Çukurova üNİversitesi sosyal biLİmler enstiTÜSÜ İKTİsat anabiLİm dali



Yüklə 1,26 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə44/87
tarix02.01.2022
ölçüsü1,26 Mb.
#39572
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   87
2.1.1.1.4. Marxists Düşünce  
 
Klasik iktisatçılar nasıl sermaye birikimini, büyüme teorilerinin temeli yapmışsa, 
marxists  sistemde  de  birikim,  aynı  ölçüde  önemli  bir  yer  kapsar.  Buna  karşılık,  klasik 
sistemde  teknik  değişmelerin  rolü  küçümsendiği  halde,  marxists  sistemde  birikimle 
birlikte  teknik  değişmede  ön  planda  rol  oynar;  öyle  ki  kapitalizmin  sadece,  sürekli 
olarak  yeni  üretim  tekniği  üretmekle  kalmayıp,  aynı  zamanda,  bunların  uygulanması 
için dürtüleri de yarattığı kabul edilir.   
 
Marx  kapital  adlı  eserinde,  kapitalist  birikim  sürecini  şöyle özetler:  “Bireylerin 
geçimlik ücretler dışında elde ettikleri artık değerler tekrar üretime kanalize edilmelidir. 
Eğer bütün artık değer kapitalistin tüketimine gidiyorsa “basit tekrar-üretim süreci” söz 
konusu  iken,  eğer  bu  artık  değerin  bir  kısmı  birikime  gidiyorsa  “genişletilmiş  tekrar-
üretim süreci” söz konusudur” (Marx, capital I, 1978, s 582-583). 
 
Öyleyse  birikim,  artık  değerin  kapitale  dönüşümüdür.  Kapitalist  toplumların 
hayatta 
kalabilmeleri 
için 
sermaye 
dışında 
kârlarını 
da 
biriktirmelerinin 
zorunluluğundan  bahsetmektedir. Fakat bunun gerçekleşmesi,  ilave  işgücünü ve üretim 
araçlarını  gerektirir.  Çünkü  artık  değer,  kapital  olarak  kullanılabilecek  para  tutarı 
biçiminde gerçekleşmektedir. 
 
Marx  kapital  adlı  eserinde  “kapitalist  ne  kadar  fazla  birikim  yapmışsa,  o  kadar 
daha  fazla  birikim  yapabilir.”  Şeklinde  bir  ifadeye  yer  vermiştir.  Burada  anlatılmak 
istenen, artık değeri belirleyen bütün şartların birikimin çapını da belirleyeceğidir.     
Toplam  artık  değerin  yaratılmasında  üretim  maliyetlerinin  düşürülerek, kârların 
arttırılmasında  üç  esas  yol  vardır.  Bunlardan  ilki  sömürme  haddidir.  Sömürme  haddi, 
işçiyi daha uzun süre çalıştırarak, ücret düzeyini düşürmekle doğrudan arttırılacağı gibi 
işçinin  tüketiminin  ucuz  mallara  kaydırılmasıyla  dolaylı  yoldan  arttırılarak  işçinin 
maliyetinde  azalma  sağlanacaktır.  Bir  diğer  artık  değer  yaratma  yolu  ise,  emek 
veriminin  yükseltilmesidir.  Çünkü  reel  ücretler,  hiçbir  zaman,  emeğin  verimiyle  aynı 
oranda  yükselmemektedir.  Emek  verimini  arttırmanın  yolu  ise,  daha  az  hammadde 
kullanımı  ile  daha  fazla  çıktı  elde  edilebilecek  diğer  bir  ifadeyle,  etkin  üretim 
sağlanabilecek  makinelerin  üretime  kanalize  edilmesiyle  sağlanacaktır.  Ayrıca  yüksek 
teknolojili üretim araçları,  işgücünün çalışma saatinde tasarruf sağlamasında da önemli 
olacaktır. 
 
Birikimin çapını belirleyen bir diğer unsur, artık değerin kapitalistin tüketimi ve 
birikimi  arasında  bölünüşüdür.  Bu  bölüşüm  oranı,  kapitalistin  kendisi  tarafından 
belirlenir.  Artık  değerin  kapitalistin  tüketimi  ve  birikimi  arasında  bölüşümünde  rol 


 
 
69 
 
oynayan  etken,  kâr  haddi  değildir.  Diğer  bir  ifade  ile  klasiklerden  farklı  olarak  Marx, 
yatırım  dürtülerinin  kâr  veya  faiz  haddinden  bağımsız  olduğunu  varsaymaktadır. 
Yatırım arzusu ve gereği kapitalistin psikolojisi ve toplumun yapısıyla ilgilidir (Kazgan, 
2000,  320). 
Sermaye  birikimi  hızlandıkça,  kâr  haddindeki  azalış,  kapitalistler  arasındaki 
rekabeti  şiddetlendirir.  Kâr  haddi  azalırken,  sermaye  yoğunluğunun  artması,  küçük 
kapitalistlerin  tasfiye  olarak  emekçi  durumuna  gelmesine  neden  olarak  işsizliğe  neden 
olabilecektir. 
 
Bununla birlikte Marx’a göre, sabit sermaye (makine) ancak değişir sermayenin 
(emek)  aleyhine  değişebilir.  Diğer  bir  ifadeyle  teknik  gelişme  daha  fazla  sermayeyi 
gerektirdiği  için  ücretler  fonunu  azaltacagı  gibi,  sadece  işçi  sınıfını  sarsmakla 
kalmayacak  aynı  zamanda  işsizliğe  sürükleyerek  ve  yedek  sanayi  ordusu  meydana 
getirecektir. 
 
Marx’ın  bu  işsizlik  ordusu veya  nüfus  fazlası anlayışı  Malthus’un  nüfus  fazlası 
anlayışından çok farklıdır. Malthus nüfus artışını doğal olaylara bağlarken  marx’a göre 
nüfus  fazlası  tabii  bir  olaydan  değil  mülkiyet  rejiminden  kaynaklanmaktadır.  Bir 
taraftan teknik gelişmeden kaynaklanan işsizlik, öte yandan sermaye  birikiminin küçük 
firmaların piyasadan elimine ederek orta ölçekli firmaları sarsması, bu firmaların yedek 
sanayi orduları haline gelmelerine neden olarak ihtilale ortam hazırlamaktadır. Böylece 
işçi  sınıfını  doğuran  kapitalizm,  yine  işçi  sınıfı  tarafından  ortadan  kaldırılacaktır 
(Özgüven,1992,  183). 
 
Öte  yandan,  Marx’a  göre  giderek  artan  sermayenin  belli  ellerde  toplanması  ve 
teknik  gelişme,  sermaye  temerküzü  denilen  bir  olguya  yani  rekabetin  ortadan  kalktığı 
tekelci biryapıya neden olacaktır. Banka sisteminin gelişmesi, anonim şirketlerin ortaya 
çıkması, gittikçe daha  fazla üretim dalına  büyük kapitalle çalışma  imkânını  yaratır. Bu 
imkânlar,  temerküzü  teşvik  etmekte,  bu  sürecin  süratlenmesine  yardımcı  olmaktadır. 
Gerek  hammadde  kaynaklarına  ve  işgücü  maliyetlerine  yönelik  avantajlardan  gerekse 
piyasada monopolcü güç elde etmek isteyen rakip kapitalistler arasındaki bu rekabetten 
dolayı  gelişmiş  ülkelerdeki  kapitalistlerin  az  gelişmiş  bölgelerde  koloni  Şeklinde 
yatırımlara yöneleceğini ifade etmektedir (Gürak, 1990).  
 
P.  Baran  ve  P.Sweezy  kapitalist  ekonominin  tekeller  hâkimiyetinde  işleyiş 
düzenini “Monopoly Capital”  adlı eserde inceleyen iki neo-marxist iktisatçıdır. 
Tekel 
kapitalizminin 
oluşumu 
emperyalizm 
içerisinde 
açıklanmaya 
çalışmışlardır.  Onlara  göre  Emperyalist  yönetici  sınıf,  sanayicilerden  ve  bankacılardan 


 
 
70 
 
oluşmaktadır.  Sanayicilerin  AGÜ’lerde çıkarları  iki türlüydü, bir  taraftan ucuz  gıda  ve 
hammadde kaynakları  imkânlarıyla  artık değer oranını arttırma  ve diğer taraftan imalât 
sanayine  yönelik  ürünlere  Pazar  bulunması  sorununa  çözüm  getirmesi  yönündeydi. 
AGÜ’ler gelişmiş ülkelerin tamamlayıcı parçaları olarak düşünülmekteydi. Diğer tarftan 
1880’li  yıllarda  sermayenin  yoğunlaşması  ve  merkezileşmesi,  anonim  şirket  türünün 
sermaye  piyasasına  yayılmasına  neden  olurken,  bankacıların  elde  ettikleri  insiyatifler 
yoluyla  şirket  birleşmelerini  ve  tekelleri  teşvik  etmeleri  sonucunda  ortaya  çıkmıştır 
(Baran, Sweezy, Magdoof,  1975, s 125-136). 
 
Baran  ve  Sweezy’nin  Marx’ın  modeline  getirdiği  yeniliklerden  bir  tanesi  tek 
girişimci  yerine  dev  anonim  şirketin  davranış  özelliklerini  ele  alırlar.  Onlara  göre  dev 
çaplı anonim şirket (Giant Corporations), tekel kapitalizmi modelinin temel yapıtaşıdır. 
Anonim  şirketlerin19.yy  girişimcilerinden  farklı  duygulu  davranışları  olduğu 
idda  edilmekte  ise  de,  bu  dev  firmaların  davranışı,  tekil  girişimciden  çok  ta  farklı 
değildir.  Yönetim  mekanizmasının  farklı  olmasına  rağmen  “kâr  maksimumlaşması” 
yine  temel  ilkedir.Anonim  şirketin  19.yy  girişimcisinden  farkı  ise,  zaman  ufku  daha 
uzun  olup  çok  daha  akılcı  ve  hesapçıdır.  Bunun  sonucu  olarak,  rizikodan  kaçınır. 
Bugün,  19.  yy’dan  daha  az  gerçek  tekel  olduğu  gibi  daha  az  rekabetin  olduğuda  bir 
gerçektir (Baran, Sweezy, 1966,  58). 
 
Baran  ve Sweezy’nin kullandığı anlamda monopolde  ikamesi olmayan  malların 
tek bir satıcısı  yoktur, birkaç satıcı  mevcuttur daha çok oligopol piyasası  yapısı anlamı 
taşımaktadır. 
 
Tekel kapitalizminin  meselesi kıt kaynakların en  etkin  nasıl kullanılacağı değil, 
aşırı  bol  kaynakların  yarattığı  malların  nasıl  kullanılacağıdır.  Bu  bakımdan  sistem, 
artığın  massedilmesini  sağlayacak  çeşitli  yollar  yaratmıştır.  Bu  yollardan  biri  de  dev 
çaplı gelişmiş ülke anonim şirketlerinin AGÜ’lerde DYY’lerde bulunmasıdır. Baran ve 
Sweezy’e  göre,  her  ülke  kendinden  bir  aşağı  olanı  sömürür,  tabandakilerin  ise 
sömürebileceği  ülke  yoktur.  Kapitalist  gelişmiş  ülkelerin  AGÜ’lerdeki  DYY’leri  bu 
ülkelerin sömürülmesinden başka bir şey değildir 
II. Dünya savaşından sonra 1950-1963 dönemi  için  Amerika’nın DYY çıkışı  ve 
DYY’lerden elde edilen gelirler karşılaştırılmıştır. Sözkonusu dönem  için Amerika’dan 
çıkan DYY miktarı 17.382 milyon $ iken, DYY’lerden elde edilen gelir 29.416 milyon 
$ tutarında gerçekleşmiştir. Bu durum yukarıdaki açıklamaları doğrulamaktadır (Baran, 
Sweezy, 1966, s 110-113). 


 
 
71 
 
Tekel  kapitalizmi  çerçevesinde  DYY’leri  açıklamaya  çalışan  çalışmalardan  bir 
diğeride Mogdoff ve Sweezy tarafından gerçekleştirilmiştir.  
Mogdoff  ve  Sweezy’e  göre,  monopol  piyasa  yapısı  Baran-Sweezy’nin 
çalışmasdındaki  tanımlamadan  farklı  değildir.  Global  bir  piyasada  bir  tek  firmanın 
piyasayı  kontrol  altına  almayı  gerçekleştiremediği  en  az  birkaç  firmanın  varolduğunu 
ifade  etmektedir.  Önde  gelen  şirketlerden  biri  yabancı  bir  ülkede  yatırım  yaptığında 
aynı  endüstrideki  rakip  devler  de  yöresel  pazarlardan  “uygun”  payları  garanti  altına 
almak  için  derhal  benzer  şekilde  hareket  etmektedir.  Monopolcü  koşullar  altında 
sermaye kârın en düşük olduğu bölge ve ülkelerden yüksek olduğu yerlere kaymaktadır. 
Mogdoof  iş  hayatı,  iç  ve  dış  rekabet,  sürekli  teknolojik  değişmeler  ve 
buhranların  sadece  elde  edilen  kârların  değil,  aynı  zamanda  yatırılan  sermayeyi  de 
tehdit  edeceğini  belirtmektedir.  Bu  nedenle  sermaye  dünyası  daima  kendi  çevresini 
kontrol  altına  alma,  böylece  tehlikeleri  mümkün  olduğunca  azaltmanın  yollarını 
aramaktadır.  Acıma  duygusu  olmayan  rakiplerin  bulunduğu  bir  dünyada  emniyeti  ve 
kontrolü  devam  ettirmenin  gereği,  mümkün  olduğunca  fazla  hammadde  kaynağı 
üzerinde kontrolün kazanılması, imâlat sanayi gibi sektörlerin başarılı olabilmesinde ise, 
birinci  etken  geniş  bir  pazarın  varolmasıdır. DYY’ler  yabancı  pazarların  korunması  ve 
geliştirilmesinde etkili bir yöntemdir (Mogdoff, Sweezy, Baran, 1975, s 149-152, ).   
 
Mogdoff  ve  Sweezy  tekelci  kapitalizmin  oluşumunu  rekabet  ortamından 
kaynaklandığını  Şu  şekilde  ifade  etmiştir.  “Rekabetçi  aşamada  bireysel  şirketler 
maliyetleri  düşürerek,  daha  büyük  kârlar  gerçekleştirip,  artan  bir  kapasitede  yatırım 
yaparak  büyür  ve temelde rakiplerinin ürünlerinden ayrı  bir  niteliği olmayan  ve  hemen 
hemen  daima  geçerli  Pazar  fiyatlarından  satılabilen  bir  ürün  ortaya  çıkarır.  Bu  çizgi 
boyunca  bir  noktada,  bazı  şirketler  ferahlar  ve  büyürken  diğerleri  ise,  geride  kalarak  
tasfiye  olacaktır.  Bir  endüstrideki  ortalama  şirket  o  kadar  büyük  olur  ki,  kendi 
üretiminin Pazar fiyatı üzerindeki etkisini göz önüne almak zorunda kalır. Bundan sonra 
daha  çok  bir  tekelciyi  andıran  bir  şekilde  faaliyette  bulunacağını  ifade  eder.  Tekel 
kârları geçmiştekinden daha da süratli bir büyümeyi olanak dâhiline sokar.”  
Mogdoff ve Sweezy’e göre,  DYY’lerin artış nedenlerinden biri üşgücü ücretleri 
olmakla  beraber  tek  başına  açıklayıcı  gücü  yoktur.  Hammadde  kaynaklarının 
geliştirilmesi,  ihracat  için  talep  yaratma,  tekel  durumlarından  yararlanma  önemli 
faktörlerdir. Tekel durumları ise, büyük işletmelerin maliyet avantajları, kendilerine ait 
patentler,  üstün  teknoloji  veya  satışların  arttırılması  yoluyla  istenilen  markaların 
üretilmesiyle 
tercihli 
Pazar 
talebinin 
harekete 
geçirilmesi 
sonucu 
ortaya 


 
 
72 
 
çıkmaktadır.Ayrıca  tarife  bariyerleri,  patent  hakları  ve  diğer  yerel  koşulların 
varolmasına  bağlı  olarak  DYY’lerin  ortaya  çıktığını,  ayrıca  yabancı  ülkelerdeki 
piyasaların  kontrol  altına  alınmasında  yatırımların  ihracattan  daha  önemli  olduğu 
sonucuna ulaşmıştır. Bu çerçevede şirket birleşmelerinin ortaya çıkmasındaki en büyük 
neden  olarak,  dünya  piyasalarının  önemli  bir  kısmının  kontrol  altına  alınmaya 
çalışılması  ve  şirketlerin  kendi  kârlarını  ve  güvenliklerini  sağlama  amacı 
gösterilmektedir (Baran, Sweezy, Magdoff, 1975,  153; Gürak, 1990,  66). 
M.  B.  Brown  tekelci  kapitalizmi  diğer  marxistler  gibi  kapitalizmin  son  aşaması 
olarak  değerlendirmektedir.  Yabancı  yatırımlara  yönelik  büyük  şirketlerin  sahip 
oldukları  reel  varlıklar  etkisiyle  başarı  kapasitelerini  arttırdıkları  çünkü  ar-ge 
faaliyetlerinin  gelişmişliğine  bağlı  olarak  sahip  oldukları  teknik  bilgi,  üretime  yönelik 
makine ve ekipmanlar ÇUŞ’lara monopolistik güç sağlamaktadır. 
Diğer  taraftan  Brown’a  göre,  imalata  yönelik  DYY’lerin  dünya  genelinde 
sağladığı işbölümü ve uzmanlaşma nedeniyle ekonomik kalkınmada 19. yüzyılın altyapı 
ve taşımaya yönelik DYY’lerinden daha etkili olduğu yönündedir.     
 
Marxists  iktisatçılardan  bir  diğeri  olan  Rosa  Luxemburg  1913  yılında  büyük 
eleştirilere  neden  olan  “kapital  birikimi”  adlı  eserinde  Marx’ın  “kapital”  adlı  esrinde 
geliştirmeden bıraktığı “genişletilmiş tekrar-üretim süreci” şemasını ele alarak eleştirdi. 
Çünkü  Luxemburg’a  göre,  tüketim  malları  sanayinde  artan  üretimin  satılabilmesi  için 
efektif talebin sürekli artması gerekiyordu.  Oysa ne kapitalistler ne de işçiler tarafından 
efektif talebin gerçekleştirilmesi mümkün olabilirdi. Kapitalist dünyanın kendi içindeki 
dış  ticarette  artı  değerin  gerçekleştirilmesi  soruna  bir  çözüm  getiremezdi,  sadece  bir 
ülkenin  efektif  talep  sorununu  diğerine  yansıtabilirdi.  Öyleyse  bu  ülkeler,  artı  değeri 
gerçekleştirmek  için  kapitalist  dünya  dışında pazarlar  aramak  zorundaydı.  Luxemburg, 
bu  varsayımı  ile  artı  değerin  gerçekleştirilmesi  için,  metropollerin  kapitalizm  öncesi 
aşamadaki  AGÜ’leri  mübadele  sürecine  soktuklarını  ve  emperyalizm  yoluyla  kapital 
birikimi  gerçekleştirdiklerini  bu  durumun  ise  AGÜ’lerin  sömürüsünden  başka  bir  şey 
olmadığını  söyleyerek  eleştirdi.  Bu  durumu  şu  sözlerle  ifade  etmiştir”  Doğu  ülkeleri 
hummalı  bir  telaşla  doğal  ekonomiden  meta  ekonomisine  ve  bundan  da  kapitalist 
ekonomiye  yönelen  gelişmelerini  gerçekleştirirken,  uluslararası  sermaye  tarafından 
yutulurlar.  Çünkü  bu  köklü  dönüşümü  kendilerini  kayıtsız  şartsız  sermayeye 
bırakmadan  gerçekleştiremezler.”  Örnek  olarak  ise  dış  borçlanmanın,  kapalı  köy 
ekonomisini nasıl yıkarak kapitalist ilişkiler içine soktuğunu, Mısır ve Türkiye üzerinde 
gösterdi.  İngiliz  ve  Fransız  işçilerin  yarattığı  artık  değer  Mısır’da  sulama  kanalları, 


 
 
73 
 
şeker, pamuk fabrikaları, demiryolları şeklinde kapitalleştirilerek kırsal kesimde çalışan 
Mısır  fellahlarına  ödetilirken,  Alman  işçilerinden  elde  edilen  artı  değer,  Türkiye’de 
demiryolları  ve  diğer  yatırımlar  şeklinde  kapitalleştiriliyordu.  Türk  devleti  de  dış 
borçları  aşar  yoluyla  köylüye  ödetiyordu.  Böylece,  Türk  köylüsü,  bu  yatırımı  finanse 
eden Deutsche Bank’a kâr, temettü …vb’yi ödeyerek Alman kapital birikiminin yükünü 
taşımış bulunuyordu (Luxemburg, 1984, s 134-141).   
     
Lenin,  emperyalizm  teorisiyle,  pek  “orijinal”,  diğer  bir  ifadeyle,  teoriye  katkı 
yapmış kabul edilemez. “Emperyalizm”deki fikirleri, büyük ölçüde Hobson, luxemburg 
ve Hilferding’den alınmıştır: Hilferding’den, emperyalizm çağında sanayi kapitalistinin 
bankaların,  mali  sermayenin  denetiminde  olduğu;  Luxemburg’dan,  artı-değerin 
gerçekleşmesinin  deniz  aşırı  ülkelerde  arandığı;  Hobson’dan  kapitalist  ülkelerin  artan 
bir oranda geri kalmış ülkelere sızdığı görüşleri benimsenmiştir. 
Bununla birlikte Lenin’in Hobson, Luxemburg ve Hilferding ile görüşlerde ortak 
yönler  olmasına  karşın  son  derece  önemli  farklılıklarında  olduğu  da  gözlenmektedir. 
Hobson için emperyalizm, kapitalist toplumda gelir bölüşümü eşitsizliği ve işçi sınıfının 
eksik  tüketimiyle  ilgili  bir  olgudur.  Eğer  uygun  bir  politika  ile  işçi  sınıfının  tüketim 
düzeyi  yükseltilirse,  emperyalist  olmayan  kapitalizm  gerçekleşecektir.  Oysa  Lenin’e 
göre,  emperyalizm  kapitalizmin  iç  çelişkilerinden  doğar  ve  tekelleştiği  aşamada 
kapitalizm,  kendi  içsel  gerekleri  dolayısıyla,  ülke  dışında  pazarlar  aramak  zorundadır. 
Rosa  Luxemburg  ile  aralarındaki  fark  belki  daha  derindir.  Luxemburg,  emperyalizme 
yol  açan  neden  olarak  artı  değerin  gerçekleştirilmesini  görmüş,  tekelci  dönemin 
kapitalizmine  ve  kapital  ihracına  pek  dolaysız  önem  atfetmiştir.  Oysa,  Lenin  için 
emperyalizm,  temelde,  kapital  ihracıyla  beliren  tekeller  kapitalizminin  sonucudur; 
rekabet  şartlarının  geçerli  olduğu  aşamada,  kapitalizm,  mal  ihracıyla  belirdiği  halde, 
tekelleştiği  aşamada  durum  değişmiştir.  Büyük  tekeller  arasındaki  rekabet,  sadece 
varolan  değil,  fakat  potansiyel  piyasalarında  paylaşılması  sonucunu  vermiştir;  aradaki 
mücadele, mali sermayeye dayanarak yeşeren bir üst yapıya yol açmıştır.       
Lenin,  emperyalizmle  ilgili  temel  ilkeler  açısından  “orijinal”  sayılmasa  da, 
bundan  çıkardığı  sonuçlar  itibariyle  orijinal  sayılabilir.  Emperyalist  ülkeler,  AGÜ 
pazarlarından  sağladıkları  yüksek  tekel  kârlarıyla,  kapitalistlerin  işçilere  yüksek  ücret 
ödemesini  sağlamıştır;  işçi  sınıfının  refahı,  tümü  için  değilse  de,  hiç  olmazsa  da  “işçi 
aristokrasisi”  için,  çok  yükselmiştir.  Fakat,  emperyalizmin,  kapitalist  ülkelerdeki  işçi 
sınıfına olan etkisi, sadece iktisadi değildir. İşçi sınıfı, emperyalizm ile bir arada giden 
ırkçılık, milliyetçilik gibi ideolojik etkenlere maruz bırakılmıştır. 


 
 
74 
 
Diğer  taraftan  emperyalizmin,  kapitalizmin  çöküşünü  süratlendirecek  iç 
çelişkiler  yaratmakta  olduğunu,  dünyayı,  sömüren  ve  sömrülen  ülkeler  olmak  üzere 
ikiye ayırarak ihtilal için unsur teşkil ettiğni belirtmektedir. 
Kapital  ihracıyla beliren  mali kapitalizm aşamasında, bir kapitalist ülkenin, geri 
kalmış  ülkelerde  yeni  pazarlar  elegeçirmek  yoluyla  diğerleri  aleyhine süratle  gelişmesi 
“nispi  güç”  lerin  farklılaşması  söz  konusu  olur.  “Eşitsiz  gelişme  kanunu”  dediği  bu 
kanuna  göre,  kapitalist  cephede,  artık  istikrar  yoktur;  dünya  barışı  sürekli  tehdit 
altındadır.  Dolayısıyla  emperyalist  ülkeler  arasında  çatışma  kaçınılmazdır  (Kazgan, 
2000, s 341-343). 
Bir diğer Marxist görüş savunucusu olan Kemp, çalışmasında GOÜ’ler üzerinde 
DYY’lerin  etkisini  araştırırken,  gelişmiş  ülkeler  üzerindeki  etkilerini  gözden 
kaçırmıştır. Bununla birlikte araştırmasında GOÜ’lerin hizmetler ve imalat sektörlerine 
yönelik  DYY’lerin  katkısının  önemli  olmadığı  yönünde  sonuç  elde  etmiştir.  Çünkü 
DYY’lerin  yatırımda  bulundukları  ev  sahibi  ülke  ekonomisine  katkı  sağlamak  gibi  bir 
amaçları  yoktur.  Onların  amacı,  sadece  ülkedeki  hammadde  ve  işgücü  imkânlarından 
faydalanarak dünya piyasalarına bağlanmaktır (Gürak, 1990). 

Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   87




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin