Pazartesi Hikayeleriadlı kitabını koydu. Belki birkaç gün daha fazla
kalırım, diye düşündü, Daudet, Lisboa'nın anlatılarına yakışacak bir
yazardı.
Hole gitti, karısının portresi önünde durup şöyle dedi: Dün
Marta’yı gördüm, Monteiro Rossi’nin nişanlısı, bana öyle geliyor ki bu
gençler başlarını büyük derde sokuyorlar, daha doğrusu sokmuşlar bile,
her neyse beni ilgilendirmez, bir haftalık bir deniz tedavisine
gereksiniyorum, Doktor Costa böyle buyurdu, üstelik insan Lizbon’da
tıkanıyor, Balzac’ın Honorine’ini de tamamladım, bu sabah gidiyorum,
Cais de Sodre’den trene bineceğim, seni de yanımda götürüyorum, izin
verirsen.
Portreyi alıp bavuluna koydu, ama yüzü dışa gelecek şekilde
yerleştirdi, karısı yaşamı boyunca havaya gereksinim duymuştu,
portrenin de havaya gereksineceğini düşündü. Sonra Katedral’deki
küçük meydana kadar inen Pereira bir taksiyle gara gitti. Meydanda
durdu ve aklına Cais de Sodre’deki British Bar’da bir şeyler atıştırmak
geldi. Bu bara aydınların uğradığmı biliyordu ve içlerinden birine
rastlamayı umuyordu, içeri girip köşedeki masalardan birine oturdu.
Gerçekten de, komşu masada romancı Aquilino Ribeiro ile avangard
çizimci Bernardo Marques yemek yiyorlardı. Marques, Portekiz
modernizminin en iyi dergilerinin resimlemelerini gerçekleştirmişti.
Pereira onları selamladı, sanatçılar da başlarını eğerek karşılık verdiler.
Adamlarla aynı masada oturmak hoş olurdu, diye düşündü Pereira,
onlara önceki akşam D’Annunzio hakkında son derece olumsuz bir
eleştiri yazısı aldığını söyler, kendilerinin bu konuda ne düşündüklerini
sorabilirdi. Ama iki sanatçı sıkı bir söyleşiye dalmışlardı ve Pereira
rahatsız etme cesaretini bulamadı kendinde. Bernardo Marques’in artık
çizim yapmak istemediğini ve romancının da ülkeyi terk etmek
niyetinde olduğunu anladı konuşmalarından. Bu konuşma biraz
cesaretini kırdı, diye iddia ediyor Pereira, çünkü Aquilino Ribeiro gibi
bir romancının ülkesini yüzüstü bırakabileceğini tahmin etmiyordu.
Limonatasını içip yediği midyelerin tadına varırken, Pereira’nın
kulağına birkaç cümle çalındı. Paris’e, diyordu Aquilino Ribeiro,
gidilecek tek yer Paris. Ve Bernardo Marques de aynı kanıda olduğunu
belirtip karşılık veriyordu: Çeşitli dergilerden çizim yapmam için teklif
aldım, ama burası barbar bir ülke, kimseyle işbirliği yapmamakta yarar
var. Pereira, midyelerini ve limonatasını bitirdi, kalktı ve iki sanatçının
masasının önünde durdu. Siz beylere a iyetler diliyorum, dedi, izninizle
kendimi tanıtayım, adım Doktor Pereira, Lisboa’nın kültür sorumlusu;
bütün Portekiz sizler gibi sanatçılarla gurur duyuyor, sizlere
gereksiniyoruz.
Ardından göz kamaştırıcı öğle güneşine çıkıp trene yöneldi.
Parede’ye kadar bir bilet satın aldı, yolculuğun ne kadar sürdüğünü
sordu. Memur kısa sürdüğü yanıtını verince sevindi. Estoril hattı
treniydi, çoğunlukla tatile çıkanları taşırdı. Pereira katarın soldaki
bölümüne yerleşti, çünkü canı denizi görmek istiyordu. Saat tam öğle
olduğundan, vagonda kimsecikler yok sayılırdı, Pereira key ince bir yer
seçti, gözüne güneş gelmesin diye perdeyi ha ifçe indirip bakışlarını
okyanusa çevirdi. Yaşamını düşünmeye başladı, ama bundan
konuşmayı arzu etmediğini iddia ediyor. Denizin sakin olduğunu ve
sahilde güneşlenip denize girenler bulunduğunu söylemeyi yeğliyor,
Pereira, ne zamandan beni okyanusta denize girmediğini anımsamak
için belleğini zorladı, sanki aradan yüzyıllar geçmiş gibi geldi.
Coimbra’da, Oporto yakınlarında, örneğin Granja’ya ya da Espinho’ya
plaja gittiği zamanlar geldi aklına, orada bir gazino ve bir kulüp vardı.
Bu Kuzey sahillerinde; deniz çok soğuk olurdu, yine de soğuğa dayanıklı
olmayan üniversite arkadaşları onu sahilde beklerken, kendisi bütün
sabah yüzebilirdi. Daha sonra giyinir, üzerlerine zarif birer ceket alıp
bilardo oynamak için kulübe yollanırlardı. Insanlar onlara beğeniyle
bakarlardı, şef garson onları işte Coimbra öğrencileri diyerek karşılardı.
Ve en iyi bilardo masasını onlara ayırırdı.
Pereira, Santo Amaro önünden geçerken düşlerinden sıyrıldı.
Kavisli güzel bir plajdı ve mavi-beyaz çizgili bez kabinler görünüyordu.
Tren durdu ve Pereira’nın aklına inip denize girme ikri geldi, bir
sonraki trene binebilirdi nasıl olsa. Bu arzusuna gem vuramadı. Pereira
bu atılımın nereden geldiğini bilemiyor, belki Coimbra dönemini ve
Granja plajlarını düşünmesiydi nedeni. Küçük bavuluyla trenden indi ve
sahile giden altgeçidi aştı. Ayağı kuma bastığında, ayakkabılarını ve
çoraplarını çıkardı ve yalınayak, bir elinde bavulu, öteki elinde
pabuçları ilerlemeyi sürdürdü. Gözüne hemen cankurtaran ilişti, bir
şezlonga uzanmış yüzenleri gözleyen, yanık tenli, iriyarı bir
delikanlıydı. Pereira adamın yanına yaklaşıp bir mayo ve kabin
kiralamak istediğini söyledi. Cankurtaran, onu alaylı bir havayla
tepeden tırnağa süzdü, sonra da size göre bir mayo var mı bilmiyorum,
diye mırıldandı, ama size dükkânın anahtarını vereyim, siz bir bakın,
kabin de en büyük olanı, bir numara. Ardından da Pereira’ya ironik gibi
gelen bir tavırla sordu: Can simidi de gerekiyor mu? Iyi yüzerim, diye
karşılık verdi Pereira, belki sizden bile kat kat daha iyi yüzerim,
takmayın kafanıza. Dükkânın ve kabinin anahtarım alıp üstünü
değiştirmeye gitti. Dükkânda, her çeşit şey vardı: can simitleri, şişme
kolluklar, her yanında mantarlar olan bir balık ağı, mayolar. Karıştırıp
aralarında eski usul, tek parça bir mayo bulmayı denedi, böylece
göbeğini örtebilecekti. Bir tane bulup giydi. Biraz dardı ve yünlüydü,
ama daha iyisi yoktu. Bavuluyla elbiselerini kabine bıraktı, sonra sahile
yürüdü. Deniz kenarında top oynayan bir grup genç vardı. Pereira
onlardan uzak durdu. Sakin sakin denize girdi, soğuk suyun yavaş yavaş
bedenini sarmaşma bıraktı kendini. Göbeğine kadar girdiğinde, dalıp
ağır ve uyumlu kulaçlar atmaya başladı. Uzun uzun, şamandıralara
kadar yüzdü. Şamandıraya asıldığında soluk soluğa olduğunu ve
yüreğinin fazla hızlı attığını duyumsadı. Çılgınlık bu yaptığım, diye
düşündü, yüzmeyeli yüzyıllar oldu, ben de kalkmış sporcular gibi
atılıyorum suya. Şamandıraya asılı durup dinlendi, sonra sırtüstü suya
bıraktı kendini. Tepesindeki gökyüzü, yırtıcı bir mavilikteydi. Pereira
soluğu yerine gelinceye kadar bekledi, sonra sakin kulaçlarla ağır ağır
sahile döndü. Caka satmak için cankurtaranın önünden bilhassa geçti.
Gördüğünüz gibi can simidine gereksinim duymadım, dedi. Bir sonraki
Estoril treni acaba kaçta? Cankurtaran saatine baktı. Onbeş dakika
sonra, diye yanıtladı. Güzel, dedi Pereira, haydi benimle gelin,
giyineceğim, paramı da öderim bu arada, çünkü fazla zamanım yok.
Kabinde giyinip çıktı, cankurtarana parayı verdi, cüzdanında taşıdığı
ufak bir tarakla kalan saçlarını taradı ve delikanlıyı selamladı.
Hoşçakalm, dedi ve top oynayan şu gençleri gözünüzden ayırmayın,
bana sorarsanız yüzme bilmiyorlar, ayrıca çevredekileri de rahatsız
ediyorlar.
Altgeçitten çıkıp armut ağacının altındaki taş sıraya oturdu.
Trenin geldiğini işitti ve saate baktı. Geç kalmış olduğunu düşündü,
kuşkusuz Deniz Tedavi Merkezi’nde kendisini öğle yemeğine
beklemişlerdi, çünkü kliniklerde yemek erken yenirdi. Sağlık olsun, diye
düşündü. Ama tren perona girerken kendini iyi, yatışmış ve dinç
hissediyordu, ayrıca Deniz Tedavi Merkezi için önünde bol bol zamanı
vardı, orada en azından bir hafta kalacaktı, diye düşündüğünü iddia
ediyor Pereira.
Parede’ye vardığında saat iki buçuğa geliyordu. Bir taksiye
binip sürücüye Deniz Tedavi Merkezi’ne gitmesini söyledi. Veremlilerin
olduğu yer mi, diye sordu taksi sürücüsü. Bilmiyorum, diye karşılık
verdi Pereira, tek bildiğim deniz kıyısında olduğu. Ama buradan iki
adım ötede, dedi taksi sürücüsü, yürüyerek gidebilirsiniz. Bakın, dedi
Pereira, yorgunum, hava da çok sıcak, size yüklü bir bahşiş veririm.
Deniz Tedavi Merkezi, palmiyelerle dolu bir bahçenin
ortasında yükselen pembe bir binaydı. Yüksekte, kayaların üzerine
kurulmuştu ve merdivenlerle önce yola, sonra da sahile iniliyordu.
Pereira zahmetle yokuşu tırmanıp hole girdi. Onu beyaz gömlekli,
kırmızı yanaklı şişman bir kadın karşıladı. Ben Doktor
Pereira’yım, dedi Pereira, doktorum da Doktor Costa, bir oda ayırtmak
için size telefon etmiş olmalı. Ha, Doktor Pereira, dedi beyaz gömlekli
kadın, sizi yemeğe bekliyorduk, neden geciktiniz bu kadar, yemek
yediniz mi? Doğrusu, sadece garda birkaç midye yedim, karnım da biraz
aç, diye kabullendi Pereira. Oyleyse gelin benimle, dedi beyaz gömlekli
kadın, lokanta kapandı, ama Maria das Dores size ha if bir şeyler
hazırlayabilir. Onu, yemek salonu olarak kullanılan, pençereleri denize
bakan geniş bir odaya yönlendirdi, içeride kimseler yoktu. Pereira,
küçük bir masaya oturdu ve az sonra önlüklü bir kadın, ben aşçıyım,
dedi, size ha if bir ızgara yapabilirim isterseniz. Dil balığı, diye yanıtladı
Pereira, lütfen. Ayrıca bir limonata söyledi, gelince de tadına vara vara
limonatasını içmeye başladı. Ceketini çıkarıp peçetesini boynuna
bağladı. Maria das Dores elinde bir ızgara balıkla geldi. Dil balığımız
kalmamıştı, dedi, size bir dülgerbalığı hazırladım. Pereira, keyi le
yemeye başladı. Yosun banyoları saat yedidedir, dedi aşçı kadın, ama
canınız istemiyorsa ve öğle uykusuna yatmayı yeğlerseniz, yarın da
başlayabilirsiniz, doktorunuz Doktor Cardoso, bugün akşamüstü altıda
sizi odanızda ziyarete gelecek. Harika, dedi Pereira, sanırım gidip biraz
dinleneceğim.
Yirmiiki numaralı odasına çıktığında bavulunu odada buldu.
Panjurları kapattı, dişlerini fırçaladı ve pijamasını giymeden yatağın
üstüne uzandı. Atlantik’ten gelip panjurların arasından süzülen ve
perdeleri kıpırdatan ha if bir esinti vardı. Pereira hemen uykuya daldı.
Güzel bir düş gördü, bir gençlik düşü,
Granja Plajı’ndaydı ve bir havuza
benzeyen okyanusta yüzüyordu ve bu havuzun kenarında, elinde
havluyla onun çıkmasını bekleyen solgun yüzlü bir genç kız duruyordu.
Sonra yüzmeden dönüyordu ve düş sürüyordu, gerçekten güzel bir
düştü, ama Pereira nasıl devam ettiğini söylememeyi yeğliyor, çünkü
düşünün bu öyküyle hiçbir ilgisi olmadığını iddia ediyor.
15
Saat altı buçukta, Pereira kapıya vurulduğunu işitti, ama
uyanıktı zaten, diye iddia ediyor Pereira. Tavanda panjurların
oluşturduğu ışık ve gölgeleri seyre-diyordu. Balzac’ın Horıorine’i ve
pişmanlık üzerine düşünüyordu, sanki kendi de bir şeyden pişmandı da
ne olduğunu tam bilemiyordu. Birden, içinde Peder Antönio ile
konuşma arzusu duydu, çünkü ona pişman olduğunu itiraf edebilirdi,
ama neden pişmanlık duyması gerektiğini bilemiyordu, sadece bir
pişman olma hasreti duyuyordu, belki de sadece ikrin kendisi hoşuna
gidiyordu, kimbilir.
Kim o, dedi Pereira. Gezinti saati, dedi kapının arkasından bir
hemşirenin sesi, Doktor Cardoso sizi holde bekliyor. Pereira’nın canı
yürüyüş yapmayı hiç çekmiyordu, diye iddia ediyor Pereira, ama yine
de kalkmış, bavulunu açmış, pamuklu bir pantolon ve haki renkli bol bir
gömlek giymiş, ayağına da bez ayakkabılarını geçirmişti. Karısının
portresini masaya koydu sonra ve ona şöyle dedi: Eh, işte geldim şu
Deniz Tedavi Merkezi’ne, ama canım sıkılırsa çeker giderim, böylelikle
gazete için bir çeviri de yapabilirim, özellikle Le petit chose hoşumuza
gitmişti, anımsıyor musun? Coimbra’da okumuştuk ve ikimizi de
duygulandırmıştı, bir çocukluk öyküsüydü, belki biz de sonradan
gelmeyecek bir oğulu düşünmüştük, ne yapalım, her neyse, Les Contes
Dostları ilə paylaş: |