«Tasalılarımız — Afgan Elçisi — Açlık Bozkırından Geçiş — Elçilik Mensuplan — Emir Abdurrahman Han'ın ailesi — Semerkant'tan Hareket — Bozkır — Kabâbe için reçete — Türkmenler — Yol yağmacılarının usulleri — Buhara'da — Hekim, diplomat ve aşçı Rahmedullah — Açık ordugâh — Karşi'ye muzafferâ- ne giriş.»
Şubat sonuna gelmiştik, tasarılarımız hazırdı, martın ilk günlerinde Taşkent civarında geziler yapacaktık, sonra Sir-Derya kıyılarında Çinaz yakınlarımda Tabiî örnekleri toplayabileceğimiz yerlere kadar uzanacaktık. Sıcaklar bastırıp, geçitler yol vermeye başlayınca da Semerkand yolu ile Kûhistan tepelerine varacak ve daha sonra paramız yeterse Çırçık vâdisinin az bilinen veya hiç bilinmeyen yerlerini gezdikten sonra Buhara, Türkmenler ülkeyi, Hive, Üst-Yurt Çölü, Hazar ve Kafkasyo yolu ile Fransa'ya dönecektik. Fakat Kabil'in yeni Emiri Abdurrahman Han tarafından General Kaufmann'a gönderilen Afgan elçisinin gelişi ilân edildi. Elçilik heyetinde olağanüstü elçi olarak, görünüşte ince bir diplomat olan Hoca Saib, Emir'in bir kuzeni ve çoğunluğu Semerkand'da kalmış bir kaç Afgan atlısı
ilepiyadesi vardı. Bu elçi General Kaufmann'a eski hükümdarın minnet duygularını iletecek ve Emir Ruslarla savaşmak üzere Amu-Derya'nm öte tarafına geçerken Rusların elinde bıraktığı ailesinin diğer fertlerini geri götürecekti.
Kabil'de Yakup Han'ın yerini aldıktan sonra talihin kendisine güldüğünü görünce fazla tehlikeye girmeden iki kanısını ve biri henüz yürüme çağında olan üç çocuğunu geri alabileceğini sanıyordu.
Bir Rus müfrezesi hükümdar ailesine eski Buhara civarındaki Mezar-ı Şerîf'e kadar eşlik edeceğinden bize de mükemmel şartlar altında Buhara üzerinden yolculuk imkânı doğmuş oluyordu. Tereddüt edecek bir nokta yoktu, Bozkıra yapacağımız geziyi başka bir zamana erteliyecek ve eğer bir engel çıkmazsa Af- ganları izleyecektik. General Kaufmann'a başvurduğumuzda büyük bir lütûf kâri ıkla bize bu izni verdi. Kervan Semerkand'da toplanacağından süratle hazırlıklarımızı tamamladık ve eski Taşkent'ten hareketle önce Çinaz'a vardık, orada Sir-Derya'yı sallarla aştık.
Nehrin sol kıyısında kısa fakat derin uykusundan pek uyanamamış olan çöl başlıyordu: soğanlı zambakgillerden bir kaç bitki henüz başlarını çıkarmak fırsatı bulmuşlardı. Sessiz ve çıplak ova eskiden, Cizak'a bir kaç fersah ötede Oş-tepe'de kurumuş yataklarını gördüğümüz derin arıklarla suyunu gönderen Zerafşân sayesinde kısmen işleniyordu.
Cizak yirmi bin nüfusu ve yerlilerini rahatsız eden akrepleri ve iplikkurtları ile tanınmış büyük bir köydür. Verimli Zerafşân vâdisine giden yolun kestiği küçük bir dağ kolunun eteklerinde kurulmuştu.
Sanzar vâdisinde Ganklı köyünden sonra ansızın daralan yolun her iki kenarında, Temür Kapısı'n«ı meydana getiren sivri zirveli ve sağlamca yerlerine yerleşmiş kaya blokları uzanıyordu. Sağ taraftaki şistlicidarlarda farsça iki kitabe okunuyordu: biri kıralları ve kavimleri yenen, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ünlü Uluğ-Beğ için, diğeri de 1571'de yıldızların mutlu bir karşılaşması sayesinde düşmanlarından dört yüz bin kişiyi yok eden ve «Bir ay boyunca Cizak nehrinden kan akmasına» sebep oian «Hanlar Hanı» Abdullah'ın zaferini hatırlatıyordu.
Saraylık'tan önce, Malguzar sıradağlarının yumuşak eğimli bir tepesine doğru tırmanan Afgan arabalarını gördük. Gıcırtılı iri tekerlekli arabalar Emir'in sâdık adamlarının muhafazasına bıraktığı zenginlikleri ve onların Rus Türkistanı'nı terketmeden önce satın aldıklara malları taşıyordu. Arkada, kafesli arabalarda, atlı akrabalarının refakatince kadınlar geliyordu. Bunlar gezgin hareme fazla sokulanları sert hareketlerle uzaklaştırıyorlardı. Başta cins bir atın çektiği arabanın önünde, dondurucu kuzeybatı rüzgârından korunmak için kürklere bürünmüş Emir'in iki oğlu yerleşmiş ti. Güzel çocuk yüzleri soğuktan mermer kesilmişken, arkalarındaki mirza soğuktan titriyordu. Afgan atlıları sırayla öncü oluyorlar, kuru ot toplıyarak yığın yapıyorlar, yakarak ısınıyorlar ve kervan geldiğinde ona katılıyorlar, fakat bu sefer atiarımn dizginlerinden tutarak yürüyorlardı.
Kuyu bulunan yerlerde önceden çadırlar kuruluyor ve herkesi doyuracak yiyecekler hazırlanıyordu. Emirin ailesi işte böylece bozkırı aştı ve Semerkand'a vardı.
Saraylık'tan sonra yol, Cimfoay'da geçtiğimiz Ze- rafşan vâdisine doğru kıvrılıyordu. Uzun fakat zayıf kollarıyla ırmak az su taşıyordu; şimdi çok geniş bir yatakta rahatça akan sular iki ay sonra karların erimesiyle köpüklenen engin ırmaklara dönüşecekti.
Sir-Derya'dan beri yüzümüzü toz zerreleri ile kamçılayan ve donduran güney-batı rüzgârı meşhur Semer-kand'ı gördüğümüz vakit hafiflemişti. Gece gelirken boz renkli gök altında, basık evlerin üzerinde ürpertici gölgeleriyle harabe hâline gelmiş anıtları farkedivo- ruz.
Ertesi gün güzel bir güneş altında muhteşem Ri- gistan alanını süsleyen Şir-dar, Tillah-kari ve Uluğ-Beğ medreselerini Şah Zindeh Camiî'ni ve Gur - Emir diye anılan Temür'ün türbesini temaşa ediyoruz. Temür- oğullarının kudretini temsil eden bu yapıları iyice incelemek için vaktimiz yoktu. Dönüşümüzde uzun uzun onları zevkle seyretmek imkânı bulacağız. Afganlar bize Semerkand'a ancak dokunup geçecek kadar zaman bırakmışlardı; son alış-verişimizi yapmak, at ve kürk bulmak için üç günümüz vardı; bundan başka yüklerimiz için bir araba, biri tercüman görevi yapacak iki «cigit» (1) temin etmemiz gerekiyordu. Kendi başımıza kalsaydık bütün bunları temin edecek zamanı bula- mıyacaktık. Fakat ne mutlu ki, Semerkand'ın valisi general ivanof ve general Karalkof gösterdikleri sıcak konukseverliğe ilâve ettikleri büyük destek sayesinde hareket için tesbit edilmiş olan 13 mart günü herşeyi- miz hazırdı.
iki gün önce Afgan elçisi general İvanof a gelerek vedâ etmiş ve ona genç prensleri takdim etmişti. Çocukların üstünde Rus pantolonu ve çizmeleri, belden sıkmalı ve aJtı sırmalarla süslü afgan ceketleri vardı; altın işlerneli ince kaşmir ipeğinden sarıklar giymişler ve kılıç kuşanmışlardı. Kendilerini eğiten, uzun sakallı, tatlı ve soğukkanlı yüzlü zayıf uzun boylu bir adam olan mirzanın maiyetinde içeri girdiler. Olağanüstü Elçi Hoca Saib'in arkasında, İngiliz tipi pantolon ve çizmeler giymiş, yarı Avrupalı, yarı Asyalı elbiseleri ile şu kimseler geliyordu: ablak bir yüzde canlı gözleri,
(l) Yiğit. (Ç.)zeki görünüşü ve sakin hareketleri ile konuşan bodur bir adam; onun arkasında Emir'in akrabası, çok esmer, zayıf, kemikli, sert bakışlı, uzun ve donuk yüzlü serdar; sonra yuvarlak yüzlü, küçük gözlü, kırmızı yanaklı, kızıla kaçan sakalı ile bir Kara-kalpak aşiret başkanı; bu adam Abd ur rahman Han'ı sürgün gittiği topraklarda uzun zaman izlemişti; pabuçları içinde çıplak ayakları, sinirli bir şekilde sallanan başı, beli bükük olmasına karşılık enerji dolu davranışları ile heyet başkanı en sonda geliyordu. Bu insanlar Doğuya özgü bir vekarla davranıyorlar, fakat Şartlarda görülen dalkavukça hareketlere asla itibar etmiyorlardı, bunların daha yiğit oldukları ve Şartlar gibi boyunduruk için yaratılmamış oldukları gerçektir.
Nezaket sözlerinden ve Buhara üzerinden yapılan yolculuk ile Afgan Emirinin Semerkand'da eskiden geçirdiği günler üzerinde yapılan konuşmalardan sonra Elçi bütün ağırbaşlılığı ile yavaşça çekildi.
Ertesi gün general ivanof genç prenslere nezaket ziyaretinde bulunduğunda biz de yanındaydık. Bizi, böylesine seçkin bir toplulukta kabul edilmekten büyük şeref duyan böcek ve bitki toplayıcısı frenkler olarak takdim ettiler. Hoca SaiD elimizi sıktı ve tercüman Zaman Beğ'e hakkımızdaki izlenimlerini iletti.
13 martta sevimli evsahiplerimize vedâ ettikten sonra bir kaç Rus subayı, tercümanlar, bir doktor ve genç prenslerin arabasını düzgün sıralar hâlinde saran elli kişilik Ural Kazakları birliği ile Buhara yoluna doğru hareket ettik. Bizim de yanımızda, derdimizi anlayacak kadar Rusça ile Orta Asya'da konuşulan bütün Türkçe ve Farsça lehçeleri bilen Abdulzair adında Se- merkand'lı bir Tacik vardı; onun yanında da sadece Türkçe bilen, fakat daha önce Şirabâd'a gitmiş olan Rüstem adında bir arkadaşı bulunuyordu. Rüstem azkonuşuyor ve çok konuşmakla göze batan arkadaşının sözlerini hayranlıkla dinliyordu.
Önümüzden kaçışan kadınlarla çocukları geride bırakarak dar sokaklardan şehiri terkediyorduk. Son ekili tarlalardan sonra, eskiden mineli tuğlalarla tamamen örtülü dört sütûnu olan bir köprüden geçiliyordu; şimdi bu tuğlalar, atının eyeri üzerinde ayağa kalktığında bir atlının uzanabileceği yere kadar sökülmüştü. Bu köprünün büyük Temür'e ait olduğu söylenir. Karşi'ye varmadan önce başka köprüye raslama- dık. Köprüyü aştıktan sonra bir yamacı tırmandık ve bir müddet sonra sağda Zerafşâh vâdisi gözüktü. Irmak, bozkırın ortasında ansızın yarılmış gibi duran bir göçüğün içinden akıyordu. Solda, güneyde Sa- markand-Tav (dağı)m tepeleri hâlâ karla kaplaydı. Buhara sınırlarının ötesine kadar, Rus Türkistanı'na ait son köylerin bulunduğu bu dağ silsilesini izleyeceğiz. Köylüler dağlardaki karlar güneşin kızgınlığı altında çözüldüklerinde boğazlara inen köpüklü suları itinayla toplarlar; bununla az verimli tarlalarını sularlar ve zayıf hasatları ile geçinmeye çalışırlar.
Yol tozluydu, ve güney - doğu rüzgârı öylesine sert esiyordu ki, yerden kalkan iri kum tanelerinden gözümüzü bile kaybetmek tehlikesi vardı. Bu son derece kuru rüzgârın büyük bir şiddetle hergün öğleden sonra, özellikle gün batımında estiğini sanıyoruz; Se- merkand-Tav'dan Zerafşan'ın kıyılarına kadar uzanan ovayı oturulmaz hâle sokabilir; bu bölgede çok sayıda bulunan zehirli böcekleri dağların eteklerine doğru süpürebilirdi. Bu yüzden Buhara Emiri daha kötü bir yer bulamadığından o yöreyi sürgün yeri olarak seçmişti. Semerkand'ıin yakınlığı suçluların gözetimini kolaylaştırıyor ve akreplerin kırkayakların sokmalarına ilâveten güney-batı rüzgârının şiddeti bunların o cehennemde üç yıldan fazla yaşamasına izin vermiyordu.
Bize bu bilgiler verilirken Afganların ve yüz elli Türkmen atlısının çevrelediği arabalara yaklaşmıştık. Bu birliğin havaya kaldırdığı toz bulutunu yutmamak için atlarımızı tırısta sürerek yanlarından geçtik. Genç prensler yine kervanın başında gidiyorlardı. Gün batı- mırıdan önce, güney - batısından gelen bir sel suyu ile sulanan, belki yüz evlik bir köy olan Sazigan'a vardı<. Çadırlar orada kurulmuştu. Gelişimizden haberdâr e- dilmiş olan köy halkı yol bağdaş kurmuş veya harabelerin çevresindeki duvarların üstüne tünemiş bir hâlde bizi bekliyordu. Merakla fakat uzaktan seyrediyorlardı. Köyün aksakalı bizim birliğin kumandanına selârmünaleyküm dedikten sonra tercümanlardan dileklerimizi dinledi. Bize ayrılan yurtlar (1) rüzgârdan mahfuz, atların yemleri hazır ve ocaklar yanar durumdav- dı. Hemen yiyeceklerin dağıtımına başlandı ve son gelenlerle gece yarısına kadar devam etti. Geceleyin kopkoyu karanlık içinde rüzgâr uğultular çıkararak esiyordu. Lâmbamizın soluk ışığında doktorla birlikte, tahtadan geniş bir kap içine yığılmış nefis palav'dan yemekle meşguldük. Bir kaç lokma yemiştik ki yanakları mangal ateşinden kızarmış bir Afgan içeri girdi ve bize bir şişe dizilmiş otuz kırk parça leziz kızarmış koyun eti ikram etti. Afgan birliğinin .kebabçısı ile iyi arkadaş olan Zaman Beğ bize nezaketini göstermişti, iki, üç parça çekip — tabiî ki ellerimizle — yedikten sonra biraz önce büyük bir iştiha ile yediğimiz palava gözümüzün ucu ile bile bakmadık. Uzun bir at gezintisinden döndükten sonra iyice açlıkmış biri için palav, ağırlığı kadar altın değerinde bir yemek ise kebap, ağırlığınca elmas eder! Kafkasya'da veya Akdeniz kıyılarında Türk ülkelerinde dolaşmış olanlar bu ızgaranın tadını gayet iyi bilirler ve çok güzel hatıralar mu-
Orijinal metinde aynen geçmektedir. (Ç.)hafaza ederler, ilk defa bugün tattığımız kebabtan sonra bütün dehâları ile Doğu'nun güzelliklerini terennüm eden AvrupalI şairlerin Doğuya hiç gitmedikleri? ne kanaat getirdik, zira çınar ve söğüt yerine kendiIe/ rine şairâne gelen palmiyeyi tercih ediyorlar, üsteliK hârika kebabı tatmış olsalardı dönüşlerinde damaklarında kalan tad için ahenkli bir şekilde sızlanmaları da gerekirdi! j
Çölde rasladığımız cennet yemeğine karşı duyduğum heyecanı anlıyan ey midesine düşkün okuyucu, tek başına Amu-Derya'ya kadar seyahat edilse değecek olan bu yemeğin pişirilmesi için reçete vermeme izin ver, çünkü ne kadar usta aşçı olursan,ol, ne yaparsan yap, küçük Avrupa ülkende başarının birinci şartı olan şey yoktur : ilkbaharın iki ayında dağların ve bozkırların yumuşak ve kokulu otlarıyla beslenmiş iri Orta Asya koyunu.
Şimdi nasıl yapılırmış öğren! Koyunun filetosu veya hiç olmazsa butu alınır normal bir insanın ağzına göre lokmalara kesilir, yine koyunun iyi bir yerinden yağ parçaları kesilir, bir yağ bir et parçası olacak şekilde şişe dizilir ve parçaların birbirlerine sıkıca yapışmaları temin edilir; sonra uygun miktarda tuz ve karabiber serpilir, içinde nar gibi kıpkırmızı kömürlerin yandığı bir çukur hazır olmalıdır. Sıkıca tutulan şiş köz üstünde yavaşça çevrilir, on, onbeş dakika sonra yağ cızırdayıp, ateşin üzerinde damladıkça ve gözünüz dumandan yanınca şişi ateş üzerinden çekip dünyanın en leziz yemeği kebabı iştiha ile yiyebilirsiniz.
Sekiz ay sonra Buhara'da Emir Abdurrahman in ulağı ve kuşkusuz casusu olan sanatkâr kebabçıyı gördüğümde bütün kalbimle elini sıktım ve uzun ömürler diledim. Bu arada Kazakların borazanları Nikola'nın oğlu Çar Aleksandr için dinî bir parça çalarken yatak görevi yapan keçelerin üzerine yorganlar seriliyordu.
Çadırımız iyi hâlde değildi; yukarısında ay ışığının geldiği yırtıklar vardı; alt tarafı da kötü kapatıldığından rüzgâr fazla rahatsızlık vermeden içeri üflüyor- du. Rüzgârı önlemek için saman yığınları konmuştu, aj el acele yerleştirilen duvarımız saygıdeğer atlarımızın gelip yemelerine kadar bir hayli yararlı olmuştu. Otları yavaş yavaş'yiyorlar ve açılan deliğin karesiyle orantılı olarak içeri giren rüzgârın hızı da artıyordu. Fakat yorganlarımıza iyice sarındıktan sonra, yolculuğumuzun ilk kısmında da iyice yorgun düşmüş olmamız rahatça uyumamıza sebep olmuştu; rüzgâr en tiz notalarıyla istediği kadar uğuldasın bu bize ahenkli bir ninni gibi geliyordu.
Sabahleyin, geceleyin yağan yağmurdan dolayı ıslak olarak uyandık. Rüzgâr tozu dumana katmakta devam ediyordu; yönümüz güney - batı olduğundan rüzgârı tam karşıdan alacaktık. Devamlı iniş ve çıkışlardan başka bir şey yoktu; meşhur bir adam olan İbrahim Ata'nın adı verilmiş olan dağın boğazlarının girişinde serpiştirilmiş olan küçük köyleri solumuzda bırakmıştık. İbrahim Ata adlı yerde de konaklıyacaktık. Bugün Türkmenler düne nazaran daha düzenli yürüyorlardı; bir tuğun çevresinde dizilmişler ve bir delikanlıyı davulcu olarak seçmişlerdi. Davulcunun atının boynunun her iki tarafında bir davul bulunuyor, o da adımlara ahenk vermek için düzgün aralıklarda kuvvetle tokmaklarıyla davullara vuruyordu, öğleden sonra güneyde Şehr-i Sebze giden korunun karşısında açık ordugâh kuruldu. Keklik aradığım koruda bir miktar yağmur suyu buldum ve en leziz şarap gibi onu içtim. Suyu sevebilmek için ondan mahrum olmak gerekiyor.
Yukarıda bulutlar hızla akıyordu, mutlaka bir fırtına yaklaşıyordu; geceleyin yankılanma • ile şiddeti büsbütün artan gök gürültüsü korkunç bir şekilde patlıyor, yıldırımlar bulutları yırtıyor yağmur bardaktanboşanırcasına yağıyordu. Çadırımızda bir müddet sonra damlalar teşekkül etti, kuru yerleri aradık ve iyi, kötü bir durumda uyuduk. Sabahleyin yağmur hâlâ bütün şiddeti ile devam ediyordu, fırtınanın dinmesi ümidiyle hareket geciktirildi. İşte o sırada bize II. Alek- sandr'ın öldüğü bildirildi, bundan sonra Saint-Sİ- mon'un Hâtıralarında bahsettiği bazı kısımları hatırlatan sahneler meydana geldi.
Biraz sonra babalarımızın askerleri neden ağırlamak istemediklerini açıklayacak bir olay ortaya çıktı. Köyün aksakalı koşarak geldi, tercümanı buldu ve Türkmenlerin davranışından şikâyetçi olduklarım anlattı. Sınırın yakınında olduklarını bile Türkmenler, şimdiye kadar gösterdikleri nizamı bir kenara koyarak, çok alıp az ödemek olan eski alışkanlıklarına kapamışlardı.
Bir gün önce köyde alış-veriş yaparak hesabı ertesi gün ödeyeceklerini söylemişlerdi; fakat son anaa borçlarını red ediyorlardı. Köy halkı önderlerini Rusla- ra göndererek onların işe karışmalarını rica ediyordu. Bizim Türkmenler yüklerini toplamışlar, ata binmişler harekete hazır bekliyorlardı. Küçük bir tepenin üstünde dalgalanan tuğlarını çevrelemişlerdi. Tercüman aracılığıyla kumandanları çağrıldı; bunlar dört nala geldiler, atlarından indiler ve çad.ırın yânına geldiler. Yol kesen haydut çetesi reisi görünümünde olan içlerinden biri başındaki gayet büyük börkü ile çadırın kapısından içeri geçti. Ona göre Afgan kumandan uzun zamandır aylıklarını ödememişti; aldıklarını ödemek istiyorlardı, ama sadece iyi niyet yetmiyordu, para da gerekliydi, «işte kesem bomboş!» diyerek kesesini çıkardı ve tersinden silkeledi ; «Ruslar zengindirler, konukları ve dostları Türkmenlerin Ak - Paşa'nın topraklarında yaptıkları masrafları üzerlerine alsınlar, onlara daima şükran duyarız.» Uygun el hareketleri ile süslü nutku, safbir gülümseme ve sözlerinin doğrulüğuna işaret eden elin kalbin üstüne bastırılması ile son buldu.
Konuşmalar sırasında konuşucu dinleyenlerin yüzüne dik dik bakıyor, küçük gözleri yüz ifadelerini didikliyor, tercüme edilen sözleri yüzün ifadesinde ne gibi etki yaptığını anlamak ister gibi bir tercümana, bir Rus kumandana bakıyordu.
Ödenecek meblâğ nisbeten az olduğundan olay örtülecek gibiydi ve nitekim aksakala alınan malların tutarının vergi toplanması sırasında göz önüne alınacağına dair söz verildi. Olayların kendi lehlerine dönmesine alışmamış olan aksakal meselenin bu şekilde çözümlenmesinden gayet memnun yanımızdan ayrıldı. Rusların Türkistan'a gelmesinden önce dişlerine kadar silâhlı haydutlardan bir şey istenmiyeceğini, aksi hâlde kırbaç darbeleri ile cevaplandırılacağını gayet iyi hatırlıyordu.
Türkmen kumandanına gelince, neticede istediği şeye kavuşunca, bol bol selâm vererek çekildi, atına atladı, sağ elinde tuttuğu kırbacı havada savurdu ve hareketlerini gözliyerek sessiz duran birliği bu işaret üzerine hep birden hareket etti ve davulcu nal seslerine karışan nakkâresine vurmaya başladı. Sonra bizim birlik de hareket etti. Önce, mahkûmlarla dolu ve huzur içinde oturulacak bir yer olmaktan uzak Came kasabasına geldik; ortasından bir dere akıyordu. Yol, Rus millî renklerine boyanmış bir taşla işaretlenen sınıra kadar taşlıydı. Aşağı yukarı aynı enlem üzerinde doğuda iki bin fersah ötede Kore sınırında da aynı şekilde bir sınır taşı vardır. Sınır, bu taş yolu açan Kazakların arkasından daima güneye doğru iniyordu.
Sırvırı aştıktan sonra Karşı'ya kadar güney, güneybatı yönünde ilerliyebilmek için sola doğru kıvrılmak gerekiyordu.
Suyu tuzlu olan Çurkuduk kuyuları bulunan bir vâ-didfe dinlendik. Ot örtüsü yamaçları yeşertmeye başlamıştı. Göçebeler bu bölgede hayatlanından memnundular; kalabalık sürülerine yeterince su buluyorlar hayvanları bol bol otlaklarda rahatlıkla otluyordu. Nisan ayı girer girmez şimdi olduğu gibi keklik sürüleri rahatça yem aramıyacak, neşeli Özbekler gelecekler, şimdi bomboş olan bu yerlerde yurtlar yayılacak ve su seviyesi alçalmadığı, güneş otları kavurmadığı ve ovayı kederli yapmadığa sürece Çurkuduk kuyuları çevresi atların kişnemeleri, koyunların melemeleri ile çınlayacak ve kısrakların sağılmak üzere toplanması sırasında hayvanların zaptedilmesi güç olduğundan kadın ve çocuk çığlıklarına, erkeklerin haykırışı, köpeklerin havlaması karışacaktır.
Bu yörenin bittiği Beglamış kuyularından bir kilometre ötede bir çok cigit'in (1) başında parlak renkli elbiseler giymiş bir atlı dört nala bize doğru geliyordu. Bu, çok şişman tostoparlak, haşmetli karınlı, fevkâ- lâde güzel bir beyaz atın üzerinde adetâ bir top gibi zıplayan bir adamdı. Bize yaklaştığında yavaşladı ve soyiu bir Asyalıya yaraşan büyük beyaz bir sarığın altında şen görünüşlü, enli bir yüz gözüktü, alt tarafında da, eğer yeni boyanmamışsa gerçekten çok kara bir sakal vardı. Buhara Emiri'nin Afganlı prensleri karşılamak için ülkesinin başlangıcında gönderdiği elçisi böyle birisiydi. Adı Rahmedullah olan bu kudretli kişi ellerimizi hararetle sıktı, eksik dişlerini göstererek tebessüm etti; memnuniyetinden gözleri kısılıyordu, bizi gördüğünden dolayı sevincini belirttikten sonra her biri ülkenin törelerine göre birer iltifat olan bir sürü soru sordu:
Tanrıya şükürler olsun Ak - Paşa (2) sıhhatte- ler mi?
Yiğit.
Rus Çarı.
1001 Temel Eseri iftiharla sunuyoruz 4
MOSKOVA'DAN TAŞKENT'E 8
YERLİ TAŞKENT 57
TAŞKENT'TEN KARŞİ'YE 134
KARŞİ 180
KİLİF'TEN ŞİRABAD'A 263
SURKAN VADİSİNİN HARABELERİ: 353
TERMEZ'DEN ŞİRABÂD'A 430
BAYSUN DAĞLARI 471
TERCÜMAN 1001 TEMEL ESER SERİSİNDEN ÇIKAN KİTAPLAR 617
Hûb. Peki siz, nasılsınız?
Gayet iyi.
Hûb. Yolculuktan hiç yorulmadınız mı?
Hayır.
Hûb. Rüzgâr sizi rahatsız etmedi mi? vs. Ve her cevapta Buharalıi atın başına doğru eğilerek, elini kalbinin üstüne koyuyor ve o meşhur «Hûb» kelimesini tekrarlıyarak selâmlıyordu. Vazgeçilmez sorularını bitirince, Rus kumandan da ona sırasıyla Emirin, oğullarının, Karşi beğinin, vs. nin sağlık durumlarını sordu.
Cigitimiz Abdulzair, Rahmedullah hakkında bize bilgi verdi: ailesi, Emirlerin yanlarından ayrılmadıkları ünlü hekimleri ile tanınmıştı. Rahmedullah atalarına lâyık bir görevdeydi; Emir ilminden geniş ölçüde yararlanıyor ve onu yanından hiç ayırmıyordu. Fakat büyük bir Hükümdarı gereğince temsil edecek fırsatlar çıktığında, aynı zamanda gayet iyi bir diplomat olan üstadı yolluyordu. Onu bir çok defalar Taşkent'e Türkistan genel valisinin yanına yollıyarak Buhara'nın çıkarılmasını savundurmuş ve her zaman gözdesinden memnun kalmıştı. Şifa verici meziyetlerini Rahmedullah'ın ağzından dinlemek gerekir; «Son olarak Taşkent'e hareket ediyordum; henüz yola çıkmıştım ki Haşmetli Hükümdarımızın rahatsızlık hissettiğini duydum; duyduğu ızdırap- dan yatmak zorunda kalmıştı. Hemen bana bir ulak çı-
Yan imparator, yani General Kaufmann’a verilen lâ-
kab.
karmışlar, o da gece gündüz demeden yol almış ve beni bulmuştu. Süratle geri döndüm Emir'i ziyaret ettim, bir ilâç hazırladım ve aynı gün akşam namazından önce Hükümdarımız ayağa kalktı.»
Kuyuların yakınında kalabalık vardı. Kervanın geçeğini duyan civardaki özıbekler bizi görmeye koşmuşlardı. Bizi ağırlamak için güzel bir Buhara çadırı ile yurtlar kurulmuştu.
Rahmedullah çevik bir hareketle atından indi, konukların kollarına girerek teker teker çadıra soktu ve oturmalarını rica etti. Halılar üzerinde, genellikle des- terkâneyi teşkil eden yemişlerle dolu tepsiler konmuştu; bunlar: üzüm, kuru kaysı, badem, şekerli havuç ve nihayet içyağı, şeker; bal, yumurta ve nişastadan yapılmış yayvan bir hamur tatlısıydı. Nezaketen dasterkâneyi teşkil eden yemişleri tadıyor, arada da çay içiyorduk.
Çadırın girişinde tepsileri taşıyan hizmetkârlar kuyruk olmuşlardı; bu hizmetkârları alelacele Karşi'den getirmişlerdi. Çıplak ayakla dolaşıyorlar, fazla bir titizlik göstermiyorlar ama ihtiyaca fazlasıyla cevap verebiliyorlardı. Başlarında, çizmeleri ipekli kumaşla süslü deriden «çarmbar»ı ve iri sarığı ile reisleri vardı. Bu, bir zamanlar Emir'in teveccühünü çekmiş, sönük bakışlı zarif bir adamdı; ördek gibi yürürken dişlerini göstermeyi unutmuyordu. En yakın hizmetkârın elinden yemek tabağın.!, alıyor bunu şişman Rahmedullah a geçiriyor, o da çeşitli el hareketleri ile tabağı önümüze sürüyordu.
Yemek yiyenlerin sayısı yedi veya sekiz kişi iken altmış, seksen kişilik yiyecek getiriliyordu: Buhara nezaketi konuktan ev sahibini memnun edecek bir hıçkırık alıncaya kadar onu tıka basa doyurmaktan ibarettir.
Oturmaya çağrılan elçi kendisine sunulan bir fincan kahveyi içmek fırsatını bulamadı ve bize eşlik eds-miyeceğinden dolayı özür diledi: yapacak çok işi vardı. Hiç bir şey önceden düzenlenen sıranın dışında olamıyordu; şu anda süvari subaylığını, levazım âmirliğini, elçiliği ve aşçıbaşılığı şahsında topluyordu. Nitekim şimdi onu tencerelerin yakınında bir duvar köşesinde dikilirken görüyoruz. Yukardan duruma hâkim oluyor ve eli ile kıvrık kılıcı üzerinde, gözünü mutfaktan ayırmadan bir kale kumandanı edasıyla buyruklar veriyordu. Sesini duyup da çağırıldığını anlayan kimse hemen yanına seyirtiyor, buyruğu aldıktan sonra koşar adımlarla uzaklaşıyordu. Büyük bir hazırlık vardı. İnsanları ve hayvanları beslemek, yiyeceklerin herkese eşit şekilde dağıtılmasına nezaret etmek ve kimseyi hoşnutsuz bırakmamak gerekiyordu. Hepsi tatsız mizaçlı insanlar olan ve Buharalılara karşı nefretlerini açıklamaktan çekinmeyen, fethedilmiş bir ülkede gibi kendilerine hizmet ettiren Afganlılar ve Türkmenlerle bu iş bir hayli zordu.
Afganlar, Türkmenler ve Ruslar birbirinden uzakta üç ayrı karargâhta kalıyorlardı.
Genç prenslerin ve maiyetinin ayr,ı çadırları vardı; Afganların geri kalanları sıraya dizilmiş arabaların tekerlekleri arasına yerleşmişlerdi. Kadınları taşıyan arabalar meraklıların gözlerinden uzak bir yere çekilmişti; onlarla sadece akrabaları konuşabiliyor, kadınlar hizmet ediyor, Afgan askerlerinden bir dizi yabancıları çevreden uzaklaştırıyordu.
Türkmenler kare şeklinde açık ordugâh kurmuşlardı. Gelir gelmez taşıdıkları keçeleri yere sermişlerdi.
Atlarını enseden sağrıya kadar dikkatle örttükten sonra, yere çakılan ucu sivri demir bir sopaya bağlıyorlar ve eyerini çıkarmadıkları atlarını daima göz altında ve yakın bir yerde muhafaza ediyorlardı.
Yine kendileri için-, yarısı yorgan, yarısı şilte görevi yapan başka keçeler seriyorlardı. Bu mart ayındao sağlam adamlar geceleyin üstlerini sadfece kaputlarıyla örtüyorlar, ikili veya dörtlü gruplar hâlinde yatıyorlar ve gözlerini kırağıdan korumak için başlarını örtüyorlardı.
Atları bağlandıktan, her biri uygun bir yer seçtikten sonra Türkmenler rahatlarına bakıyorlar, tüfeklerini terkediyorlar, büyük kaputlarını çıkarıyorlar, üstlerinde sadece gömlekleri ve kulyaklanı kalıyor ve çoğu zaman çıplak ayakları ile çeşitli işlerle meşgul oluyorlar veya eğlenceye dalıyorlar. Bazıları kuşaklarında bir tabanca veya saldırma saklıyor, içierinden pek azı, ancak bir seyahat çantasına sığacak şeyler olan kav, bulabilirlerse kibrit, kınnap, vs. gibi eşyaları ihtiva eden koyun postundan yapılmış gayet iri börklerini çıkarıyordu. ’Genç olanları parmakları ile yanan bir kömür parçasını nargilenin tütünü üzerine koyuyor, duman çıkıncaya kadar üflüyor, bir iki nefes çekiyor ve marpucu kendinden daha büyük olana teslim ediyordu. Bağdaş kurmuş olan Türkmen ise glu glu diye ses çıkararak derin derin iki, üç nefes çekiyor, marpucu ağzından çektikten sonra savurduğu dumanlar, aldığı fazla nikotin ile sersemleşen yüzünü bir an örtecek kadar koyu oluyordu. Bir kaçı başka bir köşede Fransız stiline göre Rusya'da imâl edilmiş oyun kartları ile iskambil oynuyor; bir başkası suyun kaynaması için diz çökerek ateşi üflüyor; arkadaşı ise küçük bir torbadan çıkardığı bir tutam yeşil çayı kungan içine atmak için uygun zamanı kolluyor- du; su ikinci defa kaynadığında çay hazırdı. Hemen dumanı tüten fincanlarla, küçük yudumlar alarak çaylarını içiyorlardı. Şikâyet etmeden muazzam mesafeleri katedebilen Türkmen, başka bir işi yoksa ancak yemek yemek için uyanmak hariç bütün bir gün uyuyabiIdiğin- den çoğu zaman uzanıyor ve uykuya dalıyordu. Sırası geldiğinde atlarını suluyorlar ve daima bir bozkır adamının vâha düzenbazına duyduğu nefretle Buharalılarayaptırabilirlerse kuyuların yalaklarını doldurtuyorlardı.
Kazaklar bizim yanımızda en yüksek tepede ordugâh kurmuşlardı. Tüfek çatmışlar, nöbetçi çıkarmışlardı. Rüzgârdan korunmak için sırtlarını yurtlara vererek ve bağdaş kurarak eşyalarını onarıyorlardı. Kızıl bıyıklı bir Henkül tavırlı Kazak dikkatle iğnenin deliğinden iplik geçiriyordu: gömleğindeki bir yırtığı onaracaktı; yanındaki bir dizgini tamir ediyor, bir diğeri de çizmelerini yağlıyordu. Üç tane iri yarı Kazak hasta boğazını muayene edecekleri bir atı devirmeye, çalışıyordu. Ön bacaklarına içlerinden birinin ayrı yönde çektiği bir kayış bağlanmıştı; diğer ikisi aksi yönde hayvanı iterek dengesini kaybetmesine sebep oldular ve atı devirdiler. Kımıldamasını önlemek için üzerine yattılar ve hayvanı sakinleştirmek için okşamaya ve konuşmaya başladılar. Bir dördüncü atın ağzını açtı ve baktı; tam o sırada «sotnia» şarkıcıları bir Kazak şarkısını davulun eşliğinde söylemeye başladılar. Bunun üzerine bir sürü alık adam koşuştu, ağızları açık dinlemeye başladılar ve özellikle davulun kulakları sağır edici notalarını hayretle izlediler.
Gece bastırıncaya kadar bütün ordugâhta devamlı bir git- gel sürdü gitti. BuharaMar tahta çanaklar içinde pirinç, keçi derisi tulumlarda su taşıyarak, samanları çekerek sağa, sola koşuşup duruyorlardı.
Atlılar bir defa daha sırayla ve grup halinde atlarını sulamaya götürdüler; güneş yanan ufukta kaybolmak üzereydi. Tanrı'ya ibadet zamanı gelmişti. Bir molla bir tümseğin üzerine çıktı, sarığının ucunu çıkardı, Mekke yönüne döndü başparmaklarını kulaklarınım memelerine değdirdikten sonra Tanrı'nın ululuğunu haykırdı. Müminler geleneğe göre abdestlerini almışlar, ayakkabılarını çıkarmışlar, paltolarını hal.ı gibi yere sermişler ve mollanın arkasında saf olmuşlardı. Zayıfyüzü gurubun kızıllığı ile aydınlanmış bir hâlde molla dimdik onlara hâkim bir vaziyette duruyordu; sadece dudakları kıpırdıyor, sonra bir kaç defa secde ediyordu; diğerleri de onun hareketlerini aynen tekrarlıyorlardı. Sonunda hepsi birden ellerini sakallarına götürüp sıvazladılar ve ordugâhlarına döndüler.
Bundan sonra Kazakların boruları öttü. Bu- kaba savaşçılar iki sıra hâlinde toplandılar ve kumandanları gür bir sesle bir duâ okumaya başladı; Rusya'nın hâkimi Aleksandr'ın oğlu Çar Aleksandr için Gök'ten lü- tûflar istendiğinde hep bir ağızdan ona katıldılar. Sonra sıraları bozdular ve yerlerine döndüler.
Ateşler yandı, iyice karanlık bastırdı ve akşam yemeği yendi. Bizim için gezi defterimize not alma diğerleri için de konuşmağa yavaş yavaş çay içmeğe, sık sık kahkahaların duyulmasına sebep olan masalların, fıkraların ve savaş hatıralarının anlatılmasına s,ıra gelmişti. Nihayet etraf sakinleşmeye başladı, artık ateşin yanından ayrılan gölgelere raslanmıyordu. Herkes örtüsüne sarılıyor ve uykuya dalmadan önce uzaklarda bıraktıklarını hatırlayarak son bir sigara içiyordu. Bir az sonra, alevi iyice sönmeden göz kırpan bir kaç ateşten, eşelenen bir atın kişnemesinden, başka bîr şey görülmüyor veya işitilmiyor, yolcuların sayesinde canlanmış olan bozkır karanlık ve sessizliğe gömülüyordu.
Yağmur mevsiminde olduğumuzdan arada sırada uykumuz şiddetle yağan sağnakla kesiliyordu; bazen de ipini koparan kızgın bir at insanların koşuşmasına sebep oluyordu.
Bir kaç ufak değişiklikle her gün bozkırda görülen sahneler bundan ibarettir.
Bize Beglemiş sözü hakkında fantezi sayılabilecekbir açıklama verildi. Bir Beğ o kuyuların yapılmasına nezaret ettiğinden adı oradan geliyormuş.
Civarda Arap aşireti bulunuyordu. Bu Araplardan çoğu kervanımızı görmek için yola çıkmıştı. İlk bakışta onları Özbeklerden ayırmak mümkün değildir. Etnograf i k olarak bu tanımlamanın, bir çok Özbek ve Kırgız aşiretinin kendilerine Türk adı vermesi gibi hatırlatmadan başka bir değeri olduğunu sanmıyoruz.
Beglemiş’te kuyuların yakınında göçebelerin gelip yerleştikleri ve genellikle meskûn olmayan «sakiı»lar bulunur.
Saklı, bir kare veya paralelkenar teşkil eden dört toprak duvardan müteşekkildir, içinde göçebeler çadırlarını dikerler, ısınmak için çalı-çırpı veya kisiak (tezek), hayvanlar için de saman yığarlar. Saklı içine bir ineğin veya bir atın geçebileceği genişlikte bir kapıdan girilir. Amu-Derya'ya yaklaşıldıkça saklıların duvarları daha yükselir ve çeşitli tedbirler alınır; her akşam hayvanlar içeri sokulur ve nehrin kıyısında kol gezen yağmacılardan çekinikliğinden giriş barikatlarla kapatılır.
Beglemiş'ten, doğuda çadırları ve kuzey - kuzey- doğu'da beyaz zirveleri görüyorduk.
Yolculuğumuzun bu kısmı bizi içilebilir suya sahip Taşlık kuyularına götürüyordu. Yol boyunca Rahme- dullah ile daha geniş tanışmak fırsatı bulduk. Bizi her gördüğünde, yirmi kelimelik Rusça'yla özellikle üçüncü şahısları geçmiş zamanda kullandığı fiilleriyle sağlığımızı soruyordu. Muhakkak ki Rahmedullah çok sevimli bir adamdı. Afganlılar daha az uysal olup. Hoca Saib bize elini nazlanarak uzatıyordu. Ata binmeden önce omuzlarından sarkan kukuletasına ihtiyaten bir kaç parça ekmek koymamazlık etmiyordu.
Taşlık'tan ilk defa olarak Kungur dağlarını farket- tik; bu çıplak ovalarda sık raslanan bir optik hayâl sonucu, aslında bir kaç yüz metrelik bir yükseklik olup
Karşi yakınlarında kervan yolunun iki kilometresi boyunca uzanan bu tepeler bize ufku kapayan bir Himala- ya gibi geliyordu.
Bozkır daima cansız görünüyordu ve develer ile arabalar tarafından açılmış yoldan bir an gözümüzü ayırınca atların, kış uykularının son anlarında ola kaplumbağalar ve sürüngenler tarafından açılmış deliklerde sık sık tökezlediğini görüyorduk.
Kırk yaşlarında esmer yakışıklı olan birincisi Karşi atlılarının kumandanıydı, kırçıl sakallı olan ötekinin ise sulama işlerine bakan kimse olduğu söyleniyordu. Gayet güzel giyinmiş olan ev sahiplerimiz fevkalâde kısraklara binmişlerdi. Adet olduğu üzere selâmlaştıktan sonra kervanımızın başına geçtiler. Arızalı bir zemin üzerinde hafif meyille yol önce batıya doğru gidiyor, sonra güney-güney-batı yönüne dönüyordu. Karşi ye sekiz kilometre kala Kungur tepelerinin eteklerine vardığımızdaki sel yatakları yol yol zigzaglar çiziyordu; tepelerin çevresini dolaştıktan sonra Karşi'yi binlerce yeşil ağaç kümelerinin ortasında yayılmış olarak gördük. Şehri kateden Kaşga - Derya'mn kıyılarına kadar inildiğinde bir sürü küçük gölün çevresinde sık sazlıkların arasında yaban ördekleri, karabatak sürüleri gördük. Sonra bahçelerin yüksek toprak duvarları ile çevrili bir sürü küçük sokak başlıyordu. Kâfir elçilerine ayrılmış konuta varmadan önce dönüp dolaştık.
Halk ayağa kalkmıştı. Herkes «Urus»lar,ı en iyi görebileceği bir yer bulmuştu; Duvarların, damların, ağaçların velhasıl her yerin üstünde insanlar kümelenmişti.
Kadınlar ve kızlar kapıların aralığından şaşkın gözlerle bakıyorlardı; duvarların üstünden bir bakıp kaybolan kadın başJarı farkediliyordu. Pazara giden yolun her iki tarafında bize sakatlıklarını teşhir eden dilenciler sıralanmıştı. Körler, topallar, cüzzamlılar uzun zamandan beri bizi bekliyordu. Kısık bir ses, uzanan eller, boynunda şişmiş damarları ile kendilerine sadaka verenlere, kâfir dahi olsalar, en güzel duaları okuyorlardı. Onlara atılan paralar ateş üzerine düşen yağ damlaları gibi etki yapıyor, daha şiddetle bağırmaya başlıyorlardı.
Arkadan gelen arabaların geçişini kolaylaştırmak için şurada bir tekerleğin açtığı çukur dolduruluyor, orada bir duvar yıkıntısı ortadan kaldırılarak yol genişletiliyordu. Beğin adamları tarafından itilip kakılan işçiler kürek elde çabalayıp duruyorlardı
Meraklılar önümüzde giden yüksek rütbeli şahısları görünce iki büklüm olarak selâm veriyorlardı.
Bu hareketin, gürültünün ortasında tozdan bembeyaz olmuş, şimdiden parlaklığını arttırmış güneşte kavrulmuş bir hâlde kısa adımlarla ilerliyorduk; iri yarı Kazaklara gelince boz renkli paltoları ile alacaLı bulacalı renkli elbiseler giymiş halkın arasında leke gibi kalıyorlardı. Uzun boyları ile AsyalIların tepesinden bakıyorlar, daha güçlü olduklarını ortaya koyarcasına tebessüm ediyorlardı.
Kanal boyunca uzanan ve ancak bir atlının geçebileceği genişlikte olan bir yol sonunda Emir'in bize ayırdığı ev vardı. Dar bir geçitten geçtikten sonra attan inilen birinci avluya giriliyor, oradan da yürüyerek şeref avlusuna geçiliyordu, sağda konuklar için hazırlanmış dasterkânenin konduğu bir salon bulunuyordu. Şişman kısa boylu adam, aşçıbaşı tavırları ile bizi yerleştirdi.