolmak istiyorum.
Korkaklıktan değil; kendimi onun yerine koymaktan. İn-
sanların karşısında bazen de o eski aptalca utangaçlığım
yüzünden dikilip kalıyorum. Gitmek gerektiği halde bir
369
türlü uzaklaşamıyorum. Her zaman gerekenin tersini yapı-
yorum, çocuklar gibi. Kitaplarla, yani bir çeşit masal dün-
yasıyla hayatı karıştırıyorum eskisi gibi. Galiba gittikçe de
düzeltilemez oluyorum bu konuda. Masalın nerede bittiği-
ni, hayatın nerede başladığını farkedemiyorum. Bazen, su-
ratıma bir garip bakıyorlar; o zaman uyanır gibi oluyorum.
“Benim için bütün oyunlar, romanlar, hikâyeler herkesin
anladığından başka bir anlam taşıyor. Bütün hayat, bütün
insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi. Yeni bir şey yaşa-
mak, yeni bir kitap tanımak oluyor benim için. Kitaplarla
ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum. Önsözlerle yaşı-
yorum. Hiçbir yazar şaşırtmıyor beni: çünkü hayatlarını so-
nuna kadar biliyorum. Gerçek dediğiniz dünyadaysa kimin
ne yapacağı belli değil. Her gün şaşırtıyorlar beni. Yazarla-
rımla yaşamak daha kolay. 1886’da N. kasabasında doğdu.
Babası, annesi, kardeşleri, çevresi, yaşarken kimsenin bil-
mediği ıstırapları, kuruntuları, arkadaşlarıyla kavgasının
gerçek nedeni, hepsi hepsi satırların arasında. Tanımadığım
yönlerini merak ediyorum ilk sayfalarda; fakat biliyorum
hemen her şeyi öğreneceğimi.
“Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız
gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Şövalye romanları okuya
okuya kendini şövalye sanan Don Kişot’a benzetebilirsiniz
beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi Don
Kişot sanıyorum.
“Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı ve
kendimi bir biçime sokamadığımı da yüzüme vurabilirsi-
niz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldat-
masına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım
halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostalarımın
beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkânsız bu. Dostla-
rım alay ediyor benimle. Bu çocuğun sonu ne olacak, di-
yorlar. Hiç olmazsa kitaplardan kitaplar çıkarmalıymışım.
370
Bunu da yapamıyorum, yazamıyorum. Kitapları, işimde
kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara.
Belki kitaplar da onlara karşı gösterdiğim aşırı ciddiyetimle
alay ediyordur. Biliyorum, kitaplar da beni adamdan saymı-
yorlar. Fahişelerin, onlara barlarda para yediren tüccarları
küçümsemesi gibi hor görüyorlar beni.
‘Bütün bunları düşündükçe daha da tersleşiyorum, ken-
dime daha çok zararım dokunuyor; benimle alay edenlerin
gözünde daha da küçülüyorum. Duvarlar duvarlar var çev-
remde. Halsiz kalıncaya kadar başımı vuruyorum onlara.’
“Soluksuz kalmış gibi susardı. On beş yaşının kaygısız
coşkunluğu gitmişti. Oysa daha yirmi yaşındaydı. On beş
yaşındayken kızması bile başka türlüydü. Panait Istrati’yi
ilk okuduğu zaman, bir arkadaşı ‘Çok simple bir yazar’ de-
miş Selim’e. ‘Nasıl böyle konuşur Esat Ağabey,’ diyordu öf-
keyle: ‘Panait Istrati Suç ve Ceza’yı nasıl coşkunlukla oku-
duğunu öyle anlatıyor ki insan o kitabı okumuş gibi olu-
yor.’ Gözleri parladı: ‘Ya arkadaşlıktan söz etmesi? Mihail’le
arkadaşlığı? ‘Simple’mış. Asıl onun okuduğu yazarlar
‘Simple’dir. Gösteriş budalası ne olacak? Neredeyse kavga
edecektim.’ Neredeyse kavga edecekmiş. Bundan kötü bir
hareket yoktu sanki. Kavga etmezdi de. Benim dışımda
kimseye de öfkesini belli etmezdi. ‘Bütün kötülüğün bana,’
diye takılırdım. ‘Anlamıyorsunuz Esat Ağabey,’ derdi. ‘Onla-
rı öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın
hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size
davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük
etmiş olurum size.’ Bu ‘Simple’ sözünü hiç hazmedemedi.
Günlerce ‘Simple, simple,’ diye söylendi durdu.”
Bu öfkeni bana da göstermedin Selim; beni de layık bul-
madın. Bilmiyorum bugün bile bunu öğrenmeye hakkım
var mı? Söyle, istemiyorsan hemen gideyim buradan. Her
şeyin istediğin gibi olmasını istiyorum. Sen, öğrenme der-
371
sen, öğrenmem. Sen, git beğenmediğim hayatını yaşa, der-
sen bir dakika bile burada durmam canım Selim! Nasıl is-
tersen öyle olurum.
“Önceleri, çekingenliğinden, seyrek uğrardı. Onun bütün
davranışlarını hoşgörüyle karşıladığımı görünce cesareti
arttı: her gün gelmeye başladı. İlk yıllarda gene seyrek geli-
yor sayılırdı. Üniversiteye girdikten sonra, benim genellikle
evde okuduğumu bildiği için, okulda canı sıkıldıkça, belir-
siz saatlerde gelmeye başladı. Üst kattaki odanın pencere-
sinden başımı çıkarıp görününce, neşelenir, merdivenleri
bir solukta çıkarak dağınık odamı, hemen kendine göre, o
günün ihtiyaçlarına göre düzenlemeye girişirdi. Odayı, o
gün yaşamak istediği oyunun mizansenine uygun bir duru-
ma getirirdi. Yarı çıplak odada, hayallerine uygun birşeyler
bulurdu nasılsa. Onun hazırlıklarına hiç karışmazdım; oyu-
nu engellemek aklımdan geçmezdi. Belki ben de, bir bakı-
ma onun gibi çocuk kalmıştım bir yanımla. Selim, bu oyun-
larda her yanıyla çocuktu. Onunla olmadığım zaman ne
yaptığımı, nasıl yaşadığımı hiç sormazdı. Oyun dünyamızın
dışındaki yaşantımla pek ilgili değildi. Ben de bunu bildi-
ğim için, Selim’le birlikte olmadığım zamanlarda ne yaptığı-
mı anlatmazdım ona.
“Odama girdiği sırada, o gün nasıl yaşanacağını kafasında
çoktan kurmuş olduğu için, bu oyunların ne olduğunu öğ-
renmek ve rolümü oynamaktan başka yapacak iş düşmezdi
bana. Hangi oyunların oynanacağını seçme yetkim de yok-
tu. Ayrıntılar üzerinde bazı tekliflerde bulunabilirdim; yal-
nız, önce oyunu sevdiğimi söylemem şarttı. Üzerime düşeni
de içten bir çabayla yapmalıydım, yapıyordum da.
“Benimle işlerin kolay yürüdüğünü görünce, her sabah
erkenden gelmeye başladı. Benim saat kaçta uyandığımı bil-
diği halde, çok daha erken gelirmiş sokağın başına. Biraz
dolaştıktan sonra -ne kadar gecikmeye çalışırsa çalışsın- sa-
372
at dokuz olmadan sokağın köşesini dönermiş. Sonra, daha
babamın daireye gitmediğini düşünerek geri dönmek ister-
miş. Sonra gene vazgeçermiş. Babamı gözetlemek üzere, so-
kağın köşesinde kalmaya karar verirmiş sonunda. Babamı
görünce de, onunla karşılaşmamak için, hemen yandaki so-
kağa saparmış. Sonra, biraz daha geç kalabilmek için, yavaş
yavaş yürürmüş. Gülerek anlatırdı: ‘Sanki elli metrelik yeri
yavaş yürüsem ne olur? Ne kadar vakit geçer? Kendime
acele etmedim, diyebilmek için. Bazen bir kahveye girerim.
Hiçbir zaman kahvelere yakışmamışımdır. Orduevine giren
bir sivil gibi yabancı hissederim kendimi. Çayımı içer zor
kaçarım. Zaten nereden kaçmam ki?’
“Benden kaçmazdı. Hiç olmazsa o zamanlar: üniversite
yıllarında. Zili çalmadan, kapıda dururmuş bir süre. Uyanıp
uyanmadığım hakkında tahminler yaparmış. Uykuda oldu-
ğumu bildiği halde, bunu unutmuş gibi yaparak faraziyeler
ileri sürermiş. Ya kapıyı Aysel açarsa? Bu saatte ne işin var
burada der gibi bakarsa? Ya da hiç öyle bakmazsa? ‘Alışkın
gözlerle süzerse beni? O zaman da, benim artık tatsız bir sı-
ğıntı olduğum ortaya çıkacak. Ya da artık gelişimin hiçbir
heyecan uyandırmadığı anlaşılacak.’ Sonunda sıkılır, zili ça-
larmış. Çalar çalmaz da pişman olurmuş. Tam o anda anlar-
mış kesin olarak, daha erken olduğunu. Neden acele ettim;
sokaklarda dönseydim bir kere daha, diye kendini yermiş.
‘Şimdi güldüğüme bakıyorsun da tatlı sıkıntılar yaşadığımı
sanıyorsun. O sırada yanımda olsaydın, hamiyetten gözü-
nün yaşını tutamazdın,’ diyerek kızardı bana. Endişelerinin
yersiz olduğunu söylediğim zaman da bana inanmış görü-
nürdü. Ertesi gün gene aynı sıkıntıları yaşardı. Kapıdan gi-
rince: ‘O filme bir daha gittim,’ diye söze başlardı.
“Rahat görünmeye çalıştığı zamanlarda bile bu görünü-
şünün altında kuşkulu, güvensiz ve karanlık iç dünyasının
katılığı olduğunu sanıyorum. İlk bakışta insanlara hemen
373
inanıveren, söylenen sözlerin gerçekliğinden kuşkusu ol-
mayan bir genç izlenimi bırakırdı. Fakat, kendisinde, ger-
çeklere karşı dalgın duran bu yanı iyi bildiği için, kimsenin
aklına gelmeyen yersiz ve gerçekdışı kuşkulara kapılırdı.
Öylesine söylenmiş sözlerin altında gizli anlamlar arar,
kimsenin onunla ilgilenmediği bir sırada kendisiyle alay
edildiği endişesine kapılarak azap çekerdi. Bir söz yüzün-
den gecelerce uyuyamaz, huzursuzluk içinde kıvranırdı.
Bana geldiği sabahlar bile, uzun süre, beni rahatsız etmiş
olduğunu düşünerek elini kolunu nereye koyacağını bile-
mezdi. Sezdirmemeye çalışarak yüzümü inceler, davranışla-
rımda sıkıntıya benzer birşeyler arardı. Endişeleri dağıldık-
tan sonra da kendisiyle alay eder: ‘İçimdeki Kont Draculala-
rı gün ışığına çıkarayım da toz olsunlar. Sayın Kont: yarın
gece gene beklerim.’
“Önüne çıkan her konuyla ilgilenirdi. Hepsine aynı güçle
saldırır, ne yöne döneceğini bilemezdi. Onun ilgilendiği bü-
tün meselelerde, onun kadar heyecanlı olduğumu, doğru-
su, söyleyemeyeceğim. Fakat, Selim’le birlikte olduğum za-
manlarda, onun heyecanına kapılmamazlık edemezdim. Bu
eve, heyecanı Selim getirirdi ve giderken de birlikte götü-
rürdü. Tekrar geldiği zaman, yalnız yaşadığı saatlerin biriki-
miyle daha da ateşli görünür ve bizi, bıraktığı yerde bile bu-
lamazdı. O zaman kızar, köpürür, hakaretler yağdırır, içimi-
zin ölü olduğunu, artık heyecanlarını bizimle paylaşamaya-
cağını bağırarak ilan ederdi. Onun heyecanlarını izlemek de
zordu: çünkü hızla yön değiştiriyordu. Bana, ilk tanıştığı-
mızdan beri duyduğu saygıyı, böyle anlarda bütünüyle
unutur, daha iyi birini bulsa, bizleri hemen bırakacağını ve
bir kere bile dönüp arkasına bakmayacağını ileri sürerek
beni tehdit ederdi. Sonra, birden durgunlaşır, belki benim
de aslında bunu istediğimi, beni bırakmakla bana iyilik et-
miş olacağını, zaten herkesin belirli bir süre sonra onu bı-
374
raktığını, aptalca telaşlarından herkesin usandığını üzgün
bir sesle anlatırdı. Bazı günlerdeyse, hızını alamazsa, kapıyı
vurup giderdi. Dışarı çıkınca hemen pişman olur, ama bu-
nu itiraf etmek ona zor geldiği için günlerce uğramazdı.
Döndüğü zaman anlattığına göre, arada geçen günlerde, bi-
zim sokağa her gün birkaç kere uğrar, evin çevresinde dola-
şır, içeri girmeye bir türlü cesaret edemezmiş. Ben de eski
kavgamızı ona hatırlatmamaya çalışırdım. Yoksa, aynı me-
seleye dokunmaya kalkarsam, aynı kavgalar tekrarlanır ve
kapı aynı sertlikle yüzüme çarpılırdı.”
Acaba bu heyecanları hiç kıskanmadın mı Esat? Bu heye-
canlara tam katılmadığına göre, bu kavgalarda, göründü-
ğün kadar soğukkanlı mıydın? Bunu hiçbir zaman bileme-
yeceğim. Bazı noktaları hep karanlıkta bıraktın giderken
Selim. Olur ya, belki bir gün tam senin gibi hissederim, se-
nin heyecanların benim heyecanlarım olur: o zaman seni
bütünüyle yaşarım, kim bilir?
Esat, soluk almak için durmuştu. Turgut onu daha fazla
yorarsa, istediği gibi konuşamayacağını sezdi. Saatine baktı
ve özür dileyerek artık kalkması gerektiğini söyledi: Tekrar
gelecekti. “Çok sevindim sizinle tanıştığımıza,” dedi Esat.
“İstediğiniz zaman uğrayın.” Gülümseyerek ekledi: “Bili-
yorsunuz, hep evdeyim.” Kızkardeşiyle birlikte Turgut’u ka-
pıya kadar geçirdiler. Aysel, elini uzattı, gülümsedi: “Gene
bekleriz.” Tekrar geleceğim.
Turgut o gece, rüyasında Metin’i gördü. Metin, bütün rü-
ya boyunca, Turgut’a kötü gelen garip gülümsemesiyle gö-
ründü. Derin anlamlar taşıyorum diyen ve insanın kanını
donduran bir gülümseme. Turgut durmadan, kendi kendi-
ne: “Hayır, o aptaldır, bu gülümseme sahtedir,” diye tekrar-
lıyordu. Sanki bu gülümsemeden korkuyordu da bu sözler-
375
le kendine cesaret vermek istiyordu. Bir bakıma bu gülüm-
semeye de razıydı. Sanki birden bu gülümsemenin biteceği-
ni, aslında bunun kötü sözlere bir başlangıç olduğunu bili-
yordu ve ne olursa olsun bu sözleri duymak istemiyordu.
Selim gene ölmemişti. Metin, evinde bir ziyafet veriyordu.
Selim, Süleyman Kargı, Esat ve Turgut’un tanımadığı ya da
hatırlayamadığı daha birçok insan vardı. Ankara’nın birbiri-
ne paralel, birbirine benzeyen küçük asfalt sokaklarından
birinde tek katlı, bahçeli bir evde toplanmışlardı. Gece mi,
gündüz mü olduğu belli değildi. Pencerelerdeki kalın ku-
maş perdelerin hepsi kapalıydı. Odaların, salonların orasına
burasına serpiştirilmiş sayısız sehpanın üstüne lambalar
yerleştirilmişti. Bu ışık yetmediği için evin bazı yerleri ka-
ranlıktı. Metin’in ailesi çok kalabalıktı: kızkardeşler, erkek-
kardeşler, anne, baba, teyzeler, amcalar, yeğenler... bitip tü-
kenmez bir aile. Turgut, eve ilk gelenler arasındaydı. Geldi-
ği zaman ortalıkta tanıdık bir kimseye rastlamadı. Evde bü-
yük bir telaş vardı; kadınlar, odalarda ve salonlarda hiçbir iş
yapmadan koşuşup duruyorlardı. Metin, sahte gülümseme-
siyle hazırlıkları gözden geçiriyor ve yapılanları beğenmedi-
ği, gülümsemesindeki farkedilmesi güç değişmelerden anla-
şılıyordu. İnsanların ve eşyanın üzerinde dolaşan, sıkıntı
verici bir gülümseme. Metin, devamlı olarak bir şeyden şi-
kâyet ediyordu. Turgut, uyandıktan sonra uzun süre bunu
düşündü: neden şikâyet ediyordu?
Sonra buldu: evet, misafirlerin gecikmesinden şikâyetçiy-
di. Sehpalardaki lambaların ışığı yetmediğinden, kadınlar
şamdanlar getirerek, büfelerin, kitap raflarının, dolapların
üstüne koyuyorlardı. Ne kadar çok eşya vardı. Turgut, şam-
danlar konuldukça evin aydınlanan köşelerine bütün dik-
katiyle bakarak, tanıdık bir yüz görmeye çalışıyordu. Me-
tin’in akrabaları, salonun çeşitli yerlerinde kümelenmişler,
aralarında alçak sesle konuşuyorlardı. Hepsinde Metin’i
376
kızdırmaktan korkan, ürkek bir tavır vardı. Duvarlar siyaha
boyanmıştı ya da evin karanlığından öyle görünüyordu.
Hayır, siyahtı duvarlar; şamdanlar bile onları aydınlatamı-
yordu. Işıklı olmadığından, tavan da görünmüyordu. Oda-
lar, salonlar, ceviz kaplama mobilyalarla doldurulmuştu:
evin karanlığını artıran, çarşı işi, koyu renkli mobilyalar,
mumların, lambaların ışığında, eşya, derin ve heybetli gö-
rünüyordu. Metin, arada bir ortaya çıkıyor ve akrabalarına
çatıyor, misafirlerin gecikmesinden onları sorumlu tutuyor-
du. Son görünüşünde, vaktin artık çok geç olduğunu, bu
saatten sonra gelseler bile geri dönemeyeceklerini, bu ne-
denle onlara yatacak yer hazırlanması gerektiğini ileri sür-
dü. Akrabalar çok yumuşak başlıydı. Hemen arka odalara
giderek, küçük demir karyolaları salonlara taşımaya başla-
dılar. Karyolalar Turgut’un bulunduğu salonun ortasından
yan yana dizildi. Adım atacak yer kalmamıştı. Metin, bir
karyolanın üstüne oturdu ve Turgut’a bakarak konuşmaya
başladı. Turgut bu sözleri çok iyi duyamıyordu; fakat, arada
anladığı kelimelerden, Selim’in merakla beklendiğini öğren-
di. Anlaşıldığına göre, Selim’in gelmesi zayıf bir ihtimaldi.
Metin, bu duruma çok sinirleniyordu. Sesini yükseltti: “Ya-
pacağım açıklamalar bakımından gelmesi gerek. Yoksa, bu
toplantının bir anlamı kalmayacak.” Acı acı gülümsedi:
“Her zamanki gibi,” dedi. “Her zaman dediğim gibi.” “Ge-
lirse, bütün durum aydınlanacak ve ben temize çıkacağım.
Ama, gelmeyecek, beni bu zor durumda yalnız başıma bıra-
kacak.” Turgut da, Selim’i görmek istediği halde, gelmesin-
den çekiniyordu. Metin’in zor durumda kalmasından değil,
bu açıklamalardan korkuyordu nedense. Bu sırada, kalaba-
lığın içinden biri Turgut’a yaklaştı. Turgut baktı: Süleyman
Kargı. Sonunda tanıdık biriyle karşılaşmıştı. Sıkıntısını Sü-
leyman Kargı’ya anlatmaya başladı. Fakat değişik bir biçim-
de açıklıyordu bunu: Metin, meydanı boş bulduğu için Se-
377
lim’i çekiştiriyordu. Selim bir gelseydi, bütün gerçek anlaşı-
lacak ve Metin, yerin dibine girecekti. Metin, o kadar ya-
kında duruyordu ki bu sözleri duymasından korktu ve Sü-
leyman Kargı’yı salonun bir köşesine sürükledi. Birden, Se-
lim’i yanında gördü. Ona doğru ilerledi. Bu tatsız gidişe bir
son vermesini istedi ondan. Selim onu görmüyordu. Gözle-
rini salonun ortasındaki karyolalara dikmiş, Metin’i seyre-
diyordu. Turgut’un yanında durduğu büfe hareket etmeye
başladı. Büfenin arkasında bir kapı varmış: biri kapıyı iti-
yordu. Turgut yardım etti, kapı açıldı. Aralanan kapıdan bi-
raz sürtünerek Esat geçti, içeri girdi. Turgut heyecanla ona
atıldı: “Ne söyleyecek? Selim hakkında ne söyleyebilir?”
Metin’den gene korkmaya başlamıştı. Esat: “Selim, onunla
konuşmayacak,” dedi. “Selim, artık onun gibilerle hiç ko-
nuşmayacak. Aynı yanlışlığı bir daha yapmayacak. Burada
olduğu halde ona görünmeyecek. Böyle insanlar Selim’i bir
daha göremeyecek. O, artık, kendisini sevenlere görünecek
yalnız.” Gerçekten de Selim, o sırada Metin’in yanıbaşında
durduğu halde Metin, onun gelmediğinden, kendisini bo-
şuna masrafa soktuğundan bahsediyordu. Turgut: “Neden
şimdiye kadar böyle hareket etmedin Selim?” diye söyleni-
yordu. Elbette, onlarla ancak böyle başa çıkılabilirdi. Bugü-
ne kadar nasıl görmemişti bu gerçeği? Metin, gittikçe öfke-
leniyor, Selim ise onun yanında durarak gülümsüyordu.
Turgut, sevinerek, kendi kendine konuşuyordu -Esat kay-
bolmuştu- “Yalnız, onu sevenlere görünecek; yani ölmedi.
Sevmeyenlerden kurtulmak için bulduğu bir çareydi de-
mek.” Bu işe aklı çok yattı. Uyandığı zaman hâlâ gülümsü-
yordu. Uzun süre de aynı durumda kaldı.
Daha güneş doğmamıştı. Hava aydınlanıyor, çirkin teras-
lar, uzun teneke bacalar, birbirine girmiş çatılar yavaş yavaş
ışığa çıkıyordu. Pencerenin yanında duruyordu Turgut. Ka-
378
rısını uyandırmadan sessizce kalkmış, perdeyi aralamıştı;
şehrin üstüne çirkinlik yığınları çökmüştü. İçinde herkesin
küçük bir payı olan çirkinlikler. Mimarıyla, mühendisiyle,
ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların, rahatsız olmadan bir
köşesinde yer almaya çalıştığı, bir köşesine tutunmak için
uğraştığı çirkinlikler. Her çeşit aydınıyla, yarı aydınıyla,
okumuşuyla, kendini yetiştirmişiyle, korkağıyla, gerçek
mücadelecisiyle, bu çirkin taş, beton, mozaik ve hepsinin
üstünde sarı badanalı çatı katlarına tutunmaya çalışan şe-
kilsiz kalabalık. Bankayaonbinkoyupikiyılsonraellibinalan-
giller. Senin arkadaşların Selim. Benim arkadaşlarımdı Tur-
gut. Şimdi senin arkadaşların. Bir süre daha konuştu Se-
lim’le. Ona, giriştiği işin güçlüklerinden bahsetti. Selim’in
arkadaşlarının Selim’i anladıklarından kuşkusu olduğunu
söyledi. Onlarla yaptığı konuşmaları uzun uzun anlattı. Se-
ni nereye kadar tanıdıklarını bilmiyorum. Belki de seni ol-
duğundan çok başka türlü tanıtıyorlar bana. Kuşun, kur-
dun elinde kaldım Selim. Bana, onları daha önce tanıtma-
lıydın. Onlar hakkında bir fikrim olmalıydı. Karanlıklar
içindeyim. Bu insanları ne kadar sevmiş olduğunu bile bil-
miyorum. Hepsi de, benim gibi, belirli bir yönüyle tanıyor-
lar seni. Birçok Selim var ortada. Bunları nasıl birleştirsem?
Bunu yapabilmek için hangi kitapları okusam? Bana, o gü-
zel aydınlatıcı programlarından çizebilseydin. Salı günü ne
yapmalıyım? Çarşamba günü nereye gitmeliyim? Perşembe
günü hangi kitabı okumalıyım? Ne zaman yemek yemeli-
yim? Ne zaman uyumalıyım? Arada boşluk bırakma sakın.
Tehlikeli oluyor benim için. Rüyalardaki gibi hep benim ya-
nımda ol. Yanlış bir söz ederlerse beni uyar hemen. Sağlı-
ğında seni dinlemezdim belki. Sen gene de, alınıp hemen
kaybolma. Yoksa ben de kaybolacağım. Kayboluyorum. Ya-
şamak, ölmek gibi değil. Bazı zorlukları var bir kere. Daha
çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Ezilebili-
379
riz. Biz... Biz demeye hakkım var mı dersin? Seni, beni, se-
nin insanlarını hep bir arada düşünebilir miyim acaba?
Yoksa, beni aranıza almıyor musunuz? Çabalarımı gelip ge-
çici mi kabul ediyorsunuz? Çırpınışlarımın sizinle ilgisi
yok mu? Beni nasıl değerlendiriyorsun? Değerlendiriyorsu-
nuz? Ben de başarılarımı bırakmalı mıyım yoksa? Söyle ba-
na, arkadaşlarının arasında bu meseleye benim gibi eğilen
var mı? Yoksa, bu bir yaratılış meselesi mi? Bazıları anadan
doğma mı öyledir? Sonradan olmalar kabul edilmiyor mu
aranıza? Selim de ona, böyle bir mesele olmadığını, böyle
bir ayrımın yapılmadığını, önce girenlerin sonraya kalacağı-
nı, yeni girenlere öncelik tanınacağını anlattı. Böyle bir me-
selenin de insan sezmedikçe var olmadığını, elle tutulur bir
gerçekliği bulunmadığını belirtti. Aralarına adam almakta
güçlük çıkardıkları hakkındaki söylentiler doğruydu. Fakat
tutunamayanların, bu kadarcık bir titizlik göstermesi de ya-
dırganmamalıydı. Sahtekârlar türemişti. Tutunamayanlara
gösterilen bazı kolaylıklardan yararlanmak istiyorlardı. Ne
gibi kolaylıklar Selim? Karısının sesini duydu: “Ne yapıyor-
sun canım?” Uykulu bir ses. “Güneşin doğuşunu seyredi-
yorum.”
Şantiyede işler çabuk yoluna girdi. Gene de bir gün önce-
ki düzen bozulmuştu işe başladıkları sırada. Sevgili kardeş-
lerim: benim yokluğumu bütün kalbinizle duyduğunuzu
belirtmek için çalışmanızın yalnız benim varlığıma bağlı ol-
duğunu gösterdiniz. Her gün düzeni yeniden kurmamız,
aramızdaki bağlılığın güzel bir belirtisidir.
Esat’ın sokağına geldiği zaman, Esat için günün henüz
başlamadığı aklına geldi. Bir an durakladı. Kahveye gire-
mem ya. Kaybedecek vaktim yok. Adımlarını sıklaştırdı.
Kapıyı Esat açtı. Daha giyinmemişti. Turgut, özür dileyici
380
bir iki söz mırıldandı ve içeri girdi. Yukarı çıktılar: orada da-
ha rahat olurmuş. Elbette. Esat’ın odasına girdiler: Aysel ya-
tağı düzeltiyordu. Turgut’u görünce gülümsedi. Dağınıklık-
tan biraz sıkılmış gibi özür diledi. Aysel’in, daha çok kılığı-
nın düzensizliğinden sıkıldığını anladı Turgut ve görünüşe
aldırmadığını göstermek için de gitti, odanın en rahatsız
sandalyesine rahat bir tavırla oturdu. Karımdan sakladığım
küçük bir yaşantı. Bu düşünceyi hemen unuttu. Onu daha
rahat bir yere oturttular: yatağın üstüne. Esat, giyinmek için
dışarı çıktı. Aysel de kayboldu. Onların yanında çevresine
bakmaktan utanıyordu. Arkasına yaslanarak odayı inceledi.
Beyaz badanalı, çatlak duvarlar çıplaktı: ne bir resim, ne bir
takvim, ne de bir raf. Kapının arkasındaki çivilere Esat’ın el-
biseleri asılmıştı: biri koyu, biri açık renk iki takım. Küçük
bir masanın üstünde kitaplar: üniversite kitapları. Bir tanesi
açık duruyor. Bir iki sandalye, yerde bir kilim. Kahverengi
boyalı ahşap tavandan çıplak bir ampul sarkıyordu. Selim’in
oyunlarının mizanseni: Bir oda, sahnenin sağında bir kapı.
Solda pencere, bir cumba. Sabah. Oda, yarı karanlık. Genç
adam, aynı zamanda yatak olarak kullanılan divanın üstüne
oturmuş tavana bakmaktadır. Sessizlik. Kapı açılır, Esat gi-
rer. Giyinmiştir. Genç adama kahvaltı edip etmediğini sorar.
Kapı tekrar açılır. Aysel girer. Elinde bir kahvaltı tepsisi tut-
maktadır. Elbisesini değiştirmiş, saçlarını toplamıştır. Yü-
zünde hafif bir boya. Böyle daha güzel olmuştur. Genç ada-
ma kahvaltı etmesi için ısrar ederler. Yalnız bir çay içmeye
razı olur. Esat, kitapları bir yana iterek tepsiyi masanın üs-
tüne koyar. Genç adama bardağını uzatır. Genç adam teşek-
kür ederek bardağı alır. Divana oturur. Sessizlik. Aysel, pen-
cerenin yanına giderek perdeleri açar. Oda, yavaş yavaş ay-
dınlanır. Esat kahvaltısını ederken konuşur.
ESAT (gülerek): Erken geldiğiniz için sokaklarda dolaş-
madınız ya? Benim bu tembelliğim yüzünden herkesin
381
kendini suçlu hissetmesi doğru değil. Aslında bunun zara-
rını ben çekiyorum. Erken kalkamadığım için çok imtihan
kaçırmışımdır. Uyanamıyorum, ne yapayım? Oysa, siz mü-
hendisler erken kalkmalısınız, değil mi?
TURGUT (erken kalkmakla iyi bir şey yapmadığını his-
sederek): Mühendise bağlı.
(Esat kahvaltısını ederken Turgut, onu seyreder. Konuş-
madan, Esat’ın kahvaltısını bitirmesini bekler. Sonra, çekin-
gen bir ifadeyle sorar.)
TURGUT: Bana, bir gün önce sözünü ettiğiniz oyunlar-
dan bahseder misiniz?
Esat, masanın önündeki sandalyenin yanından kalkar,
Turgut’un yanına gelir, yatağın kenarına ilişir. Düşünceleri-
ni toplamak ister gibi, başını ellerinin arasına alır. Bir süre
konuşmazlar. Sonra Esat, ağır ağır anlatır.
“Selim, ilk yıllarda üniversiteden çok sıkılıyordu. Birçok
günler, evden çıkınca doğru bana gelirdi. Ben giyinip tıraş
olurken, günlük programı çizerdi. Program onaylanınca,
yemek bakımından evdekilere yük olmamak için, bakkal-
dan alışveriş etmeyi teklif ederdi hemen. Bunu, aslında, ev-
dekilerle mümkün olduğu kadar az karşılaşmak için isterdi.
O sıralarda, evden aldığı harçlıktan başka geliri olmadığı
için, fazla parası yoktu. Ben bu ayrı yemek düzenine itiraz
ederdim: hep birlikte birşeyler yiyebilirdik. Olmazdı; o za-
man her gün gelemezdi. Kısa zamanda bu yemek düzenine
de alıştım. Bütün düzenlerine alıştım. Her sabah kapıyı aça-
rak onu kimseye göstermeden yukarı çıkarma düzenine de
alıştım. Bu düzenlerden biri bile herhangi bir nedenle bozu-
lursa, o gün için kafasında kurduğu bütünlüğün zedelendi-
ğini hisseder ve uzun süre kendine gelemezdi. Odaya biri
girse belli etmeden huysuzlanır ve tekrar yalnız kalıncaya
kadar ‘yaşamazdı’.
“Günlük yaşantımızın ana çizgileri belli olduktan sonra,
382
ikimiz de ceplerimizi boşaltır ve ne kadar paramız varsa ya-
rını düşünmeden ortaya koyardık. Masanın üstüne yığdığı-
mız paralara bakarak: ‘Aptal Carnegie gibi gün geçmez böl-
melerde yaşıyoruz,’ diye sevinirdi. Günlük bütçe yapılır: yi-
yeceğe, sigaraya -ben içmezdim-, gidilecekse sinemaya, mi-
zansen için kaçınılmaz masraflara uygun miktarlar ayrılırdı.
Bütün bu işler gerçek bir ciddiyetle yapılırdı. Mevcut para,
giderler, hep ayrı yazılırdı. Bazen, yazarken, birdenbire gü-
lümser, başını kaldırarak: ‘Bizim kantindeki çocuklar ne
düşünürdü beni görseler,’ derdi. ‘Doktor Jekyll ve Mister
Hyde’ın çocukluk yılları!’
“Evdekiler, yukarıda olup bitenlerle pek ilgilenmezlerdi.
Ne yaptığımızı bilmezlerdi. Bu saatler, ikimiz arasında titiz-
likle saklanan bir sırdı. Yalnız Aysel, çocukça bir merakla
bizi izlerdi. Selim, onu da, sabırsız bakışlarıyla odadan kaçı-
rırdı. Büyük çocukların oyunlarına almadıkları, erkek ço-
cukların aralarından attıkları küçük bir kız gibi mahzunla-
şırdı Aysel. Benim de, Selim’den çekindiğim için, sırrımızı
saklamam, onu büsbütün meraklandırırdı. Sonunda Selim,
Aysel’in sessiz baskısına dayanamayarak, kadınlarla başa çı-
kılamayacağını homurdandı ve Aysel de kabul edildi. Ay-
sel’in ilk görevi, bize yemek hazırlamak, ortalığı toplamak
gibi, esasa ait olmayan işlerdi.
“Bütçe düzenlendikten ve dengelendikten sonra -bazen,
ertesi gün için yedek akçe ayrılırdı- Selim alışverişe çıkardı.
Selim, temizlik yapılmasına sinirlendiğinden, o dışarı çıkın-
ca Aysel odayı süpürür ve eşyaya düzen verirdi. Selim, ge-
nellikle, Aysel’in işi bitmeden onu ‘suçüstü’ yakalar ve sahte
bir gürültü kopararak, kadınları, bütün ciddi işleri, sonun-
da ev işi biçimine sokmakla, bütün oyunları soysuzlaştır-
makla suçlardı. Aysel, bu saldırıları ciddiye alır ve gücene-
rek odadan kaçardı. Selim utanır ve sıkıntısını belli etme-
mek için, Oscar Wilde’ın kadınlar hakkında söylediği iğneli
383
sözleri tekrarlar, kadınlardan yakınırdı uzun süre. Onu, ya
istemediği kadar ciddiye alıyorlar ya da hiç aldırmıyorlardı.
Sonra, hemen unuturdu yaptıklarını. Başkalarına yaptıkla-
rını hemen unuturdu. Başkalarına kötülük ettiğini hisset-
menin acısına dayanamazdı. ‘Bütün öfkelerimi öyle içten
duyuyorum ki, kimsenin alınmaması gerek bana; bu yüz-
den ancak beni beğenebilirler,’ diyerek şımarıkça gülerdi.
‘Beni ya şımartın, ya da kapı dışarı edin!’ diye bağırırdı. ‘Ya-
rı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Ta-
mam: bir kişi kalsın.’ Sonra gene bağırmaya başlardı: ‘Ben
günahkârım: bana vurun!’ O günlerde Dostoyevski’yi oku-
yordu.
“Sonra hemen mahzunlaşırdı: ‘Ya bir kişi de kalmazsa?’
Yanıma oturur, titrek bir sesle: Kitaplar yüzünden çok acı
çekiyorum Esat Ağabey,’ derdi. ‘Sanki hepsi benim için ya-
zılmış. Bu kadar insanı birden canlandıramıyorum: hepsini
birbirine karıştırıyorum. Gülünç oluyorum.’ Odayı dolaşır-
dı inleyerek. ‘Ben rezilin biriyim ve rezilliğimi biliyorum.’
‘Selimciğim,’ derdim, ‘Kendini bu kadar zorlama. Karama-
zov’ların bulunduğu şartlar altında değilsin.’ Oyuncağı elin-
den alınmış bir çocuk gibi suratını asardı: ‘Peki, ben etki al-
tında kaldığımı, kitapların beni mahvettiğini nasıl anlataca-
ğım?’ Anlaşılmamaktan çok korkardı. ‘Başkalarından ayrı
hissetiğimi nasıl belirtsem? Kimse bilmeyecek... Hiç olmaz-
sa mezar taşıma yazın: burada insanlara başka türlü hayran
olan biri yatıyor. Ne türlü? Bir bilsem, ah bir bilsem.’
“Beni tedirgin ettiğini düşünerek, aşırı kibarlık oyununa
başvururdu. Çantasından ders notlarını çıkarır, yatağın üs-
tüne serer ve önce benimle ilgili değilmiş gibi yapardı. Say-
faların arasına gömülür, büyük matematikçileri oynardı.
Sonra, benim de büyük hukukçuları oynamamı isterdi: bü-
yük adamların yanında, büyük adamlar bulunduğu için.
Masayı hazırlar, kitabımı açar, kırmızı kalemimi üstüne ko-
384
yarak önümde eğilirdi. Bu denemenin kısa zamanda sonuç
vereceğini, benim, beş on dakika sonra usanarak, ‘onun ar-
zularına boyun eğeceğimi’ bilirdi. Kitabı kapayarak kalkar-
dım: ‘Peki Selim, ne istersen yapalım.’
“Bana zor gelen işlerle başlardı: ‘O halde,’ derdi, ‘Hikâye
yazalım.’ Hikâye defterlerimizi yatağın altından çıkarır, toz-
larını temizler, uzatırdı: ‘Bu günkü konumuz, ihanet ve vic-
dan azabı.’ Sonra hemen yatağa oturur ve başını kaldırma-
dan sürekli yazardı. ‘Ben yazarım, ben yazarım.’ diye söyle-
nirdi arada. ‘Çünkü yazıyorum.’ Ben bir iki satır yazdıktan
sonra yorulur, onu seyretmeye başlardım. İyi bir günündey-
se bir sayfa kadar yazdıktan sona bırakır ve yazdıklarını
okurdu. ‘İhanet ve vicdan azabı’ hikâyesini hatırlıyorum:
çünkü bir hafta boyunca, aşağı yukarı aynı şeyleri yazdı,
yırttı. Tolstoy’un Şavaş ve Barış’ını okuyordu. ‘Adam yüzler-
ce sayfa yırtıyormuş. Biz de kendi çapımızda katılıyoruz
ona. Gorki’ye göre, Tolstoy insana baktığı zaman bin gözü
varmış gibi gelirmiş. Bizim bir sayfa yırtmamız gene iyi.’ Ya-
zarlık konusunda ciddi görünmekten korkardı. ‘İşi gülünç-
lüğe vurup, kurtarıyorum kendimi,’ derdi.
“Hikâyedeki vicdan azabı, canlı bir varlıktı. Yanılmıyor-
sam dört ayaklıydı. Evet. Daha önce iki ayaklıymış da, vic-
dan azabından dört ayak üzerinde sürünmeye başlamış.
Okurken, elindeki kâğıdı birden bırakır ve halının üstüne
çömelerek vicdan azabını taklide başlardı: ‘Dickens da, ka-
labalığın önünde, romanlarındaki kahramanları taklit ede-
rek okurmuş kitaplarını. Bu yüzden epey para yapmış.’ Ay-
nı zamanda, yedi çocuk babası bir adam var hikâyede. Dı-
şarda kar yağıyor ve adam aç. İçerde yalnız başına oturuyor
vicdan azabı. Bir türlü pirzolasını yiyemiyor: dışardaki
adam yüzünden. Sonra, Şehvet Kurbanları’ndan bir sahne
giriyor araya. Onu pek iyi hatırlamıyorum. Galiba beyaz sa-
kallı bir ihtiyar da kar altında bekliyor. Sonra, vicdan azabı
385
sahneye çıkıyor. Bu bölümün başlığı: Vicdan azabı sahnede.
Yedi çocuk babası adama bakabilmek için, onun çocukları-
nı doyurabilmek için sahne hayatına atılıyor vicdan azabı.
Perde açılıyor. Sahne boş. Soldan, kulisten, bir adam görü-
nüyor, yerde. Adam, yavaş yavaş sahneye çıkıyor, sürüne-
rek. Yedi çocuk babası adam da sağdan çıkıyor ve yerde sü-
rünen adama eğilerek soruyor: ‘Sen kimsin?’ Yerde sürünen,
son bir gayretle cevap veriyor: ‘Vicdan azabı’, ve ölüyor. Pi-
yes burada bitiyor. Hikâyenin nerede bittiği belli değil.
Çünkü Selim burada bıraktı. Yok, biraz daha yazdı galiba.
Oldukça para yapıyorlar bu oyundan. Fakat baba, parayı
eve götürmüyor. Bir bar kadınına yediriyor. Burada gene,
Dostları ilə paylaş: |