Francisco Franco’ya Saygı yazılmış bez bir pankart gördü Pereira.
Altında, daha küçük har lerle: İspanya’daki Portekizli Askerlere Saygı.
Pereira, hemen o anda, bunun Salazar yanlısı büyük bir şenlik
olduğunu, bu yüzden de polisin önlem almaya gerek görmediğini
anladığım iddia ediyor. Ve işte o zaman birçok kişinin yeşil gömlek
giydiğini ve boyunlarına mendil bağladıklarını fark etti. Yıldırım
çarpmışa dönerek durdu ve aynı anda farklı birçok şey geçti kafasından:
Monteiro Rossi’nin de onlardan biri olabileceği düşündü
kavunlarını
kanla lekeleyen Alentejolu arabacıyı düşündü onu burada görseydi
Peder Antonio’nun ne diyeceğini düşündü Bütün bunları düşündü ve
bekçinin uyukladığı sıraya çöküp düşüncelere daldı. Daha doğrusu,
kendisini müziğe bıraktı, çünkü her şeye karşın, müzik hoşuna
gidiyordu. Biri viyola, öteki gitar çalan iki ihtiyarın çaldıkları,
gençliklerinden, üniversite öğrencisi oldukları ve yaşamı ışıl ışıl bir
gelecek gibi düşledikleri dönemden kalma, yüreğe işleyen Coimbra
ezgileriydi. Kendisi de, o dönemdeki öğrenci şenliklerinde viyola
çalardı, zayıf ve çevikti ve genç kızlar ona âşık olurlardı. Onun için deli
olan ne kadar da çok güzel genç kız vardı. O ise, tersine, şiirler yazan ve
sık sık başı ağrıyan, kırılgan ve solgun ufak tefek bir kıza tutulmuştu.
Sonra yaşamındaki başka şeyleri düşündü, ama Pereira bunlardan söz
etmek istemiyor, çünkü bunların sadece ve sadece kendine ait olduğunu
ve elinde olmadan geldiği bu şenliğe bir şey katmayacağını iddia ediyor.
Daha sonra Pereira, ince uzun boylu, açık renk gömlek giymiş bir
delikanlının, oturduğu masadan kalkıp iki ihtiyar müzisyene katıldığını
gördü, diye iddia ediyor Pereira. Ve kimbilir neden, kanı kaynadı
delikanlıya, belki de bu delikanlıda kendini görmüştü, sanki Coimbra
dönemine geri gitmişti, bir anlamda delikanlı ona benziyordu,
görünümü değil, devinimi, biraz da alnına düşen tutamıyla saçları.
Delikanlı Italyanca bir şarkı, O sole mio’yu söylemeye başladı. Pereira
sözleri anlamıyordu, ama güç ve yaşam dolu, güzel ve duru bir şarkıydı,
yalnızca ‘benim güzel güneşim’ sözcüklerini anlıyordu, hepsi de o
kadardı. Delikanlı şarkı söylerken, yeniden ha if bir Atlantik esintisi
çıktı. Akşam serindi, her şey gözüne güzel göründü, sözünü etmek
istemediği geçmiş yaşamı, Lizbon, renkli ampullerin üzerinde görünen
gökkubbe ve içinde büyük bir özlem duydu Pereira ama neye özlem
duyduğunu söylemek istemiyor. Her neyse, şarkı söyleyen delikanlının,
öğle sonrası telefonda konuştuğu kişi olduğunu anladı, öyle ki delikanlı
şarkısını bitirdiğinde oturduğu sıradan kalktı, çünkü merakı
çekingenliğinden daha ağır basıyordu. Küçük masaya yönelip
delikanlıya seslendi: Bay Monteiro Rossi sanırım. Monteiro Rossi, ayağa
kalkmak için hamle yapınca küçük masaya çarptı ve önünde duran bira
bardağı devrilerek bembeyaz pantolonunu lekeledi. Ozür dilerim, diye
kem küm etti Pereira. Sakarlık bende, dedi delikanlı, sık sık gelir
başıma, siz Lisboa gazetesinden Doktor Pereira olmalısınız, buyrun
oturun lütfen. Ve elini uzattı.
Pereira, küçük masaya otururken biraz rahatsızlık duyduğunu
iddia ediyor. Yerinin orası olmadığını, tanımadığı biriyle milliyetçi bir
şenlikte karşılaşmasının saçmalığını, Peder Antönio’nun bu davranışı
onaylamayacağını, evine dönüp karısının portresiyle konuşmak, ondan
özür dilemek istediğini düşündü. Bu karmaşık düşünceler sayesinde,
söyleşiye girmek için doğrudan bir soru sorma cesaretini buldu ve
kafasında pek tartmadan Monteiro Rossi’ye sordu: Salazar yanlısı
gençlerin şenliği demek, siz de Salazar gençliğinden misiniz?
Monteiro Rossi, alnına düşen tutamı geri atıp yanıtladı:
Felsefe diplomam var, felsefe ve edebiyata ilgi duyuyorum, ama bunun
Lisboa ile ne gibi bir bağlantısı olabilir? Bir bağlantısı olabilir, diye
karşılık verdiğini iddia ediyor Pereira, çünkü biz özgür ve bağımsız bir
gazete çıkarıyor, politikaya da bulaşmak istemiyoruz.
O sırada, iki ihtiyar yeniden çalmaya başladı, melankolik
tellerinden Francocu bir şarkı yayılıyordu, ama Pereira, rahatsızlığına
rağmen oyuna katılmış olduğunu ve rolünü sürdürmesi gerektiğini
kavradı. Garip bir biçimde, bunu yapabileceğini, çünkü dizginlerin
kendi elinde bulunduğunu da anladı, çünkü kendisi Lisboa gazetesinden
Doktor Pereira’ydı ve karşısındaki delikanlı ağzının içine bakıyordu.
Böylece söze başladı: Olüm hakkındaki yazınızı okudum, bana çok ilginç
geldi. Olüm hakkında bir inceleme kaleme aldım, diye karşılık verdi
Monteiro Rossi, ama hepsini
kendi kafamdan uydurmadığımı
söylememe izin verin, derginin bu incelemeden yaptığı geniş alıntıyı
kopya ettim, itiraf ederim, bir kısmını Feuerbach’tan, bir kısmını da bir
Fransız tinselciden, profesörün kendisi bile fark etmedi, bilirsiniz,
profesörler sanıldığından daha cahildirler. Pereira, bütün akşam
sormak istediği soruya geçmeden önce hayli tereddüt ettiğini iddia
ediyor, nihayet garsonluk yapan yeşil gömlekli gence içecek bir şeyler
ısmarladıktan sonra soruyu sormaya karar verdi. Kusuruma
bakmazsanız, dedi Monteiro Rossi’ye, alkol kullanmıyor, sadece
limonata içiyorum, bir tane ısmarlayacağım şimdi. Ve limonatasını
yudumlarken, sanki biri duyabilirmiş de kınayabilirmiş gibi alçak sesle
sordu: Ya siz, özür dilerim, şey sormak istiyordum, ölüm sizi
ilgilendiriyor mu?
Monteiro Rossi’nin yüzü geniş bir gülümsemeyle aydınlandı.
Pereira bundan rahatsız olduğunu iddia ediyor. Ne diyorsunuz, Doktor
Pereira, diye haykırdı Monteiro Rossi, beni yaşam ilgilendiriyor. Sonra
daha alçak sesle sürdürdü: Bakın Doktor Pereira, ölümden bıktım artık,
iki yıl önce annem öldü, Portekizliydi ve öğretmenlik yapıyordu, beyin
anevrizmasından -bir damarın patladığını söylemek için zor bir sözcük-
göz açıp kapayıncaya kadar gitti; geçen yıl, babam da aniden öldü,
Italyan’dı ve Lizbon Limanı’nın tersanelerinde gemi mühendisi olarak
çalışıyordu, bana biraz
para bıraktı, ama bu para suyunu çekti bile;
Italya’da yaşayan bir büyükannem var, ama oniki yaşımdan beri
görmedim onu, ayrıca Italya’ya gitmek de istemiyorum, orada durum
bizimkinden de beter anlaşılan; yani ölümden gerçekten bıktım, Doktor
Pereira, açık sözlülüğümü bağışlayın ama, bunu neden soruyorsunuz?
Pereira, limonatasından bir yudum aldı, elinin tersiyle
dudaklarını silip karşılık verdi: Çünkü bir gazetede ölen yazarlara
övgüler düzmek ya da önemli bir yazar öldüğünde bir ölüm yazısı
hazırlamak gerekir, ama bir ölüm yazısı da öyle ayaküstü yazılmaz,
hazırda bulundurmak gerekir, bu yüzden zamanımızın önemli yazarları
için önceden ölüm yazıları hazırlayacak birini arıyorum, bir düşünün
hele, yarın Mauriac ölüp gitseydi, nasıl çıkardım işin içinden?
Pereira, Monteiro Rossi’nin bir bira daha ısmarladığını iddia
ediyor. Geldiğinden beri, delikanlı en azından üç bira yuvarlamıştı,
kafayı bulmuş olmalıydı, hiç değilse çakırkeyif olmuştu. Monteiro Rossi,
alnına düşen tutamı geri atıp şöyle dedi: Doktor Pereira, birkaç dil
bilirim ve zamanımızın yazarlarını tanırım; ben, yaşamı seviyorum,
ama ölümden söz etmemi istiyorsanız ve bu akşam Napoliten bir şarkı
söylemem için para verdikleri gibi siz de para veriyorsanız yapabilirim,
öbür güne sizin için Garcia Lorca üzerine bir anma yazısı hazırlarım.
Garcia Lorca’ya ne dersiniz? Temelde Ispanyol avangardını yarattı,
bizim Pessoa’mızın Portekiz modernizmini yaratması gibi tıpkı. Ayrıca
Garcia Lorca çok yönlü bir sanatçıdır, şiirle, müzikle ve resimle
uğraşmıştır.
Pereira, en uygun kişinin Garcia Lorca olmadığını
düşündüğünü söyledi, diye iddia ediyor Pereira, yine de ölçülü ve
sakınımlı bir şekilde söz edilmesi koşuluyla, denenebilirdi, sadece
sanatçı kişiliğine değinilmek, durum gereği hassas olabilecek başka
özellikleri bir kenara bırakılmalıydı, işte o zaman, Monteiro Rossi
büyük bir doğallıkla şöyle dedi: Bakın, böyle damdan düşer gibi
söylediğim için kusura bakmayın, Garcia Lorca’yı anma yazısını
hazırlayacağım, ama siz bana biraz avans veremez misiniz?
Yeni bir
pantolon almam gerekiyor, üstümdeki lekeli, yarın üniversiteden
tanıdığım ve biraz sonra beni almaya gelecek bir kızla çıkacağım,
arkadaşlarımdan biridir ve ben ondan çok hoşlanıyorum, onu sinemaya
götürmek isterdim.
4
Gelen genç kızın başında hasır bir şapka vardı, diye iddia
ediyor Pereira. Açık tenli, yeşil gözlü ve biçimli dudakları olan çok güzel
bir kızdı. Askıları sırtında çaprazlaşarak yumuşak ve dik omuzlarını
açığa çıkaran bir elbise giymişti.
Işte Marta, dedi Monteiro Rossi. Marta seni Lisboa'dan Doktor
Pereira ile tanıştırayım, bu akşam beni işe aldı, bundan böyle
gazeteciyim, gördüğün gibi kendime bir iş buldum. Kız yanıtladı:
Memnun oldum, ben Marta. Sonra, Monteiro Rossi’ye dönerek, “Böyle
bir eğlenceye neden geldiğimi bilemiyorum doğrusu, ama madem
geldim ve müzik davetkâr, akşam havası da ne is olduğuna göre, belki
beni dansa kaldırırsın, küçük budalam benim,” dedi.
Pereira masada tek başına kaldı, bir limonata daha ısmarlayıp
küçük yudumlarla içti, bir yandan da yanak yanağa, ağır ağır dans eden
iki genci seyrediyordu. Pereira, o anda yeniden geçmiş yaşantısını,
olmayan çocuklarını düşündüğünü iddia ediyor, ama bu konuda başka
açıklama yapmak istemiyor. Danstan sonra, gençler gelip küçük masaya
oturdular ve Marta, sanki başka bir şeyden söz edercesine, “Bugün bir
Lisboa aldım, ne yazık ki polisin arabasında katlettiği Alentejolu
hakkında tek sözcük yok, bir Amerikan yatından bahsediliyor, pek ilginç
bir haber olduğunu sanmıyorum,” dedi. Pereira, yersiz bir suçluluk
duygusuyla yanıtladı: Müdür tatilde, kaplıcalarda, ben de sadece kültür
sayfasıyla uğraşıyorum, çünkü bilmem biliyor musunuz, Lisboa gelecek
haftadan itibaren bir kültür sayfası yayınlamaya başliyor, sorumlusu da
benim.
Marta şapkasını çıkarıp masanın üzerine koydu, serbest
kalan kızıl hareli kumral bir saç çağlayanı omuzlarına döküldü, diye
iddia ediyor Pereira. Arkadaşından birkaç yaş daha büyük gibi
duruyordu Marta, yirmialtı ya da yirmiyedi yaşlarında olabilirdi.
Pereira kıza sordu: Ya siz, siz ne yapıyorsunuz? Bir ithalat-ihracat
şirketi için ticari mektuplar kaleme alıyorum, diye yanıtladı Marta,
yalnız sabahları çalışıyorum, böylece öğleden sonraları kitap okuyup
gezinebiliyorum, bazen de Monteiro Rossi’yi görebiliyorum. Pereira,
genç kadının, delikanlıdan sanki iş arkadaşıymış gibi soyadıyla,
Monteiro Rossi diye söz etmesini tuhaf bulduğunu iddia ediyor, her
neyse, itiraz etmedi Pereira, konuyu değiştirdi ve sırf laf olsun diye,
“Sizin Salazar gençliğine bağlı olduğunuzu sanmıştım,” dedi. “Ya siz?”
diye karşılık verdi Marta. Ha, dedi Pereira, gençliğim elden gideli epey
zaman oluyor, politikaya gelince, beni ilgilendirmediğini bir kenara
bırakırsak, fanatik insanlardan hoşlanmam, dünyanın fanatik insanlarla
dolu olduğu görüşündeyim. Fanatizmle inancı karıştırmamak gerekir,
diye karşılık verdi Marta, çünkü insanın idealleri olabilir, örneğin
insanların özgür, eşit ve kardeş olmaları gibi, kusuruma bakmayın, işte
yine Fransız Devrimi’ni ezbere okumaya başladım, Fransız Devrimi’ne
inanır mısınız? Kuramsal olarak evet, diye yanıtladı Pereira ve
‘kuramsal’ sözcüğünü kullandığına pişman oldu, çünkü ‘uygulamada
evet’ demiş olmayı isterdi; ama temelde içinden geçeni söylemişti. O
sırada, iki ihtiyar, biri viyolası, öteki gitarıyla Fa Majör bir valse girişti
ve Marta, “Doktor Pereira, bu valsi sizinle yapmak isterdim,” dedi.
Pereira kalktı, diye iddia ediyor Pereira ve kolunu uzatıp kızı dans
pistine götürdü. Bu valsi neredeyse kendinden geçerek yaptı, sanki
göbeği ve bütün etleri bir sihrin etkisiyle yok olmuştu. Dans ederken,
Praça Alegria’nın renkli ampullerinin üzerindeki gökyüzüne bakıyordu,
kendini ufacık hissetti, evrende eriyip gitmişti sanki. Yaşlıca şişman bir
adam, evrenin herhangi bir yerinde bir genç kızla dans ediyor, diye
düşündü, aynı anda yıldızlar dönüyor, evren deviniminde, belki de biri
sonsuzdaki bir gözetleme kulesinden bize bakıyor. Sonra küçük
masalarına döndüler ve Pereira hayal kurduğunu iddia ediyor: Neden
çocuğum olmadı benim? Bir limonata daha söyledi, midesine iyi
geleceğini düşündü, çünkü öğle sonrası, bu bunaltıcı sıcak nedeniyle
hazım güçlüğü çekmişti. Marta’ya gelince; iyice rahatını bulmuş bir
tavırla çene çalıyordu. Monteiro Rossi, gazeteniz için hazırladığınız
tasarıdan söz etti bana, dedi. Bence güzel bir ikir, gitme zamanı gelmiş
bir sürü yazar var; neyse ki kendine D’Annunzio dedirten dayanılmaz
Rapagnetta birkaç ay önce çekip gitti, ama şu yobaz Claudel de yetti
artık, öyle düşünmüyor musunuz? Katolik eğilimli gazetenizin seve
seve ondan söz edeceğine hiç kuşkum yok, ayrıca şu aşağılık Marinetti,
ne pis herif, savaş ve Havan topu türküleri söyledikten sonra,
Mussolini’nin kara gömleklilerinden yana çıktı, onun da yok olması iyi
olurdu. Pereira ha iften terlemeye başladı, diye iddia ediyor Pereira,
sonra mırıldandı: Genç bayan, daha alçak sesle konuşun, nerede
bulunduğumuzun farkında değilsiniz galiba. Bunun üzerine Marta
şapkasını taktı ve sıkıldım buradan, sinirime dokunuyor, göreceksiniz
birazdan askeri marşlar söylemeye başlayacaklar, sizi Monteiro
Rossi’yle baş başa bırakayım, konuşacaklarınız vardır herhalde, beni
sorarsanız, Tejo’ya kadar yürüyeceğim, temiz hava solumaya
gereksiniyorum, iyi geceler, görüşmek üzere, dedi.
Pereira, kendini yatışmış hissettiğini iddia ediyor;
limonatasını bitirdi, bir tane daha söylemeye niyet etti, ama karar
veremedi, çünkü Monteiro Rossi’nin orada daha ne kadar kalmak
istediğini bilmiyordu. Bir şeyler daha içmeye ne dersiniz, diye sordu.
Monteiro Rossi kabul etti, bütün akşam boş olduğunu ve canının
edebiyattan söz etmek istediğini söyledi. Buna öyle seyrek fırsat
buluyordu ki! Genelde felsefeden la lıyor, sadece felsefeden bahseden
insanlar tanıyordu. Bu noktada Pereira, başarısız bir aydın olan
amcasının tekrarlayıp durduğu bir cümleyi anımsayıp yüksek sesle
söyledi: “Felsefe sadece gerçekle uğraştığı izlenimini verir, ama belki de
düşlemleri dile getirir, edebiyatsa sadece düşlemlerle uğraştığı
izlenimini verir, ama belki de doğruyu dile getirir.” Monteiro Rossi
gülümsedi ve bu tanımın her ikisine de uygun düştüğü görüşünde
olduğunu belirtti. O zaman Pereira sordu: Bernanos hakkında ne
düşünüyorsunuz? Başta biraz şaşırmış görünen Monterio Rossi sordu:
Şu Katolik yazar mı? Pereira şaşırmış görünen bir baş işaretiyle
onayladı. Monteiro Rossi alçak sesle şöyle dedi: Bakın, Doktor Pereira,
size telefonda da söylediğim gibi, ölüm konusunda fazla kafa
yormadığım gibi, Katoliklik hakkında da pek düşünmüyorum. Babam
gemi mühendisiydi. Gelişmeye ve tekniğe inanan, pratik bir adamdı ve
bana bu yönü ağır basan bir eğitim verdi. Italyan olduğu doğrudur, ama
belki de beni biraz
Ingiliz usulü, gerçeğin pragmacı yönüyle eğitti. Edebiyatı severim
sevmesine, ancak zevklerimiz uyuşmuyor olabilir, en azından bazı
yazarlar konusunda, ne var ki, çalışmak zorundayım ve sizin de,
gazetenizin müdürünün de arzu ettiğiniz bütün yazarlar hakkında
önceden ölüm haberleri hazırlamaya razıyım. Işte o zaman Pereira
birden diklenme ihtiyacı hissetti, diye iddia ediyor Pereira. Bu
delikanlının ona meslek ahlâkı dersi vermeye kalkışmasını biraz
abartılı bulmuş, genç adamın küstah olduğunda karar kılmıştı. Kendisi
de küstah bir tavır takınmaya karar vererek söze başladı: Edebi
seçimlerimde müdürüme bağımlı değilim. Edebiyat sayfasının
sorumlusu benim ve beni ilgilendiren yazarların seçimini de ben
yaparım, işte bu yüzden, görevi size verme kararı da benden çıkıyor,
benden size tam yetki; ben Bernanos ile Mauriac’ı önermek
niyetindeydim, çünkü bu yazarlardan hoşlanıyorum, ama bundan böyle
ona da karışmıyorum, siz karar verin, dilediğiniz gibi yapın. Pereira,
mezuniyet tezini arakladığını açıkyüreklilikle itiraf eden, fazla
tanımadığı bir delikanlıya müdürüyle arasındaki ilişkiyi zedeleme
pahasına öyle bir yetki vermekle ölçüyü biraz fazla kaçırdığı için hemen
o an pişmanlık duyduğunu iddia ediyor. Bir an için kendini tuzağa
düşmüş gibi hissetmiş, bile bile budalaca bir konuma düştüğünün
bilincine varmıştı. Ama bereket versin Monteiro Rossi lafı değiştirip
Bernanos’dan bahsetmeye başladı, belli ki, adamı iyi tanıyordu. Sonra,
“Bernanos yürekli bir adamdır, ruhunun yeraltı geçitlerinden söz
etmekten korkmaz,” dedi. Ruh sözcüğünü işitince, Pereira kendini daha
iyi hissetti, diye iddia ediyor Pereira, sanki bir merhem sayesinde
hastalıktan kurtulmuş gibi oldu ve hemen atılıp saf bir edayla sordu:
Bedenin dirilişine inanıyor musunuz? Hiç düşünmemiştim, diye
yanıtladı Monteiro Rossi, beni ilgilendiren bir sorun değil. Belki yarın
yazı işlerine uğrayabilirim. Bernanos’un ölümü için önceden bir yazı da
hazırlayabilirim, ama içten konuşmam gerekirse, Garcia Lorca için bir
anma yazısını kaleme almayı yeğlerim. Elbette, dedi Pereira, yazı işleri
benim, Rua Rodrigo da Fonseca, altmışaltı numaradayım. Rua
Alexandre Herculano yakınında, Yahudi kasabının iki adım ötesindedir.
Kapıcı kadınla karşılaşırsanız hiç oralı olmayın, cadalozun tekidir,
Doktor Pereira ile buluşacağınızı söyleyin ve kadınla fazla la lamayın,
polis muhbiri olabilir.
Pereira, bunu neden söylediğini bilmediğini iddia ediyor, belki
de kapıcı kadından ve Salazar polisinden nefret ettiği içindi, her neyse
aklından böyle geçmişti, amacı daha tanımadığı bir delikanlıyla sözde
bir suç ortakhğı yaratmak değildi kesinlikle: Hayır, amacı bu değildi,
gerçek nedeni de bilmediğini iddia ediyor Pereira.
5
Ertesi sabah kalktığında, iki dilim ekmek arasında peynirli bir
omlet buldu mutfakta, diye iddia ediyor Pereira. Saat ondu, temizlikçi
kadın saat sekizde geliyordu. Oğle yemeği niyetine yazı işlerine
götürmesi için hazırlandığı belliydi sandviçin. Piedade onun sevdiği
şeyleri iyi bilirdi ve Pereira peynirli omlete bayılırdı. Bir incan kahve
içti, yıkandı, ceketini giydi, ama kravat takmamaya karar verdi. Yine de
kravatı katlayıp cebine koydu. Çıkmadan önce, karısının portresinin
önünde durup konuştu: Monteiro Rossi adında bir delikanlı buldum,
dışarıdan çalışıp erken ölüm haberleri hazırlaması için işe almaya karar
verdim, çok uyanık biri olduğunu düşünüyordum, ama tersine biraz
şaşkın çıktı. Oğlumuz olsaydı, onun yaşlarında olacaktı, alnına düşen bir
tutam saçla biraz bana benziyor, benim de alnıma bir tutam saçın
düştüğü günleri anımsıyor musun? Coimbra zamanıydı, neyse, şimdilik
sana ne anlatacağımı bilemiyorum, göreceğiz, bugün yazı işlerine
geliyor, bir ölüm yazısı da getireceğini söyledi, çok güzel bir kız
arkadaşı var, adı Marta, bakır rengi saçları var, biraz fazla rahat
davranıyor ve uluorta politikadan söz ediyor, işte böyle, bakalım ne
olacak.
Rua Alexandre Herculano’ya giden tramvaya bindi,
sonra
zahmetle Rua Rodrigo da Fonseca’ya kadar yokuşu çıktı. Giriş kapısına
vardığında, terden sırılsıklamdı, kavurucu bir gündü. Avluda her
zamanki gibi kapıcı kadınla karşılaştı. Kadın, “Günaydın Doktor
Pereira,” dedi. Pereira bir baş hareketiyle kadını selamlayıp
merdivenleri tırmandı. Yazı işlerine girer girmez ceketini çıkarıp
vantilatörü çalıştırdı. Ne yapacağını bilmiyordu, saat on ikiye gelmişti.
Aklına omletli sandviçini yeme ikri geldi, ama daha erkendi. Işte o
zaman ‘ Anımsamalar’ başlıklı kısa makaleyi anımsadı ve yazmaya
girişti. ‘Büyük şair Fernando Pessoa aramızdan ayrılalı tam üç yıl oldu.
Pessoa Ingiliz eğitimi almış olmasına karşın, Portekizce yazmayı
seçmişti, çünkü vatanının Portekiz dili olduğunu savunuyordu. Bize
dergilere dağılmış çok güzel şiirler ve vatanını seven büyük bir
sanatçının bakış açısından Portekiz tarihini veren İleti başlıklı şiirsel
bir destan bırakmıştır.’ Yazdığı satırları yeniden okuyup tiksinç buldu,
evet, en uygun sözcüktü bu, tiksinç, diye iddia ediyor Pereira. Kâğıt
parçasını çöp sepetine atıp yeniden yazdı: ‘Fernando Pessoa üç yıl önce
aramızdan ayrıldı. Varlığını farkedenlerin sayısı yok denecek kadar
azdır. Portekiz’de bir yabancı gibi yaşadı, belki her yerde yabancı
olmasıydı bunun nedeni. Mütevazı pansiyonlarda ya da kiralık odalarda
tek başına kaldı hep. Dostları, müritleri ve şiirlerini sevenler onu
anımsıyorlar.’ Sonra omletli sandviçini alıp ucundan ısırdı. O anda
kapıya vurulduğunu işitti. Hemen omletli sandviçini Çekmeceye
sakladı, ağzını elinin altındaki pelur kâğıda silip girin diye seslendi.
Gelen Monteiro Rossi’ydi. Günaydın Doktor Pereira, dedi Monteiro
Rossi, kusura bakmayın, belki biraz erken geldim, ama size bir şey
getirdim, işte böyle, dün akşam eve döndüğümde, ani bir esine
kapıldım, ayrıca burada, gazetede bir şeyler atıştırabileceğimizi de
düşündüm. Pereira, sabırla bu odanın yazı işleri olmadığını, sadece
gazeteden ayrılmış kültür sayfasının yeri olduğunu açıkladı. Kültür
sayfası da yalnızca kendisinden, Pereira’dan ibaretti, bunu söylemiş
olduğunu sanıyordu, bir yazı masası, bir de vantilatörü olan bir odaydı
burası yalnızca, çünkü Lisboa küçük bir akşam gazetesiydi. Monteiro
Rossi bir sandalyeye yerleşip cebinden dörde katlanmış bir kâğıt
parçası çıkardı. Pereira alıp okudu. Yayınlanması olanaksızdı, diye iddia
ediyor Pereira, gerçekten yayınlanması olanaksız bir yazıydı. Yazıda
Garcia Lorca’nın ölümü anlatılıyordu, başlangıcı şöyleydi: ‘iki yıl önce,
büyük Ispanyol şairi Federico Garcia Lorca, anlaşılması güç koşullarda
aramızdan ayrıldı. Politik hasımları ilk kuşkulanılanlar arasında, çünkü
Lorca cinayete kurban gitti. Böylesi bir barbarlığın nasıl yapılabildiğini
herkes hâlâ merak ediyor.’
Pereira gözünü kâğıttan kaldırıp sevgili Monteiro Rossi, dedi.
Kusursuz bir romancısınız siz, ama benim gazetem roman yazmaya
elverişli bir yer değil, gazetelerde gerçeğe uygun, en azından gerçeğe
benzer şeyler yazılır, bir yazarın nasıl, hangi koşullarda ve neden
öldüğünü söylememelisiniz, sadece öldü demelisiniz, sonra da
eserlerinden, romanlardan ve şiirlerden söz etmelisiniz. Elbette
yazdığınız bir anı yazısı, ama temelde yapıtın ve insanın eleştirisi,
portresi olmalı, sizin yazdığınızı kullanmak olanaksız, Garcia Lorca’nın
ölümü gizemini hâlâ koruyor. Ya olaylar sizin ileri sürdüğünüz gibi
gelişmediyse?
Monteiro Rossi, Pereira’nın yazıyı sonuna kadar okumadığını
ileri sürerek karşı çıktı, daha ilerde insanın ve sanatçının yapıtından,
görünümünden ve kişi-liginden söz ediyordu. Pereira sabırla okumayı
sürdürdü. Tehlikeliydi, diye iddia ediyor Pereira, yazı tehlikeliydi.
Ispanya’nın en güney ucundan, Lorca’nın Bemardo Alba’nın Evi’nde
oklarına hedef seçtiği aşırı Katolik Ispanya’dan söz ediliyor, Garcia
Lorca’nın halka götürdüğü gezgin tiyatro ‘Baraca’ anlatılıyordu.
Burada
kültüre ve tiyatroya açlık duyan Ispanyol halkına enikonu bir övgü vardı,
bu açlığı Garcia Lorca doyurmuştu. Pereira başını makaleden kaldırdı,
diye iddia ediyor Pereira, saçlarını arkaya itti, gömleğinin kollarını
sıvadı ve sevgili Monteiro Rossi, dedi, sizinle açık konuşmama izin
verin. Yazınızın yayınlanması olanaksız, gerçekten olanaksız. Hiç
değilse ben, bu yazıyı yayınlayamam, doğrusu hiçbir Portekiz gazetesi
yayınlayamaz, Italyan kökenli olduğunuzu göz önüne alırsak, Italya’daki
bir gazete de yapamaz, öyleyse geriye iki varsayım kalıyor: Ya
düşüncesiz birisiniz ya da kışkırtıcısınız ve bugün Portekiz’de yapılan
gazetecilikte ne düşüncesizlere yer var ne de kışkırtıcılara, hepsi bu
kadar.
Pereira, bunu söylerken sırtından aşağı akan bir ter damlasını
hissettiğini iddia ediyor. Neden terlemeye başlamıştı? Kimbilir? Bunu
kesin olarak söyleyebilecek durumda değil. Belki hava müthiş sıcaktı,
bu tartışma götürmezdi ve vantilatör bu daracık odayı serinletmeye
yetmiyordu. Ama belki de o konuşurken tırnağını kemirmeye başlayan,
hayal kırıklığına uğramış bu şaşkın delikanlının haline üzülüyordu. Bu
yüzden, ‘Sağlık olsun, bir denemeydi, ama tutmadı, hoşçaka-lın,’ deme
cesaretini bulamadı. Aksine, kollarını kavuşturup Monteiro Rossi’ye
baktı. Monteiro Rossi, yeniden yazarım, dedi, yarına kadar yeniden
yazarım. Hayır, olmaz, deme gücünü buldu Pereira, Garcia Lorca üzerine
hiçbir şey olmaz, rica ediyorum, yaşamının ve ölümünün Lisboa gibi bir
gazeteye uygun düşmeyen birçok yönü var, bilmem farkında mısınız,
sevgili Monteiro Rossi, şu sıralarda Ispanya’da Iç Savaş var ve Portekizli
yetkililer, olayları General Francisco Franco gibi görüyor, Garcia
Lorca’nın bir bozguncu olduğunu düşünüyorlar, doğru sözcük bu:
bozguncu.
Monteiro Rossi, bu sözcükten ürkmüş gibi ayağa kalktı, kapıya
kadar geri geri gitti, durdu, bir adım ileri attı ve “Ben de bir iş
bulduğumu sanıyordum,” dedi. Pereira karşılık vermedi ve yine bir ter
damlasının sırtından aşağı aktığını hissetti. Peki ne yapmam gerekiyor,
diye fısıldadı Monteiro Rossi, yalvarır gibi bir sesle. Pereira da ayağa
kalktı, diye iddia ediyor Pereira ve gidip vantilatörün karşısında durdu.
Serin havanın gömleğini kurutmasını beklerken, birkaç dakika sesini
çıkarmadı. Bana Mauriac için bir ölüm yazısı hazırlamalısınız, diye
yanıtladı ya da Bernanos için, siz seçin, bilmem anlatabiliyor muyum?
Ama bütün gece çalıştım, diye kem küm etti, Monteiro Rossi, para
alacağımı umuyordum, aslında fazla bir şey de beklemiyorum, sadece
bugün öğle yemeği yiyebilecek kadar. Pereira, önceki akşam yeni bir
pantolon alması için avans vermiş olduğunu ve doğal olarak zamanını
ona para vermekle geçiremeyeceğini, onun babası olmadığını söylemek
isterdi. Katı ve kesin kararlı olmak isterdi. Tersine şöyle dedi:
Sorununuz bugün öğle yemeği yemekse eğer, sizi davet edebilirim, ben
de yemek yemedim henüz, karnım da oldukça acıktı, güzel bir ızgara
balık ya da et yemek isterim doğrusu, ne dersiniz?
Neden Pereira böyle konuştu? Yalnız olduğu ve bu oda onu
bunalttığı için mi, yoksa gerçekten karnı acıktığı için mi? Aklına
karısının portresi geldiği için mi, yoksa başka bir nedenden ötürü mü?
Bunu bilemediğini iddia ediyor Pereira.
6
Yine de onu yemeğe davet etmişti, diye iddia ediyor Pereira,
onu Rossio’da bir lokantaya davet etmişti. Bu ikisine de uygun düşecek
bir seçim gibi gelmişti ona, çünkü temelde iki aydındılar, gittikleri de
edebiyatçıların kahvesi ve lokantasıydı. Yirmili yıllarda ünlüydü burası;
küçük masalar başında pek çok avangard dergi hazırlanıp kotarılmıştı;
kısaca bir zamanlar herkes oraya giderdi, belki kimileri gitmeyi
sürdürüyordu hâlâ.
Sessizce Avenida da Liberdade’yi inip Rossio’ya vardılar:
Pereira içerde ufak bir masa seçti, çünkü dışarısı, tentenin altı, aşırı
sıcaktı. Pereira çevresine bakındığını, ama hiçbir aydın göremediğini
iddia ediyor.
Aydınların
hepsi tatile çıktılar, dedi sonra sessizliği
bozmak için Pereira, evet, tatilde olmalılar, kimi denize, kimi kırsal
bölgelere gitmiştir, kentte kalan bir tek biz varız. Belki de sadece kendi
evlerinde oturuyorlardır, diye karşılık verdi Monteiro Rossi, böyle bir
zamanda, canları gezinmek istemese gerek. Pereira, bu cümleyi işitince
bir çeşit melankoli duyumsadı. Yalnız olduklarını, çevrelerinde sıkıntıyı
paylaşacak kimsenin olmadığını kavradı, lokantada yalnızca şapkalı iki
ihtiyar kadın, bir köşede de uğursuz görünümlü dört adam vardı.
Pereira, diğerlerinden uzak bir masa seçti, peçetesini her
zaman yaptığı gibi boynuna bağladı ve beyaz şarap ısmarladı. Canım bir
aperitif istiyor, diye açıkladı Monteiro Rossi’ye, genelde alkollü içki
içmem, ama aperitife gereksiniyorum. Monteiro Rossi bir fıçı birası
söyledi, Pereira da ona şarap sevip sevmediğini sordu. Birayı tercih
ederim, diye yanıtladı Monteiro Rossi, daha serin ve daha ha iftir, ayrıca
şaraptan da anlamam. Yazık, diye mırıldandı Pereira, iyi bir eleştirmen
olmak istiyorsanız, zevklerinize incelik kazandırmanız gerekiyor,
kendinizi
yetiştirmelisiniz,
şaraptan,
yemekten,
dünyadan
anlamalısınız. Sonra ekledi: Edebiyattan da. O zaman Monteiro Rossi
geveledi. Size bir şey itiraf etmek zorundayım, ama cesaretimi
toplayamıyorum. Söyleyin, diye karşılık verdi Pereira, anlamazdan
gelirim. Daha sonra, dedi Monteiro Rossi.
Pereira kendine ızgara dülgerbalığı söyledi, Monteiro Rossi de
gaspaeho(cacığa benzer soğuk çorba(çev.)) ile deniz ürünlü pilav. Pilav
kocaman güveç içinde geldi ve Monteiro Rossi tabağını üç kez doldurdu,
diye iddia ediyor Pereira. Dev gibi bir porsiyon olmasına karşın
Monteiro Rossi tamamını silip süpürdü. Sonra alnına düşen saç
tutamını geri itti ve “Bir dondurmaya hayır demem, sadece limonlu
olsa bile razıyım,” dedi.
Pereira kafasından bu yemeğin kaça patlayacağını hesapladı
ve haftalık ücretinin önemli bir bölümünün, Lizbon’un edebiyatçılarıyla
karşılaşacağını umduğu, ama karşısına çıka çıka şapkalı iki ihtiyar
kadınla köşede bir masada oturan meymenetsiz suratlı dört adamın
çıktığı bu lokantaya gideceği sonucuna vardı. Terlemeye başlayınca
boynuna sardığı peçeteyi gömleğinden çıkardı, buz gibi sodayla kahve
ısmarladı, sonra gözlerini Monteiro Rossi’ye dikip şimdi yemekten
önce itiraf edeceğiniz şeyi itiraf edin bakalım, dedi. Pereira, Monteiro
Rossi’nin tavana bakmaya başladığını, ardından kaçamak bir bakış
fırlatıp gözlerini kaçırdığını, öksürdüğünü, çocuk gibi kızardığını iddia
ediyor. Rossi, biraz rahatsızlık duyuyorum, kusura
bakmayın, dedi,
insan hırsızlık yapmadıysa, anne ve babasının şere ini lekelemediyse,
bu dünyada utanç duyulacak şey yoktur, diye karşılık verdi Pereira.
Monteiro Rossi, sözcüklerin çıkmasını önlemek istercesine peçetesini
bastırarak ağzmı sildi, alnına düşen saç tutamını geriye itip söze
başladı: Sözcükleri bulamıyorum, yani benden profesyonelce bir tutum
beklediğinizi, beynimle düşünmemi istediğinizi biliyorum, ama işin
doğrusu, başka nedenlere kapıldığımdır. Açıklayın, diye üsteledi
Pereira. Eh işte, diye geveledi Monteiro Rossi, yani işin doğrusu
yüreğimin sesine kulak verdiğimdir, belki yaptığım doğru değildi, belki
istediğim de bu değildi, ama elimden gelmedi, benden daha güçlüydü,
yemin ederim. Garcia Lorca üzerine usumun ağır bastığı bir ölüm yazısı
yazabilirdim, ama yazdığım daha baskın çıktı. Ağzını yeniden peçeteye
sildikten sonra Rossi konuşmasını sürdürdü: Ayrıca Marta’ya da âşığım.
Bu da nereden çıktı şimdi, diye karşı koydu Pereira. Bilmem, diye
yanıtladı Monteiro Rossi, belki hiç ilgisi yok, ama bu da yüreğimin sesi,
size öyle gelmiyor mu ve bu da kendince bir sorun. Sorun, boyunuzdan
büyük sorunlara bulaşmamanız gerektiğidir, demek isterdi Pereira.
Sorun, dünyanın başlı başına bir sorun olması ve çözümü bizlerin
bulamayacağıdır, demek isterdi Pereira. Sorun sizin genç, çok genç
olmanızdır, oğlum olacak yaştasınız, demek isterdi Pereira, ama beni
babanız yerine koymaya kalkmanız hoşuma gitmiyor, sizin
çelişkilerinizi çözmek için bulunmuyorum burada. Sorun, aramızda
kuralınca ve profesyonel bir ilişki olması gerektiğidir, demek isterdi
Pereira; ve siz başka türlü yazmayı öğrenmelisiniz, yazarken
yüreğinizin sesine kapılırsanız, başınızı büyük dertlere sokarsınız,
emin olun.
Ama bunların hiçbirini söylemedi. Bir puro yaktı, alnına
yapışan teri peçetesiyle sildi, gömleğinin en üst düğmesini açtı ve en
önemlisi, dedi, insanın yüreğinden gelen seslerdir, insan her zaman
yüreğinin sesini dinlemelidir. On Emir değil bunu söyleyen, ama ben
söylüyorum, buna karşın, insanın gözlerini de iyice açması gerekir,
yürek, evet tamam ama gözler de iyice açık, sevgili Monteiro Rossi, işte
bu kadar, öğle yemeği sona erdi, önümüzdeki üç-dört gün bana telefon
etmeyin, düşünüp taşınmanız ve güzel, gerçekten güzel bir şey
yapmanız için yeterince zaman tanıyorum size, beni gelecek cumartesi,
öğleye doğru yazı işlerinden arayın.
Pereira ayağa kalktı, elini uzatıp görüşmek üzere, dedi. Tam
tersini söylemek, azarlamak, hatta işten çıkarmak isterken, neden
bunları söylemişti? Pereira bilemiyor. Lokantada kimsecikler olmadığı,
hiçbir aydın görmediği için mi, yoksa bu kentte kendini yalnız hissettiği
ve bir suç ortağına ve dosta gereksinim duyduğu için mi? Belki bütün
bu nedenlerden ve nasıl anlatacağını bilemediği başka nedenlerden
ötürü. Yüreğin seslerinden söz ederken, insanın kesin bir inancı olması
güçtür, diye iddia ediyor Pereira.
7
Ertesi cumartesi, elinde omletli sandviç paketiyle yazı
işlerine geldiğinde, Pereira, Lisboa’nın posta kutusundan dışarı taşan
bir zarf gördüğünü iddia ediyor. Pereira zarfı alıp cebine koydu. Birinci
katın sahanlığında kapıcı kadınla karşılaştı. Kadın günaydın Doktor
Pereira, dedi, bugün size bir mektup var, ekspres, postacı saat dokuza
doğru getirdi, ben imzalamak zorunda kaldım. Pereira dişlerinin
arasından teşekkür etti ve merdivenleri çıkmaya devam etti.
Sorumluluğu ben aldım, diye sürdürdü kapıcı kadın, ama gönderenin
adı yazmıyordu, bu yüzden başımın derde girmesini istemem. Pereira
üç basamak aşağı indiğini iddia ediyor ve gözlerini kadına dikmiş.
Bakın, Celeste, dedi Pereira. Siz kapıcısınız, bu kadarla yetinin, kapıcılık
yapmak için para alıyorsunuz ve bu binanın kiracılarından aylık
alıyorsunuz. Bu kiracılar arasında benim gazetem de var, ama üstünüze
vazife olmayan şeylere burnunuzu sokmak gibi bir hastalığınız var, yani
bir dahaki sefere bana bir ekspres gelirse, imza atmayın ve ne olduğuna
bakmayın, postacıya daha sonra uğramasını ve bana elden vermesini
söyleyin. Kapıcı kadın, sahanlığı temizlemekte olduğu süpürgeyi duvara
dayayıp ellerini beline koydu. Doktor Pereira, dedi, basit bir kapıcı
olduğum için benimle böyle konuşabileceğinizi sanıyorsunuz, ama
yüksek mevkiden dostlarım olduğunu bilmenizi isterim, bu kişiler beni
terbiyesizliğe karşı koruyabilirler. Tahmin edebiliyorum, daha doğrusu
biliyorum, dediğini iddia ediyor Pereira, hoşuma gitmeyen de bu zaten,
haydi şimdilik hoşçakalın.
Odanın kapısını açınca, Pereira kendini bitkin hissetti, buram
buram terliyordu. Vantilatörü çalıştırıp çalışma masasının başına
oturdu. Sandviçini bir daktilo kâğıdının üzerine bırakıp mektubu
cebinden çıkardı. Zarfın üzerinde ‘Dr. Pereira, Lisboa, Rua Rodrigo da
Fbnseca 66. Lizbon’ yazılıydı. Yazı zarifti, mavi mürekkep kullanılmıştı.
Pereira mektubu omletin yanına koyup bir puro yaktı. Kardiyolog ona
sigarayı yasaklamıştı, ama şimdi canı iki nefes çekmek istiyordu,
hemen söndürmek gerekse bile. Mektubu daha sonra açacağını
düşündü, çünkü ilk iş olarak ertesi günkü kültür sayfasını hazırlaması
gerekiyordu. ‘Anımsamalar’ köşesi için Pessoa üzerine yazdığı makaleyi
gözden geçirmek geçti aklından, ama bu haliyle iyi olduğunda karar
kıldı. O zaman da, kendi çevirdiği Maupassant öyküsünü okumaya
girişti, son düzeltmeleri yapmak niyetindeydi. Düzeltecek bir şey
bulamadı. Anlatı kusursuzdu, Pereira kendi kendini kutladı. Birden
kendini daha iyi hissetti, diye iddia ediyor Pereira. Sonra ceketinin iç
cebinden, belediye kitaplığındaki bir dergide bulduğu Maupassant
portresini çıkardı. Adı sanı bilinmeyen bir Fransız ressamın karakalem
deseniydi. Tıraşsız sakalı ve boşlukta yitmiş gözleriyle Maupassant’ın
umutsuz bir görünümü vardı, Pereira resmin anlatıya çok uygun
düşeceğini geçirdi kafasından. Elindeki bir aşk ve ölüm öyküsüydü ve
trajik eğilimli bir portre gerektiriyordu. Yazının ortasına, Maupassant
üzerine yaşamöyküsel temel verileri içeren bir çerçeve atmak şarttı.
Pereira, masasının üzerinde duran Larousse’u açıp kopya etmeye girişti.
Yazdı: ‘Guy de Maupassant, 1850 - 1893. Kardeşi Herve ile kendisine,
babasından, önce deliliğe, sonra da genç yaşta ölüme götüren, zührevi
bir hastalık miras kaldı. Yirmi yaşında Fransa-Prusya Savaşı’na katıldı
ve Deniz Kuvvetlerinde çalıştı. Yergili bir bakışı olan, yetenekli bir'
yazardı, öykülerinde Fransız toplumdaki belli bir kesimin zayı lıklarını
ve kötülüklerini betimlemiştir. BelAmi gibi büyük başarı kazanan
romanların ve fantastik bir roman olan Le Horla’nın da yazarıdır. Bir
çılgınlık krizi sonucunda, Doktor Blanche’ın kliniğine yatırılmış, yoksul
ve terk edilmiş olarak orada ölmüştür.’ Sonra, Pereira omletli
sandviçinden üç-dört ısırık aldı, kalanı da çöp sepetine attı, çünkü karnı
aç değildi, hava da çok sıcaktı, diye iddia ediyor Pereira. işte o zaman
açtı mektubu. Beyaz bir kâğıt üzerine daktiloya çekilmiş bir makaleydi
ve başlığı şöyleydi: Filippo Tommaso Marinetti Artık Yaşamıyor. Pereira
yüreğine bir bıçak saplandığını hissetti, çünkü öteki sayfaya bakmadan,
yazanın Monteiro Rossi olduğunu anlamış, hemen aynı anda da bu
makalenin işe yaramayacağını kavramıştı, gereksiz bir makaleydi.
Büyük olasılıkla bedenin dirilişine inanan Bernanos ya da Mauriac
üzerine bir ölüm yazısını yeğlerdi, ama savaşa inanan Filippo Tommaso
Marinetti üzerine bir ölüm yazısıydı elipdeki ve Pereira okumaya
başladı. Gerçekten çöp sepetini boylayacak bir makaleydi, ama Pereira
atmadı, kimbilir neden yazıyı sakladı ve işte bu nedenle belge olarak
gösterebiliyor. Yazı şöyle başlıyordu: ‘Marinetti ile şiddet düşkünü bir
adam yok oluyor, çünkü onun esin perisi şiddetti. 1909 yılında
Marinetti bir Paris gazetesinde yayınlattığı Fütürist Bildirge ile işe
başladı. Bu bildirgede savaş ve şiddet mitini yüceltiyordu. Demokrasi
düşmanı, savaş kışkırtıcı ve savaşsever biri olarak daha sonra Italya’nın
Afrika’ya karşı
yürüttüğü sömürge savaşının sessel betimlemesi olan
Dostları ilə paylaş: |