01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə21/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Şehvet Kurbanları’ndan bir sahne giriyor araya. Pek iyi ha-

tırlamıyorum sonunu. Oldukça uğraşmıştı.”

Esat sustu. Yorulmuştu. “Bu hikâyelerden sakladığınız ol-

du  mu?”  “Hayır.  Giderken  sayfaları  götürürdü.  Kimsenin

bulamayacağı  bir  yere  saklıyormuş.  Polis  peşimizdeymiş

de.” Belki gerçekten bir yere saklamıştır. Saklamalıydı. Na-

sıl  razı  oldu  her  şeyin  kaybolmasına?  “Hiç  iz  bırakmamak

gerekiyormuş.  Öyle  söylerdi.  ‘Beni  bulamayacaklar.  Ne  ka-

dar uğraşsalar çözemeyecekler sırrımı,’ derdi. ‘Sonunda piş-

man olacaklar. İnsan müzesinde bir manken eksik kalacak.

Bir biçim veremeyecekler bana. Vicdan azabından kahrola-

caklar.  Bir  türlü  bir  biçime  sokamayacaklar  beni.  Böylece

intikamımız  alınacak.’  Son  yıllarda  bir  gün,  yazıları,  mek-

tupları  saklamanın  küçük  burjuva  romantizmi  olduğunu

söyledi ve eve gidince de, kendi deyimiyle, bir ‘duygululuğa

paydos’ temizliği yaptı.”

Bir çay daha içtiler. Güneşli bir gündü. Aysel saçlarını yı-

kamış,  pencerenin  yanında  kurutuyordu.  Güneş  ışınları,

saçlarını  saydamlaştırıyordu.  Saçlarını  tarıyor,  dağıtıyor.

Cama konan bir sineğin ön ayaklarını başına sürtmesi gibi.

Yapmacıksız,  sorumsuz.  Selim  onu  sevmiş  miydi?  Bir  ilgi

386



duymuştur.  Bu  çeşit  ilgilerini  gizledi  herkesten.  Aysel’in

birtakım ümitleri olmuştur. Ne olur sen de anlatsaydın Ay-

sel. Onu sevdiğini, onun da sana taptığını söyleseydin... bir

masal  gibi...  bir  oyun  gibi.  İnsanın  içinden  geçenler  daha

önemli değil mi? Daha gerçek değil mi? Başka gerçekler de

var, diyorsun. Onunla bir süre ilgilendim, diyorsun. Benim-

le evleneceğini sandım. Selim’in benimle uğraşmasını, beni

adam  etmeye  çalışmasını  bütün  genç  kızların  anladığı  gibi

yorumladım.  Bunun  dışında,  sıkıntılı  yaşantımızda,  gelip

geçici bir yenilikti Selim. Onunla neden ilgilendiğimi anla-

madı.  Anlamıştır;  sonunu  düşünerek  cesaret  edememiştir.

Bilmiyorum,  oyunlarını,  onun  sevdiği  gibi  sevmedim.  Bü-

tün  bunları,  geçici  bir  heves  sandım.  Bundan  korkmuştur

Selim de: böyle düşünmemden. Parlak bir geleceği vardı: iyi

bir  kısmetti  benim  için.  Oyunlarına  fazla  düşkündü:  gere-

ğinden  çok  ‘sözünün  eri’  idi.  Böyle  olacağını  bilseydim  bu

oyunlara katılır mıydım? Ondan hoşlanıyordum ayrıca. İs-

teseydi  her  şey  başka  türlü  olabilirdi.  Kendini  öldürmezdi

belki. Bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum düşüncelerin-

de.  Fakir  yaşantımıza  katılmasını  bir  özenti  sayıyordum.

Anlaşılmadığını sanan bir budalaydı: tatlı bir budala. Bula-

nık hayaller peşinde koştu. Bir yerde bırakmalıydı bunları.

Bakışlarımla  o  kadar  uyarmaya  çalıştım  onu.  Hafiftim,  gü-

zeldim, rüya gibiydim; bakmasını bilmedi. Gene yanlış bir

ortama girmişsin Selim. Önüne gelen nimetleri değerlendir-

mesini  bilmeyenlerin,  seni,  senden  başka  türlü  bir  insan

yapmak isteyenlerin arasına düşmüşsün. Aldatıcı yumuşak-

lığınla  boş  yere  ümitlendirmişsin  onları.  Aslında  “Evdeki

Yabancı” oyununu oynadın onlarla.

Turgut’un üstüne büyük bir ağırlık çökmeye başladı. Çö-

zümsüz sorular saldırdı. Çevresine baktı: odanın çıplaklığı,

eskiliği  onu  rahatsız  etti.  Odadaki  insanları  köhne  buldu.

Sıkıcı ve renksiz bir hayatın izi vardı her yerde; benim ya-

387



şantım  da  aynı  tatsızlık  içinde.  Selim  olmasaydı  ne  yapa-

caktık sanki? Ne yapacaktınız - Ne yapıyorsunuz? Getirdi-

ğin içtenliğe, canlılığa kapılarını kapadılar aslında; istedik-

leri  Selim’i  içeri  aldılar:  Selim’in  istemediği  Selim’i.  Herke-

sin iyi kötü, yürüdüğü bir yol vardı. Herkesi yoldan çevir-

meye çalıştın sokağın köşesinde durup. Hepsi de sana için-

den güldü. Dur bakalım, dediler. Dur bakalım hele. Biz mi

bilmiyoruz  nasıl  yaşanacağını?  Dünkü  çocuk,  bize  akıl  mı

öğretiyorsun?  Başka  bir  şey  yapmak  gerekseydi  elbette  biz

bulurduk bugüne kadar senden önce. Senin ortaya çıkışınla

mı  böyle  bir  ihtiyaç  doğdu?  Dur  bakalım.  Bir  düşünelim.

Önce  bunu  biz  bulmuş  olalım.  Çok  üstümüze  varma.  Bizi

telaşa boğma. Yoksa hiçbir şey yapmayız inadımızdan. Sen

gelinceye kadar yaşamıyor muyduk? Öyle mi diyorsun? Ya-

nılıyorsun. Herkesin bir işi gücü var, bugüne kadar belledi-

ği bir usul var. Herkesin bir yataktan kalkışı, bir yemek yi-

yişi  var.  Senden  akıllıları  var,  senden  yaşlıları  var,  senden

tecrübelileri  var.  Bu  kadar  adamın  düşünemediğini  sen  mi

buldun? Dur bakalım, dur bakalım hele. İki satır öğrendin

diye  herkesi  cahil  mi  sanıyorsun?  Bağırıp  çağırarak  gözü-

müzü  mü  korkutmaya  çalışıyorsun?  Ben  bilmesem  de  bir

bilen vardır elbette. Bu kadar atılışı, saldırışı, yıkışı sana bı-

rakırlar mı? Dur bakalım, dur hele. Nereden geldin, nereye

gidiyorsun? Belgelerini, izinlerini, tanıklarını, yeteneklerini

göster bakalım. Seni buraya kim soktu, kim izin verdi sana

bütün bunları söylemen için? Bir yanlışlık olacak. Kapıcıyı

çağırın. Nasıl boş bulunmuş? Dışarı çıkarın şunu: etrafa bu

kadar saldırmasına göz yummayın. Herkese, ne yaptın? ne

yapıyorsun?  neye  yarar  bunlar?  demesine  fırsat  vermeyin.

Saldırın  ona:  o  ne  yapmış?  ne  yapıyormuş?  Gördün  mü?

Dur bakalım, dur bakalım hele. Öyle kolay değilmiş, değil

mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim

de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları.

388



Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı, biz bilirdik sen-

den önce. Hepimiz birbirimize tanıklık ederiz. Sana kim ta-

nıklık  edecek?  Kim  koruyacak  seni?  Ne  demişler,  el  elden

üstündür.  Biz  de  geleneklere,  saplantılara  karşıyız  elbette.

Fakat, bütün bunları bilmiyormuş gibi bize yeniden öğret-

meye  kalkmana  da  karşıyız.  Bunun  bir  yolu  yordamı  var.

Önce  kendini  tanıtmalısın,  yaptıklarınla  ispat  etmelisin

kendini. Başkaları nasıl yapmışsa, nasıl yapıyorsa öyle dav-

ranmalısın.  Kendini  önce  başkalarına  kabul  ettirmelisin  ki

biz  de  kabul  edebilelim.  Bunun  için  de  belki  önce  ölmeli-

sin. Unutulmalısın. Unutulan herkesin hatırlanması için ne

kadar zaman geçiyorsa, o kadar zaman geçirmelisin mezar-

da.  Orada  bile  acele  etmemelisin.  Senden  önce  ölüp,  sen-

den  önce  unutulanlar  ve  daha  hatırlanmayanlar  var.  Dur

bakalım, dur hele. Sıranı bekle.

Belki  de  Selim  olduğu  zamanlar  bu  odanın  bir  büyüsü

vardı ve onlar da bu büyüyü hissettiler efendimiz. Belki de

gördüğü  rüyaya  onları  da  inandırdı  o  zamanlar.  Bütün  rü-

yalar artık birbirine karışıyor Olric. Düş ve gerçek arasında-

ki  çizgi  siliniyor.  Selim  de  imtihanlardan  önce  böyle  olur-

du: bu olayı gerçekten yaşadım mı, yoksa dün gece rüyada

mı  görmüştüm?  Senin  rüyalarını  yeniden  yaşamaya  çalışı-

yorum  Selim.  Onun  için,  gerçeğe  kaptırmamalıyım  kendi-

mi;  sinirlenmemeliyim,  gülümsemeliyim.  Kendisine  yakla-

şan Aysel’e gülümsedi.

Yemeğe  kalmasını  teklif  ettiler.  Turgut,  sıkılarak,  vaktin

henüz erken olduğunu, isterlerse arabasıyla biraz gezebile-

ceklerini söyledi ve onları dışarda yemeye davet etti. Fazla

nazlanmadılar. Yapacak bir işleri yoktu. Onun vaktini alma-

yacaklarsa  sevinerek  gelirlerdi.  Turgut,  aylardır  ilk  defa,

arabasına doğru gerçek bir sevinçle yürüdü.

Ilık  bir  sonbahar  günüydü.  Sokaklar,  duvarların  üstü,

arabaların  çevresi  yaprak  içindeydi.  Turgut’un  arabasının

389



üstüne de birkaç yaprak düşmüştü. Halı gibi yumuşak, tu-

runcu,  sarı  ve  henüz  ayağınızın  altında  çıtırdamayan  yap-

raklar.  Temizlenmesi  unutulmuş  köşelerde,  belki  geçen

sonbaharın unuttuğu yapraklar bile vardı aralarında. Ayak-

kabısının  burnunu  yaprakların  içine  sokarak  yürüyordu.

Değişik  bir  yaşantının  tazeliğiyle  yürüyordu.  Birbirinden

habersiz yaşantılar içinde olmak ne güzeldi. Daha önce bi-

linmeyen  bir  kapıyı  çalmak,  yeni  bir  sesi  dinlemek.  Yeni

yüzler görmek. Daha bilmediği ne odalar, ne insanlar vardı

kim bilir o evde? Yeni imkânların heyecanı vardı. Bildiği so-

kaklardan yeni insanlarla birlikte geçiyordu. Ne güzeldi her

zaman  gidilen  bir  lokantanın  tanıdık  garsonlarını  yabancı

bir  sesle,  yeni  dostların  yabancılaştırdığı  bir  sesle  çağır-

mak... kendini yenilemek: elbisenin üstüne sinmiş olan es-

ki  kokulardan,  bakışlardan,  seslerden,  ilgilerden  temizlen-

mek,  yeni  yüzleri,  yeni  adlarla  çağırmak.  Yıpranmış  ümit-

lerden taze ümitsizliklere kesiksiz bir geçiş... Esat’la Aysel’i

tam o anda tanımış olsaydı! Bir gün önce tanımak, bir gü-

nün getirdiği düşünceler, duygular; bu kadarı bile fazlaydı.

Gene de geç kalınmıştı. Karşılıklı yorumlar yapılmıştı açık

ya da kapalı. Birbirlerini düşünmüşlerdi, tartmışlardı. Bun-

ları  yapacak  zaman  da  geçmemiş  olsaydı;  denizin  katıksız

mavisine  hayran  oldukları  anda  tanışmış  olsaydı  onlarla.

Parlak  gökyüzüne  baktıktan  sonra  yavaşça  aşağı  indirilen

gözler, ilk defa bakışsaydı. Oysa ne kadar çok oldu tanışalı:

belki  yirmi  dört  saat  bile  geçti.  Sizi  tanıdıktan  sonra  uyu-

dum, uyandım, bu arada rüya gördüm; yeniden karşılaştık.

Ne  yazık,  belki  bunları  dün,  bana  kapıyı  açtıkları  zaman

bilseydim, sizleri yeni tanımış olmanın büyüsüne kapılarak

kim  bilir  neler  söylerdim?  Yeni  tanışmanın  verdiği  şaşkın-

lıktan olacak: değerini bilemedik o anların.

Arabayı çok hızlı sürdüğünü ve tehlikeli geçişler yaptığı-

nı, karşı yönden gelen şoförlerin yüzünden anladı. Yavaşla-

390



dı, kıyıdaki bir gazinonun önünde durdu. Yoldaki suskun-

luğunu gidermek için, gazino ve yemeklerin iyiliği hakkın-

da  yorumlarda  bulundu.  Aysel,  hafif  hareketlerle,  sıçraya-

rak arabadan çıktı: tarihten önceki zamanlardan kalan, uç-

masını  unutmuş  bir  kuş  gibi.  Esat  da  her  yöne  çevirdiği

uzun  boynuyla,  adları  aurus  ile  biten  nesli  tükenmiş  hay-

vanlardan  birine  benziyordu.  Bu  hayvanlara,  günümüzde

ancak,  traktörlü-vinçli-betonyerli  inşaatçıların  avlanma  sa-

halarının  dışında,  kazma  girmemiş  ahşap  ev  ormanlarında

rastlanmaktadır.  Yırtıcı  teknisyenlerin  bulunmadığı  böyle

uzak  bölgelerde  yaşayan  bu  tarih  öncesi  hayvanlar,  sakin

yaşayışlarının  doğal  bir  sonucu  olarak  uçucu  ve  koşucu

özelliklerini  kaybetmişlerdir.  Çevrelerindeki  doğal  beslen-

me  şartlarının  esnaf  avcılar  tarafından  sistemli  bir  şekilde

yok  edilmesi,  bu  nazik  hayvanların  gittikçe  azalmasına  ya

da  ehlileştirilerek  özelliklerini  kaybetmesine  yol  açmakta-

dır. Bazıları, kat karşılığı, ahşap evlerdeki yuvalarından çık-

makta ve yeni yerleştikleri beton kafesler içindeki yaşayışa

uyamayarak mahzunlaşmaktadırlar. Son yapılan geri kalmış

hayvanlar sayımında bunlardan ancak dört bin iki yüz ka-

dar kaldığı ve kilometre kareye üç tane düştüğü tespit edil-

miştir.  Yakında  bunlara  sadece  biyoloji  kitaplarında  rastla-

yabileceğiz.  Yabancı  bilim  dergilerinde  bugünkü  tutumu-

muz  şiddetle  eleştirilmektedir.  Onlar,  bu  servetimize  de  el

atmadan duruma bir çözüm getirmesini istiyoruz. İlgililer-

den yardım bekliyoruz.

Aysel’in oturmasına yardım ederken, yeni hayvanlar türü-

yor bunların yerine, diye düşündü. Çirkin hayvanlar.

İlk çekingenlikler ne kadar tatlıdır. Oysa insan, bu bece-

riksizlikleri bir an önce yenmeye çalışır. Bütün gücüyle bü-

yüyü  bozmak,  buzları  kırmak  için  uğraşır.  Birlikte  yapılan

her yeni hareket de, istenmediği halde bu büyüyü geri geti-



391


rir: insana yeni bir fırsat verir. Turgut da, bu sefer acele et-

medi.  Yemek  seçmekteki  kararsızlıkların,  tabaklara  uzan-

maktaki çekimserliğin, her duruma uygun söz bulma güç-

süzlüğünün  ayrı  ayrı  tadına  vardı.  Kendini  bıraktı:  uzun

sessizlikleri  bozmak  için  çaba  göstermedi.  Gözlerini  Ay-

sel’in bakışlarından kaçırmadı. Dalgaların üstünde oynaşan

güneş ışınlarına daldığı zaman söylenen sözleri duymadığı

için  üzülmedi.  Zamanı  unuttu:  oraya  gelmeden  başından

neler geçtiğini, ayrıldığı zaman neler geleceğini düşünmedi.

Selim’den bahsetmek istediği sırada da, acaba şimdi konuş-

masam daha mı iyi olur diye bir endişeye kapılmadı.

“Can sıkıntılarını da sizinle yaşar mıydı?” diye sordu Ay-

sel’e  bakarak.  “Bazı  günler  çabuk  tükenirdi,  ne  yapacağını

bilemezdi.  Böyle  zamanlarda  hemen  yatağa  uzanır  ve  hiç

kıpırdamadan uzun süre yatardı. Cansıkıntısını sessizce ya-

şardı  benimle.  Bir  yandan  da  dinlenirdi.  ‘Cansıkıntısıyla

dinleniyorum  ancak,’  derdi.  ‘Sıkılırken  dinlendiğimi  anla-

mıyorum. İçimin yeni heyecanlar için dolduğunu hissetmi-

yorum. Fakat, bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum ken-

dimi.  İçimde  bir  Selim  ölürken  kalan  bütün  gücüyle  yeni

bir Selim yaratıyor.’

“Birden yataktan fırlayarak bağırırdı: ‘Selim öldü. Yaşasın

Selim!’ ‘Eski Selim’e hiç acımıyor musun?’ derdim. ‘O kadar

çok  Selim  öldü  ki,  hangi  birisine  acıyayım.  Ayrıca,  ölüler-

den  korkarım  ben.  Onlardan  bana  ölüm  bulaşmasından

korkarım.’ Gerçekten ölülerden korkardı. Babasının ölüsü-

ne bakamamıştı.

“Bir gün, gene bir Selim öldürdükten sonra, üstüme sal-

dırdı: ‘Bilimsel bir çalışma yapacağız bugün. İktisadın tanı-

mı  ve  çeşitli  iktisadi  sistemlerin  karşılaştırılması  üzerinde

incelemelerde  bulunacağız.  Dün,  bazı  serseriler,  toplumu

yöneten gerçek kuvvetler hakkında anlamadığım sözler et-

tiler  meyhanede.  Sizleri  orada  temsil  eden  biri  olduğum

392



için, bu kulaktan dolma filozoflar karşısında küçük düşme-

mi istemezsiniz herhalde.’ Masanın üstündeki kitaplara sal-

dırdı  ve  ilgili  bulduğu  ilk  kitabı  önsözünden  yüksek  sesle

okumaya  başladı.  Anlamadığı  cümlelerde  durarak,  benden

açıklamalar  istedi.  Doğrusu,  sadece  bir  öğrenci,  hem  de

derslere ilgisiz bir öğrenci olduğum için, ona yararlı açıkla-

malarda  bulunamadım.  Birden  kızarak  kitabı  kapadı:  ‘Tan-

rım!  Hep  önsözlerde  kalıyorum!’  Durmadan  yakınırdı:  ‘Bi-

raz  daha  ilerleyebilsem,  hiç  olmazsa  ‘Giriş’e  kadar  gelebil-

sem!’  Ellerime  sarılırdı:  ‘Bana  yardım  edin  dostum!  Bütün

kitapların  neden  yazıldığını,  yazanların  kimlere  teşekkür

borçlu olduğunu, bu kitabı yazma düşüncesinin onlara na-

sıl  geldiğini,  bu  kitabın  ne  gibi  bir  boşluğu  dolduracağını,

hepsini biliyorum. Sonra ne oluyor? Anlatın bana.’

“Önsözler sayesinde, bütün yazarların ailelerini tanıdığını,

onlarla artık akraba gibi olduklarını, ilk hayal kırıklıklarına

birlikte  üzüldüklerini,  ilk  başarılarının  tadını  birlikte  çıkar-

dıklarını,  bütün  aşklarını  ezberlediğini  anlatırdı.  Özellikle,

yazarın ilk kitaplarında çektikleri güçlüklerle yakından ilgi-

lenirdi.  ‘Hayatlarının  bu  bölümlerini  kendi  yaşantıma  çok

uygun buluyorum Esat Ağabey. Sonra, beni yarı yolda bıra-

kıp gidiyorlar. Bu başarısız yılların hikâyesine kendimi öyle

kaptırıyorum ki, unutuyorum sonradan meşhur olduklarını;

onlara,  dolayısıyla  kendime  acıyorum.  Başarıdan  sonra  se-

vimsiz oluyorlar. Ne yaptıklarını anlatmaya kalkıyorlar uzun

uzun.  Sevmiyorum  onları.’  Daha  sonra,  sözlerine  kapılarak

bütün kitapların yalnız önsözlerini okuduğunu ileri sürerdi.

Oturduğu yerde gözlerini kapayarak mırıldanırdı:

“Hayatı ve Eserleri. Hiç bıkmıyorum bunları tekrar tekrar

okumaktan. Yazarın her kitabını okurken ‘Hayatı ve Eserle-

ri’  yeniden  karşıma  çıkıyor.  Bir  daha,  bir  daha  okuyorum.

Sanki önceden ‘Hayatı ve Eserleri’ni bilmiyormuş gibi yapı-

yorum:  yeni  baştan  heyecanlanmak  için.  Yalnız,  yazarlar

393



arasında bir birlik bulunmaması beni yoruyor. Hiç olmazsa

önsözleri  yazanlar,  yılda  bir  kere  toplanmalı  ve  aralarında

ortak esaslar tespit etmeli. Bugünkü durum esef verici. Ba-

kıyorsun bir yazar, çok zor birleştiriyor kelimeleri. Bir türlü

cümleleri  kuramıyor.  Öyle  diyor  önsöz  amca.  Geçer  kara

tahtanın  başına  diyor,  yazar  bozar,  uğraşır.  Bütün  bunları

da yarı karanlıkta yapar. İstediği cümleyi bulunca da koşar,

bütün  ışıkları  yakar.  Ben  de  tam  bu  üstadın  huylarını  be-

nimsemek üzereyken, bir önsöz daha geçiyor elime. Bu ön-

söz  de  yazarın  coşkun  bir  ırmak  gibi  yazdığını  anlatıyor.

Kendisini tutamıyor adam: bıraksan günde yüz sayfa yaza-

cak. Bazısının ilk eseri çıkınca kapışılıyor, bazısı on tane bi-

le satamıyor ilk kitabından. Kime hizmet edeceğimi şaşırı-

yorum.  Onlara  uşaklık  etmekte  zorluk  çekiyorum.  Biri  in-

sanlardan kaçıyor, öteki bir dakika yalnız kalmıyor. Sonun-

da hükümet el koyacak bu işe. Hepsine haddini bildirecek.

Bizi zehirlemeye ne hakları var?’

“Sonunda iyice sapıtırdı. Bir ‘önsöz yazarı’ olacağını, yal-

nız önsözler yazacağını, bunu daha kimse düşünmediği için

böylece meşhur olacağını söylerdi. Neden bunu daha önce

düşünmemişti?  Belki  onun  gibi,  önsöz  okumaya  meraklı

yüz  binlerce  insan  vardı.  Bu  insanların  istekleri  uygun  bir

biçimde  karşılanırsa,  insan  bu  işten  zengin  bile  olabilirdi.

Yüz  binlerce  insanın  arzusuna  cevap  vermek  gerekiyordu.

‘Ne gibi önsözler yazacaksın Selim?’ dedim.

“Kendi önsözümü yazacağım. Olmayan romanların yaza-

rı Selim Işık için önsözler yazacağım. Her önsözde, okuyu-

cunun  karşısına  değişik  bir  kişilikle  çıkacağım.  Bin  yazar

kadar, on bin yazar kadar güçlü olacağım böylece. Bazı ön-

sözlerde başarısız bir yazar olacağım: ilk eserimin ilgi gör-

memesi üzerine ümitsizliğe kapılarak intihar edeceğim. Ba-

zen de, o kadar meşhur olduğum halde anlaşılmamış olma-

nın ıstırabını duyacağım gene: insanlardan kaçacağım.

394



“Önsözcülükte  o  kadar  meşhur  olacağım  ki  ayrıca,  ger-

çek  yazarlar,  yani,  eserlerinin  önsözden  sonraki  kısmı  da

var  olan  yazarlar  da  yalnız  bana  yazdıracaklar  önsözlerini.

Kimseye  gitmeyecekler  benden  başka.  Yalnız,  onların  ‘Ha-

yatı  ve  Eserleri’ni  de  gene  bildiğim  gibi  yazacağm.  Gerçek

hikâyelerinin ne olduğu beni ilgilendirmeyecek.

‘İşte  böylece  dostum,  okumuş  olduğum  önsözlerden

edindiğim bilgiler boşa gitmeyecek. Dünya çapında ilk ‘ön-

sözcü’ olacağım. Edebiyat dünyasında binlerce yıldır eksik-

liği duyulan bir yaratıcı ortaya çıkacak. Belki İsveç Akade-

misi de bu konuda bir Nobel ödülü koyar; ne dersin?’

“İktisat  kitapları  kapanır  ve  önsöz  yazmaya  girişilirdi.

Defterler hemen yatağın altından çıkarılır, önümüze konu-

lurdu.


“Macera  romanları,  edebi  eserler,  bilim  eserleri  için  ön-

sözler  yazdı.  Hepsinin  altında  yazarının  eseri  hazırladığı

şehrin adı ve yazıldığı tarih bulunurdu: Ankara 1951, Kadı-

köy 1948, Londra 1922, Venedik 1934. Dipnotlar ve bibli-

yografya da ihmal edilmiyordu. Ayrıca, yazarın bütün eser-

lerinin  bir  kronolojisi  veriliyordu.  Benim  önsözler,  tahmin

edeceğiniz  gibi,  hep  yarım  kaldı.  Bazılarını  Selim  bitirdi.

Onlara,  ortak  çalışmanın  ürünleri  olarak,  daha  fazla  değer

verirdi. ‘Dostoyevski’yle Mark Twain oturuyorlar: hem acık-

lı hem gülünç bir roman yazıyorlar. Onun gibi. Ender rast-

lanan bir edebiyat olayı.’

“Sevdiği  yazarlara  korkuyla  karışık  bir  saygı  duyar;  aynı

zamanda,  onları,  günlük  basit  olayların  kahramanı  olarak

gösterip alay etmekten kendini alamazdı. Onları, hayalinde

gülünç duruma düşürerek kendilerini beğenmelerine engel

oluyormuş.  Onlara  kızıyordu:  ‘Bana  hayatı  zehir  ediyorlar.

Bütün yaşantımı etkileyerek benim için hayatı yaşanmaz bir

cehenneme  çeviriyorlar.  Hepsinin  yer  aldığı  bir  roman  ya-

zacağım  ve  burunlarından  getireceğim:  bana  yaptıklarını

395



ödeteceğim  onlara.’  Gerçekten  rahatsız  oluyordu.  Aynı  za-

manda bütün yazarlar gibi olmak, bir anda hepsine birden

benzemek arzusu onu yoruyordu. Aslında, önsözleri gerçek

bir  merakla  okuyor  ve  onların  hayatlarını  kafasında  didik

didik  ediyordu.  Dedikoduyu  sevmeyen  Selim,  edebiyatçı-

lardan bahsederken, gerçek bir dedikoducu kesiliyordu. ‘Bi-

liyor  musunuz?’  diyordu:  ‘Kafka’nın  iktidarsız  olduğu  söy-

leniyor.  Dün  akşam  çamaşırcı  kadın  anlattı.’  Bu  şakaların

herkesten  çok  onu  yorduğunu,  rüyalarında  bile  bunlarla

uğraştığını  biliyordum.  Onları,  hayalinde  karşılaştırıyor  ve

birbirlerine, ‘sonradan hatırladıklarında utanacakları sözler’

söyletiyordu.  Böyle  anlarda  alay  ve  ciddiyeti  karıştırıyor,

kendisinin de hangi yanda olduğunu bilmiyordu. Bu kadar

çekiştirdiği  halde  yazarlar  hakkında  başkasına  söz  söylet-

mezdi.  Okuduğu  bir  yazarı  beğenmeyecek  olursanız,  he-

men kavga çıkarırdı. Sonra gene tahminler yapar dedikodu-

ya başlardı: ‘Dostoyevski’yle yarım saat konuşmaya dayana-

mıyorum,’  derdi.  ‘Hemen,  aptalca  siyasi  düşünceler  ileri

sürmeye  başlıyor,  insanı  çileden  çıkarıyor.  Çar’a  yaranmak

için olacak.’

“İlk tanıştığımız yıllarda, siyasî düşüncelerinde kararsızlık

gösteren  yazarları  hiç  affetmezdi.  Düşünce  namusu  onun

için çok önemliydi. Gençlik inançlarını reddedenlere çok öf-

kelenirdi.  Birçok  yazarı,  bu  nedenle  okumaz  olmuştu.  Bu

konuda yalnız Dostoyevski’yi mazur görürdü: ‘Çok yalvardı,

dayanamadım,’ diyerek meseleyi geçiştirmeye çalışırdı. Ona,

kendisinin de sık sık düşünce değiştirdiğini söylerdim. Yü-

zünü  buruştururdu:  ‘Anlamıyorsunuz  Esat  Ağabey,  kafanız

çalışmıyor. Bendeki değişikliklerin düşünce namusuyla ilgisi

yok!’  Düşünce  namusunu,  yalnız  siyaset  alanı  için  düşün-

memek gerektiğini ileri sürerek onu kızdırırdım. ‘Benim gibi

geleceği  parlak  bir  yazarı  kızdırdığınız  için  ilerde  pişman

olacaksınız!’  diye  bağırırdı.  Ben,  onu  daha  çok  kızdırmak

396



için, meşhur olduğu zaman büsbütün çekilmez, huysuz, ters

bir  insan  olacağını  belirtirdim.  O  zaman  bana  hak  verirdi:

‘şimdi  gene  çok  iyiyim,’  derdi.  ‘Bütün  alçakgönüllülüğüm,

bütün iyiliğim, daha doğrusu iyi olduğum anlar, başarısızlı-

ğımdan  ileri  geliyor.  Kendi  kendime  -eğer  kendimi  kaybet-

memişsem- hiç olmazsa iyi olayım, tutulacak bir yanım ol-

sun,  diyorum.  Başarısızlık  korkusu,  kötülükleri  denemeye

engel oluyor. Çıkmazlar içindeyim Esat Ağabey!’

“Selim’deki bütün huysuzluğun, başarısızlıktan ya da ken-

dini  başarısız  saymasından  ileri  geldiğini  düşünüyordum.

Böyle ümitsizlik anlarından sonra günlerce uğramazdı. Son-

ra birden ortaya çıkardı: ‘Mağaramda dayanılmaz günler ge-

çirdim Esat Ağabey.’ Odasına, mağara derdi o zamanlar. Sa-

atlerce  tavana  bakarak  düşünürmüş.  Ne  düşündüğünü  an-

latmazdı.  ‘İfadesi  güç  şeyler  düşünüyorum.  Şeyler...  şeyler.’

Durur, kafasını toparlamaya çalışırdı. ‘Çok saçma şeyler, çok

önemsiz şeyler de düşünüyorum. Kafam hiç durmadan çalı-

şıyor.  Önemli,  önemsiz:  ben  sıraya  koymaya  fırsat  bulama-

dan büyük bir hızla geçiyorlar. Geriye yalnız yorgunluk ka-

lıyor. Okumalıyım ve bütün bunları unutmalıyım.’ Ben onu

yatıştırmak için iskambil oynamayı teklif ederdim. Uzun sü-

re kabul etmez, razı olduğu zaman da, babamın eve dönme

saatinin yaklaştığını hatırlayarak kaçıp giderdi.

“İhtiyarlarla  birlikte  bulunma  alışkanlığını  artık  kaybet-

mişti.  İnsanlarla  birlikte  bulunma  alışkanlığı  da  kaybolu-

yordu. Beni bile görmek istemediğini seziyordum. Kitaplar-

la  yaşamanın  dışında  hiçbir  ilgisi  kalmamış  gibiydi.  ‘Ro-

mancılar için bulunmaz bir okuyucuyum Esat Ağabey,’ der-

di.  ‘Birinci  sınıf  okuyucu;  hayır,  daha  ileri:  lüks  okuyucu.

Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kimbilir

ne  kadar  sevinirlerdi.  Durmadan  yazarlardı;  bir  türlü  öle-

mezlerdi.

“Benim durumum biraz karışık burada. Yerim belli değil;

397



okuyucuyla  yazar  arasında  bir  noktada  çırpınıp  duruyo-

rum. Durumumun aydınlanması için Asliye Hukuk Mahke-

mesine başvurmayı düşünüyorum. Bana tanıklık eder misi-

niz Esat Ağabey?’

‘Belki hayatınla ilginç olacaksın Selim.’ diye teselli etmek

isterdim onu. ‘Doğru’, derdi düşünceli bir tavırla: ‘Hayatım,

hayatımın romanıdır.’

“Yazın  çalışmaya  gittiği  yerlerden  bana  sayfalar  dolusu

mektuplar yazardı. Gülünç ve imkânsız olaylarla dolu mek-

tuplar.  Bu  olayların  sonu,  daima  ‘Meğer  hepsi  rüyaymış’

şeklinde biterdi.”

Turgut, mektupların ne olduğunu sordu. Esat başını sal-

ladı:  “Uzun  süre  sakladım.  Yıllar  sonra  bir  gün  kendisine

gösterince büyük bir dehşete kapıldı: ‘Bu aptalca mektuplar

yüzünden kendimi affetmeyeceğim. Ne olur onları bana ge-

ri  verin.’  Dayanamadım,  verdim.  Duyduğuma  göre  hepsini

yakmış.

“Kendini, bir hırsa kaptırmaktan çok korkardı görünüşte.

Bana geldiği günler, öğleden sonra, yorgun olduğum için is-

kambil oynamayı teklif ederdim. Kötü bir oyuncuydu. Dik-

katsiz oynardı. Kendini oyuna kaptırır, nasıl oynadığını far-

ketmezdi.  Bunu  bildiği  için,  oynamaktan  çekinirdi.  Fakat,

özellikle poker oynamayı çok severdi. İyi kâğıt gelince he-

yecanlanır, kızarır, oyunu yükseltirdi. Terlemeye başlar, kâ-

ğıtlar  eline  yapışırdı.  Ben  devamlı  blöf  yapardım  ve  Selim

devamlı kaçardı. Sonunda kâğıtları fırlatır ve şansıma lanet-

ler  yağdırırdı.  Çok  insafsız  oynuyormuşum,  kâğıtları  tanı-

yormuşum  ve  en  kötüsü  kazanmayı  bilmiyormuşum.  ‘Yü-

zünüzde aptalca bir sevinç beliriyor, ya da sahte bir alçak-

gönüllülük.’  Ağlayacak  duruma  gelirdi.  Kazandığım  parayı

geri vermek isterdim. Daha çok kızardı ve korkunç yemin-

ler  ederek  bir  daha  oynamamak  üzere  masadan  kalkardı.

Sonra yatışır ve parasını geri almaya razı olurdu.

398



“Üniversiteyi  sevmiyordu.  Orada  geçen  zamanından  söz

açmayı sevmezdi: ‘Bir kere başladık, bitireceğiz,’ derdi. ‘Bir

kere  doğduk,  yaşayacağız.  Üniversiteyi  bıraksam  ne  olur?

Hiç. Bırakmasam? Gene hiç. Hiç olmazsa adam oldun der-

ler fakülteyi bitirirsem; yakamı rahat bırakırlar.’ Üniversite-

ye hangi düşünceyle girdiğini bilmiyordu. ‘Liseyi yeni bitir-

miştim Esat Ağabey. Diplomamın mürekkebi kurumamıştı.

Yolda yürüyerek, diplomamın mürekkebini kurutmaya çalı-

şıyordum  rüzgârda.  Kocaman  bir  taş  binanın  önünden  ge-

çerken,  gençlerin  kapı  önünde  kuyruk  olduğunu  gördüm.

Merakla  yanlarına  yaklaşarak,  ne  dağıtıldığını  sordum.  O

günlerde, kahve karaborsaya düşmüştü de. Bu sırada arka-

dakiler  kapıya  yüklendi:  kalabalıkla  birlikte  içeriye  sürük-

lendim. Yarı baygın bir durumdaydım: çok sıkıştırıyorlardı.

Nefes  alamıyordum,  sesim  çıkmıyordu.  Neler  yaptığımı,

hangi odalara girdiğimi, ne konuşup, elime verilen kâğıtla-

ra ne yazdığımı hatırlayamıyorum. Yalnız, bir adamın elim-

den diplomayı aldığını hayal meyal gördüm. Ona karşı ko-

yacak  gücüm  kalmamıştı.  Dışarı  çıkarken,  hademe  elime

bir kâğıt tutuşturdu: tebrik ederim, üniversiteye kabul edil-

din dedi, bahşişimi ihmal etme.’

“Kendini  birdenbire  üniversitede  bulmak,  Selim’e  doku-

nuyordu.  ‘Üniversiteye  girişimin  hikâyesi  aslında  daha  ap-

talca  olduğu  için,  bu  açıklamaya  şükretmelisin  gene.  Ger-

çek durum daha acıklı: lisede iyi bir öğrenci olduğum için

zor bir meslek seçmeliydim. Bu nedenle mühendis olmaya

mecburum.  Bu  açıklamayı  daha  çok  mu  beğendin?’  Bütün

ümidi, Dostoyevski gibi, mühendis olduktan sonra istifa et-

mekti. Hangi görevden istifa edecekti? Bilmiyordu. Babasıy-

la her gün kavga ediyordu. Üniversiteye girişinden onu so-

rumlu tutuyordu. ‘Dağlara kaçacağım,’ diye bağırıyordu ba-

basına:  ‘Hepinize  bu  üniversiteyi  bitirebileceğimi,  hem  de

kırıntılarımla bitirebileceğimi göstereceğim. Size de, onlara

399



da göstereceğim.’ Kimdi onlar? Bilmiyordu. ‘Böyle olmama

sebep olanlar,’ diyordu. ‘Her çağımda isimleri değişen ve as-

lında hepsi birbirinin aynı olanlar. Onlar işte!’

İçkiye de o sıralarda alıştı. Akşam eve dönünce babasıyla

çatışıyor ve yemek yemeden sokağa fırlıyordu. Saatlerce do-

laşıyordu  karanlık  sokaklarda;  bazen  sabaha  kadar.  Böyle

gecelerden sonra, sabah koşarak bana gelir ve sıkılganlığını

unutup  erkenden  uyandırırdı  beni.  Canı  sıkılıyordu  ve  bu

sıkıntıyı artık romantik bulamadığı için utanıyordu. Bu sı-

kıntı, ona anlamsız, küçük ve basit bir duygu gibi geliyor-

du. ‘İçtiğim zaman, sıkıntımın bir anlamı olduğunu sanıyo-

rum. Gene anlatamıyorum ama, bu sıkıntının böyle anlatı-

lır  bir  duygu  olması  gereğini  duymuyorum  o  zaman.’  Bazı

geceler, içtikten sonra da uğrardı. Sallanarak kapıdan girer-

ken:  ‘biraz  alkol  almıştım,’  diye  söylenirdi.  Hayatının  bu

bölümü  hakkında  fazla  bilgim  yok.  Meyhanelerde  yeni

dostlar tanıdı. Büyük sözler eden insanlarla tanıştı. Gittikçe

daha çok içer ve daha az konuşur oldu. Bana da seyrek uğ-

ramaya başladı. Sonra da hiç uğramadı.”

Öğle yemeği uzadı; sofraya, zamanla bir durgunluk çök-

tü.  Önce,  tabaklardaki  yemeklerden  bir  usanma  başladı.

Sonra, sözlerde bir gevşeme, bir isteksizlik görüldü. Birlik-

te olmanın getirdiği heyecan eskidi. Söylenen sözler düşü-

nüldükçe  beğenilmemeye  başladı.  Bu  nedenle  yeni  sözler

için cesaret tükendi. Turgut, sonuna kadar gitmek istemedi

günün. Tatlı bir yerinde, bir gülümsemeden, tatlı bir bakış-

madan hemen sonra kesti. Onları arabasıyla evlerine bırak-

tı. Dönerken aklına takılan bir deyimi yol boyunca tekrarlı-

yordu: “Selim’in yükselişi ve düşüşü.” Kimsenin izlemediği

bir  düşme  olayı.  Arada  yükselmeler  olmuş  mudur?  O  ka-

dın?  Hangi  kadın?  Ben,  kadın  filan  bilmiyorum.  Rüyada

görmüş  olacağım.  “İntiharın  Psikolojisi”  adlı  bir  kitap  al-



400


malıyım. Bununla ilgili bir bölüm bulacağımı sanmıyorum.

Bütün kitapları okumadan biliyorsun. Öyleyim. Selim bana

tanıklık eder bunda. Bilmem ne fakültesine gidiyorum; bu

konuyla  ilgili  dersleri  izliyorum.  Sonra,  dersin  yarısında,

arka  kapıdan  çıkıyorum  ve  imtihanda  kopya  çekiyorum:

bütün dersler pekiyi, Selimoloji’den sıfır. Hayır olmadı. Ay-

nı  fakültenin  filan-falan  kürsüsüne  başvuruyorum:  Selim

konusunda  doktora  yapabilir  miyim?  Evet.  Yalnız  yabancı

dil imtihanı vereceksiniz. Olmadı. Peki, neden öldü öyley-

se? Bana cevap verin ya da bırakın çalışayım. Hayır, ölme-

di. Bir köşeye gizlendi; oradan beni seyrediyor ve alay edi-

yor benimle. Sayın profesör: bu arkadaşı getirdim, muaye-

ne  etmeniz  için.  Kendisi  intihar  etti  de;  bakın  nesi  var?

Edindiğim bilgiler de burada işte. Hiçbir şeyi yok. Aspirin

alsın geçer. Bu nedenlerle intihar etmez bir insan. Fakat...

Benim  için  kapı  kapı  dolaşmak  yetkisini  sana  kim  verdi

Turgut? Ruhsatsız çalışıyorum Selim. Onun için de bir so-

nuca  varamıyorum.  Beni  de  sorguya  çekselerdi  Selim  için

ne derdim acaba? Ne anlatabilirdim? Elini hırsla direksiyo-

na vurdu. Ölseydim de bu günleri görmeseydim! Selim bir

şey  söyle,  nasıl  bir  şaka  olduğunu  anlat  bana  bunun.  Bat

dünya  bat.  Ya  da  aklımı  başımdan  alın  da  Olric’le  birlikte

mısır  satalım  cami  avlularında.  Geceleri  yatalım  taşlar  üs-

tünde,  Selim’in  şarkılarını  başımıza  yastık  yaparak.  Sonra

birden,  Rockefeller’in  kızı  geliyor,  on  yüz  bin  liraya  satın

alıyor  şarkıları;  “pop  music”  yapıyorlar.  Biz  yastıksız  kalı-

yoruz.  Ya  da  ben  keman  çalıyorum  -nasıl  oluyorsa-  Olric

de yirmi beş kuruşa satıyor şarkıları tek tek. Bir yandan da

söylüyor. Yahu bu Olric de nereden çıktı? Bir kısmını cami-

lerde  satıyoruz,  bir  kısmını  kiliselerde.  Kazandığımız  pa-

rayla gidiyoruz bir kitapçıya: bana “Bütün Yönleriyle Selim

ve İntiharı” adlı kitabı verir misiniz? Ciddi bir tavırla iste-

riz. Boş bulunup verirse, çözüldü demektir mesele. Boş bu-

401



lunmazsa?  Kimse  boş  bulunmuyor  Selim.  Sen  de  boş  bu-

lunmamışsın.  Biz  de  boş  bulunmayalım  Olric.  Kendimizi

gülüç  duruma  düşürmeyelim  bu  düşüncelerle.  Bizde  daha

çok  hile  var.  Osmanlı’nın  daima  bir  bildiği  vardır.  Kimse-

nin anlamadığı, kendinin bile farketmediği bir bildiği var-

dır.  Günü  geldi  Osmanlı’nın.  Bütün  dünya...  Otomobili

ağaca bindiriyordu. Bat Osmanlı bat.

13

Yılların verdiği hız ve alışkanlıkla günlük işleri yürütüyor-

du.  Sabah  uyanınca  başlamak  çok  zor  oluyordu.  Gördüğü

karışık  rüyaların  etkisinden  sıyrılamıyordu  bir  süre.  Çok

erken uyandığı için, kendini toparlayacak kadar vakit bulu-

yordu. Sonra, günün akışına kapılabilirse, zamanı geçirmek

için fazladan bir çaba göstermesi gerekmiyordu. Fakat, ba-

zen,  günün  en  hareketli  yerinde,  birdenbire  Selim  ve  Se-

lim’in  arkadaşları  içine  saplanıyordu.  Konuşurken  sözün

tam ortasında, yolda giderken, bir hesabın üzerine eğildiği

sırada, hazırlıksız yakalanıyordu. O zaman, yaptığı işi sür-

dürmek, durumu kimseye farkettirmemek, büyük bir kah-

ramanlık  oluyordu.  Gözleri  dalıyor,  söylenen  sözleri  duy-

muyor, çevresinde olup bitenleri kavramak için olağanüstü

bir çaba harcıyordu. Sanki akıl, çevreye uymak için gerekli

akıl, bir anda onu bırakıp gidiyordu. İçini tarifsiz bir korku

kaplıyor,  olduğu  yerde  ter  içinde  kalıyordu.  Selim’i  düşü-

nen Turgut’tan başka bütün Turgutlar, birdenbire onu yalnız

bırakıyordu.  Bir  çocuk  gibi  çaresiz  ve  savunmasız  kalıyor-

du. Üzülme Turgut, bunu karşındaki bilmiyor Turgut, biraz

gülümse Turgut, anlıyormuş gibi bak Turgut; kimse o kadar

akıllı değildir, kimse seninle korktuğun kadar ilgili değildir

Turgut diye kendine cesaret vermeye çalışıyordu. Gerçekten

de, çevresinin kendisiyle o kadar ilgili olmadığını anladı kı-



402


sa zamanda. Yarıda kalan bir sözün peşinden kimse gitmi-

yordu.  Yanlış  anladığı  bir  sözü  hemen  tekrar  ediyorlardı.

Demek, diyordu Turgut, kendi kendine, bugüne kadar gere-

ğinden fazla vermişim. Almadıkları bir sürü Turgut vermi-

şim onlara. Bu kadarıyla da idare edilebilirmiş. Eski Turgut-

lara  acıdı.  Yalnız  ben  yaşamışım  o  Turgutları  demek.  Ben,

bir  sürü  Turgut’u  kendime  sakladığımı  sanıyordum.  Gene

de fazla gelmiş onlara verdiğim. Ben de anlamamışım onla-

rı:  ne  onları,  ne  de  onların  beni  nasıl  anladığını  görmemi-

şim aslında. Verdiğimle ilgilenmişim yalnız. Ne kadar kolay

bağışlıyorlar  kusurlarımı:  dolayısıyla  kendilerini.  Neden

birlikte yaşıyoruz? Bir anlam aramamalı. Anlam kadar insa-

nın hayatını zehir eden bir kavram yoktur. İnsan akıllı bir

görünüşle, en saçma sözleri bırakabilir çevresindeki insan-

ların yarattığı boşluğa. Çok fazla da üzülmüyordu. Duyula-

rın zayıflıyor mu oğlum Turgut? İçindeki o tarifsiz, kuvvetli

duygu,  başka  duyguları  körleştiriyor  mu?  İnsanlar!  Neden

kaybolup  gitmeme  seyirci  kalıyorsunuz?  Benden  ne  kötü-

lük  gördünüz?  İnsanlar,  duygusuz  bir  telaşla  kaçışıyordu.

Çok zayıfladım insanlar! Belki de kaçmak istediğim bir işe

farkına  varmadan  sürüklüyorsunuz  beni.  Oysa,  ne  kadar

korkuyordum beni tutmanızdan. Ne kadar tutucu görünü-

yordunuz.  Ne  hileleriniz  vardı.  Ne  kadar  zayıf  bağlarla  bir

arada tutuyormuşsunuz toplumu. Benim ayrılmama seyirci

kalmanız ne kadar dehşet verici. Sonra, durum artık sakla-

namayacak  bir  şiddet  kazanınca,  şaşırmış  görüneceksiniz.

Sahte  bir  şaşkınlık  göstereceksiniz.  Sizi  hesaba  katıp  yola

çıkanları büyük hayal kırıklığına uğratıyorsunuz. Ne diye-

yim?  Siz  beni  tanımıyorsanız,  ben  de  sizi  hiç  bilmiyorum.

Buna da üzülmüyorsunuz. Daha beter olun!

Bir  gün,  patron  Ankara’daki  bir  işten  bahsederken,  Me-

tin’in saplandığını duydu birden; patrona belli etmedi. Evet

efendim, iki güne kadar cevap geleceğini sanıyorum. Neden

403



Metin’le  konuşmadın  Selim’i?  Korktum  biliyorsun.  Anla-

madım, ne dediniz? Selim’in tanımak istemediğim bir par-

çasını  tanımaktan  korktum  biliyorsun.  İşleri  bir  toparlar-

sam ben de giderim belki Hulki Bey. Hayır, akılsızlık ettin.

Belki  inatçılık  etmiş  olabilirim  Hulki  Bey.  Hulki  Beyin  yü-

züne  korkuyla  baktı.  Hayır,  ona  söylememişim.  Rahat  bir

tavırla  konuşuyor.  Yüzüme  bakmıyor  bile.  Acaba  bu  arada

neler  söyledi?  Gülümsemeli  miyim,  yoksa  ciddi  bir  surat

mı  takınmalıyım?  Bana  işkence  ediyorsunuz  Hulki  Bey.

Hulki  Beyden  nefret  etti.  Metin’den  de  nefret  mi  ediyor-

dun? Bilmiyorum Hulki Bey. O halde bir mektup yazın, de-

di  Hulki  Bey.  Allahım?  Büyük  bir  tehlike  atlattım.  Ya  uy-

gunsuz  bir  cevap  olsaydı?  İsterseniz  telefon  da  edebiliriz.

Ya Selim’in yarım resmini bozarsa bu Metin? Hulki Bey ka-

pıya doğru gidiyor. Yüzü nasıl? Kötü bir şey yok, kötü bir

şey yok!


Yazıhanede,  masasının  başında  kımıldamadan  oturuyor-

du.  Mektubu  yazmalısın.  Ya  da  telefon  etmelisin.  Durma-

dan sigara içiyordu. Boğazı yanıyordu. Bir çıkış yapmalısın.

Hayatın  içinde  kaybolmamalısın.  Mektubu  yazmalısın.

Kendini göstermelisin. Evrak birikiyor. Telefona uzandı. Şe-

hirlerarasını çevirdi:

“Bir Ankara istiyorum: acele olsun. Ne kadar bekliyor?”

Neresini arıyorum? “İhbarlı olsun. ...Müdürlüğü. Ne kadar

bekliyor  demiştiniz?  O  zaman  yıldırım  olsun.  Kim  mi?

Metin...  Metin  Kutbay.”  Telefonu  kapattı.  Bir  sigara  daha

yaktı. Sahneye çıkıyoruz Olric. Yıllardır eksikliği... Düşün-

celerini izleyemiyordu. Saatine baktı; saniyeleri izledi. Za-

man kavramını canlı tutmaya çalışan yetkisiz bir gösterge.

Zamanın böyle geçmesine imkân var mı? Yıllar, bu küçük

aralıkların  birleşmesiyle  açıklanabilir  mi?  Nabzını  saydı.

Doksan  dört.  Garip  bir  hayvan,  bu  Metin.  Ürkütmemeli.

Özellikle ayık olduğu zaman. Korkutmamalı, şaşırtmamalı.

404



Hayır, şaşırtmalı. Yalan söyleyecek fırsat bulamamalı. Yedi

dakika  on  beş  saniye  olmuş.  Daha  vaktim  var.  Kız  neden

bir daha gelmedi? Yalnız Metin’i düşün. Metin, Metin, Me-

tin...  Metin  kelimesini  demek  istemedim.  Kalp  atışlarını

Metin’e  uydur.  Dakikada  doksan  dört  Metin,  saatte...  altı

kere  dört  yirmi  dört...  elde  var...  Telefon  çaldı...  Etkili  ol-

malıyım. Santraldaki kızın sesini duydu. Sessizlik. Yabancı

erkek  sesleri.  Bir  dakika,  veriyorum  efendim,  görüşüyor

musunuz?  Neresi?  Tellerin  üzerinde  kayan  sesin  gıcırtısı,

vınlamalar... gene erkek sesleri: Metin seni arıyorlar. Hem

de nasıl! Bir gürültü, kalın çekingen bir ses: “Buyurun, ben

Metin.”


“Metin, kardeşim, ben Turgut. Hatırladın mı?” Çok kısa

bir  sessizlik.  Beklemediğinden  olacak.  “Tanıdım,  elbette.”

Ne istiyorsun? demek istiyor. “Nasılsın kardeşim, Turgut?”

Hemen  söylemeli.  “Görüşüyor  musunuz  efendim”  “Evet.”

“Metin bir şey söyleyeceğim. Kötü bir haber. Selim... öldü,

intihar  etti.”  Devam  edemedi.  Cevap  yok.  “Metin,  sesimi

duyuyor musun Metin?” Zayıf bir ses: “Evet Turgut.” Ağla-

maklı bir ses: “İnanamıyorum Turgut, nasıl olur?” Kendini

toparladı demek. “Metin, beni dinle.” Metin, ağlamaklı se-

siyle: “Söyle Turgut.” Hıçkırıklar. “Senden bir ricada bulu-

nacağım. Kaç gündür bu ölüm aklımı kurcalıyor. Bana Se-

lim’i anlatmalısın. Alo! Duyuyor musun? Alo! Anlıyor mu-

sun?” Sessizlik. “Alo! Duyuyor musun? Alo! Santral.” Me-

tin’in  sesi  çok  uzaktan  geldi:  “Evet  Turgut.  Ne  yapabili-

rim?”  Durdu.  “Ne  istiyorsun  benden?”  “Onun  hakkında

yazmalısın  bana.  Telefonda  daha  fazla  anlatamam.”  İyi  ol-

du: esrarlı. “Ne yazacağım? Ne anlatacağım? Hiçbir şey an-

lamıyorum.”  Anladığını  söylemiştin.  Emredici  bir  sesle:

“Bana  yardım  etmelisin.  Yazmalısın.  Şimdi  ayrılamıyorum

buradan. Anlıyorsun değil mi” Korkak bir ses: “Ne yazma-

mı istiyorsun Turgut?” İyi. Kapıldı. Düşünmüyor. “Ben de

405



gelirim  yakında.  Ne  biliyorsan  yaz  bana.  Benim  için  çok

önemli,  anlıyor  musun?  Ne  yaptınız?  Nasıl  yaşadınız  bir-

likte?  Çok  önemli.  Sana  güveniyorum,  biliyorsun.”  “Peki

Turgut.  Ne  söyleyeceğimi  bilemiyorum.  Önemliyse...”

“Evet  çok  önemli.  Tahmin  edemeyeceğin  kadar.  Çok  iyi

düşün.  Hemen  yaz.  Söz  ver  hemen  yazacağına.”  Sessizlik.

“Söz  veriyorum  Turgut.”  Ey  zavallı  ruh!  Bana  yol  göster.

“Yemin et!” “Yemin ediyorum.” Gürültüler. “Metin, kapat-

tın  mı  Metin?  Telefoncu  kız:  “Üç  dakikanız  doldu  efen-

dim.”  “Anladık,  anladık.  Devam  ediyor.”  Bağırdı:  “Metin!

Hemen  gönder  mektubu.  Bekliyorum.”  “Olur  Turgut.  Bu-

rada  rahat  konuşamıyorum.”  “Anladım.  Unutma,  her  şeyi

yazacaksın.  Yazacak  ne  varsa  hepsini.  Onu  bir  parça  sev-

mişsen...”  “Evet  Turgut  anlıyorum.”  Hiçbir  şey  anladığın

yok. “Ama doğru ve çekinmeden yazacaksın. Hiç bir nok-

tayı değiştirmeden.” “Fakat Turgut...” Turgut, kesin bir ifa-

deye  başvurdu:  “Hislerini  anlıyorum.  Daha  fazla  sorma

şimdi.  Mektubunu  bekliyorum.”  Metin  ağlamaya  başlar:

“Başımız sağ olsun Turgut. En iyi arkadaşımızı...” Kendine

geliyor.  “Üzülme  Metin.  Daha  çok  konuşacağız.  Şimdilik

allahaısmarladık.  Mektubunu  bekliyorum.”  “Güle  güle

Turgut.  Teşekkür  ederim.”  “Teşekkür  edecek  bir  şey  yok.

En iyi arkadaşına haber vermeden edemedim.” “Anlıyorum

Turgut.  Güle  güle.”  “Yazacak  mısın?”  “Yazacağım.”  Kızın

sesi:  “Vaktiniz  doldu  efendim,  uzatamam.”  “Anladık.  Ka-

patıyoruz.” Derin bir nefes aldı. Birden telaşlandı. “Bir da-

kika!” “Tamam efendim, altı dakikanız doldu.” “Bir cümle

söyleyeceğim.” Avazı çıktığı kadar bağırdı: “Metin!” “Efen-

dim?”  Allaha  şükür  kapatmamış.  “Metin,  o  olayı  da  mu-

hakkak  yazmalısın.”  Duraklama.  “Hangi  olay?”  “Biliyor-

sun.”  Kızın  sabırsız  sesi:  “Tamam  efendim,  kapatıyorum.”

Ne istersen yap.



406


Günlerce mektup bekledi. Birkaç kere telefon etmek iste-

di,  vazgeçti.  Acaba,  aklı  başına  gelince,  şaşkınlığı  geçince

korkmuş muydu Metin? Anlamsız bulmuştur bu isteği; ta-

nıdığı Turgut’un bu davranışlarını garip bulmuştur. Yazmaz,

hiç  yazmaz.  Kendimi  yok  yere  gülünç  duruma  düşürdüm.

Hemen  aramalıyım  onu;  isteğimin  saçma  olduğunu  söyle-

meliyim.  Unutsun  hemen  beni.  Onu  hiç  aramasaydım!

Böyle  insanları  ürkütmeye  gelmez;  kuşku  içindedirler,  her

harekete  yüzlerce  anlam  verirler.  Sözünü  yerine  getirmek

için  yazar;  aklımı  büsbütün  karıştırır.  Benim  de  aklım  ne

kadar kolay karışıyor bugünlerde.

Yazıhanede  kâğıtlar  birikiyordu.  Evde,  konuşmadan,  ge-

çen  saatler  artıyordu.  Her  günü,  yaşamaktan  çok  geçiştir-

meye  çalışıyordu.  Meseleleri,  çözmek  yerine  küçük  yalan-

larla, daha uzak, belirsiz bir tarihe erteliyordu. Huzursuzlu-

ğu gizlemek zor oluyordu. Nermin soruyordu, yazıhanede,

şantiyede  sıkıştırıyorlardı.  Birinden  kaçtığı  zaman  ötekine

yakalanıyordu. Günlük telaş içinde, istediği gibi düşünemi-

yordu.  Yalnız,  üzerinde  ezici  bir  ağırlığın  baskısını  duyu-

yordu. Bu baskıdan bir kurtulabilse, büyük işler yapacağını

sanıyordu. Fakat, bir türlü, düşüncelerini birbirine bağlaya-

mıyordu.  Kopuk  ve  belirsiz  şeyler  geçiyordu  kafasından.

Nermin,  ne  sıkıntısı  olduğunu  soruyordu.  İşiyle  ilgili  ne-

denler  buluyordu.  İşinde  de  kimseye  görünmemeye  çalışı-

yordu. Henüz durum çok karışık değildi. Fakat, susmak da

konuşmak  kadar  tehlikeli  oluyordu  artık.  Dalgınlık,  sus-

kunluğu artırıyordu. Evli olduğunu unutuyordu. Evin için-

de,  bekârlığından  kalan  alışkanlıklarla  yaşadığı  oluyordu;

hem  de  çok  oluyordu.  Eve  girince  karısını  öpmeyi  unutu-

yordu;  söze  başlarken,  “canım”  kelimesini  atlıyordu;  ço-

cuklarına  arasıra  bir  şey  getirmeyi  ihmal  ediyordu.  Karısı-

nın tembih ettiği en önemli şeyleri almayı unutuyordu. İn-

san, Turgut’u tanımasa, bir kadın var, derdi. Yuvanın bütün-

407



lüğünü  bozmadıkça,  küçük  maceralar  bile  hoş  görülebilir-

di. Bunlar, tırnak kırılması gibi, yerinin doldurulması kolay

boşluklardır. İnsan acısını duymaz bile. Fakat erkek, gizle-

meye  başlayınca  bir  kere,  kutsal  birliğin  tehlikede  olduğu

kuşkusuna  kapılmakta  haklıdır  kadın.  Ayrıca  Turgut,  öyle

zayıf  anlar  yaşıyordu  ki  neredeyse  konuşacak  gibi  oluyor-

du. Fakat nereden başlamalıydı? Başlamadan yoruluyordu;

bir kadın ilişkisini anlatmak, itiraf etmek daha kolaydı. Yok

canım, böyle şey anlatılır mıydı? İnsana deli derlerdi sonra.

Deli mi? Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düş-

tüm evimden böyle, Olric? Neden her istediğimi anlatamı-

yorum?  Neden,  aynı  yaşantının  içinde  bulunan  insanlarla

hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden? Soru-

lar,  çengeller  gibi,  soru  işaretleri  gibi  kafasına  takılıyordu.

Yalnız seninle mi konuşabileceğim Olric? Olric susuyordu.

Olric,  dış  dünyayla  konuşmazdı.  Parçalanırdı,  erirdi.  Bir-

denbire uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanın-

da, bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu.

Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yaban-

cı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Ken-

dini  bulamıyordu.  Uykunun  rahatlığından  şuursuzca  fırla-

tılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus,

kimse duymasın. Sonu kötü olacak. Sen Turgut’sun. Turgut

Özben.  Hiçbir  şey  hissetmiyordu.  Ellerini  sıkıyordu  acıtır-

casına.  Sen  bir  saksı  çiçeğisin  Turgut  Özben.  Yapraklarını

birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olma-

lıydın.  Ölünceye  kadar  yerinden  kımıldamayacağını  bilen

bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak,

kimsenin  yer  değiştiremeyeceğini  düşünerek  ferahlamalıy-

dın.  Hayır,  bir  su  yosunu  olmalısın.  Suyun  serinliği  ve  ıs-

laklığını  duyarak  dalgalanmalısın.  Bütün  istediğin,  uçsuz

bucaksız  bir  sudur  ve  her  zaman  bütünlüğüyle  saracaktır

seni. Bütün bunları ben mi düşünüyorum, diye geçiriyordu

408



içinden,  karısına  bakarak.  Başka  şeyler  de  düşünüyordu.

Yoksa rüyasında mı görüyordu? Evet, rüyada görüyordu.

Kötü  bir  gece  geçirmişti.  İlgisiz  gözlerle,  yazıhanede,

önündeki kâğıtlara bakıyordu. Ankara’ya gitmeliydi. Hulki

Bey  kaç  gündür  söylüyordu.  Dehşet  içinde  daireyi  düşün-

dü.  Bir  zamanlar  ne  kadar  hafife  alıyormuşum.  Dün  gece

gittim Hulki Bey. Söylesem inanmazsın.

Şirkete ait bir parayı almak için Ankara’ya gitmişti rüya-

sında. Gerçeğe oranla, bu daha ilginç bir olaydı Hulki Bey.

Dairedeki iş çok uzuyordu. Kâğıtları imzalayacak yetkili ki-

şiler bir türlü yerlerinde bulunmuyorlardı. Kendini yüksek

tavanlı,  büyük  bir  odanın  içinde  görüyordu.  Genel  müdü-

rün  odasıymış.  Turgut’u  getiren  hademe,  genel  müdürün

ancak, genel kurul toplantılarının yapıldığı günlerde geldi-

ğini  ve  o  zaman  da  toplantıdan  hiç  çıkmadığını  ve  kendi-

siyle görüşmenin hemen hemen imkânsız olduğunu söyle-

di.  Turgut,  elinde  bavulu,  odanın  ortasında  duruyordu.  Bu

odaya  açılan  birçok  kapı  vardı.  Hepsi  de  kocaman,  kapalı

kapılar. Hademe, toplantı masasının arkasındaki kapıyı işa-

ret  ederek:  “Siz  orada  kalacaksınız,”  dedi.  Genel  müdürle

görüşmesi  için  başka  çare  bulamamışlardı.  Turgut,  gece

gündüz  bu  odada  kalarak,  genel  müdür  geldiği  anda,  onu

yakalama  fırsatını  bulacaktı.  Bakanlıkta,  bir  genel  müdür

odasının  bitişiğinde  müteahhitlerin  kalabileceği  bir  yerin

bulunması  çok  iyi  olmuştu.  Hademe,  Turgut’un  bavulunu

aldı, kapıyı açtı, içeri girdiler. Burası büyük bir daireydi. Ta-

vana  kadar  yükselen  kocaman  mobilyalar  vardı.  Köşeleri

yuvarlatılmış, büyük kapaklı büfeler, kalın raflı kitaplıklar,

beş kişinin yatabileceği kadar büyük ceviz karyola. Turgut,

hademeye  bahşişini  verdi  ve  teşekkür  ederek,  artık  yalnız

kalmak istediğini, biraz dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söy-

ledi. Sonra, bavuldan pijamalarını çıkararak giydi ve yatağa

uzandı. Bir oda kadar büyük gardroba baktı. Bunları yapan

409



iyi  para  kazanmıştı.  Devlet  işi  işte;  her  şey  gereğinden  bü-

yük yapılmış. Sonra, işini düşündü; genel müdür toplantıya

girmeden onu yakalamalıydı. Kalktı, lojmanı dolaştı. Dışa-

rıya, ancak genel müdürün odasına açılan kapıdan çıkabili-

yordu.  Buna  canı  sıkıldı.  Tekrar  yatak  odasına  dönerek

uzandı. Kulağı kapıdaydı. Yatak odasının kapısından, genel

müdürün odasına açılan kapı da görünüyordu. Birden kapı

açıldı ve biraz önce onu lojmana getiren hademe göründü;

azarlayan  bir  sesle:  “Uyuyor  musun  beyim”  dedi.  “Genel

müdür geldi ve hemen toplantıya girdi.” Turgut şaşırdı. Na-

sıl olur? Çok dikkat ettim. Hemen ayağa kalkarak giyinme-

ye başladı. Hademe başını salladı: şimdi olmazdı. Genel yö-

netim kurulu, müdürün odasında toplantı halindeydi. “Da-

ha iyi ya,” dedi Turgut. “Hemen görüşürüm.” Mümkün de-

ğil. Kurul, rahatsız edilmemelerini emretmişti. Hademe, ka-

pıyı  hafifçe  aralayarak  başını  içeri  soktu  ve  bir  süre  genel

yönetim  kurulu  çalışmasını  seyretti.  Sonra,  dönerek:  “Ge-

nel  müdür  çıkmış,”  dedi.  “Bakanın  yanına  gitmiş.”  Turgut

kızdı: bir hademenin rahatça seyrettiği bir kurul toplantısı

ona  nasıl  yasak  olurdu.  Kapıya  doğru  atıldı.  Hemen  hade-

me yolunu kesmek istedi. Onu iterek toplantı odasına girdi.

Odaya  birtakım  adamlar  girip  çıkıyordu,  fakat  ortada  top-

lantıya benzer bir durum yoktu. Odada bulunanlardan biri-

ne  doğru  yürümeye  başladı.  Genel  müdürü  soracaktı.  Hiç

olmazsa, genel müdürü arayabilmesi için, odadan geçmesi-

ne  izin  verilmeliydi.  Turgut’u  dinleyen  memur,  ya  da  mü-

dür, buna izin verilemeyeceğini, genel yönetim kurulunun,

toplantı  halindeyken  rahatsız  edilmekten  hoşlanmadığını

söyledi.  Turgut,  sinirlendiğini  hissediyordu.  Bunun  ne  bi-

çim bir genel kurul toplantısı olduğunu, toplantı masasında

kimsenin  oturmadığını,  odada  büyük  bir  kargaşalığın  hü-

küm  sürdüğünü,  giren  çıkanın  belli  olmadığını,  kendisine

hademeler  kadar  itibar  edilmediğini  söyleyerek  bağırmaya

410



başladı.  Bütün  bunları  söylerken,  memur  ya  da  müdürün

hayretle  biraz  da  gülümseyerek  kendisini  seyrettiğini  far-

ketti. “Öyle garip garip ne bakıyorsunuz bana?” diye tersle-

di  adamı.  Memur,  Turgut’un  kılığına  işaret  etti.  Bir  de  ne

görsün:  odaya  pijamalarıyla  gelmişti.  Oysa,  giyindiğini  ha-

tırlıyordu.  Fakat,  artık  geri  dönemezdi.  Memuru  iterek,

odanın koridora açılan kapısına koştu, dışarı çıktı. Koridor-

da  koşmaya  başladı.  Bütün  memurlar,  dönüp  bu  pijamalı

adama  bakıyorlardı.  Turgut  da  bazılarını  durdurup,  genel

müdürün  odasının  yanındaki  dairede  kaldığını,  genel  mü-

dürü bulmak için çok acele çıktığını anlatıyor ve onlara ge-

nel  müdürü  görüp  görmediklerini  soruyordu.  Bir  memur,

odasına  dönüp  giyinmesini,  ondan  sonra  genel  müdürün

karşısına çıkmasını tavsiye etti. Genel müdür, onu bu kılık-

la  kabul  etmezdi.  Geri  döndü;  fakat  geç  kalmıştı.  Genel

müdürün  odasının  kapısı  kapanmıştı;  kimseyi  içeri  bırak-

mıyorlardı. Turgut, hademeye yalvarıyor, onu bu kılıkta bir

kere gördüklerini, artık farketmeyeceğini, elbiselerinin bu-

lunduğu yere gitmeye hakkı olduğunu ileri sürüyordu. Loj-

mana giden başka kapı yoktu. Turgut’u o daireye yerleştirir-

ken  bunu  düşünmeleri  gerekirdi.  Sesini  gittikçe  yükselti-

yordu.  Buna  benzer  haksız  bir  muamele  daha  görmemişti.

Bu durumda ne yapabilirdi? Resmî bir dairede pijamalarıyla

dolaşması daha mı uygundu? Hademe, Turgut’un haklı ola-

bileceğini, fakat kendisine verilen emrin dışına çıkamayaca-

ğını  belirtiyordu.  Turgut  yüzünden  işinden  olmaya  niyeti

yoktu. Bir hademe, genel kurulun karşısında ne yapabilirdi

ki?  Ona,  kimseyi  içeri  bırakma,  demişlerdi.  Turgut’a  izin

verirse  onu  hiç  dinlemeden  hemen  işinden  atarlardı.  Bu

açıklamaları da kimse dinlemezdi. Bir genel müdür, oturup

da, bir hademenin pijamalı bir adamı genel yönetim kurulu

odasına  neden  bıraktığını  mı  dinleyecekti?  Turgut,  genel

müdür  sözünü  duyunca  ümitlendi:  “Genel  müdür  içerde

411



mi?” diye sordu. Hademe bunu da bilmiyordu. Galiba genel

müdürü de, kurul üyelerini de tanımıyordu. Turgut, bağıra-

rak sordu: “Peki sana emirleri kim veriyor? Hem genel mü-

dürü  tanımıyorsun,  hem  de  onun  verdiğini  ileri  sürdüğün

emirlerle ukalalık ediyorsun.” Artık dayanamıyordu. Hade-

meye hakarete başladı. Onun ne kadar aşağılık bir adam ol-

duğunu,  Turgut’u  çileden  çıkarmak  için  böyle  konuştuğu-

nu, kapıyı beklemeye bile layık olmadığını suratına haykır-

dı. Onu amirlerine şikayet edecekti. Gerçi amirleri de hade-

meden akıllı görünmüyordu ama hiç olmazsa sözden anlar-

lardı.  Sonra,  adamı  tehdit  etmeyi  denedi.  “Sen  benim  kim

olduğumu  biliyor  musun?  Belki  de  genel  müdür  benimle

görüşmek istemiştir. Beni o çağırtmıştır. O zaman beni dur-

durmanın hesabını nasıl vereceksin bakalım? Asıl o zaman

sana  yol  verirler.”  Gittikçe,  adamın  seviyesine,  hatta  daha

aşağılara  düştüğünü  hissediyor,  fakat  bağırmaktan  kendini

alamıyordu. Bu arada memurlar odaya girip çıkıyor ve Tur-

gut’a bakıyorlardı merakla. Yalnız, hademeyle neden kavga

ettiğini kimse sormuyordu. Bu ilgisizlik Turgut’u daha çok

kızdırıyordu.  Onu  buraya  getiren  odacıyı  bir  görebilseydi.

Odanın  kapısında,  üstünde  pijamaları,  ayağında  terlikleri

öylece kalmıştı. Bir yandan da utanıyordu. Neden böyle ih-

tiyatsızlık etmişti? Herkese rezil oluyordu. Bağırmaktan ve

sinirden  midesinin  sıkıştığını  hissetti.  Turgut’a  yaklaşan

memur,  genel  müdürün  toplantıya  girdiğini  söyledi  ve  bu

kılıkta  yanına  girilemeyeceğini  tekrar  hatırlattı.  Turgut  an-

lamıyordu.  Bu  adam,  bakanın  yanından  ne  zaman  çıkıp

toplantıya girmişti? Kapının yanından hiç ayrılmamıştı Tur-

gut. “Ben odaya girdiğini görmedim,” diye bağırdı memura.

Memur,  dairede  birçok  koridorun  olduğunu,  Turgut’un

hepsini bilemeyeceğini ifade etti. Turgut, sinirli ve alaycı bir

sesle:  “Bakıyorum,  herkes  istediği  yere  gitmek  için  çeşitli

yollardan  yararlanıyor.  Bir  ben,  istediğim  yere  gidemiyo-

412



rum.” Gene midesinde bir büzülme hissetti. “Genel müdür

de, memurlar da odaya benim göremediğim yerlerden gire-

biliyorlar.  Yalnız,  ben  daireme  geçmek  istersem,  tek  geçit

var  o  zaman.  Hem  de  ne  geçit?  Panayır  gibi  bir  salondan

başka bir yol yok.” Memur, Turgut’un kulağına eğilerek, as-

lında lojmanın genel müdüre ait olduğunu, Turgut için bir

kolaylık yaptıklarını, bu muamelenin kanunen sakat oldu-

ğunu, bunun için, orada kaldığını bağırarak herkese ilan et-

mesinin  mahzurlu  olabileceğini  söyledi.  Turgut  sustu.  Fa-

kat, bütün bu açıklamalara rağmen, bir haksızlığa uğradığı-

nı  hissediyordu.  Ona  bu  lojmanı,  bir  işine  yaramayacağını

bildikleri halde neden vermişlerdi? Yetkili kişilerle görüşe-

medikten  sonra,  bu  dairede  yatıp  kalkmasının  ne  faydası

vardı? Üstelik, bir elbise giymek için, kapıda saatlerce bek-

lemek gerekiyordu. “Yerin dibine batsın böyle kolaylık,” di-

ye  düşündü.  Bu  kılıkla,  saatlerdir  ayakta  duruyorum  ve

burnumun dibindeki adamla görüşemiyorum. İnsanın, aynı

evde  birlikte  yaşadığı  yakınlarını  görememesi  gibi  bir  du-

rum. Durumda bir gariplik sezmiyor değildi. Bütün bunla-

rın,  akla  uygun  olmayan  tarafları  çoktu.  Galiba  uyanmak

üzereydi.  Bir  sıkıntıdan  kurtulacağını  seziyordu.  Pijamala-

rından kurtulmak gibi değil, daha esaslı bir rahatlık...

Kapının  açıldığını  duydu.  “Uyuyor  muydunuz  beyim?”

Gözlerini  yavaşça  açtı.  Uyuduğumu  düşünüyordum.  Yazı-

hanenin hademesi, elinde bir mektupla karşısında duruyor-

du. “Ankara’dan bir mektup var sana Turgut Bey. Şişkin bir

mektup.”  Zarfı  masanın  üstüne  bıraktı.  Turgut,  heyecanla

zarfa atıldı. Evet, Metin’den geliyordu. Zarfı uzun uzun in-

celedi. Hemen açmaya kıyamadı. Ayağa kalktı, kapıya yürü-

dü: “Mehmet Efendi, beni arayan olursa şantiyeye gittiğimi

söylersin.”

Başkasına ait bir şeye sahip olmak ne güzel. Bu mektubu

yazan Metin de olsa, baştan aşağıya yalan dolu da olsa, gene

413



bir  insanın  içinden  gelen  bir  sır.  Değerli  bir  parça.  Zarfı

özenerek  açtı.  Metin’in  düzgün  bir  yazısı  vardı:  dolgun  ve

dik harflerle okunaklı bir yazı. Yazarken, kâğıdı ikiye katla-

madan  kullanmış.  Ben  öyle  yazmam.  Satırlar,  birbirine  pa-

ralel  olsun  endişesiyle  kâğıdın  altına  çizgili  bir  kâğıt  koy-

muş  anlaşılan.  Eli,  resim  yapmaya  yatkın  olacak:  yazı  çok

düzenli  değil  çünkü,  hafif  bir  sanatçı  düzensizliği  var.  İyi

bir eğitim görseydi, başka bir insan olabilirdi belki. Nokta-

lamaya  dikkat  ediyor.  Biraz  fazla  virgül  kullanıyor  yalnız;

benim  gibi.  Bazı  kelimelerde  imla  yanlışları  yapmış:  bazı

yerine  bağzı  yazmış.  Birçok  insan  uzatmayı  “yumuşak  ge”

ile yapar. Dur bakalım! Önüne konan, çok sevdiği bir pas-

tayı yemekte acele etmeyen bir çocuk gibiydi: kenarına kı-

yısına  parmağını  sürerek  yavaş  yavaş  tadını  çıkarıyordu.

Şantiye  odasındaki,  yayları  çıkmış  eski  maroken  koltuğa

gömüldü, sigarasını yaktı ve telaşsız, okumaya başladı:

Sevgili Turgut kardeşim,

Acı haberi aldığım günden beri kendime gelemedim. Bu

ölümün  içimde  yaptığı  çöküntüyü  sana  nasıl  anlatsam?

Günlerin nasıl geçtiğininin farkında değilim. Kalbimde ağır

bir  yük  taşıyorum.  Ben  artık  hiç  gülemeyeceğim  dostum.

Her nefes alışımda kalbim ağrıyor. Yıllar geçtikçe kalbimin

derinliklerinde  biriken  keder  tortuları,  içimi  ağırlaştırıyor,

nefes  alamıyorum.  Üzerime  çöken  karanlık,  ruhumu  ezi-

yor, acı hatıraların izleri hafızama bütün keskinliğiyle kazı-

nıyor. Dostumun ölümü de karanlık gölgeli harflerle oraya

yazıldı.  Benim  kaderim  de  bu  acı  hayatın  içinde  yaşamak.

Kaderime isyan etmek istiyorum; ne yazık ki, bütün uğraş-

malarıma  rağmen  bu  karanlık  havayı  üstümden  atamıyo-

rum, silkinip doğrulamıyorum. Benim de herkes gibi kaygı-

sız, sevinç dolu bir yaşantıya hakkım yok mu? diye soruyo-

rum.  Ben  de  herkes  gibi  günlük  sevinçlerin,  heyecanların



414


akışına kapılıp gidemez miyim? Neden olaylar, benim üze-

rimde silinmez izler bırakıyor? Kaderime lanet ediyorum.

Günlerce, gözyaşları içinde, sana yazmayı düşündüm. Fa-

kat ıstırapların beni nasıl harap ettiğini, aklımı ve duygula-

rımı  nasıl  altüst  ettiğini  bilemezsin.  Ağlamaktan  kızarmış

gözlerimin  önünde,  yazmaya  çalıştığım  satırlar  bulanıyor,

birşeyler yazabilmek için boş yere çırpınıyordum. Kaç kere,

bir  iki  satır  yazdıktan  sonra  yırttım?  Kaç  kere,  satırların

arasında  gözyaşlarımı  tutamayarak  kendimi  yatağa  attım?

Bilmiyorum.  Selim  için  ne  yazabilirdim?  Bu  kutsal  görevi

nasıl yerine getirebilirdim? Günler, faydasız çırpınışlarla ge-

çiyordu. Yalnız sana verdiğim sözü yerine getirmek için de-

ğil, onunla yaşadığım günlerin, benim için unutulmaz hatı-

ralarını  edebileştirmek  (ebedileştirmek  olacak)  arzusuyla,

onun  candan  bir  arkadaş,  beni  anlayan  bir  dost  olduğunu

anlatmayı kaçınılmaz bir görev sayıyorum. Onun saf ve te-

miz kalbini anlatırken, bir yandan da bir daha göremeyece-

ğim bu aziz dostla yeniden dertleşmek, söyleşmek fırsatını

bulacağım, onun eşsiz vasıflarının güzelliğini bir daha göre-

ceğim.


Selim de benim gibi mustarip bir ruhtu. Benim gibi kapa-

lı  bir  çocukluk  devresi  geçirdiği  için,  çevresiyle  uyuşamaz

ve benim gibi, bu bozucu çevreye büyük tepkiler gösterirdi.

Ayrıca, bütün bu tepkilerinin yanında, hayatın içine karışıp

güzellikleri  yaşamak  da  isterdi.  Bense,  bütün  çirkinlikleri

açıkça  gördüğüm  için  hayattan  tiksiniyordum.  Özellikle

cinsel konularda akranlarımın davranışları bana iğrenç geli-

yordu. Selim ise, kadınlara duyduğu büyük ilgi ve merakın

onu nerelere götüreceğinden habersizdi. Bu çirkinlikleri be-

nim gibi, hayatın içinde görmemişti. Bizim evde yaşayan ve

ruh hastası olan zavallı bir akrabamın da kendisine yaklaş-

masını önleyememişti. Bu çirkin ve tiksindirici kız, evimiz-

de toplanan erkek arkadaşlara, aşırı bir düşkünlük gösterir-

415



di.  Onun  hasta  olduğunu  kabul  etmek  aileye  ağır  geldiği

için, davranışlarına göz yumulur ve mümkün olduğu kadar

erkeklere  yaklaşması  önlenirdi.  Selim,  o  sıralarda,  cinsel

konulara büyük bir merak sarmıştı. Arkadaşlarının anlattığı

çapkınlık  hikâyelerini  büyük  bir  heyecanla  dinliyor,  elden

ele  dolaşan  müstehcen  yazıları  okuyor,  resimleri  seyredi-

yordu.  Onu;  bu  bozucu  etkilerden  korumak  istiyordum.

Arkadaşlarının  bu  yüzden  onunla  alay  etmelerini  önleme-

liydim. Bizim eve sık sık geldiği için, Leyla’yla -hasta akra-

bamın ismine öyle diyelim- teması konusunda onu uyarma-

lıydım.

Selim’e  bu  konuyu  açtığım  zaman,  biraz  geç  kaldığımı

anladım.  Ona  Leyla’yla  arasının  nasıl  olduğunu  sorunca,

önce  utanarak  kızardı;  ben  ısrar  edince,  Leyla’nın  sık  sık

kendisine  sokulduğunu,  özellikle  iskambil  oynarken  yanı-

na  oturarak,  belli  etmeden  kendisini  okşadığını  itiraf  etti.

Benden hiçbir şeyi saklamadığı için, kızı çirkin ve itici bul-

duğu  halde,  bu  okşamalardan  zevk  aldığını  gizleyemedi.

Ona, sert bir şekilde, bu temasın tekrarlanmaması gerekti-

ğini söyledim.

Turgut mektubu elinden bıraktı. Bat dünya bat. Bu yalan-

cı  herifin  Selim’i  kirletmesine  izin  verdiğim  için,  buna  yol

açtığım için, ben de sokaklarda sürünürüm inşallah. Kendi-

ni savunamayacak bir canım Selim’i ne durumlara düşürü-

yorum. Bütün bu kötülüklerden kaçmak istedin canım Se-

lim;  seni  öldükten  sonra  da  rahat  bırakmıyoruz.  Gerçek

sandığımız aldanışları, bir bir yüzüne vuruyoruz. Yalnız bir

noktada yanılıyoruz: bütün bu olaylar içinde Selim’liğin ne

olduğunu aramıyoruz. Ah canım kardeşim! Şimdi yanımda

olsaydın da sana yaşadığın hiçbir olaydan, hiçbir gizli duy-

gudan utanmaman gerektiğini, içinde Selim’lik olduğu için

her şeyden gurur duyabileceğini söyleseydim. Beni de utan-



416


dıramazsın Metin! İsterseniz hepiniz gülün bana. Ben artık

küçük  hesaplı  her  sözünüzün  altında  gerçek  Selim’i  görü-

yorum.  Ona  yaptığınızı  bana  yapamayacaksınız.  Beni  yo-

lumdan çeviremeyecekler Olric! İnsan, Selim olduktan son-

ra  ne  yapsa  olur,  anlıyor  musun  Olric?  Anlıyorum  efendi-

miz.  Anlamasan  da  olur.  Kimse  anlamasa  da  olur.  Gerçek

hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur.

Dikkat et oğlum Turgut: bunu gözden kaybetme sakın. Seni

aldatmalarına izin verme. Selim, kimin ağzından konuşursa

konuşsun,  ne  önemi  var?  Onu  bir  kere  öldürdünüz.  Buna

bir daha fırsat bulamayacaksınız. Birinci ölümünden temiz-

leyeceğim onu, ikinci gelişini sağlayacağım böylece. Bu gö-

rev, benden daha esaslı birine verilseydi. Benim gibi zayıf ve

korkak  birinin  bu  işin  üstesinden  gelmesi  mümkün  mü?

Mümkündür efendimiz. Benim gibi, günlük yaşantı batağı-

na saplanmış biri ne yapabilir Olric? Her yaşantınızda Tur-

gut’luk  olduktan  sonra  gerisinin  ne  önemi  var  efendimiz?

Anlamadım Olric. Anladınız efendimiz. Anlamaktan korku-

yorsunuz sadece. Ben Turgut’um Olric. Turgut Özben. Bun-

ca rezilliğimden sonra nasıl... Ölmekten mi korkuyorsunuz

efendimiz? Bilmiyorum Olric. Büyük bir karışıklık ve belir-

sizlik  seziyorum.  Yaşantılarıma  verdiğim  eski  anlamlar,  bi-

rer  birer  kaçıyor.  Yeni  anlamlar  veremiyorum  kelimelere.

Ben Selim değilim Olric. Selim romanları okuya okuya Se-

lim’liğe özenen bir Don Kişot olmaktan korkuyorum. Don

Kişot, büyük bir soyluydu efendimiz. Kendisine büyük say-

gım vardır. Onun gibi birine hizmet etmekten şeref duyar-

dım. Bütün savaşlarına gönüllü katılırdım. Bütün düşman-

ları, insana bu güzel hayatı zehir eden bütün kötü hayalleri

toz ederdim onunla birlikte olsaydım efendimiz. Yalnız gü-

zel  hayallerin  yaşamasına  izin  verirdim;  bütün  hayallerin

yalnız  güzel  olduğunun  düşünülmesine,  böyle  yorumlan-

masına izin verirdim. Ben daha Don Kişot’u bile okumadım

417



Olric.  Kendimden  utanıyorum.  Hiçbir  şey  bilmiyorum  Ol-

ric. Olsun, efendimiz. Siz onu içinizde yaşıyorsunuz. Oku-

yanlardan daha iyi biliyorsunuz. Bu büyük bir aldanış değil

mi Olric? Her zaman kendime bulduğum bir mazeret değil

mi? Dünyada az sayıda soylu kişiye bazı haklar tanınmıştır

efendimiz.  Bu  hakları,  görünüşte  kimse  tanımasa  da,  bu

hakların varlığını inkâr etse de, hiç olmazsa bu soylu kişiler

farkında olmalıdır bu hakların. Ne demek istiyorsun Olric?

Şimdi  bu  mektubu  okusak  da  gene  temiz  kalabilir  miyiz?

Hiç kuşkunuz olmasın efendimiz. Sonu belirsiz bir kavgaya

atılıyoruz Olric. Yanımda senden başka kimse yok elle tutu-

labilen. Öyle bir savaşa giriyorum ki Olric, bizi İsa bile kur-

taramaz.

Selim’i bu tehlikeli gidişten kurtarmak istiyordum. Kızın

elini itecek kuvveti bulamamıştı kendinde. Kötülüklere ka-

pılabilirdi.  Onu  azarlayarak  engelleyemeyeceğimi  anladım.

Başka  bir  çareye  başvurdum.  Kendimi,  aşk  maceralarının

kahramanı olarak göstermekle ilgisini yalnız benim yaşantı-

larıma çevirmeyi denedim. Duyduğum, okuduğum hikâye-

lerin  yardımıyla  yeni  maceralar  icat  ettim.  Bu  hikâyelerin

ayrıntıları o kadar çocukçaydı ki, şimdi hatırladıkça gülüm-

semekten kendimi alamıyorum. Bu konuda biraz bilgisi ol-

saydı,  bu  arkadaşların  ne  kadar  gerçekten  uzak  olduğunu

görmekte  güçlük  çekmeyecekti.  Yıllar  sonra,  beni  ilk  defa

geneleve götürdüğü gün, bir kadınla daha önce hiç yatma-

dığımı söylediğim zaman duyduğu hayreti unutamıyorum.

Garip çocuk! Gene de bana, ilk gençlik yıllarında uydurdu-

ğum masalları hatırlatmadı. Belki de bana genelevi tanıtma-

nın  gururu  içindeydi.  Belki  Selim  de  bu  maceraları,  ona

duyduğum  büyük  sevginin  etkisiyle  uydurduğumu  anla-

mıştı. Hayatın çirkinliklerinin Selim’i bozmasını istemediği-

mi sezmişti belki de. Bizler, kötü gerçeklerle karşılaşmadan



418


yaşamalıydık. Onu ve kendimi bu çamurdan çıkarmak isti-

yordum. Güzel hayallerimizin kirlenmesine gönlüm razı ol-

muyordu. Fakat, onun öldüğünü bildiğim şu anda, bu dü-

şüncemin doğruluğuna güvenemiyorum. Bir insan hayalle-

riyle nereye kadar yaşayabilir? Bu gücü her zaman kendin-

de  bulabilir  mi?  Benden  sonra  benim  gibi  koruyucu  dost-

larla karşılaştı mı? Bilmiyorum.

Ben kendime düşeni yaptım sanıyorum. Bütün bu mace-

raların  sonunu  iyi  bitirirdim  anlatırken.  Selim’in  macerası

iyi bitmedi. Gerçekten yaşadığı tek macerayı acı bir şekilde

bitirdi. Oysa, benim maceralarımdaki “hafif kadınlarım” so-

nunda  hep  doğru  yola  girerlerdi.  Evli  kadınlar  yuvalarına

dönerlerdi. Bir gün bana gelerek artık bu yaşayışı bırakmak

istediklerini  söylerler  ve  kendilerine  yardım  etmemi  ister-

lerdi. Duyduğum büyük arzuya rağmen, bırakırdım onları.

Selim, heyecanla sorardı: “Peki, kimse bilmiyor mu onların

bu hayatını?”

Gülümseyerek,  kimsenin  bilmediğini  söylerdim.  Selim’e

de yemin ettirirdim kimseye söylememesi için. Yemin eder-

di.  Fakat  pek  inanmazdı  bu  kadınların  eski  yaşayışlarına

döneceklerine. Belki de inanmak istemezdi. Maceralar eski-

dikçe,  olmadık  hikâyeler  uydurmaya  başladım.  Parklarda,

sinemalarda, hatta otobüslerde geçen maceralar anlatırdım.

Selim  hepsine  inanırdı.  Bazen  dayanamayarak,  yalan  oldu-

ğunu  söylerdim  bunların.  Selim  gene  inanmaya  devam

ederdi.  “İnsanı  düşünmekten  kurtarıyorsun,”  derdi:  “Bir

kısmının  uydurma  olmasından  ne  çıkar?”  Bu  hikâyelere

inanıp inanmadığını düşünmek istemezdi. “Her gün yaşadı-

ğım olaylar daha uydurma geliyor bana,” derdi “Günlük ya-

şantımın uydurma olmasını tercih ederim.” Selim hiç hikâ-

ye  uydurmazdı.  Bütün  arkadaşları  durmadan  hayal  ürünü

hikâyeler anlattıkları halde onlara inanır, fakat kendisi hiç-

bir  şey  anlatmazdı.  Bu  yüzden,  erkeklik  meselesinde  arka-

419



daşlarının yanında güç durumda kalırdı. Onların kadınlarla

ilişkisini de hayranlıkla izlerdi.

Dayanamıyorum  Olric.  Bu  adamın  duygusuzluğuna  da-

yanamıyorum. Sabırlı olunuz efendimiz.

Sonra...  sonra  ben  âşık  oldum.  Zeliha’yı,  önce  uzaktan

şöyle  bir  görmüş  ve  ilgilenmiştim.  Sonra,  bir  doğumgünü

partisinde  daha  yakından  tanıdım  ve  deli  gibi  âşık  oldum.

Bu  partide  Selim  de  vardı.  Heyecanımla  alay  ediyordu.

Dostluğumuza bir ihanet gibi görüyordu bu ilgimi. Selim’in

bu alaylarına dayanamadım ve bu konudan bahsetmeyi ya-

sakladım. Fakat beni ciddiye almıyordu bir türlü; sonunda

kavga ettik. Birkaç gün sonra barıştık. Kızı benden kıskanı-

yor ve ondan vazgeçmemi istiyordu. Eski bir aşkın ayrıntı-

larına girmek istemiyorum. Zeliha’nın benim için ne demek

olduğunu  ve  ilişkimizin  nasıl  geliştiğini  anlatmayacağım.

Yalnız şu kadarını belirteyim. Bir süre sonra Zeliha’yla kav-

ga ettik ve arkadaş kalmak üzere ayrıldık. Selim bu duruma

sevindi ve kadınlara güvenilmeyeceğini söyleyerek beni te-

selli etti.

Fakat kader, bizim beklediğimiz bir biçimde örüyor ağrı-

nı.  Zeliha,  Selim  ve  ben,  başka  şartlar  altında  yeniden  bir

araya geldik ve olaylar hiçbirimizin beklemediği bir şekilde

gelişti.

Bir gün ikimiz odamda oturuyorduk. Selim, hayatımızın

sıkıcı  olduğundan  bahsederek  bizi  canlandıracak  birşeyler

yapmamız  gerektiğini  söylüyordu.  “Güzel  ve  büyük  şeyler

yapmalıyız,”  diyordu.  “Başkalarından  farklı  olduğumuzu

göstermeliyiz.” O zamanlar tiyatroya meraklıydı. Aramızda

bir oyun oynayabilirdik. Benim de canım sıkılıyordu. Zeli-

ha’yla ilişkimin bozulması, beni dalgın ve isteksiz yapmıştı.

Derslerime de çalışamıyordum. Bana bu durumu unuttura-

420



cak bir değişiklik olur düşüncesiyle Selim’in teklifini kabul

ettim. Bütün arkadaşlara haber verdik. Bir komedi oynaya-

caktık.  Oyundaki  kadınları  bulmak  için  Zeliha’yla  konuş-

tum. Bana, ciddi bir tavırla, oyuna katılabileceğini ve arka-

daşlarına  da  haber  vereceğini  söyledi.  Selim  bu  durumdan

hoşlanmadı. Başıma yeniden işler açacağımı söyleyerek iti-

raz  etti.  Kızlar,  aramızda  yeni  meseleler  çıkarabilirdi.

“Korkma Selim,” dedim: “Zeliha’nın benim için hiç önemi

yok artık.”

Sesini çıkarmadı. Huzursuz olduğunu anladım.

Ben  gerekli  hazırlıkları  üzerime  aldım.  Babamın  tiyatro-

daki  bir  tanıdığının  aracılığıyla  elbiseleri  bulduk.  Eskiden

tiyatroda  çalışmış  bir  tanıdık  da  oyunu  yönetmeyi  üzerine

aldı. Bizim ev büyük olduğu için provalar orada yapılacaktı.

Aramızda para toplayarak kitapları ve makyaj malzemesini

satın aldık. Selim’in de endişeleri geçmişti. Koşuşup duru-

yordu.  Beni  de  heveslendirmişti.  Birlikte  oyunu  okuyarak

çeşitli  roller  için  kendimizi  hazırlıyorduk.  Selim  sesini  de-

ğiştirerek oyunun güldürücü kahramanlarını canlandırıyor-

du.  Kendisine  böyle  bir  rol  verileceğini  umuyordu.  Karşı-

lıklı, okuma yanlışlarımızı düzelterek, Salih Beyin geleceği

günü sabırsızlıkla bekliyorduk. Selim endişeli ve sabırsızdı.

Kendisine  küçük  bir  rol  verilir  diye  korkuyordu.  Ben  onu

yatıştırmaya  çalışıyordum:  içimizde  Selim’den  kabiliyetlisi

var mıydı?

Sonunda, beklenen gün geldi. Selim, heyecandan ve kor-

kudan bitkindi. Bizim evde, merak ve endişeyle, Salih Beyin

gelmesini bekliyordu. Heyecanını belli etmemek için kızlar-

la  şakalaşıyor,  onlara  oyundan  ezberlediği  -hafızası  çok

kuvvetliydi-  bölümleri  okuyarak  oyalanmaya  çalışıyordu.

Zeliha’dan mümkün olduğu kadar uzak duruyor, sözlerine

kaçamak cevaplar veriyordu. Bununla birlikte, Zeliha ve kız

arkadaşlarının  meydana  getirdiği  toplulukla  bir  arada  ol-

421



mak onun için yeni bir yaşantıydı. Bu yaşantının büyüsüne

kapılmıştı. Onları eğlendirerek ilgilerini çekmeye çalışıyor-

du. Ben mahzundum; bir kenara çekilmiş onları seyrediyor-

dum.  Selim’in  endişeleri  yavaş  yavaş  dağılıyordu.  Benimle,

romantik  genç  adam,  diye  alay  ediyordu.  Kulağıma  eğile-

rek: “İkimiz de ayrı yollardan kızların ilgisini çekmeye çalı-

şıyoruz,” dedi. Böyle anlarda beni anlamaktan uzaktı.

Salih  Beyin  geldiğini  haber  verdikleri  zaman,  Selim’deki

güven duygusu, güneşin bir bulut arkasında kaybolması gi-

bi  solmuştu.  Sinirli  hareketlerle  parmaklarını  oynatıyor,

durmadan  alnına  biriken  terleri  siliyordu.  Salih  Beyin  de

ona  cesaret  verdiği  söylenemezdi.  Selim,  önce  bir  kenarda

kalmayı tercih etmiş, fakat Salih Beyin kendisiyle ilgilenme-

diğini  görünce,  onun  dikkatini  çekmek  için,  odada  yerini

birkaç kere değiştirmişti. Salih Bey, bizimle düşündüğümüz

şekilde  ilgilenmedi.  Mahzun  duruşumuz,  güldürücü  roller

için  bizi  değil,  kalın  sesli  ve  kaba  görünüşlü  arkadaşları

seçmesine yol açtı. Böylece başrolleri kaybetmiştik. Beni ve

Selim’i bu roller için fazla “düzgün” buldu Salih Bey. Nite-

kim,  kitaptan  rollerimizi  okuyunca  da,  bizim  biraz  kuru

kaldığımız görüldü. Ben duruma aldırmadım. Selim, büyük

bir hayal kırıklığına uğramıştı. İkimize de genç âşık rolleri

verilmişti. Üstelik, Zeliha da Selim’in sevgilisi olacaktı. Ya-

nıma yaklaşarak: “Ben gidiyorum,” dedi: “Ne haliniz varsa

görün.  Bu  Salih  Bey  dediğin  adam  hiçbir  şeyden  anlamı-

yor.” Onu yatıştırmaya çalıştım. Salih Beyin bu işi hepimiz-

den fazla bildiği muhakkaktı. Genç âşık rolünden daha se-

vimli ne olabilirdi? Kulağına eğildim: “Kim bilir, belki ger-

çekten de âşık olursun.” Bana çok kızdı. Göğsüme şiddetli

bir yumruk vurdu. Zeliha’nın yanına giderek, rol dağıtımı-

nın  uygunsuz  olduğunu,  Salih  Beyin  de  duyabileceği  bir

sesle söyledi. Salih bey gülerek, tiyatroda küçük rol olmadı-

ğını,  hep  birlikte  çalışarak  başarılı  olabileceğimizi  belirtti.

422



Selim suratını astı, bütün gün konuşmadı. Kendini kızların

yanında  hakarete  uğramış  sayıyordu.  Oysa  kimse,  ona  ha-

karet etmeyi aklından geçirmiyordu.

Bütün gün aksilik etti. Sonunda, ertesi gün provaya gel-

meyeceği  tehditini  savurarak  gitti.  Oysa,  ertesi  gün  ilk  ge-

lenlerden  biriydi.  Zeliha’yı  kızdırmak  için,  başka  bir  kızla

ilgilenir  göründü.  Zeliha’nın  davranışlarını  beğenmedi:

kambur  durduğunu,  kelimeleri  yanlış  söylediğini  ileri  sür-

dü. Hepimizi gülünç durumlarda gösteren karikatürler çiz-

di.  Prova  sırası  gelince  Zeliha’yı  güldüreceğini,  rolünü  gü-

lünç bir şekilde oynayacağını, herkesi şaşırtacağını söyledi.

Fakat  Salih  Beyi  görünce,  birden  ciddileşerek  bir  köşeye

kaçtı. Sırası gelince de rolünü beklenmedik bir duygululuk-

la oynadı. Zeliha’ya aşkını şaşırtıcı bir gerçeklikle ifade etti.

Salih  Bey,  onun  aksiliklerinden  çekindiği  için,  bu  kadarını

beklemiyordu.  Selim’in,  dal  gibi  ince  vücudunu  dikleştire-

rek, kalınlaşmaya başlayan pürüzsüz sesiyle Zeliha’ya aşkı-

nı ilan edişini bugün bile görür gibiyim. Heyecanından Ze-

liha’ya yaklaşamıyordu. Salih Bey, Selim’in durduğu yeri be-

ğenmedi ve kolundan tuttuğu gibi Zeliha’nın o kadar yakı-

nına getirdi ki Selim, bir genç kıza ilk defa bu kadar yakın

olmanın telaşından konuşamadı. Bir an olduğu yerde kaldı

ve  sonra:  “Özür  dilerim,”  dedi:  “Bu  kadar  yakından  yapa-

mayacağım.” Salih Bey gülerek onu biraz geriye çekti. Selim

sarhoş gibiydi. Heyecandan tıkanarak oynuyordu. İlk perde

bitince  yanına  koştuk,  tebrik  ettik.  Zeliha’ya  tatlı  gözlerle

bakıyordu.  Zeliha  da  gülerek  Selim’in  elini  sıkıyor:  “Çok

iyiydin sevgilim Cleante,” diyordu.

Birkaç gün sonra ikimiz yolda yürürken, sıkılarak, galiba

Zeliha’ya âşık olduğunu, bu hususta ne düşündüğümü bil-

mek istediğini söyledi. Ben de bunun geçici bir duygu ola-

bileceğini,  kendini  iyice  yoklamasını,  Zeliha’nın  güvenilir

bir kız olmadığını, ona acı çektireceğini belirttim. Tabii Ze-

423



liha’yla  daha  önce  bir  ilişkimin  olmasının  önemi  yoktu.

Sevmekten korktuğumu ve onun da incinmesinden endişe

ettiğimi  ifade  ettim.  Söylediklerimi  kabul  eder  gibi  başını

sallamasına  rağmen,  beni  pek  dinlemediğinin  farkınday-

dım.  Zeliha’nın  adı  geçtikçe  yüzü  aydınlanıyor,  bakışları

değişiyordu.  Beni  kandırmaya  çalışarak,  Zeliha’yı  uzaktan

seveceğini, onun bu aşkı bilmesine ihtiyacı olmadığını ileri

sürüyordu.  Ben  de  bilmediğim  bir  sebepten  hırçınlaşarak

bu  kızı  kafasından  uzaklaştırmasını  istiyordum.  Sonunda

konuyu değiştirdi ve biraz sonra da aceleyle uzaklaştı.

Bu oyunun içinde Zeliha’ya yakın olmak beni de etkiledi

ve Zeliha’ya yeniden âşık oldum. Artık küllenmiş olan eski

duygularımın  ayrıntılarına  girmeyeceğim.  Beni  bir  zaman-

lar çok üzmüş olan bu acı hatıraları artık bütünüyle unut-

mak istiyorum. Bütün bunları Selim’in yaşantısına ışık tut-

ması  için  anlatıyorum.  Evet  ben  de  Zeliha’ya  gene  âşık  ol-

muştum:  arkadaşımın  sevdiği  kızı  ben  de  seviyordum.

Günlerce bu duygumu ondan saklamak istedim. Büyük ıstı-

raplar  yaşadım.  Kaderime  lanetler  savurdum.  Sonunda  Se-

lim’e aşkımı anlatmayı bir görev saydım. Şaşılacak bir usta-

lıkla  duygularını  gizledi.  Aşkı  onu  olgunlaştırmıştı.  “Zeli-

ha’nın  bir  önemi  yok  benim  için”  dedi.  Belki  de  bu  sevgi,

bir oyundan ibaretti. Benim hesabıma sevindiğini ifade etti.

Yeniden  canlanan  bir  aşkın  güzelliklerine  kapıldığım  için,

en  iyi  arkadaşımın,  beni  anlayışla  karşılamasına  sevindim.

Aşkımın  bütünlüğünü  gölgeleyecek  bir  endişe  kalmamıştı.

Özel  hayatımı  kimseyle  konuşmadığım  için,  bu  aşkın  se-

vinçlerini  de  Selim’den  başka  paylaşacak  kimsem  yoktu.

Duygularımı,  yaşantımı,  yalnız  ona  anlatıyordum.  Zeli-

ha’yla  sık  sık  buluşuyorduk.  Geçmişi  unutmuştuk.  Selim,

bütün gücüyle oyuna çalışıyordu. Provalarda, Zeliha’ya aş-

kını rolündeki kelimelerle söylüyordu. Sonra Zeliha’yla dı-

şarıda  buluştuğumuz  zaman  Selim’den  bahsediyorduk.  Se-

424



lim’i ikimiz de seviyorduk. Selim’in üzüntülü bir görünüşü

yoktu.  Duruma  alışıyordu.  Genç  kızlarla  şakalaşıyor,  onla-

rın beceriksizlikleriyle eskisi gibi alay ediyordu. Selim’i iç-

ten bir sevgiyle izliyorduk Zeliha’yla.

Zeliha  piyano  çalardı.  Ben  de  yıllarca  önce  keman  çalış-

mıştım. Zeliha, benim müziğe hevesimle alay ederdi. Biraz

da  onun  alaylarının  tahrikiyle,  yeniden  keman  çalışmaya

başladım. Ben çalışırken, Selim de bir kenarda oturur beni

seyrederdi.  Çok  iyi  çalmıyordum  herhalde.  Fakat  kabiliye-

tim  olduğunu  seziyordum.  Selim,  yatağın  kenarına  ilişir,

hiç konuşmadan beni izlerdi. Bir gün ona, benimle birlikte

çalışmasını  teklif  ettim.  Suratını  astı:  “Benim  birlikte  çala-

cak  bir  Zeliha’m  yok,”  dedi.  Üzüldüm.  Zeliha’nın  bir  kız-

kardeşi  vardı.  O  da  piyano  çalıyordu.  İsterse  onu  Selim’le

tanıştırabilirdim. Bu sözlerimden sıkıldı, ayağa kalkarak si-

nirli  bir  şekilde  odada  dolaşmaya  başladı.  “Ben  o  kızla  ta-

nıştım,” dedi. “Geçen gün, Zeliha, oyundaki bazı çocuklar-

la beni evine çağırdı. Orada tanıştım. Seni neden çağırmadı-

ğını  merak  ediyorsan  söyleyeyim:  babasından  çekiniyor.

Zeliha bunu açıkça söylemedi ama ben anladım. Bu kızdan

sana  hayır  gelmeyecek  Metin.  Ayrıca,  kızkardeşini  de  be-

ğenmedim.  Duygusuz  bir  yaratık.  İnsanla  alay  ediyormuş

gibi bir bakışı var. Ben öyle kızlardan hoşlanmam. ‘Demek

Selim  Işık  sizsiniz,’  derken  küçümseyici  bir  ifade  vardı  se-

sinde.  Benim  çok  çalışkan  bir  öğrenci  olduğumu  duymuş

da. Garip bir hayvana bakarmış gibi süzüyordu beni. Çalış-

kan olmak, sanki insan olmaya engelmiş gibi. Ablası da kız-

kardeşi de senin olsun. Ben iç dünyama dönüyorum. Orada

hayal kırıklığına yer yok.” Oturduğu yerden insanları tanı-

yamayacağını  söyledim.  Bu  tutumla  kimseyle  arkadaş  ola-

mazdı. “Öyleyse, ben de hayatımın sonuna kadar aynı yer-

de kımıldamadan oturacağım,” dedi. “Herkes istediği kadar

koşsun.  Beni  anlayacak  insan,  oturduğum  yerde  de  beni

425



bulur. Oturacağım ve bekleyeceğim. Yerinde oturan Selim’e

değer  vermeyenlerin,  Selim’in  gözünde  de  değeri  yoktur.

Sen de değiştin. Yapma heyecanlar peşinde koşuyorsun. Ze-

liha’yı  bir  sevdiğini  söylüyorsun,  bir  sevmediğini.  Neden

keman çalıştığın belli değil. İnsan bir işle sevdiği için uğra-

şır, başkasına yaranmak için değil. Zeliha’yı tehlikeli bulu-

yordun,  beni  uyarıyordun.  Şimdi  oturmuş  onun  hoşuna

gitmek için keman çalmaya çalışıyorsun. Bana istediğim ro-

lü vermediği halde Salih Beye iyi davranıyorsun. Benim ti-

yatrodan anladığımı söylerdin. Şimdi Salih Beyi beğeniyor-

sun.  Hiç  kimseyi  anlamıyorum.  İnsanların  arasına  karışıp

onlara uyduğum için de kendimden nefret ediyorum.”

Beni üzdüğünü görünce, dayanamadı özür diledi. Kimse-

nin ona karşı olmadığını söyledim. Zeliha’nın benimle ko-

nuşurken  ondan  tatlılıkla  bahsettiğini  anlattım.  Bu  aşkın

benim için bir sonu olmadığını ben de biliyordum. Selim’e

bu işlere karışmamasını söyledim. “Beni ilgilendirmeyen sı-

kıntılarınla başbaşa bırakıyorum seni,” diyerek gitti. Bu ko-

nudan da bir daha bahsetmedi.

Oyunun hazırlıkları ilerliyordu. Salih Bey canla başla ça-

lıştığımızı görünce, bizi sevindirmek için, bir okulun tiyat-

ro salonunda çalışmamızı sağlamıştı. Selim karanlık bir ha-

vaya  bürünmüştü.  Rolü  bitince  kayboluyordu  ortadan.

Onunla  konuşmuyordum.  Üzüntülerimin  akışına  kapıl-

mıştım.

Bir gün sahnenin kenarına oturmuş provanın başlamasını

bekliyorduk. Zeliha’nın elinde bir kitap vardı: Balzac’ın bir

kitabı; yanılmıyorsam Vadideki Zambak. Ben Balzac’ın insan

ruhunu ifadedeki gücüne hayranlığımı belirttim. Aşkı onun

gibi  anlatan  bir  yazar  tanımıyordum.  Selim,  benimle  alay

etti:  yeryüzünde  böyle  aşklar  olmadığını,  bütün  yazılanla-

rın  hayal  ürünü  olduğunu  ileri  sürdü.  Zeliha’yla  gülümse-

yerek bakıştık.

426



Daha  beter  olun,  diye  homurdandı  Turgut.  Aşk  fesadına

uğrayın.


Zeliha: “Hepsi mi uydurma Selim?” dedi. Selim büsbütün

kızdı.  Okuduklarımız,  yazarın  kafasından  çıkıyordu.  Ger-

çekte  böyle  güzellikler  yoktu.  Bütün  güzellikler  hayal  gü-

cündeydi. İsterse şimdi o da oturup bizleri gözyaşlarına bo-

ğacak  aşk  hikâyeleri  icat  ederdi.  Cahilliğimizden  gülüyor-

duk ona. Bu hikâyeleri yazmak gereksizdi. İnsan, daha bü-

yük  gerçekler  peşinde  koşmalıydı.  Sevgisini  başka  şekilde

göstermeliydi.  Zeliha  sordu:  “Nedir  bu  büyük  gerçekler?”

Belki anlatması güçtü. Fakat insan ruhuna ait daha büyük

gerçekler vardı. İnsan yalnız kaldığı zaman öyle şeyler dü-

şünüyordu ki aşk bunların yanında küçük bir yer tutuyor-

du.  Sevdaya  zamanı  yoktu.  Zeliha  güldü:  “Belki  bu  söyle-

diklerin de hayal ürünüdür, ne dersin?” Hayır, değildi. Aşk

bir zayıflıktı ve insanın başka güzellikleri görmesine engel

oluyordu.  Selim  kızınca  düşündüğü  şeylerin  tersini  de  sa-

vunurdu.  Bu  sözleri  de  inadından  söylüyordu  herhalde.

Kim  bilir,  belki  de  samimiydi.  İnsanlarla  uyuşamadığını

hissetmenin  getirdiği  komplekslerdi  bunlar.  Fakat  Selim,

kompleks sözüne kızardı. Kendisi belki aşağılıktı, fakat aşa-

ğılık kompleksi yoktu Selim’de. Gururla söylerdi bunu.

Zeliha, Selim’in kendisini sevdiğini biliyordu. Bir gün bu-

nu Selim’e söylediğim zaman, artık bu konuyla ilgili değil-

miş gibi göründü. Bana, ilişkimizin ne durumda olduğunu

sordu. Babası Zeliha’yı bir mühendisle evlendirmek istiyor-

du.  Zeliha  lise  son  sınıftaydı  ve  benden  iki  yaş  büyüktü.

Ben, henüz liseye başlamış ve üç dersten ikmale kalmış bir

öğrenciden  başka  bir  şey  değildim.  Evlenme  konusunda,

meslek  sahibi  birinin  yanında  bir  hiçten  ibarettim.  Beni

ezip geçerlerdi. Nitekim ezip geçtiler de. Bu ayrı hikâye.

Oyunun ilk gecesinde, oyun başladığı sırada, hepimiz he-

yecan ve yorgunluktan bitkin durumdaydık. Elbiselerimizi

427



bulamıyor,  rolümüzü  unuttuğumuz  endişesiyle  şaşkın  şaş-

kın  dolaşıyorduk.  Kimsenin  sahneye  çıkacak  cesareti  yok-

tu.  Ne  yapacağımızı  bilmemekten  birbirimize  çatıyorduk.

Sonunda  Zeliha’ya  fenalık  geldi;  pencerenin  yanına  oturt-

tuk. Yarı baygın orada kaldı. Perde açıldı. Benim rolüm he-

men  başladığı  için  sahneye  koştum,  Selim  odada  kaldı.

Döndüğümde Selim’i, Zeliha’nın yanında, hiçbir şey söyle-

meden onu seyrederken buldum. Beni görmedi. İçinden ne-

ler  geçtiğini  bilmiyorum;  fakat  onu  sevdiği,  hem  de  çılgın

gibi  sevdiği  bakışlarından  okunuyordu.  Zeliha,  gözleri  ka-

palı,  başını  koltuğa  dayamış,  kıpırdanmadan  duruyordu.

Selim’in yüzünde, yumuşak ve ümitsiz bir ifade vardı: şim-

diye kadar onda görmediğim bir ifade. Ümitsiz, fakat mut-

suz olmayan bir ifade. Dudakları, sanki konuşacakmış gibi,

belli belirsiz kımıldıyor, büyük bir gerginlik içinde olduğu

anlaşılıyordu. Belki de içinden onunla konuşuyordu. Geldi-

ğim gibi yavaşça geri döndüm.

Oyunun  sonuna  doğru  ben  de  kendimi  iyi  hissetmiyor-

dum. Yüzüm yanıyordu, fenalaşıyordum. Boğazıma bir şey

tıkanıyordu,  nefes  alamıyordum.  Birden  olduğum  yere  yı-

ğıldım.  Çocuklar  divana  taşıdılar.  Selim,  büyük  bir  telaşa

kapıldı, yanıma oturdu, yakamı gevşetti, kolonyayla şakak-

larımı ovdu. Titrek bir sesle beni teselli ediyor, başımı ok-

şuyordu. Kimsenin, o güne kadar benimle böyle ilgilendiği-

ni  görmemiştim.  Hıçkırarak  ondan  af  dilemeye  başladım.

Göğsüm sıkışıyor, gözlerim kararıyordu; öleceğimi sanıyor-

dum.  Selim’den  özür  dilemeden  ölmek  istemiyordum.  Se-

lim de şaşırmış benden özür diliyordu. Gözyaşları içinde el-

lerine sarıldım. Utanarak odadan kaçtı. Üçümüzün yaşadığı

bu acıklı macera boyunca, bana bir kere olsun sitem etme-

di. Ben de onun duygularına saygı gösterdiğimi sanıyorum.

Şimdi yanımda olsaydı, gene ondan özür dilerdim; beni af-

fet Selim, kaderimizi değiştirmek elimizde değildi, derdim.

428



Selim’i  kaybetmenin  acısı  içimde  daha  çok  taze  olduğu

için,  fazla  yazamayacağım.  Onu,  son  bir  defa  görmeden

kaybetmenin acısı içindeyim. Tekrar görüşmek kısmet olur-

sa, oturur, uzun uzun dertleşiriz.

Hepimizin  başı  sağ  olsun.  Gözlerinden  öperim  sevgili

kardeşim.

Metin Kutbay

Bir  mısra  takıldı  aklına  şarkıdan...  tunç  devri...  âşık  ol-

du...  utanç  devri.  Şarkıda  daha  fazla  yazmaya  eli  varmadı.

Bu olayı bana anlatmıştı; aşkından bahsetmeden... üstü ka-

palı.  Ne  Zeliha’ya...  ne  de  başka  birine...  yalnız  Metin’e...

Bir  insana  içini  açması  ne  kadar  zordu;  ne  ince  hesapları

vardı.  Selim’e  yapılan  bir  haksızlığı  daha  ortaya  çıkarmış

bulunuyorum... sayın yargıçlar. Evet, Metin görevini kötüye

kullandığı  için  mahkemeye  verildi.  Suçluyorum  sayın  yar-

gıçlar. Ortada açık bir haksızlık var. Yanlışlıkla sahneye çı-

karılan  masum  bir  vatandaşa,  oyunun  bütün  sorumluluğu

yüklenmek isteniyor. Şarkılarda, bu suçtan üstü kapalı söz

edilmiş olması, bugüne kadar asıl delillerin ortaya çıkması-

nı  önlemiştir.  Suçlu  sandalyesinde  oturan  Metin  Kutbay’ı

dördüncü  şarkının  açıklamasında  yargılamak  imkânı  da

böylece ortadan kalkmıştı. Fakat, uzun ve sabırlı bir araştır-

ma  sonunda,  utanç  devrinin  açıklamasının,  bir  dalgınlık

eseri  şarkılara  konulmadığını  tespit  etmiş  bulunuyorum.

Biraz  önce  sanık  Metin  Kutbay’ın  savunmasını  dinlediniz.

Suçlu, kendini temize çıkarmak çabasıyla olayları tahrif et-

miş ve meseleyi başka bir yöne sürükleyerek bizleri yanılt-

maya  çalışmıştır.  Ayrıca,  tutunamayanlar  kanununun  on

dördüncü  maddesine  göre,  “onlar”a  savunma  hakkı  veril-

mediği gerekçesine dayanarak sanığın savunmasının nazarı

itibara  alınmamasını  talep  ediyorum.  Biraz  sonra  yüksek

huzurlarınıza getireceğim açıklamayla gerçek bütün çıplak-



429


lığıyla gözlerinizin önüne serilecek ve zavallı müvekkilimin

“onlar” tarafından nasıl adım adım ölüme götürüldüğü bir

kere daha anlaşılacaktır.

Masanın  çekmecelerini  karıştırdı;  sonra:  “Rüstem!”  diye

bağırdı. Yandaki odadan hemen, zeki bakışlı, on beş yaşla-

rında  bir  çocuk  fırladı  ve  yıldırım  gibi  odaya  daldı.  Tur-

gut’un  karşısına  dikildi:  “Buyur  kumandan!”  Turgut,  gü-

lümsemesini tutarak: “Aferin Rüstem,” dedi. “Askerde seni

muhakkak  onbaşı  yaparlar.”  “Sizin  gibi  teğmen  yapmazlar

mı kumandan?” “Çok çalışırsan onu da yaparlar. Düşmana

karşı  uyanık  olanları  her  şey  yaparlar.  Yalnız,  emre  itaat

şart. Şimdi, bir düşmanı tepelemek için biraz beyaz kâğıda

ihtiyaç  var:  dosya  kâğıdına.  Bakkala  git,  temizlerinden  on

beş yirmi tane al.” Rüstem, topuklarının çevresinde döndü:

“Başüstüne kumandan!” Koşarak çıktı.

Rüstem  kâğıtları  getirince,  Turgut,  önce  itinayla  paketi

açtı, sayfaları masanın üstünde düzeltti. “Suratıma bakaca-

ğına git bana kahve yap.” Rüstem bir çırpıda kahveyi getir-

di. “Şimdi kimseyi içeri bırakma. Savaş hazırlığı yapacağım.

Çok gizli.”

Bu tehlikeli silahı senin için elime alıyorum Selim karde-

şim.  Tanrı,  onu  doğru  yolda  kullanmama  yardımcı  olsun.

İşte sana nesir:


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin