İçimizde Bir Yer



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/31
tarix24.01.2023
ölçüsü0,64 Mb.
#80440
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31
İçimizde Bir Yer - Ahmet Altan

Sus Artık Sesim...
Kendimizi olduğumuzdan başka biri sanarak yaşarız
hepimiz ama bir yanımız aslında kim ve ne olduğumuzu hep
bilir, bütün hayatımız da, gerçekleri söyleyen içimizdeki o
haini susturmaya uğraşmak, onu yatıştırmaya çabalamak ve
kendimizden kaçmakla geçer.
Hayatın ne olduğunu bana sorarsanız, size uzun bir kaçış
olduğunu söylerim.
Bütün o övünmelerimiz, kızgınlıklarımız, başkalarını
suçlamalarımız, 
kendimize 
acımalarımız,
anlaşılmadığımızdan yakınmalarımız, nedensiz kederlerimiz
bir kalebendin imkânsız kaçış çabalarından başka nedir ki?
Bizi kendimizden kaçıracak, özgürlüğe, bizsizliğe
götürecek olan arabamıza koştuğumuz iki muhteşem ve güçlü
at, unutuş ve hatırlayıştır.
Kendimiz olduğumuz anları unutmak, kendimizi başkası
sandığımız anları hatırlamak isteriz.
Ama atlarımız ne yazık ki umduğumuz kadar uysal
değildir, beklenmedik anlarda şahlanarak, kişneyerek,
istemediğimiz yollara saparak, birbirlerinin yerine geçerek
bizi, duvarları bizim benliğimizden örülmüş büyük
hapishanenin içinde döndürür dururlar.
O hapishanenin dışına çıkamazlar.
Kendi gerçek kimliğini anlatan kimseye, belki de o yüzden,
rastlamadım bugüne dek.


Bu, yalnızca yalancılıklarından, samimiyetsizliklerinden
değildi; gerçek kimliklerini saklamak için öylesine
uğraşıyorlar, öldürdüğü adamın cesedini gömen bir katil gibi
onu öylesine derine gömüyorlardı ki, ortaya çıkarmak
istediklerinde 
bile 
üstündeki 
toz 
topraktan 
onu
arındıramıyorlar, onu çırılçıplak, apaydınlık göremiyorlardı;
seziyorlardı yalnızca, bu kadarı bile onları korkutup
hayatlarını bir kaçışa çevirmeye yetiyordu.
Bir düşünceyi, bir olayı, bir bilgiyi unutabilirdiniz ama
güçlü bir sezgiyi unutmak o kadar kolay olmuyordu.
Ve, biz o sezginin yanlış olduğunu kanıtlayacak hikâyeler
anlatıyorduk.
Bizim hep iyi kalpli bir kurban, başkalarının ise insafsız
cellat olduğu hikâyeler.
Bunları anlatırken kendi gerçeğimizi unutuyor, kendi
hapishanemizden kaçıyor, özgürleşiyorduk ama gözlerimizi
yeniden açtığımızda kendimizi yeniden aynı hapishanenin
içinde buluyorduk, üstelik bizi bunaltan sezgilerimiz yeni
yeni yalanlarla daha da güçlenmiş, ruhumuzu yaralayan
yalanlar daha da çoğalmış oluyordu.
Afyonu ve şehveti daha on sekiz yaşındayken Quartier
Latin'deki küçük bir orospunun koynunda keşfeden ve bütün
hayatını bir iç sıkıntısıyla geçiren Baudelaire'in şiirindeki
gibi, "köhne bir odaydık solmuş güllerle dolu."
Yalanlar, unutulmak istenenler, inkâr edilenler, kokularını,
renklerini yitirmiş solgun çiçekler gibi çoğalıyordu içimizde.
Tanrının, öfkeli bir vaktinde yarattığı bir cinstik biz,
yaptıklarımızın intikamını kendimizden kendimiz alıyorduk,


rüyalarımızla, ani hatırlayışlarımızla, pişmanlıklarımızla
kendimizi bıçaklıyor, yaralıyor, kanatıyorduk.
Yazdıkları yasaklanan, yargılanan, kendini ve insanları
ölüm gerçeğini yüzlerine vurarak aşağılayan ve kendinden hiç
kurtulamayan o kederli afyonkeşin bir dizesini biraz serbest
bir çeviriyle neredeyse bütün insanlık haykırabilirdi:
"Hançer benim, yara bende."
Kendimizi, gerçek kimliğimizi, bununla ilgili güçlü
sezgilerimizi 
affedemiyor, 
unutamamanın 
öfkesiyle
hançerleşerek kendi hapishanemizin duvarları olan ruhumuzu
yırtmaya uğraşıyorduk.
Bilmiyorum, tanrı kime kızıp kimden intikam almak için
bizi böyle yaratmıştı.
Ne gerçeğimizden memnunduk ne de gerçeğimizi
değiştirebiliyorduk.
İnkâr etmeye uğraşarak, unutmaya çabalayarak ve imkânsız
bir kaçış için koşarak kendimize bir hayat inşa ediyorduk.
Bir başkası olduğunu sanarak yaşamanın ve kendini buna
bir yanıyla inandırırken bir yanıyla da gerçeği bilmenin
zorluğu içindeki dehşetli mucize ise zaman zaman bir başkası
olmayı başararak hayattan mutluluk damlaları sağmaktı.
Öfkelerimizi, acılarımızı, vicdan azaplarımızı, intikam
isteklerimizi, şımarıklıklarımızı unuttuğumuz anlardı bunlar
ve bu muhteşem unutuşu sürekli hatırlamak istiyorduk.
Ama unutmanın zorluğu gibi hatırlamanın da zorluğu
vardı; bir ses, bir şarkı, rüyalarımıza karışan bir kâbus, bir
resim, bir bakış bize hatırlamak istediğimizi unutturuyor,
kendi gerçeğimizi sezgilerin pusları arasından çekip


çıkartıyor, bizi kendi gerçek varlığımızın yansımalarıyla yüz
yüze bırakıyordu.
Baudelaire, yalnız çocukluğunun, çalkantılı gençliğinin,
bitmez iç sıkıntılarının arasında bu hatırlayışın güçlüğünü,
bunu becermenin neredeyse bir sanat olduğunu da
keşfetmişti:
"Bende mutlu anları yâd etme sanatı var."
Mutlu anları sık sık "yâd edemiyorduk", istiyorduk bunu
yapmayı ama o anlar, o güzel hatıralar bizim sahip
olmadığımız bir hakka, sık sık hapishanemizin dışına,
özgürlüğüne kaçma hakkına sahipti, onları kolayca
yakalayamıyorduk.
Onlar bizi bırakıp gittiğinde biz onların peşinden
gidemiyor, kendi içimizde kapalı kalıyorduk.
Kendimizi bir başkası sanarak yaşasak da seziyorduk kim
olduğumuzu.
Hangimiz kendimiz olarak mutluyduk ki?
Onun için değil miydi zaten bize kendimizi unutturanlara,
aşka ve sanata hayran olmamız, onun için değil miydi zaten
âşık olduklarımızı bir tanrı ya da tanrıça gibi görmemiz,
onların 
bir 
mucizeyi 
gerçekleştirdiklerine, 
bizi
değiştirdiklerine inanmamız?
Uzun ve imkânsız kaçışımızda bize yardımcı olan herkese
minnettardık.
Ama kaçınılmaz olarak kendi gerçeğimize döndüğümüzde,
kızdığımız da kendimiz değil, bir zamanlar bizi mutlu etmiş
olanlar oluyordu, öfkeleniyorduk onlara, bizi kandırdıklarını
düşünüyorduk, o mutluluğun sonsuza kadar sürmemesinin
nedeninin onlar olduğuna inanıyorduk, o mutluluğu bozanın


bizim gerçek varlığımız olduğunu itiraf etmemiz imkânsızdı,
bunu yapan biz olamazdık, çünkü biz, bizden başkasıydık.
O mutluluk ânını çatlatan sözü söyleyen biz değildik, o
muhteşem unutuşu, sahip olduğumuz her şeyi değersiz
bulduğumuz gibi, değersiz bulup yere çalan biz değildik, biz
değildik bize yakınlaşan herkesi kendimizi aşağıladığımız için
aşağılayan.
O uzun ve imkânsız kaçışta, kendimize sürekli anlatmak
istediğimiz, içimizdeki yargıcıyı ikna edebilmek için sürekli
söylediğimiz hep aynıydı:
"Benim hayatımı mahveden ben değilim, onlar mahvetti
benim hayatımı."
Hayatımıza girmiş ve oradan "suçlu ilan edilmeden"
çıkmayı başarmış kaç kişi vardı?
Bu kadar çok suçlunun hayatımızda birikmesi bizi
kuşkulandırmıyor muydu, bunca suçlunun ancak bir
hapishanede bir araya gelebileceğini hiç düşünmüyor
muyduk?
Kuşkulanmasak ve düşünmesek bile seziyorduk.
Sisli bir sahranın dibinde bağdaş kurmuş Köhne bir
sfenksin çöllerde unutulmuş, Yapın vahşi, akşamları yükselir
sesin Şarkını batan güneşlere söylersin.
Unutuşun ve hatırlayışın atlarını batan güneşlere doğru
sürüyor, şarkımızı batan güneşlere söylüyorduk.
Atlarımız kendi hapishanemizin duvarları içinde, o
duvarlara çarpa çarpa, kendilerini ve bizi yaralaya yaralaya
koşuyorlardı.
Kendimizi bir başkası sanarak yaşıyor ve aslında kim
olduğumuzu asla tümden unutamıyorduk, kendimize doğru


sürükleniyor, en hayati anda birden kendimiz gibi davranarak
varlığımızdan intikam alıyorduk.
Bunun nedenini hep merak ediyor ama hiçbir zaman da tam
anlayamıyorduk.
Bir kiliseyi gezerken felç geçiren ve hayatı gibi ölüme
gidişi de sıkıntılı olan "Kötülük Çiçekleri"nin şairiyle birlikte
yalvarıyorduk o vakit.
Hadi şimdi nedenini aramayı bırakın Meraklı, güzel, tatlı
sesim, ne olur, sus artık.
Sussun diye içimizdeki o ses nasıl hasretle bekliyor, nasıl
sığınmaya çalışıyorduk unutuşlara ve hatırlayışlara.
Ama susmuyordu.
Sandığımızdan başka biri olduğumuzu zehir solur gibi
fısıldıyordu kulağımıza.
***



Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin