2.1.1.1.4. Marxists Düşünce
Klasik iktisatçılar nasıl sermaye birikimini, büyüme teorilerinin temeli yapmışsa,
marxists sistemde de birikim, aynı ölçüde önemli bir yer kapsar. Buna karşılık, klasik
sistemde teknik değişmelerin rolü küçümsendiği halde, marxists sistemde birikimle
birlikte teknik değişmede ön planda rol oynar; öyle ki kapitalizmin sadece, sürekli
olarak yeni üretim tekniği üretmekle kalmayıp, aynı zamanda, bunların uygulanması
için dürtüleri de yarattığı kabul edilir.
Marx kapital adlı eserinde, kapitalist birikim sürecini şöyle özetler: “Bireylerin
geçimlik ücretler dışında elde ettikleri artık değerler tekrar üretime kanalize edilmelidir.
Eğer bütün artık değer kapitalistin tüketimine gidiyorsa “basit tekrar-üretim süreci” söz
konusu iken, eğer bu artık değerin bir kısmı birikime gidiyorsa “genişletilmiş tekrar-
üretim süreci” söz konusudur” (Marx, capital I, 1978, s 582-583).
Öyleyse birikim, artık değerin kapitale dönüşümüdür. Kapitalist toplumların
hayatta
kalabilmeleri
için
sermaye
dışında
kârlarını
da
biriktirmelerinin
zorunluluğundan bahsetmektedir. Fakat bunun gerçekleşmesi, ilave işgücünü ve üretim
araçlarını gerektirir. Çünkü artık değer, kapital olarak kullanılabilecek para tutarı
biçiminde gerçekleşmektedir.
Marx kapital adlı eserinde “kapitalist ne kadar fazla birikim yapmışsa, o kadar
daha fazla birikim yapabilir.” Şeklinde bir ifadeye yer vermiştir. Burada anlatılmak
istenen, artık değeri belirleyen bütün şartların birikimin çapını da belirleyeceğidir.
Toplam artık değerin yaratılmasında üretim maliyetlerinin düşürülerek, kârların
arttırılmasında üç esas yol vardır. Bunlardan ilki sömürme haddidir. Sömürme haddi,
işçiyi daha uzun süre çalıştırarak, ücret düzeyini düşürmekle doğrudan arttırılacağı gibi
işçinin tüketiminin ucuz mallara kaydırılmasıyla dolaylı yoldan arttırılarak işçinin
maliyetinde azalma sağlanacaktır. Bir diğer artık değer yaratma yolu ise, emek
veriminin yükseltilmesidir. Çünkü reel ücretler, hiçbir zaman, emeğin verimiyle aynı
oranda yükselmemektedir. Emek verimini arttırmanın yolu ise, daha az hammadde
kullanımı ile daha fazla çıktı elde edilebilecek diğer bir ifadeyle, etkin üretim
sağlanabilecek makinelerin üretime kanalize edilmesiyle sağlanacaktır. Ayrıca yüksek
teknolojili üretim araçları, işgücünün çalışma saatinde tasarruf sağlamasında da önemli
olacaktır.
Birikimin çapını belirleyen bir diğer unsur, artık değerin kapitalistin tüketimi ve
birikimi arasında bölünüşüdür. Bu bölüşüm oranı, kapitalistin kendisi tarafından
belirlenir. Artık değerin kapitalistin tüketimi ve birikimi arasında bölüşümünde rol
69
oynayan etken, kâr haddi değildir. Diğer bir ifade ile klasiklerden farklı olarak Marx,
yatırım dürtülerinin kâr veya faiz haddinden bağımsız olduğunu varsaymaktadır.
Yatırım arzusu ve gereği kapitalistin psikolojisi ve toplumun yapısıyla ilgilidir (Kazgan,
2000, 320).
Sermaye birikimi hızlandıkça, kâr haddindeki azalış, kapitalistler arasındaki
rekabeti şiddetlendirir. Kâr haddi azalırken, sermaye yoğunluğunun artması, küçük
kapitalistlerin tasfiye olarak emekçi durumuna gelmesine neden olarak işsizliğe neden
olabilecektir.
Bununla birlikte Marx’a göre, sabit sermaye (makine) ancak değişir sermayenin
(emek) aleyhine değişebilir. Diğer bir ifadeyle teknik gelişme daha fazla sermayeyi
gerektirdiği için ücretler fonunu azaltacagı gibi, sadece işçi sınıfını sarsmakla
kalmayacak aynı zamanda işsizliğe sürükleyerek ve yedek sanayi ordusu meydana
getirecektir.
Marx’ın bu işsizlik ordusu veya nüfus fazlası anlayışı Malthus’un nüfus fazlası
anlayışından çok farklıdır. Malthus nüfus artışını doğal olaylara bağlarken marx’a göre
nüfus fazlası tabii bir olaydan değil mülkiyet rejiminden kaynaklanmaktadır. Bir
taraftan teknik gelişmeden kaynaklanan işsizlik, öte yandan sermaye birikiminin küçük
firmaların piyasadan elimine ederek orta ölçekli firmaları sarsması, bu firmaların yedek
sanayi orduları haline gelmelerine neden olarak ihtilale ortam hazırlamaktadır. Böylece
işçi sınıfını doğuran kapitalizm, yine işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılacaktır
(Özgüven,1992, 183).
Öte yandan, Marx’a göre giderek artan sermayenin belli ellerde toplanması ve
teknik gelişme, sermaye temerküzü denilen bir olguya yani rekabetin ortadan kalktığı
tekelci biryapıya neden olacaktır. Banka sisteminin gelişmesi, anonim şirketlerin ortaya
çıkması, gittikçe daha fazla üretim dalına büyük kapitalle çalışma imkânını yaratır. Bu
imkânlar, temerküzü teşvik etmekte, bu sürecin süratlenmesine yardımcı olmaktadır.
Gerek hammadde kaynaklarına ve işgücü maliyetlerine yönelik avantajlardan gerekse
piyasada monopolcü güç elde etmek isteyen rakip kapitalistler arasındaki bu rekabetten
dolayı gelişmiş ülkelerdeki kapitalistlerin az gelişmiş bölgelerde koloni Şeklinde
yatırımlara yöneleceğini ifade etmektedir (Gürak, 1990).
P. Baran ve P.Sweezy kapitalist ekonominin tekeller hâkimiyetinde işleyiş
düzenini “Monopoly Capital” adlı eserde inceleyen iki neo-marxist iktisatçıdır.
Tekel
kapitalizminin
oluşumu
emperyalizm
içerisinde
açıklanmaya
çalışmışlardır. Onlara göre Emperyalist yönetici sınıf, sanayicilerden ve bankacılardan
70
oluşmaktadır. Sanayicilerin AGÜ’lerde çıkarları iki türlüydü, bir taraftan ucuz gıda ve
hammadde kaynakları imkânlarıyla artık değer oranını arttırma ve diğer taraftan imalât
sanayine yönelik ürünlere Pazar bulunması sorununa çözüm getirmesi yönündeydi.
AGÜ’ler gelişmiş ülkelerin tamamlayıcı parçaları olarak düşünülmekteydi. Diğer tarftan
1880’li yıllarda sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, anonim şirket türünün
sermaye piyasasına yayılmasına neden olurken, bankacıların elde ettikleri insiyatifler
yoluyla şirket birleşmelerini ve tekelleri teşvik etmeleri sonucunda ortaya çıkmıştır
(Baran, Sweezy, Magdoof, 1975, s 125-136).
Baran ve Sweezy’nin Marx’ın modeline getirdiği yeniliklerden bir tanesi tek
girişimci yerine dev anonim şirketin davranış özelliklerini ele alırlar. Onlara göre dev
çaplı anonim şirket (Giant Corporations), tekel kapitalizmi modelinin temel yapıtaşıdır.
Anonim şirketlerin19.yy girişimcilerinden farklı duygulu davranışları olduğu
idda edilmekte ise de, bu dev firmaların davranışı, tekil girişimciden çok ta farklı
değildir. Yönetim mekanizmasının farklı olmasına rağmen “kâr maksimumlaşması”
yine temel ilkedir.Anonim şirketin 19.yy girişimcisinden farkı ise, zaman ufku daha
uzun olup çok daha akılcı ve hesapçıdır. Bunun sonucu olarak, rizikodan kaçınır.
Bugün, 19. yy’dan daha az gerçek tekel olduğu gibi daha az rekabetin olduğuda bir
gerçektir (Baran, Sweezy, 1966, 58).
Baran ve Sweezy’nin kullandığı anlamda monopolde ikamesi olmayan malların
tek bir satıcısı yoktur, birkaç satıcı mevcuttur daha çok oligopol piyasası yapısı anlamı
taşımaktadır.
Tekel kapitalizminin meselesi kıt kaynakların en etkin nasıl kullanılacağı değil,
aşırı bol kaynakların yarattığı malların nasıl kullanılacağıdır. Bu bakımdan sistem,
artığın massedilmesini sağlayacak çeşitli yollar yaratmıştır. Bu yollardan biri de dev
çaplı gelişmiş ülke anonim şirketlerinin AGÜ’lerde DYY’lerde bulunmasıdır. Baran ve
Sweezy’e göre, her ülke kendinden bir aşağı olanı sömürür, tabandakilerin ise
sömürebileceği ülke yoktur. Kapitalist gelişmiş ülkelerin AGÜ’lerdeki DYY’leri bu
ülkelerin sömürülmesinden başka bir şey değildir
II. Dünya savaşından sonra 1950-1963 dönemi için Amerika’nın DYY çıkışı ve
DYY’lerden elde edilen gelirler karşılaştırılmıştır. Sözkonusu dönem için Amerika’dan
çıkan DYY miktarı 17.382 milyon $ iken, DYY’lerden elde edilen gelir 29.416 milyon
$ tutarında gerçekleşmiştir. Bu durum yukarıdaki açıklamaları doğrulamaktadır (Baran,
Sweezy, 1966, s 110-113).
71
Tekel kapitalizmi çerçevesinde DYY’leri açıklamaya çalışan çalışmalardan bir
diğeride Mogdoff ve Sweezy tarafından gerçekleştirilmiştir.
Mogdoff ve Sweezy’e göre, monopol piyasa yapısı Baran-Sweezy’nin
çalışmasdındaki tanımlamadan farklı değildir. Global bir piyasada bir tek firmanın
piyasayı kontrol altına almayı gerçekleştiremediği en az birkaç firmanın varolduğunu
ifade etmektedir. Önde gelen şirketlerden biri yabancı bir ülkede yatırım yaptığında
aynı endüstrideki rakip devler de yöresel pazarlardan “uygun” payları garanti altına
almak için derhal benzer şekilde hareket etmektedir. Monopolcü koşullar altında
sermaye kârın en düşük olduğu bölge ve ülkelerden yüksek olduğu yerlere kaymaktadır.
Mogdoof iş hayatı, iç ve dış rekabet, sürekli teknolojik değişmeler ve
buhranların sadece elde edilen kârların değil, aynı zamanda yatırılan sermayeyi de
tehdit edeceğini belirtmektedir. Bu nedenle sermaye dünyası daima kendi çevresini
kontrol altına alma, böylece tehlikeleri mümkün olduğunca azaltmanın yollarını
aramaktadır. Acıma duygusu olmayan rakiplerin bulunduğu bir dünyada emniyeti ve
kontrolü devam ettirmenin gereği, mümkün olduğunca fazla hammadde kaynağı
üzerinde kontrolün kazanılması, imâlat sanayi gibi sektörlerin başarılı olabilmesinde ise,
birinci etken geniş bir pazarın varolmasıdır. DYY’ler yabancı pazarların korunması ve
geliştirilmesinde etkili bir yöntemdir (Mogdoff, Sweezy, Baran, 1975, s 149-152, ).
Mogdoff ve Sweezy tekelci kapitalizmin oluşumunu rekabet ortamından
kaynaklandığını Şu şekilde ifade etmiştir. “Rekabetçi aşamada bireysel şirketler
maliyetleri düşürerek, daha büyük kârlar gerçekleştirip, artan bir kapasitede yatırım
yaparak büyür ve temelde rakiplerinin ürünlerinden ayrı bir niteliği olmayan ve hemen
hemen daima geçerli Pazar fiyatlarından satılabilen bir ürün ortaya çıkarır. Bu çizgi
boyunca bir noktada, bazı şirketler ferahlar ve büyürken diğerleri ise, geride kalarak
tasfiye olacaktır. Bir endüstrideki ortalama şirket o kadar büyük olur ki, kendi
üretiminin Pazar fiyatı üzerindeki etkisini göz önüne almak zorunda kalır. Bundan sonra
daha çok bir tekelciyi andıran bir şekilde faaliyette bulunacağını ifade eder. Tekel
kârları geçmiştekinden daha da süratli bir büyümeyi olanak dâhiline sokar.”
Mogdoff ve Sweezy’e göre, DYY’lerin artış nedenlerinden biri üşgücü ücretleri
olmakla beraber tek başına açıklayıcı gücü yoktur. Hammadde kaynaklarının
geliştirilmesi, ihracat için talep yaratma, tekel durumlarından yararlanma önemli
faktörlerdir. Tekel durumları ise, büyük işletmelerin maliyet avantajları, kendilerine ait
patentler, üstün teknoloji veya satışların arttırılması yoluyla istenilen markaların
üretilmesiyle
tercihli
Pazar
talebinin
harekete
geçirilmesi
sonucu
ortaya
72
çıkmaktadır.Ayrıca tarife bariyerleri, patent hakları ve diğer yerel koşulların
varolmasına bağlı olarak DYY’lerin ortaya çıktığını, ayrıca yabancı ülkelerdeki
piyasaların kontrol altına alınmasında yatırımların ihracattan daha önemli olduğu
sonucuna ulaşmıştır. Bu çerçevede şirket birleşmelerinin ortaya çıkmasındaki en büyük
neden olarak, dünya piyasalarının önemli bir kısmının kontrol altına alınmaya
çalışılması ve şirketlerin kendi kârlarını ve güvenliklerini sağlama amacı
gösterilmektedir (Baran, Sweezy, Magdoff, 1975, 153; Gürak, 1990, 66).
M. B. Brown tekelci kapitalizmi diğer marxistler gibi kapitalizmin son aşaması
olarak değerlendirmektedir. Yabancı yatırımlara yönelik büyük şirketlerin sahip
oldukları reel varlıklar etkisiyle başarı kapasitelerini arttırdıkları çünkü ar-ge
faaliyetlerinin gelişmişliğine bağlı olarak sahip oldukları teknik bilgi, üretime yönelik
makine ve ekipmanlar ÇUŞ’lara monopolistik güç sağlamaktadır.
Diğer taraftan Brown’a göre, imalata yönelik DYY’lerin dünya genelinde
sağladığı işbölümü ve uzmanlaşma nedeniyle ekonomik kalkınmada 19. yüzyılın altyapı
ve taşımaya yönelik DYY’lerinden daha etkili olduğu yönündedir.
Marxists iktisatçılardan bir diğeri olan Rosa Luxemburg 1913 yılında büyük
eleştirilere neden olan “kapital birikimi” adlı eserinde Marx’ın “kapital” adlı esrinde
geliştirmeden bıraktığı “genişletilmiş tekrar-üretim süreci” şemasını ele alarak eleştirdi.
Çünkü Luxemburg’a göre, tüketim malları sanayinde artan üretimin satılabilmesi için
efektif talebin sürekli artması gerekiyordu. Oysa ne kapitalistler ne de işçiler tarafından
efektif talebin gerçekleştirilmesi mümkün olabilirdi. Kapitalist dünyanın kendi içindeki
dış ticarette artı değerin gerçekleştirilmesi soruna bir çözüm getiremezdi, sadece bir
ülkenin efektif talep sorununu diğerine yansıtabilirdi. Öyleyse bu ülkeler, artı değeri
gerçekleştirmek için kapitalist dünya dışında pazarlar aramak zorundaydı. Luxemburg,
bu varsayımı ile artı değerin gerçekleştirilmesi için, metropollerin kapitalizm öncesi
aşamadaki AGÜ’leri mübadele sürecine soktuklarını ve emperyalizm yoluyla kapital
birikimi gerçekleştirdiklerini bu durumun ise AGÜ’lerin sömürüsünden başka bir şey
olmadığını söyleyerek eleştirdi. Bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir” Doğu ülkeleri
hummalı bir telaşla doğal ekonomiden meta ekonomisine ve bundan da kapitalist
ekonomiye yönelen gelişmelerini gerçekleştirirken, uluslararası sermaye tarafından
yutulurlar. Çünkü bu köklü dönüşümü kendilerini kayıtsız şartsız sermayeye
bırakmadan gerçekleştiremezler.” Örnek olarak ise dış borçlanmanın, kapalı köy
ekonomisini nasıl yıkarak kapitalist ilişkiler içine soktuğunu, Mısır ve Türkiye üzerinde
gösterdi. İngiliz ve Fransız işçilerin yarattığı artık değer Mısır’da sulama kanalları,
73
şeker, pamuk fabrikaları, demiryolları şeklinde kapitalleştirilerek kırsal kesimde çalışan
Mısır fellahlarına ödetilirken, Alman işçilerinden elde edilen artı değer, Türkiye’de
demiryolları ve diğer yatırımlar şeklinde kapitalleştiriliyordu. Türk devleti de dış
borçları aşar yoluyla köylüye ödetiyordu. Böylece, Türk köylüsü, bu yatırımı finanse
eden Deutsche Bank’a kâr, temettü …vb’yi ödeyerek Alman kapital birikiminin yükünü
taşımış bulunuyordu (Luxemburg, 1984, s 134-141).
Lenin, emperyalizm teorisiyle, pek “orijinal”, diğer bir ifadeyle, teoriye katkı
yapmış kabul edilemez. “Emperyalizm”deki fikirleri, büyük ölçüde Hobson, luxemburg
ve Hilferding’den alınmıştır: Hilferding’den, emperyalizm çağında sanayi kapitalistinin
bankaların, mali sermayenin denetiminde olduğu; Luxemburg’dan, artı-değerin
gerçekleşmesinin deniz aşırı ülkelerde arandığı; Hobson’dan kapitalist ülkelerin artan
bir oranda geri kalmış ülkelere sızdığı görüşleri benimsenmiştir.
Bununla birlikte Lenin’in Hobson, Luxemburg ve Hilferding ile görüşlerde ortak
yönler olmasına karşın son derece önemli farklılıklarında olduğu da gözlenmektedir.
Hobson için emperyalizm, kapitalist toplumda gelir bölüşümü eşitsizliği ve işçi sınıfının
eksik tüketimiyle ilgili bir olgudur. Eğer uygun bir politika ile işçi sınıfının tüketim
düzeyi yükseltilirse, emperyalist olmayan kapitalizm gerçekleşecektir. Oysa Lenin’e
göre, emperyalizm kapitalizmin iç çelişkilerinden doğar ve tekelleştiği aşamada
kapitalizm, kendi içsel gerekleri dolayısıyla, ülke dışında pazarlar aramak zorundadır.
Rosa Luxemburg ile aralarındaki fark belki daha derindir. Luxemburg, emperyalizme
yol açan neden olarak artı değerin gerçekleştirilmesini görmüş, tekelci dönemin
kapitalizmine ve kapital ihracına pek dolaysız önem atfetmiştir. Oysa, Lenin için
emperyalizm, temelde, kapital ihracıyla beliren tekeller kapitalizminin sonucudur;
rekabet şartlarının geçerli olduğu aşamada, kapitalizm, mal ihracıyla belirdiği halde,
tekelleştiği aşamada durum değişmiştir. Büyük tekeller arasındaki rekabet, sadece
varolan değil, fakat potansiyel piyasalarında paylaşılması sonucunu vermiştir; aradaki
mücadele, mali sermayeye dayanarak yeşeren bir üst yapıya yol açmıştır.
Lenin, emperyalizmle ilgili temel ilkeler açısından “orijinal” sayılmasa da,
bundan çıkardığı sonuçlar itibariyle orijinal sayılabilir. Emperyalist ülkeler, AGÜ
pazarlarından sağladıkları yüksek tekel kârlarıyla, kapitalistlerin işçilere yüksek ücret
ödemesini sağlamıştır; işçi sınıfının refahı, tümü için değilse de, hiç olmazsa da “işçi
aristokrasisi” için, çok yükselmiştir. Fakat, emperyalizmin, kapitalist ülkelerdeki işçi
sınıfına olan etkisi, sadece iktisadi değildir. İşçi sınıfı, emperyalizm ile bir arada giden
ırkçılık, milliyetçilik gibi ideolojik etkenlere maruz bırakılmıştır.
74
Diğer taraftan emperyalizmin, kapitalizmin çöküşünü süratlendirecek iç
çelişkiler yaratmakta olduğunu, dünyayı, sömüren ve sömrülen ülkeler olmak üzere
ikiye ayırarak ihtilal için unsur teşkil ettiğni belirtmektedir.
Kapital ihracıyla beliren mali kapitalizm aşamasında, bir kapitalist ülkenin, geri
kalmış ülkelerde yeni pazarlar elegeçirmek yoluyla diğerleri aleyhine süratle gelişmesi
“nispi güç” lerin farklılaşması söz konusu olur. “Eşitsiz gelişme kanunu” dediği bu
kanuna göre, kapitalist cephede, artık istikrar yoktur; dünya barışı sürekli tehdit
altındadır. Dolayısıyla emperyalist ülkeler arasında çatışma kaçınılmazdır (Kazgan,
2000, s 341-343).
Bir diğer Marxist görüş savunucusu olan Kemp, çalışmasında GOÜ’ler üzerinde
DYY’lerin etkisini araştırırken, gelişmiş ülkeler üzerindeki etkilerini gözden
kaçırmıştır. Bununla birlikte araştırmasında GOÜ’lerin hizmetler ve imalat sektörlerine
yönelik DYY’lerin katkısının önemli olmadığı yönünde sonuç elde etmiştir. Çünkü
DYY’lerin yatırımda bulundukları ev sahibi ülke ekonomisine katkı sağlamak gibi bir
amaçları yoktur. Onların amacı, sadece ülkedeki hammadde ve işgücü imkânlarından
faydalanarak dünya piyasalarına bağlanmaktır (Gürak, 1990).
Dostları ilə paylaş: |