şarkıları. Eleştirel baskısını hazırlıyorum, bilmem anımsıyor musun?
Universitede okumuştuk, delikanlılar savaşa giderlerdi, kadınlarsa evde
kalıp ağıt yakarlardı, halk ozanları da onların yakarılarını toplardı,
buyuran kraldı, anlıyor musun, buyuran şefti, biz her zaman bir şefe
gereksinim duyduk, bugün de bir şefe gereksinim duyuyoruz. Ama ben
gazeteciyim, diye karşılık verdi Pereira. insanlara dürüst bir şekilde
haber ulaştırmalıyım. Nasıl bir bağlantı kurduğunu anlamıyorum, dedi
Silva, siyasi makaleler yazmıyorsun, sen kültür sayfası sorumlususun.
Çatalını bırakma sırası Pereira’ya gelmişti, dirseklerini masaya koydu.
Asıl iyi dinlemesi gereken sensin, diye karşılık verdi sonra. Diyelim ki
yarın Marinetti öldü gitti, Marinetti’nin kim olduğunu biliyorsun değil
mi? Şöyle böyle, dedi Silva. Peki, dedi Pereira, Marinetti alçağın biridir,
işe savaş türküleri söylemekle başladı, kan dökmenin savunmasını
üstlendi, teröristtir, Roma üzerine yürüyüşü selamladı, evet, Marinetti
alçağın biridir, benim de bunu söyleyebilmem gerekir. Ingiltere’ye git,
dedi Silva, orada canının istediğini söyleyebilirsin, bir yığın da okurun
olur. Pereira bon ilesinin son lokmasını ağzına attı. Ingiltere çok uzak,
dedi, ben yatmaya gidiyorum. Tatlı istemiyor musun, diye sordu Silva,
ben bir dilim turtaya hayır demem. Tatlılar bana dokunuyor, dedi
Pereira, kardiyolog söyledi, ayrıca yolculuk yordu beni, beni
karşılamaya geldiğin için sağ ol, iyi geceler, yarın görüşürüz. Pereira
kalktı ve bir daha ağzını açmadan dosdoğru odasına çıktı. Kendini
yorgun hissettiğini iddia ediyor.
10
Ertesi gün Pereira saat altıda uyandı. Sadece bir kahve
içtiğini iddia ediyor, oda servisi yedide başladığından, kahve için bile
üstelemesi gerekti, sonra da parkta bir gezinti yaptı. Kaplıcalar da
yedide açılıyordu. Pereira da saat tam yedide giriş kapısının önündeydi.
Silva ortalarda yoktu, müdür de yoktu, hemen hemen kimse yoktu ve bu
da onu rahatlatmıştı. Once, çürük yumurta kokan bir sudan iki bardak
içti ve belli belirsiz bir bulantı ve bağırsaklarında bir kıpırtı hissetti.
Buz gibi bir limonatayı tercih ederdi, çünkü vaktin erken olmasına
karşın hava oldukça sıcaktı, ama kaplıca suyuyla limonatayı
karıştıramayacağını düşündü. O da kalkıp kaplıca havuzlarının
bulunduğu yere gitti, orada ona soyunup beyaz bir bornoz giymesi
söylendi. Çamur banyosu mu, yoksa buğu mu arzu edersiniz, diye sordu
görevli kadın. Her ikisini de, diye yanıtladı Pereira. Onu, içi kahverengi
sıvıyla dolu, mermer bir banyo teknesinin bulunduğu bir odaya
yerleştirdiler. Pereira bornozunu çıkarıp küvete daldı. Çamur ılıktı ve
bir rahatlama duygusu veriyordu. Bir ara, bir görevli içeri girip neresini
ovacağını sordu. Pereira masaj istemediği, çamur banyosuyla
yetineceği karşılığını verdi ve yalnız kalmayı arzu ettiğini belirtti.
Banyo teknesinden çıktı, soğuk bir duş aldı, yeniden bornozunu giyip
buğu yapmak için buhar fıskiyelerinin bulunduğu yan salonlara geçti.
Her fıskiyenin önünde oturan insanlar vardı, dirseklerini mermerlere
dayamış, sıcak hava akımlarını içlerine çekiyorlardı. Pereira boş bir yer
bulup yerleşti. Birkaç dakika boyunca derin soluklar alarak düşüncelere
daldı. Monteiro Rossi’nin imgesi geldi aklına, bir de kimbilir neden,
karısının portresi. Karısının pörtresiyle konuşmayalı iki gün oluyordu
ve Pereira resmi yanında getirmediğine üzüldü, diye iddia ediyor
Pereira. Sonra kalkıp vestiyere gitti, giyindi, siyah boyunbağmı taktı,
kaplıcalardan ayrılıp oteline döndü. Yemek salonunda, çörek ve sütlü
kahveyle güzel bir kahvaltı eden dostu Silva’yı gördü. Bereket versin
müdür orada değildi. Pereira, Silva’nın yanına gitti, selam verdi,
kaplıcalardan döndüğünü söyleyip ekledi: Oğleye doğru Lizbon’a giden
bir tren var, beni geçirirsen çok sevinirim, olmazsa da otelden bir
taksiye binerim. Nasıl yani, daha yeni geldin, nereye gidiyorsun, diye
sordu Silva, ben de seninle beraber bir-iki gün geçirmeyi umuyordum.
Kusura bakma, diye yalan söyledi Pereira, bu akşam Lizbon’da olmam
gerekiyor, yarın önemli bir makale yazmalıyım, ayrıca yazı işlerini
başıboş bırakmak, kapıcı kadına terk etmek de hiç hoşuma gitmiyor,
gitsem daha iyi olacak. Nasıl istersen, diye karşılık verdi Silva, gara
kadar sana eşlik ederim.
Yol boyunca, tek söz etmediler. Pereira, Silva’nın ona kızgın
olduğunu, kendisinin de durumu ha i letmek için hiçbir şey
yapmadığmı iddia ediyor. Ne yapalım yani, diye düşündü Pereira, öyle
olsun: Saat onbiri çeyrek geçe gara vardılar, tren perona girmişti bile.
Pereira trene binip pencereden hoşçakal dercesine el salladı. Silva eliyle
geniş bir hareket yaparak selamına karşılık verdi, sonra çekip gitti.
Pereira, bir kadının
kitap okuduğu bir kompartımana girip yerleşti.
Kadın, güzel, sarışın ve zarifti, bir bacağı da tahtadandı.
Kadın pencere kenarında oturduğundan, onu rahatsız etmemek için
Pereira geçide doğru oturdu ve kadının Thomas Mann’ın Almanca bir
kitabını okuduğunu fark etti. Bu merakını çeldi, ama o anda bir şey
söylemedi, sadece merhaba hanımefendi, dedi. Saat onbir buçukta tren
hareket etti, birkaç dakika sonra, bir memur yemekli vagon
rezervasyonlarını almak için geldi. Pereira yer ayırttı, çünkü midesi
bulanıyor, bir şeyler yemesi gerektiğini hissediyordu. Yolculuğun uzun
sürmeyeceği doğruydu, ama Lizbon’a geç saatte varacaktı ve canı bu
sıcakta bir lokanta aramak istemiyordu.
Tahta bacaklı kadın da yemekli vagonda yer ayırttı. Pereira,
kadının ha if bir yabancı vurgusuyla güzel Portekizce konuştuğunu fark
etti. Bu da Pereira’nın merakını kamçıladı, diye iddia ediyor Pereira ve
kadını davet etme cesareti verdi. Hanımefendi, dedi, saygısız görünmek
istemem, ama madem yol arkadaşıyız ve ikimiz de lokantada yer
ayırttık, size aynı masada oturmayı Onermek isterim, biraz
söyleşebiliriz, belki de yalnızlığımızı daha az hissederiz, tek başına
yemek yemek bana biraz melankolik geliyor, özellikle de trende,
izninizle kendimi tanıtayım, ben Doktor Pereira, Lisboa gazetesinin
kültür sayfası müdürüyüm, Lisboa başkentin akşam gazetelerinden
biridir. Tahta bacaklı kadının yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve
elini uzattı. Memnun oldum, dedi, benim adım Ingeborg Delgado,
Portekiz asıllı bir Almanım, Portekiz’e köklerimi bulmaya geldim.
Kondüktör, öğle yemeği çıngırağını sallayarak geçti. Pereira
ayağa kalktı ve Bayan Delgado’nun geçmesi için yana çekildi. Kolunu
uzatma cesareti gösteremediğini iddia ediyor Pereira, çünkü böylesi bir
hareketin bir bacağı tahta olan kadını incitebileceğini düşünmüştü.
Ama Bayan Delgado takma bacağına rağmen, büyük bir çeviklikle
hareket ediyordu, koridorda önünden yürüdü. Yemekli vagon, kendi
vagonlarının hemen yanındaydı, böylece fazla yürümek zorunda
kalmadılar. Sol taraftaki masalardan birine oturdular. Pereira peçetesini
boynuna bağladı ve davranışından ötürü özür dilemesi gerektiğini
düşündü. Kusura bakmayın, dedi, yemek yerken hep gömleğimi
pisletirim, bana gelen temizlikçi kadın çocuklardan beter olduğumu
söyler durur, size fazla taşralı görünmediğimi umarım. Orta Portekiz’in
hoş manzaraları pencereden akıp gidiyordu: çam ağaçlarıyla yemyeşil
tepeler ve beyaz köyler. Arada bir bağlar ve manzarayı süsleyen kara bir
nokta gibi bir köylü görülüyordu. Portekiz’i seviyor musunuz, diye
sordu Pereira. Evet, severim, diye yanıtladı Bayan Delgado, ama uzun
süre kalacağımı sanmıyorum, Coimbra’daki akrabalarımı ziyaret ettim,
köklerimi buldum, ama bu ülke ait olduğum topluma uygun bir yer
değil, Amerika Büyükelçiliği’nden vizemi bekliyorum, yakında
Amerika’ya gideceğim, en azından gidebileceğimi umuyorum. Pereira
anladığını sandı ve sordu: Musevi misiniz? Museviyim, diye doğruladı
Bayan Delgado ve bu dönemde Avrupa, özellikle Almanya benim
halkıma uygun bir yer değil, ama buradakilerin de bize kanı
kaynamıyor, gazeteleri okurken fark ediyorum, belki sizin çalıştığınız
gazete istisnadır, gerçi çok Katolik, Katolik olmayan biri için fazla
Katolik. Bu ülke Katolik, dediğini iddia ediyor Pereira, ben de kendimce
Katolik olduğumu kabul ediyorum, üstelik geçmişimizde Engizisyon
var, bu da şere li bir şey değil elbette, ama örneğin ben, bedenin
dirilişine inanmıyorum, bilmem bu bir
anlama
geliyor mu? Ne anlama geldiğini bilmiyorum, diye yanıtladı
Bayan Delgado, ama sanırım benimle de pek bir ilgisi yok. Thomas
Mann’ın bir kitabını okuduğunuzu fark ettim, dedi Pereira, çok sevdiğim
bir yazardır. O da Almanya’da olanlardan hoşnut değil, dedi Bayan
Delgado, gerçekten hoşnut değil. Belki ben de Portekiz’de olanlardan
hoşnut değilim, diye kabullendi Pereira. Bayan Delgado, maden
suyundan bir yudum aldıktan sonra konuşmaya başladı: Oyleyse bir
şeyler yapın. Nasıl bir şeyler, diye sordu Pereira. Eh, dedi Bayan
Delgado, siz bir aydınsınız, Avrupa’da olup bitenlerden söz edin,
özgürce düşüncenizi dile getirin, ne bileyim, yapın bir şeyler. Pereira o
an söyleyeceği çok şey olduğunu iddia ediyor. Kendinin üstünde bir
müdürü bulunduğunu, onun da yönetim yanlısı biri olduğunu, ardından
da polisiyle sansürüyle yönetimin geldiğini ve Portekiz’de herkesin
ağzının tıkandığını, sonuçta insanın özgürce düşüncesini dile
getiremeyeceğini, günlerini Rua Rodrigo da Fonseca’daki ufacık se il bir
odada, tıknefes bir vantilatörle ve büyük olasılıkla polise muhbirlik
yapan bir kapıcı kadının gözetiminde geçirdiğini söylemek isterdi. Ama
bunların hiçbirini söylemedi Pereira, sadece, elimden geleni
yapacağım, Bayan Delgado, dedi. Ama benim gibi biri için, böylesi bir
ülkede elinden geleni yapmak kolay bir iş değil, anlıyorsunuz, ben
Thomas Mann değilim, sadece alçükgönüllü bir akşam gazetesinin
kültür sayfasının silik bir sorumlusuyum. Unlü bazı yazarları anıyorum
ve XIX yüzyıl Fransız yazarlarının öykülerini çeviriyorum, daha fazlasını
yapmak olası değil. Anlıyorum, diye karşılık verdi Bayan Delgado, ama
belki de her şey gerçekleşebilir, insanın istemini kullanması yeterli
olabilir. Pereira pencereden dışarı bakıp iç çekti. Vila Franca
yakınlarında bir yerdeydiler. Tejo’nun uzun kıvrımı görünmeye
başlamıştı bile. Denizin ve iklimin kayırdığı şu küçük Portekiz güzeldi,
ama her şey öylesine güç ki, diye düşündü Pereira. Bayan Delgado, dedi,
yanılmıyorsam az sonra Lizbon’a varacağız, şimdi Vila Franca’dayız,
dürüst emekçiler, işçiler kentidir; bizim de bu ülkede muhalefet var,
sessiz bir muhalefet, belki de bir Thomas Mann’ımız olmadığı için, ama
bütün yapabileceğimiz bu kadar, belki şimdi kompartımanımıza dönüp
bavullarımızı almamız yerinde olur, sizinle tanıştığıma ve bu kısacık
zamanı paylaştığıma çok memnun oldum, izin verin size kolumu
vereyim, ama bunu bir yardımseverlik olarak değil, sadece kibarca bir
çapkınlik olarak alın, çünkü biliyorsunuz, Portekiz’de bizler pek
kibarızdır.
Pereira ayağa kalkıp kolunu Bayan Delgado’ya uzattı. Bayan
Delgado, biraz güçlük çekerek dar masadan kalktı ve ha if bir
gülümsemeyle Pereira’nın koluna gir di. Pereira hesabı ödeyip bahşiş
bıraktı. Kolunda Bayan Delgado ile yemekli vagondan çıktı, hem gurur
duyduğunu hem de kafasının karışık olduğunu hissediyordu, ama
nedenini bilemediğini iddia ediyor Pereira.
11
Pereira, ertesi salı günü yazı işlerine geldiğinde, kapıcı
kadınla karşılaştığını ve kadının kendisine ekspres bir mektup
uzattığını iddia ediyor. Celeste alaylı bir havayla mektubu uzatıp
talimatlarınızı postacıya ilettim, ama tekrar uğrayamazmış, bütün
mahallenin dağıtımını yapması gerekiyormuş, bu yüzden de ekspresi
bana bıraktı, dedi. Pereira mektubu aldı, bir baş hareketiyle teşekkür
edip gönderenin adına baktı. Bereket versin, gönderen adını
yazmamıştı, bu sayede de Celeste’in eli boş kalmıştı. Ama kendisi
ânında Monteiro Rossi’nin mavi mürekkebini ve özentili yazısını tanıdı.
Odasına girip vantilatörü çalıştırdı. Sonra da mektubu açtı. Şöyle
yazıyordu: ‘Sevgili Doktor Pereira, ne yazık ki uğursuz bir dönem
geçiriyorum. Sizinle çok acele konuşmam gerekiyor, ama yazı işlerine
uğramamayı yeğlerim. Salı akşamı, saat sekiz buçukta, Café Orquidéa’da
bekleyeceğim, karşılıklı yemek yemek ve sorunlarımı açmak
arzusundayım. Görüşmek umuduyla, Monteiro Rossi.’
Pereira, ‘ Anımsamalar’ köşesi için yirmialtıda ölen Rilke’nin
ölümünün onikinci yılının anısına bir makale kaleme almak niyetinde
olduğunu iddia ediyor. Ama Balzac’ın bir öyküsünü çevirmeye girişti.
Dostları ilə paylaş: |