Muhammes
Tâ cünûn rahtın geyip tuttum fenâ mülkin veten
Ehl-i tecridim ḳabûl etmen kabâ vü pirehen
Her ḳabâ vü pirehen giysem misal-i gonca ben
Ger seniŋ çün ḳılmasam çâk ey büt-i nâzik-beden
Gûrum olsun ol ḳabâ egnimde pîrâhen kefen
Gerçi sevdâ-yı ser-i zülfündenim zâr u zelîl
Geçmen ol sevdâdan olduḳça baŋa ömr-i tavîl
Sanma terk edem bu sevdânı ger olsam ben katîl
Çıḳmaya sevdâ-yı zülfiŋ baştan ey meh ger yüz ıl
Üstühân-ı kellem içre tutsa akrebler veten
Gâlib oldı subh-dem şevk-i gül-i rûyuŋ baŋa
Seyr-i bâg ittim ki bûy-ı gül vire teskîn aŋa
Gül görüp yâdınla dürr-i eşk saçtım her yana
Düşti şeb-nem bâġa gir tâ gül nisâr itsin saŋa
Sebzeniŋ her bergine bir dür ki tapşırmış çemen
Der idim ey dil getirme hiç derd ehline şek
Tâ seni hem salmasın bir derde devrân-ı felek
Almadıŋ pend imdi âşıḳsın işiŋ âh eylemek
Ey göŋül aşk ehline her şeb gülerdiŋ şem tek
Ben demezdim mi ki tangla aġlayasıdır gülen
Hâh sincâb eylesin ferşin
Fuzûlî
hâh kül
Hecr ara mutlak yuhu görmez göz eglenmez göŋül
Yârsız aşk ehlinin dinlenmegi mümkin degil
Nice dinlensin
Habîbî
sensiz ey endâmı gül
Kim batar cismine tende her tüg olmuş bir diken
O, doğuştan şair yaradılışlı müstesna bir kabiliyettir. Türk, Arap ve Fars
kültürlerinin bir arada yaşam sürdüğü Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat bölgelerinde
kısaca Irak-ı Arap’ta dolaşır; Arapça ve Farsçayı hatta devrinin bütün ilimlerini
gereğiyle tahsil eder. Eserlerinden hareketle tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, mantık,
hendese, hey’et ve tıp ilimlerine esaslı bir şekilde hâkim olduğunu rahatlıkla
öngöre biliriz. O, âlim, fazıl, tabiatı hoş, sohbeti tatlı bir insandır. İyi bir şair ve
âlim olması yanında, alçak gönüllü, faziletli, kanaat ehli, onurlu ve haysiyetli bir
kişidir (Mazıoğlu, 1986, s. 17).
832
Fuzûlî, üretken bir şairdir. Şiirlerini Türkçe, Arapça ve Farsça olarak üç dilde
yazar. Şiirlerinde, Türkçeye son derece hâkimdir. O, duygu ve düşüncelerini
insanlara en güzel şekilde anlatma, iletme, aktarma ve hissettirme vasıtası olarak
şiiri seçer. Adeta, şiirin millî hisleri dile getiren bir söz sanatı olduğunun
farkındadır. Yaşadığı dönemde, içinde bulunduğu Türk toplumunun inanç, anlayış
ve törelerini ilmek ilmek şiirlerine işleyerek onları, başka gönüllere aktarmaya
çalışır. Şiir söyleme sanatının maharetli üstatları arasına girer. Bu yolla, Türk dilini
ötelerin ötesine taşır. Fuzûlî, şiir için büyük önem taşıyan aruz ve kafiye ilminde de
son derece mahirdir. Şiirlerinde bilgiye, sevgiye, aşka, muhabbete, hoşgörüye,
mütevazı davranışlara, doğruluğa ve temiz kalpliliğe geniş yer ayırır. Cahillerden,
ikiyüzlülerden, menfaatçilerden, rüşvetle iş yapan memurlardan ve kadılardan ise
daima yakınır ve sakınır. Fuzulî, şiir söyleme sanatında usta olduğunu, şiirlerini
ustalıkla dile getirdiğini, şiir dilindeki kudretini ve Türk diliyle onu nasıl
süslediğini şu ifadelerle anlatır (Mazıoğlu, 1986, s. 21-22): “
oysa ben öyle bir
sultanım ki sözümün feyzi zaferler kazanır. Her sözüm Allah’ın yardımı ile denizler
ve kararları tutan bir pehlivandır. Nereye gitse ne vergi, ne haraç alır. Hangi
ülkeyi ele geçirse, kimseye zararı dokunmaz. Feleğin dönüşü ona bir zarar
vermez
”.
Gerçekten de Fuzulî zekâsının keskinliği, kaleminin ustalığı, anlatımının
hassaslığı ve güzelliği ile tüm nazik gönüllerin dikkatini çekmeyi başarır. Aşkı,
ıstırabı, coşkun bir eda ile terennüm etmeyi bilir. Fuzûlî, Arapça ve Farsçayı çok
iyi bildiğinden, Arap ve Fars şairlerini ve bunların edebiyatlarını yakından takip
eder. Fars, şairlerinden Nizamî, Hakanî, Hüsrevi-i Dihlevî, Hafız ve Câmî O’nun
en çok ilgi duyduğu, beğendiği şahsiyetlerdir (Mazıoğlu, 1986, s. 25). Üstelik O,
yalnızca Arap ve Fars şair ve ediplerini takip etmekle yetinmez; bir Türk olması
hasebiyle, Türk dünyası, Türk yurtları ve diyarlarıyla da yakından ilgilenir. Bütün
Türk boylarına gönül kapılarını, gönül hanelerini ve gönül bahçelerini açar. Türkçe
söz söyleyenlerin sultanı olarak onları, gönül mülkünde misafir eder. Onlardan
büyük ilham ve feyiz alır, şiirlerini beğenir, benimser. Bu şairlerden ilki, yukarıda
bahsettiğimiz üzere 15. asırda Azerbaycan sahasında yetişen ve Azerî şivesiyle
şiirler yazan Habîbî’dir. Habîbî, aynı zamanda, şiir ve edebiyatta, Fuzûlî’ye
üstatlık vazifesi görür. Bir diğeri, Türkistan coğrafyasının önemli merkezlerinden
Herat’ta 9 Şubat 1441’de doğup 30 Ocak 1501’de vefat eden Ali Şîr Nevâyî’dir.
Nevâyî, Türkistan’da 15. asrın başından başlayıp 20. asrın başına kadar devam
eden ve bu coğrafyadaki tüm Türk boyları tarafından devlet, ilim, edebiyat, eğitim
ve diplomasi dili olarak kullanılan Çağatay Türkçesinin gelişiminde ve kemale
ermesinde mühim hizmetler yapar. O, eserlerini Farsça yazan genç Türk şair ve
ediplerine seslenerek Türk dilinin Farsçadan üstün ve zengin olduğunu dile getirir.
Bu yolda, Türkçe dil bilincinin tüm Türk dünyası içerisinde oluşmasını sağlar ve
833
bunu, o dönemin dilbilimi yöntemleri ışığında Muhakemetü’l-lügateyn adlı
çalışmayla eserleştirir (Ercilasun, 2004, s. 410). İşte yetiştiği coğrafyada Farsça ve
Arapçanın hâkimiyeti düşünüldüğünde, Ali Şîr Nevâyî’nin bu vasfı Fuzûlî’nin
dikkatini çekmiş olmalı…
Fuzûlî’nin Ali Şîr Nevâyî’den sonra muhabbet besleyip takip ettiği Türkistan
coğrafyası şairlerinden bir diğeri de 15. asrın ilk yarısında şiirler kaleme alan ve
Lutfî mahlasıyla şiirler yazan Çağatay Türkçesi temsilcilerinden Mevlana Lutfî’dir
(Ercilasun, 2004, s. 409). 99 yıl yaşadığı düşünülen, doğum ve ölüm tarihleri kesin
olarak bilinmeyen bu şair, tıpkı Nevâyî gibi dilinin sade ve ahenkli oluşu, ayrıca
Türkçeyi kullanmaktaki kabiliyeti ile Fuzûlî’nin gönlünde taht kurmayı başarır,
O’nun beğenisini toplar. Nitekim Fuzûlî, O’nun “
Ey ezelden tâ ebed köŋlüm
giriftârıŋ seniŋ
” mısraı ile başlayan gazelini tahmis eder (Akyüz vd., 1990, s. 294-
295):
Dostları ilə paylaş: |