Kapak ve afiŞ tasarimi



Yüklə 1,3 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə11/19
tarix11.01.2017
ölçüsü1,3 Mb.
#5101
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   19

Bulgular ve Sonuç: Hareketsiz kalma süresinde, cinsiyet (p=0,051), 
uygulama (p=0,001), ve günlerin (p=0,000), etkileri; yüzme süresinde 
cinsiyet (p=0,002), ve uygulamanın (p=0,004), etkileri anlamlı bulunmuştur. 
Yüzme davranışında, ayrıca cinsiyet x uygulama x günlerin etkileştiği 
saptanmıştır (p=0,002). Birlikte değerlendirildiğinde, umutsuzluk davranışı 
açısından erkeklerin zorlu yüzme testinden dişilere göre daha fazla 
etkilendikleri ve daha az yüzerek daha fazla hareketsiz kalma davranışı 
gösterdikleri saptanmıştır. Fluoksetin uygulamasının umutsuzluk 
davranışını önlediği, nikotinin ise buna benzer bir etkisi olmadığı 
gözlenmiştir.  
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
92
 
P19 HİPERGLİSEMİNİN TONİK ELEKTRODERMAL AKTİVİTE 
PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİNİN STREPTOZOTOSİN  İLE 
DİABET OLUŞTURULMUŞ SIÇANLARDA İNCELENMESİ*  
 
N.B.Çomu, Ç.Özesmi, N.Dolu, C.Süer, A.Gölgeli  
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.  
nurdanc@erciyes.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada, Streptozotosin ile diabet oluşturulmuş 
sıçanlarda hipergliseminin Elektrodermal Aktivite (EDA) üzerine olan 
etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.  
 
Gereç ve Yöntem: Çalışmada, 5-6 aylık Spraque Dawley cinsi 14 adet 
erkek sıçan kullanılmıştır. Sıçanlar deney (n=7) ve plasebo (n=7) olmak 
üzere iki gruba ayrılmıştır. Deney grubu sıçanlara Streptozotosin (SZ) 
(60mg/kg), plasebo grubuna ise eşit hacimde serum fizyolojik 
intraperitoneal olarak verilmiştir. Her iki grupta da ağırlık, idrar glukozu, kan 
glukozu ve EDA ölçümleri yapılmıştır. Bu ölçümler SZ enjeksiyonundan 
önce (0.gün), enjeksiyondan sonra 1. ve 10.günlerde gerçekleştirilmiştir. 
EDA kayıtları, sıçanın arka extremitelerinin plantar yüzeylerine yerleştirilen 
0,8 cm çaplı iki Ag/AgCl elektrod vasıtasıyla kaydedilmiştir. Elektrodlar ile 
deri arasına agar-agar jeli konulmuştur. Deri iletkenlik düzeyleri, Deri 
iletkenlik ünitesi vasıtasıyla kaydedilmiştir. Deri iletkenlik ünitesinden elde 
edilen anolog sinyaller PC bilgisayara aktarılmış ve iki dakikalık uyaransız 
süre içerisinde alınan kayıtlardan tonik parametreler elde edilmiştir.  
 
Bulgular ve Sonuç: Plasebo ve deney grubunun ağırlık ve kan glukozu 
değerleri birbirleri ile karşılaştırılmış ve istatistiksel olarak anlamlı 
bulunmuştur (p<0,05). Plasebo grubunda tonik EDA parametrelerinin 
günlere göre kendi içinde yapılan istatistiksel değerlendirmesinde anlamlı 
bir farklılık bulunmazken; deney grubunda SCL (Deri İletkenlik Seviyesi) ve 
SCFr (Deri İletkenlik Dalgalanma oranı)’nin 10.gününde; 0.güne göre 
anlamlı derecede azaldığı saptanmıştır (p<0,05). Sonuç olarak, bu çalışma 
ile hipergliseminin on gün gibi kısa bir süre içerisinde sempatik deri 
cevabını etkilediği ve tonik EDA parametrelerindeki azalmaya neden olduğu 
gösterilmiştir. 
 
 
*Bu çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenen (SBAG-AYD-364 “101S181”) 
No’lu projenin bir bölümünü kapsamaktadır.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
93
 
P20 LEPTİN UYGULANAN SAĞLIKLI VE DİYABETİK SIÇANLARDA 
MİDENİN OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN DURUMU 
 
Ş.Gülen
1
, S.Dinçer
1
, S.Ercan
2
  
1
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.  
2
Akdeniz Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu; ANTALYA.  
sgulen@gazi.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Midede endojen olarak sentezi ve reseptörü olduğu bilinen 
leptinin streptozotosin (STZ) ile diyabet yapılmış  sıçanlarda mide 
malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GSH) düzeyleri üzerine etkisinin 
araştırılması amaçlanmıştır. 
 
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda ortalama ağırlıkları 248
±5,8 gr olan 28 
adet erkek Wistar Albino sıçan kullanıldı. Hayvanlar, diyabet olmayan 
(NDM)(n=14) ve STZ diyabetli (STZ-DM)(n=14) olarak iki ana gruba ayrıldı. 
STZ 55 mg/kg tek dozda olmak üzere intraperitoneal (i.p.) olarak uygulandı. 
7.günde açlık kan şekeri 300 mg/dl ve üzeri olan sıçanlar diyabetik kabul 
edildi. NDM ve STZ-DM gruplardaki hayvanların yarısına leptin (0,1 
mg/kg/gün fosfat tamponlu serum fizyolojik (PBS) içinde çözündürülerek) 
diğer yarısına aynı miktarda PBS 5 gün süre ile ve i.p. olarak uygulandı. 
Süre sonunda orta hat kesisi ile çıkarılan midelerde antrum, korpus ve 
fundusda geçen stripler MDA ve GSH düzeyleri çalışılana dek –20
°C’de 
saklandı. MDA ve GSH ölçümleri spektrofotometrik yöntemle yapıldı. 
İstatistiksel yöntem olarak Mann Whitney U testi uygulanarak p<0.05 değeri 
anlamlı kabul edildi.  
 
Bulgular ve Sonuç: STZ-DM’li PBS grubunda, NDM PBS’li gruba göre; 
MDA ve GSH düzeyleri farklı bulunmamıştır. Uyguladığımız doz ve 
süredeki leptin, NDM grupta mide MDA düzeylerinde anlamlı bir azalmaya 
neden olurken (p=0,026), GSH düzeylerini anlamlı bir farklılık 
yaratmamıştır. STZ-DM de leptin uygulaması, PBS uygulanan gruba göre 
anlamlı bir farklılık yaratmamıştır. Bununla birlikte STZ-DM leptin uygulanan 
sıçanlarda NDM leptin uygulanan gruba göre; mide MDA düzeyleri anlamlı 
olarak yüksek (p=0,015), GSH düzeyleri ise düşük (p=0,017) bulunmuştur.  
Sistemik uygulanan leptinin normoglisemik koşullarda mide lipid 
peroksidasyonunu azaltıcı etkisi hiperglisemik koşullarda 
gözlenmemektedir. Bu durum leptinin mide üzerindeki etkisinin glisemik ve 
oksidan koşullara göre değişebileceğini düşündürmektedir.  
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
94
 
P21 MİDE ÜLSERİNDE TGF
α UYGULAMASININ BEYİN ÜZERİNDEKİ 
KORUYUCU ETKİSİ 
 
K.G.Akbulut
1
, Ç.Özer
1
, B.Gönül
1
, G.Yetkin
2
, N.Çelebi
2
  
Gazi Üniversitesi, 
1
Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD;  
2
Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji AD; ANKARA.  
kgonca@gazi.edu.tr 
 
Giriş ve Amaç: TGF
α (Transforming Growth Factor) periferdeki etkileri 
yanısıra, Merkezi Sinir Sisteminde kök hücreleri ve astrositlerin 
diferensiyasyonunu ve proliferasyonunu uyarır ve postmitotik hücrelerin 
yaşam sürelerini uzatır. Bu çalışmada aspirin ile ülser oluşturulan 
sıçanlarda TGF
α uygulamasının korteks, beyin sapı ve serebellumdaki 
oksidatif stres ve antioksidan sistem üzerindeki etkisinin araştırılması 
amaçlanmıştır.  
Gereç ve Yöntem: 200±25 gramlık erkek Wistar sıçanlara 12 saat açlık 
sonrası 150 mg/kg dozda ve 1,5 ml 0,2 N HCl içinde intragastrik uygulama 
ile aspirin verildi; oluşan ülser alanları planimetri ile ölçüldü. I-Kontrol 
(uygulama yapılmadı ,K) II-Akut Ülser (AÜ), III-Kendi haline birakılan ülser 
(KHB), IV-Ülser+1,5ml/gün boş mikroemülsiyon uygulama (BME), V-
Ülser+10 µg/kg/gün TGF
α mikroemülsiyon formunda uygulama (TGFα). 
Akut grup aspirin uygulamasından 90 dk sonra diğer gruplar ise 3.günde 
feda edildiler. Beyin korteks, beyin sapı ve serebellum dokularında 
malondialdehid (MDA) ve glutatyon (GSH) çalışıldı. Veriler Mann-Whitney 
U testi ve Spearman korelasyon ile değerlendirildi. p<0,05 anlamlı kabul 
edildi.  
Bulgular: Kontrol korteks MDA’sında, AÜ ve KHB grupta anlamlı artış; 
TGF
α uygulaması sonunda ise azalma görülmüştür (p<0,05). Akut ülser 
grubuna ait beyin sapı MDA’sı KHB, BME ve TGF
α gruplarında anlamlı 
olarak artmıştır (p<0,05). Kontrol serebellum MDA’sı ise KHB grupta 
anlamlı olarak artarken, TGF
α uygulanan grupta anlamlı olarak azalmıştır 
(p<0,05). Kontrol korteks, beyin sapı ve serebellum GSH değerleri, KHB 
grupta en düşük saptanmıştır (p<0,05). Korteks ve serebellumda TGF
α 
uygulaması GSH düzeyini anlamlı olarak artırmıştır (p<0,05). Ülser alanı ile 
MDA ve GSH düzeyleri ilişkisi incelendiğinde ülser alanı azaldıkça korteks 
MDA’sı azalmakta ve buna karşılık GSH ise anlamlı olarak artmaktadır. 
Serebellumda yine paralel bir ilişki gözlenirken bu sonuçlarda anlamlılık 
sınırda kalmaktadır. Sonuçta, korteks stresten en fazla etkilenen beyin 
bölgesi olarak kabul edilirken, TGFα uygulamasının ülser iyileşmesini 
artırarak ve/veya direkt etki ile beyinde koruyucu fonksiyon yaptığı 
düşünülebilir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
95
 
P22 YAŞLANMADA BEYNİN FARKLI BÖLGELERİNİN OKSİDATİF 
STRES VE ANTİOKSİDAN DURUMUNUN BELİRLENMESİ* 
 
K.G.Akbulut, B.Gönül  
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.  
kgonca@gazi.edu.tr 
 
Giriş ve Amaç: Oksidatif stres genellikle yaş ile artar. Bu deneysel 
çalışmada yaşlanma sürecinde sıçanların beyinlerinin çeşitli bölgelerindeki 
(frontal, oksipital korteks ve serebellum) malondialdehid (MDA) ve glutatyon 
(GSH) düzeylerindeki değişikliklerin araştırılması amaçlanmıştır.  
 
Gereç ve Yöntem: Genç (4 aylık, n=10), orta yaşlı (14 aylık, n=8) ve yaşlı 
(20 aylık, n=8) Wistar erkek sıçanlar laboratuvar şartları altında 12 saat 
aydınlık–karanlık siklusunda 21 gün bekletildikten sonra dekapite edildiler. 
Oksidatif stresin göstergesi olarak MDA ve antioksidan olarak da GSH 
düzeyleri spektrofotometre ile ölçüldü.  
 
Bulgular ve Sonuç: Genç sıçanlarda frontal korteks ve serebellum MDA 
düzeyleri orta yaşlılara göre anlamlı olarak yüksek bulundu (sırasıyla, 
2,80±0,49 nmol/g vs 7,28±1,35 nmol/g, p= 0,002, 2,23±0,34 nmol/g vs 
3,95±0,63 nmol/g, p=0,046).  Oksipital kortekste iki grup arasında anlamlı 
farklılık saptanmadı. Yine genç grupta frontal, oksipital korteksler ve 
serebellum MDA değerleri yaşlı gruba göre anlamlı olarak düşüktü 
(sırasıyla, 2,80±0,49 nmol/g vs  28,78±2,93 nmol/g, p=0,001,  2,56±0,56 
nmol/g vs 32,81±5,57 nmol/g, p= 0,002, 2,23±0,34 nmol/g 6,84±0,84 
nmol/g, p=0,001).Orta yaşlı grubun frontal ve oksipital korteks ile 
serebellum MDA değerleri de yaşlı gruba göre daha düşük idi (sırasıyla, 
7,28±1,35  nmol/g vs 28,78±2,93 nmol/g, p=0,001; 5,12±1,71 nmol/g vs 
32,81±5,57 nmol/g, p=0,021, 3,95±0,63 nmol/g vs 6,84±0,84 nmol/g 
p=0,004). Frontal ve oksipital korteks ile serebellum GSH düzeyleri 
açısından genç grupta orta yaşlı grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. 
Genç ve orta yaslı grupta incelenen frontal (1,68±0,12 µmol/g, 
1.66±0.71µmol/g) ve oksipital korteks (1,62±0,10 µmol/g, 1,52±0,05 
µmol/g) ile serebellum (1,81±0,10 µmol/g, 1,50±0,07 µmol/g) GSH 
düzeyleri yaşlı (0,85±0,08 µmol/g, 0,72±0,06 µmol/g, 0,71±0,06 
µmol/g)gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,005). Sonuç olarak, 
yaşlanma sürecinde frontal korteksdeki serbest radikal artışı ve antioksidan 
savunma mekanizmasının azalması korteksi ilgilendiren demans, 
Alzheimer vb hastalıkların patogenezinde rol oynayabileceği düşünüldü.  
 
*Bu çalışma Gazi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından desteklenmiştir. 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
96
 
P23 VİTAMİN E’NİN ERİTROSİTLERDE SODYUM NİTROPRUSSİD  İLE 
İNDÜKLENMİŞ OKSİDATİF HASARDA BOZULAN DEFORMABİLİTE 
ÖZELLİĞİ ÜZERİNE ETKİLERİ 
 
M.B.Yerer, H.Yapışlar, S.Aydoğan  
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.  
eczbetul@yahoo.com 
 
Giriş ve Amaç: Serbest radikallerden biri olduğu bilinen nitrik oksit (NO), 
lipid peroksidasyonu yoluyla membran yapısını bozarak, eritrositlerin 
deformabilite özelliklerini etkilemektedir. Amacımız, nitrik oksit donörü olan 
sodyum nitropussid (SNP) ile indüklenen oksidatif streste vitamin E’nin 
antioksidan etkileri ve bunun eritrosit deformabilitesi ile ilgisini araştırmaktır.  
Gereç ve Yöntem: Çalışma, her biri 10’ar adet Swiss Albino sıçandan 
oluşan 4 grup üzerinde gerçekleştirildi. Gruplar, kontrol grubu, 10 mg/kg i.p. 
SNP, SNP + Vit E (10 mg/kg, i.p) ve SNP+L-NAME (10 mg/kg, i.p) 
uygulanan gruplardan oluşmuştur. Eritrosit süspansiyonlarında; eritrosit 
deformabilitesinin göstergesi olarak, rölatif filtrasyon hızı (RFR), rölatif 
filtrasyon zamanı (RFT) ve Rölatif direnç (Rrel) ölçülmüştür. Ayrıca NO 
düzeyleri, lipid peroksidasyonunun göstergesi olarak malondialdehid (MDA) 
düzeyleri ve antioksidan enzimlerden Glutatyon peroksidaz (GPx), 
Süperoksit Dismutaz (SOD) ve katalaz (CAT) enzim aktiviteleri de 
ölçülmüştür.  
Bulgular ve Sonuç: SNP uygulanan sıçanların eritrositlerinde RFT ve Rrel 
değerleri kontrole göre anlamlı derecede yüksek iken, RFR değerleri düşük 
bulunmuştur (p<0,05). L-NAME ve Vit E’nin verilmesi ise RFT ve Rrel’deki 
yükselmeyi ve RFR’deki düşüşü önemli derecede önlemiştir. SNP 
uygulanan grupta NO düzeylerindeki artışa (p<0,05) paralel olarak, lipid 
peroksidasyonu da artmış (p<0,01), ancak Vit E ile daha belirgin olmak 
üzere, bu etkiler önlenmiştir (p<0,001). Ayrıca antioksidan enzimlerden GPx 
aktivitesi SNP uygulaması ile değişmezken, SOD ve CAT aktiviteleri kontrol 
grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Vit E uygulaması ile 
GPx aktivitesi tetiklenirken, SOD ve CAT aktivitelerinde anlamlı (p<0,01) bir 
düşüş gözlenmiştir. Sonuç olarak, SNP uygulaması ile NO düzeylerindeki 
artışa paralel olarak lipid peroksidasyonun ve antioksidan enzim 
aktivitelerinin artması, eritrositlerin deformabilite özelliklerinin bozulması ile 
sonuçlanmıştır. Ancak Vit E, SNP uygulaması ile oluşan bu oksidatif 
hasarda gerek NO düzeyleri gerekse lipid peroksidasyonu ve antioksidan 
enzimler üzerinden gösterdiği etkiler ile eritrositlerin deformabilite 
özelliklerini olumlu yönde etkilemiştir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
97
 
P24 BEHÇET HASTALARINDA ERİTROSİTLERDE LİPİD 
PEROKSİDASYONU 
İLE DEFORMABİLİTE ÖZELLİKLERİNDEKİ 
DEĞİŞİKLİKLER 
 
H.Yapışlar, M.B.Yerer, M.Aşçıoğlu, S.Aydoğan  
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.  
hande@erciyes.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Olgun eritrositler, oksijen taşımak üzere ileri derecede 
özelleşmiş hücrelerdir. Deformabilite, bu hücrelerin dinamik bir özelliğidir. 
Oksidatif hasar sonucu oluşan lipid peroksidasyonun, eritrositlerin 
membran özelliklerini olumsuz yönde etkilediği de bilinmektedir. Behçet 
Hastalığı multisistemik bir hastalık olup, bu hastalıkta oksidatif hasarın 
arttığını gösteren bazı araştırmalar vardır. Amacımız, Behçet hastalarında 
eritrositlerde lipid peroksidasyonu düzeylerini ölçmek ve bununla ilişkili 
olarak eritrositlerin deformabilite özelliklerindeki değişiklikleri araştırmaktır.  
 
Gereç ve Yöntem: Çalışma 15 aktif, 15 remisyon döneminde bulunan 30 
Behçet hastası ile sağlıklı, yaş ve cinsiyet açısından hasta gruplarıyla 
uyumlu 15 gönüllü üzerinde yapılmıştır. Bireylerden 5 cc’lik kan örnekleri 
alınmış ve hematokritleri %5 olacak şekilde PBS tamponu içinde eritrosit 
süspansiyonları hazırlanmıştır. Eritrositlerin deformabilite özellikleri 10 
cmH
2
O sabit basınç altında 5 µm por çaplı polikarbonat filtreler kullanılarak 
filtrometre yöntemiyle ölçülmüştür. Eritrositlerde lipid peroksidasyonu ise 
lipid peroksidasyonunun ürünü olan malondialdehit (MDA) düzeylerinin 532 
nm’de spektrofotometrik olarak ölçülmesiyle tespit edilmiştir.  
 
Bulgular ve Sonuç: MDA’nın aktif ve remisyonda bulunan hasta 
gruplarında kontrole göre anlamlı düzeyde arttığı (p<0,01), aktif hasta 
grubuyla remisyondaki hasta grubu birbiriyle karşılaştırıldığında ise aktif 
grupta, remisyon grubuna göre anlamlı bir artış olduğu görülmüştür 
(p<0,01). Behçet hastalarında eritrositlerin filtre olabilme özelliğinin 
bozulduğu, RFR’nin (rölatif filtrasyon oranı) her iki hasta grubunda kontrole 
göre azaldığı (p<0,01), RFT’nin (rölatif filtrasyon zamanı) ise her iki hasta 
grubunda da kontrole göre uzadığı gözlenmiştir (p<0,01). Aktif ve remisyon  
hasta grupları arasında anlamlı bir fark görülememiştir. Rrel (rölatif direnç) 
değerlerinde ise her üç grup açısından da istatistiksel olarak önemli bir 
değişiklik kaydedilmemiştir. Sonuç olarak, hasta gruplarında RFR’nin ve 
RFT’nin kontrole göre anlamlı derecede farklı olmaları, Behçet hastalarında 
eritrosit deformabilitelerinin bozulduğunun bir göstergesidir. Behçet 
hastalarında, oksidatif hasar sonucu MDA düzeylerindeki artışın, eritrosit 
deformabilitesindeki bozulmanın nedeni olabileceğini düşündürmektedir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
98
 
P25 BEHÇET HASTALIĞININ AKTİF VE REMİSYON DÖNEMLERİNDE 
TROMBOSİT AGREGASYONU VE NİTRİT SEVİYELERİNİN 
KARŞILAŞTIRILMASI 
 
H.Yapışlar
1
, M.B.Yerer
1
, Ö.Aşçıoğlu
2
, S. Aydoğan
1
  
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 
1
Fizyoloji ve 
2
Dermatoloji AD; KAYSERİ.  
hande@erciyes.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Behçet hastalığı multisistemik bir hastalık olup, hastalarda 
yüzeyel veya derin ven trombozları, arteryal anevrizmalar ve tıkanmalar 
görülebilmektedir.Behçet hastalarında bu trombotik riskin nedeni tam 
anlaşılamamıştır. Tromboz olayından sorumlu tutulan faktörlerden birisi 
trombosit fonksiyonlarındaki anormal değişiklikler, bir diğeri ise endotel 
yüzeyindeki fonksiyon bozuklukları olabilir. Nitrik oksit (NO) sentezi damar 
endotel hücrelerinin önemli fonksiyonlarından biridir, vazodilatasyondan 
olduğu kadar trombosit agregasyonunun inhibisyonundan da sorumlu 
tutulmaktadır. Amacımız, Behçet hastalarında NO düzeylerindeki 
değişikliklerin göstergesi olarak nitrit seviyeleri ile trombosit agregasyonu 
arasında korelasyon olup olmadığını saptamak ve hastalığın aktif ve 
remisyon dönemlerini bu açıdan karşılaştırmaktır.  
 
Gereç ve Yöntem: Çalışma, 18-50 yaş grupları arasında, 15 aktif, 15 
remisyon döneminde olan her iki cinsten, toplam 30 Behçet hastası ile 
kontrol grubunu oluşturan 15 sağlıklı kişiden alınan kan örneklerinde 
gerçekleştirilmiştir. Nitrik oksit miktarları, plazma örneklerinde total nitrit 
miktarlarının ölçülmesi esasına dayanan Griess yöntemi ile tesbit edilmiştir. 
Trombosit agregasyonları ise kan örneklerininden hazırlanan TZP 
(trombositten zengin plazma) ve TFP (trombositten fakir plazma) 
kullanılarak Born’un turbidometrik yöntemi kullanılarak Chrono-log 
agregometresinde ölçülmüştür.  
 
Bulgular ve Sonuç: Trombosit agregasyonu, gerek aktif gerekse remisyon 
dönemi Behçet hastalarında sağlıklı kontrol grubu bireylere göre anlamlı 
derecede artmıştır (p<0,01). Bu artışın remisyon dönemi hastalarında, aktif 
dönemdekilere göre anlamlı derecede fazla olduğu gözlenmiştir. Hasta 
gruplarında gözlenen trombosit agregasyonundaki artışların aksine, plazma 
nitrit seviyeleri remisyon grubunda daha da belirgin olmak üzere önemli 
derecede düşüş göstermiştir (p<0,01). Sonuç olarak, Behçet hastalarında 
görülebilen tromboz riski ile ilgili olarak, damar endotelinden NO 
salgılanması azalmakta, trombosit agregasyonu ise artmaktadır. Bu iki 
parametre arasındaki ilişkinin, remisyon dönemindeki hastalarda daha fazla 
önem kazandığını düşünmekteyiz.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
99
 
P26 DİYABETİK SIÇANLARDA SİSTEMİK LEPTİN UYGULAMASININ 
AORT DÜZ KAS CEVAPLARINA ETKİSİ 
 
Ç.Özer
1
, Ş.Gülen
1
, E.Dileköz
2
, A.Babül
1
  
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 
1
Fizyoloji ve 
2
Farmakoloji AD; ANKARA.  
ozercigdem@yahoo.co.uk 
 
Giriş ve Amaç: Spesifik reseptörleri aracılığı ile gerek santral sinir sistemi, 
gerekse periferik dokularda etkili olduğu bilinen leptinin; streptozotosin 
(STZ) ile diyabet yapılmış  sıçanlarda aorta halkalarında kasılma ve nitrik 
oksit bağımlı gevşeme yanıtlarına olan etkisinin incelenmesi amacı ile bu 
çalışma planlanmıştır.  
 
Gereç ve Yöntem : Çalışmada ağırlıkları 250±5 g olan erkek Wistar Albino 
sıçanlar kullanılmıştır. Sıçanlar diyabet olmayan kontrol grubu ve STZ ile 
diyabet yapılmış grup olarak iki gruba ayrılmıştır. STZ 55 mg/kg i.p tek doz 
olarak verilmiş, 7.günde açlık kan şekeri 300 mg/dl ve üzeri olanlar 
diyabetik olarak kabul edilmiştir. Diyabetik ve kontrol grubunun yarısına 
fosfat tamponlu serum fizyolojik içinde çözünen leptin 0,1 mg/kg/gün, diğer 
yarısına da çözücü, 5 gün süre ile i.p. yoldan verilmiştir. Süre sonunda 
aorta izole edilmiş, etraf dokulardan temizlenerek halka şeklinde kesilmiş, 1 
g başlangıç gerimi verilerek 1 saat bekletilmiştir. Aort halkalarının bir 
grubunda fenilefrin konsantrasyon yanıt eğrileri alınmış, bir grubunda da 
halkalar fenilefrin ile submaksimal (maksimumun %70-80’i) kasıldıktan 
sonra asetilkolinin (ACh) gevşeme yanıtları elde edilmiştir.  İstatistiksel 
analiz Annova ve MannWhitney U testi ile yapılarak, p<0,05 anlamlı kabul 
edilmiştir.  
 
Bulgular ve Sonuç : Fenilefrinin konsantrasyon bağımlı kasılma 
yanıtlarının diyabetik grupta anlamlı olarak arttığı belirlenmiştir. Leptinin de 
kontrol grubunda ve diyabetik gruplarda anlamlı olarak kasılma yanıtlarını 
artırdığı saptanmıştır. Fenilefrin ile submaksimal kasılmış aort halkalarında 
ACh, konsantrasyon bağımlı gevşemeye neden olmuş, diyabetik grupta bu 
gevşeme yanıtları anlamlı olarak azalmıştır. Leptin gerek kontrol gerekse 
diyabetik aortlarda ACh gevşemelerini potansiye etmiştir. Sonuç olarak; 
leptin diyabetik olan ve olmayan sıçan aort halkalarında gerek gevşeme, 
gerekse kasılma yanıtlarını anlamlı olarak artırmaktadır.  
 
 
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
100
 
P27 KRONİK TOLUEN İNTOKSİKASYONUNDA PERİFERİK SİNİR 
SİSTEMİ HASARI  
 
Ö.Coşkun
1
, Ş.Öter
2
, A.Korkmaz
2
, F.Armutçu
3
  
Karaelmas Ün., Tıp Fak., 
1
Histoloji-Embr., 
3
Biyokimya AD; ZONGULDAK.  
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.  
omercoskun1970@hotmail.com  
 
Giriş ve Amaç: Günümüzde organik uçucu maddelerin kötüye kullanımı 
tüm dünyada bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. Yapıştırıcılar, boya 
çözücüler, yağ ve leke çıkarıcıları, oda ve saç spreyleri, deodorantlar, 
kozmetik maddeler gibi endüstriyel  ürünlerde kullanılan organik uçucu 
maddeler geniş bir kimyasal spektruma sahiptir. Uçucu maddelerin 
kullanımına bağlı çok sayıda sistemik ve sinir sistemi patolojileri 
bildirilmiştir.
 
Aromatik bir hidrokarbon olan toluen, kötüye kullanım için en 
yüksek potansiyele sahiptir. Bu çalışmada amacımız; toluenin periferik sinir 
sistemine etkilerinin elektron mikroskobik ve biyokimyasal olarak 
değerlendirilmesidir.  
Gereç ve Yöntem: Deney için her bir grupta 10 adet 150-250 g 
ağırlığındaki Wistar türü sıçanlar kullanıldı. Grup 1’deki deneklere hiçbir 
uygulama yapılmadı. Grup 2’deki deneklere 3000 ppm toluen, 8 saat/gün, 6 
gün/hafta olmak üzere 16 hafta uygulandı. Deney 16 hafta sonra 
sonlandırıldı. Histolojik ve biyokimyasal çalışmalar için uygun teknikler 
kullanılarak periferik sinir dokusu çıkarıldı. Alınan doku örnekleri %2’lik 
glutaraldehit ile tespit edildi. Elektron mikroskop takip aşamalarından 
geçirildi ve resimleri çekildi. Biyokimyasal değerlendirmeler için ise dokuda 
süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz, katalaz ve plazma 
malondialdehit (MDA) düzeyleri ölçüldü.  
Bulgular ve Sonuç: Periferik sinirlerin elektron mikroskobik incelemesinde 
endonöriumda ödem, endonöral iskeleti oluşturan kollagen liflerde 
akümülasyon, aksonlarda dejenerasyon, ve nörotubulus akümülasyonu 
görüldü. Periferik sinirde meydana gelen hasar en çok myelin kılıfta 
gözlendi. Biyokimyasal incelemelerde ise glutatyon peroksidaz ve MDA 
düzeyleri anlamlı olarak artarken, katalaz düzeyleri hafif yüksek bulundu. 
Süperoksit dismutaz düzeyleri ise anlamlı olarak düştü. Toluenin nörotoksik 
mekanizması tam olarak bilinmemektedir, ancak lipofilik özelliğinden dolayı 
hücre duvarının lipid yapısını ve miyelin kılıfını etkilediği düşünülmektedir. 
Çalışmamızda toluenin periferik sinirlerde dejenerasyona yol açtığı ve 
bunun elektron mikroskobik bulguları gösterilmiştir. Biyokimyasal olarak 
MDA düzeyinin artması ve antioksidan enzimlerdeki değişiklikler bunun 
serbest radikal hasarına bağlı olabileceğini düşündürmektedir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
101
 
P28 K
1
, K
2
 VE K
3
  VİTAMİNLERİNİN SIÇAN GLİOMA VE İNSAN 
GLİOBLASTOMA MULTİFORME HÜCRE ÇOĞALMASINA  İN VİTRO 
ETKİLERİ 
 
P.Öztopçu
1
, S.Kabadere
2
, A.Mercangöz
1
, R.Uyar

Osmangazi Üniversitesi, 
1
Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü;  
2
Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ESKİŞEHİR.  
poztopcu@ogu.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Glioblastoma multiforme astrositomalar içinde beyin 
dokusuna hızla yayılan, yıkıma uğratan ve sinir sisteminde görülme sıklığı 
yüksek beyin tümörlerindendir. K vitaminlerinin özellikle insan kanser 
hücreleri üzerinde çoğalmayı engelleyici etkisinin olduğu in vitro ve in vivo 
çalışmalarla gösterilmiştir. K vitaminlerinin sıçan glioma (C6) ve insan 
glioblastoma multiforme hücrelerinin çoğalması üzerindeki etkisini 
karşılaştıran bir çalışmaya rastlamadık.  
 
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda K
1
, K
2
 ve K
3
 vitaminlerinin C6 ve 
hastalardan alınan insan glioblastoma multiforme hücrelerinin çoğalması 
üzerindeki etkilerini araştırdık. C6 ve insan glioma hücrelerini 37 
o
C,
 
%95 
nem ve %5 CO
2
 bulunan in vitro ortamda çoğalttık. 100, 250, 500, 750 ve 
1000 µM dozlarındaki K
1
 ile K
2
 vitaminlerinin ve 1, 10, 25, 50, 75 ve 100 µM 
dozlarındaki K
3
 vitamininin hücre çoğalması üzerindeki etkilerini 24 saat ilaç 
uygulamasının sonunda MTT yöntemi ile belirledik. Sonuçların istatistiksel 
değerlendirilmesini tek yönlü varyans analizi ardından Tukey’s çoklu 
karşılaştırma yöntemi ile yaptık.  
 
Bulgular ve Sonuç: K
1
 vitamininin C6 ve insan glioma hücrelerinin 
çoğalması üzerinde herhangi bir etkisini gözlemedik. K
2
 vitamini C6 hücre 
çoğalması üzerinde etki göstermemesine rağmen insan glioma hücreleri 
üzerinde doza bağlı olarak çoğalmayı baskıladığını belirledik. IC
50
 değeri 
hücre çoğalmasını %50 oranında baskılayan dozdur. K
2
 vitaminin insan 
glioma hücrelerindeki IC
50 
değerlerini sırasıyla 960 ve 970 µM olarak 
hesapladık. K
3
 vitamininin C6 ve insan glioma hücreleri üzerindeki IC
50
 
değerlerini ise sırasıyla 41, 24 ve 23 µM olarak belirledik. K
3
 vitaminin, K
1
 
ve K
2
 vitaminlerine oranla hücre çoğalması üzerinde daha etkili olduğu ve 
K
3
 vitaminine karşı insan glioma hücrelerinin daha hassas olduğunu 
belirledik. K
3
 vitamininin düşük dozda antiproliferatif etki göstermesi 
nedeniyle tedavi amacıyla ileride belki antikanser ilaç olarak 
kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Ayrıca çalışmamızın bu vitaminlerle ilgili 
yapılacak yeni çalışmalara ışık tutacağına inanmaktayız. 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
102
 
P29  MESOBUTHUS GİBBOSUS (BUTHIDAE) AKREP VENOMUNUN 
KARDİYOVASKÜLER ETKİLERİNİN İNCELENMESİ  
 
C.Taş, Z.Taş, A.Ulusoy, M.A.Onur, A.Tümer 
Hacettepe Ün., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji BD; ANKARA.  
tcanan@hacettepe.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Türkiye’de bulunan 13 akrep türünün içinde en geniş 
yaşam alanına sahip olan M.gibbosus türü akrepler, bilhassa ülkemizin 
Batı–Güney Batı kesimlerinde öldürücü olmamakla birlikte halk sağlığı için 
rahatsızlık verici boyutlarda etki göstermektedir. Ülkenin genelindeki 
populasyon yoğunluğu dolayısıyla, etkisi altındaki insan sayısındaki doğru 
orantılı ilişki göz önüne alındığında M.gibbosus türü akreplerin kalp-damar 
sistemi üzerindeki etkilerinin sunulduğu bu çalışma diğer fizyolojik 
etkilerinin aydınlatılmasında da bir ışık tutacaktır.  
 
Gereç ve Yöntem: Elektriksel stimülasyon yoluyla akreplerden elde edilen 
ham venom, liyofilize edildikten sonra belirli konsantrasyonlarda 
uygulanmıştır. 200
±20 g vücut ağırlıklı Wistar cinsi erkek sıçanların 
kullanıldığı deneylerde 0,125 
µg/ml i.v. venom enjeksiyonunun sıçan 
arteriyel kan basıncı, EKG  ve vücut sıcaklığına etkileri gözlenmiştir. Bu 
etkilerin sırasıyla birer alfa ve beta blokörü olan fenoksibenzamin ve 
propranolol varlığında nasıl değiştikleri araştırılmış, elde edilen verilerle 
venomun etki mekanizması aydınlatılmaya çalışılmıştır. Deneylerde sıçan 
arteriyel kan basıncı karotid arterden Statham force transdüseri ile alınarak 
EKG ve vücut sıcaklığı ölçümleri ile birlikte Biopac data acquisition sistemi 
yoluyla bilgisayara aktarılarak kaydedilmiştir. Sonuçlar Biopac Student Lab 
Pro version 3.6.6. programı ile görüntülenmiş ve değişimler ölçülmüştür.  
 
Bulgular ve Sonuç: Sunulan bu çalışmada M. gibbosus akrep venomunun 
i.v. enjeksiyonunun kan basıncında venom konsantrasyonuna bağımlı 
olarak önemli bir artışa neden olduğu belirlenmiştir. Bu etkinin alfa ve beta 
adrenerjik reseptör blokerleri aracılığıyla azaldığı düşünülmekte ve 
çalışmalara devam edilmektedir.  
 
 
 
 
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
103
 
P30 YÜKSEK İRTİFANIN KISA VE UZUN DÖNEM İÇİNDE SOLUNUM 
PARAMETRELERİNE OLAN ETKİLERİNİN İNCELENMESİ 
 
C.Taş, A.Gürpınar, M.A.Onur, A.Tümer  
Hacettepe Ün., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji BD; ANKARA.  
tcanan@hacettepe.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Sporun ve spor dallarının kişi üzerinde akciğer 
parametrelerini etkilemesi ve değiştirmesi birçok araştırmaya konu 
olmuştur. Ülkemizde bu konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmış olmasına 
karşın yüksek irtifa fizyolojisi ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. HAPE (High-
Altitude Pulmonary  Edema) ve serebral ödem, akut dağcılık hastalıkları 
içinde en önemli olanlardır. Yapılan çalışmalar, klinik ve hemodinamik 
verilerle desteklenmektedir. Hastalığın temelinde yatan patofizyolojik 
mekanizmalar halen aydınlatılmaya çalışılmaktadır.  
 
Gereç ve Yöntem: Ülkemizde amatör olarak dağcılık sporuyla uğraşan, yıl 
içinde belirli sayıda orta irtifaya çıkan 18-28 yaş grubu arasındaki sporcular, 
iki yıl boyunca gözlenmişlerdir. İrtifanın kısa (12 ay) ve uzun (24 ay) dönem 
içerisinde solunum parametrelerinde ortaya çıkardığı değişimler 
incelenmiştir. Çalışmaya dağcılık sporu ile amatör olarak ilgilenen 150 kişi 
alınmıştır, ancak iki yıllık süreyi sadece 12 kişi tamamlayabilmiştir. 
Deneklerin dağcılık sporuna başlamadan önce ve başladıktan sonraki 12 
ve 24.aylara ait akciğer (FEV
T
-Zamanlı Ekspirasyon Hacmi; %FEV
T
-
Zamanlı Ekspirasyon Hacmi Yüzde Değişiklik; VK-Vital Kapasite) ve kan 
parametreleri (hematokrit, hemoglobin, lökosit, eritrosit) ölçülmüş ve 
karşılaştırılmıştır. Elde edilen veriler, Wilcoxon Eşleştirilmiş İki Örnek Testi 
ile değerlendirilmiştir.  
 
Bulgular ve Sonuç: 24 ay sonrasında, FEV
T
 3215,33’den 3366,67’ye 
yükselmiştir. 12 ay sonrası ve 24 ayın sonunda ölçülen FEV
T
 ve %FEV
T
 
değerleri (p<0,05) anlamlı bir artış göstermiştir. Sonuç olarak yüksek irtifa 
etkisiyle akciğer kapasitelerinde FEV
T
 değerlerinin beklendiği  şekilde bir 
artış göstermesi, yüksek irtifaya bağlı pulmoner ödemin etkisi olarak 
değerlendirilmiştir. Yüksek irtifa pulmoner ödeminin patofizyolojik 
mekanizmalarına iki yönlü bir yaklaşım vardır: pulmoner arteriyel 
hipertansiyon (PAH) ve intraalveolar ödem. Yüksek irtifada bulunan 
kişilerde PAH koşullarında ince çeperli preterminal arterioller açılarak 
pulmoner arter ve kapillerle doğrudan bağlantı kurarlar. Bu arteriolokapiller 
kısa yol PAH’nın kılcallara geçmesine neden olur.  
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
104
 
P31 SIÇANLARIN SOLEUS KASINDA OLUŞTURULAN İSKEMİNİN KAS 
LİFLERİ VE ANJİYOJENEZİSi ÜZERİNE ETKİLERİ 
 
D.Deveci  
Cumhuriyet Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; SİVAS.  
devecid@yahoo.com  
 
Giriş ve Amaç:  İskemik kaslarda anjiyojenezisin oluştuğunu bildiren 
çalışmaların yanında oluşmadığını bildiren çalışmalar da bulunmaktadır. 
Daha önceki çalışmamızda glikolitik kasta anjiyojenezisin oluşmadığı, fakat 
kas lif çaplarının büyük olduğu alanlarda oluştuğu gösterilmişti. Bu çalışma 
da ise oksidatif kas soleusun iskemiden daha fazla etkilenebileceği 
varsayılarak, kas içerisinde kas lifi çeşitleri ve/veya çapları dikkate alınarak 
inceleme yapıldı.  
 
Gereç ve Yöntem:  Ağırlıkları 250-300 g olan Wistar erkek sıçanların 
anestezi altında sol iliak arterleri bağlanarak iskemi oluşturuldu ve 
kontralateral kaslar kontrol grubu olarak kullanıldı (n=5). Üç gruptaki 
hayvanlar (hepsi için n=5) 2., 4., ve 6.haftalarda aşırı doz anestezi ile 
öldürüldü ve sonra iskemik ve kontralateral bacaktaki soleus (SOL) alındı, 
tartıldı ve soğuk azot gazında donduruldu. Kriyostat ile alınan kesitler, 
kapillerleri saymak için alkalen fosfataz ile kas liflerini ayırt etmek için ise 
süksinik dehidrojenaz ile boyandılar. Kapillerler ve kas lifleri ışık 
mikroskobunda sayıldı ve kapillerlerin liflere oranı (K/L), kapillerlerin 
yoğunluğu (KY, mm
-2
), liflerin enine kesit alanı (LEKA, µm
2
) ve oksijen 
difüzyon mesafesi (ODM, µm) hesaplandı.  
 
Bulgular ve Sonuç:  İskemik kasların kütlesinde anlamlı bir değişiklik 
yoktu. SOL’a bütün olarak bakıldığında 6 haftalık iskemiden sonra 
anjiyojenezisin oluştuğu görüldü (K/L 2,46±0,08–3,15±0,11, p<0,01, 
ANOVA). 4. ve 6.haftalarda KY artarken ODM azaldı (4.hafta için KY, 
345±12–446±14, p<0,001; ODM, 19,8±0,3–17,5±0,3, p<0,001); (6.hafta için 
KY, 363±15–458±22, p<0,01; ODM, 19,4±0,4–17,8±0,4, p<0,05). İskemik 
kasın LEKA’sında anlamlı atrofi ise sadece 4. haftada gözlendi. İskemik 
kasta bölgesel farklılıklara bakıldığında anlamlı değişiklik görülmedi 
(p>0,05). Bu sonuçlar; tüm kasa bakıldığında iskemiden dolayı 
anjiyojenezisin ancak 6 haftalık bir süreden sonra oluştuğunu ve daha kısa 
süreli iskeminin anjiyojenezisi stimüle etmede yeterli olamadığını 
göstermektedir. Bunda LEKA’nın bifazik olarak atrofiye olup (4.haftada) 
tekrar eski çapına dönmesinin etkisi olabilir. Bütün bunlar LEKA ve/veya 
ODM’nin anjiyojenezisin iskemik ya da hipoksik koşullarda stimüle 
edilmesinde etkili olduğunu yansıtabilir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
105
 
P32 AÇIK KALP CERRAHİSİNDE HEPARİN KAPLI 
KARDİYOPULMONER BYPASS SİSTEMLERİ VE APROTİNİN 
KULLANILMASININ KAN DRENAJI, KAN TRANSFÜZYONU VE 
FİBRİNOJEN DÜZEYLERİNE ETKİLERİ. 
 
A.Uslu, R.Yiğit  
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL.  
atillauslu_itf@hotmail.com  
 
Giriş ve Amaç: Günümüzde kalp hastalıklarının büyük bir kısmının cerrahi 
tedavisinde, Heparin Kaplı Olmayan (HKO) kardiyopulmoner bypass (KPB) 
sistemleri kullanılmaktadır. KPB sırasında hasta kanın KPB sistemi yüzeyi 
ile teması sonucunda, pıhtılaşma proteinleri ve kan hücreleri aktive olur. 
Kontakt fazla indüklenen plazmin, fibrinolitik sistemi aktive eder. Fibrinojen 
KPB sistem yüzeyine yapışarak azalır. Aprotinin plazma inhibitörü olarak 
fibrinojeni korur. KPB trombositleri aktive eder, disfonksiyonundan sorumlu 
granüllerin salınmasını artırır. Ayrıca GPIb ve GPIIb/IIIa miktarlarıda 
azalmaktadır. Aprotinin GPIb’deki azalmayı da önlemektedir. Aprotinin tüm 
bu koruyucu etkileriyle birlikte Heparin kaplı (HK) KPB sistemlerinde 
kullanılması, KPB’dan kaynaklanan fibrinojen kaybı, postoperatif kan 
drenajı ve buna bağlı olarak kan transfüzyonu ihtiyacına etkileri araştırmaya 
yönelik bu çalışmayı gerçekleştirdik.  
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Koroner Arter Bypass Grefti ve Kalp Kapak 
Replasmanı uygulanan 45 hasta üzerinde gerçekleştirildi: Kontrol grubu 
(n:15) -  (HKO)KPB Sistem, 1.deney grubu (n:15) -  (HKO)KPB 
Sistem+Aprotinin(Trasylol) ve 2.deney grubu (n:15) -  (HK)KPB 
Sistem+Aprotinin(Trasylol). Kontrol grubu hariç, diğer 2 gruptaki hastalara 
preop, operatif ve postop olarak toplam 3x1.000.000 KIU Aprotinin verildi. 
Postop kan drenajı ve kan transfüzyonu miktarları takip edildi. Fibrinojen 
analizi; preop(1), operatif(2), postop(5) olmak üzere 8 evrede yapıldı.  
Bulgular ve Sonuç: Kan drenajı değerleri (HKO)KPB grubunda; 
13,47±4,26, (HKO)KPB+Apr. grubunda; 10,54±3,21 ve (HK)KPB+Apr. 
grubunda ise 6,58±2,19 cc/kg/hasta olarak bulunmuştur. Benzer bir sonuç 
tan transfüzyonu düzeylerinde de görülmüştür: (HKO)KPB grubunda 
10,19±4,36, (HKO)KPB+Apr. grubunda; 7,34±2,17 ve (HK)KPB+Apr. 
grubunda 4,22±2,41 cc/kg/hasta. Her iki çalışmada da, gruplar arasındaki 
fark istatistiksel olarak anlamlı ve düşük bulunmuştur p<0,05. Fibriniojen 
düzeyleri bakımından (HKO)KPB ile (HK)KPB+Apr. grubu arasında; sadece 
3-7.evreler arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar bulunmuştur 
(p<0,05). Sonuç olarak; HKS+Aprotinin birlikte kullanıldığı vakalarda, 
fibrinojenin daha iyi korunduğunu, fibrinojen kaybı, postoperatif kan drenajı 
ve buna bağlı olarak kan transfüzyonu ihtiyacının önemli ölçüde 
azaltılabilineceğini düşünmekteyiz.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
106
 
P33 UYKU APNESİNİN KARDİYOPULMONER EGZERSİZ KAPASİTESİ 
ÜZERİNE ETKİLERİ 
 
L.Öztürk
1
, G.Metin
1
, Ç.Çuhadaroğlu
2
, A.Utkusavaş

, B.Tutluoğlu
3
  
İstanbul Ün., Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, 
1
Fizyoloji, 
3
Göğüs Hastalıkları AD;  
2
İstanbul Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları AD; İSTANBUL.  
leventrk@hotmail.com  
 
Giriş ve Amaç: Obstrüktif uyku apnesi toplumun %1-4’ünü etkileyen ciddi 
bir sağlık sorunudur. Bu rahatsızlıkta kardiovasküler hastalıklara yönelik 
mortalite ve morbidite eğilimi daha yüksektir. Bu bağlamda mevcut tedavi 
protokollerine ek olarak egzersiz modelleri de uygulama alanına sokulmaya 
çalışılmaktadır. Ancak, uyku apneli hastaların egzersiz kapasitesi ile ilgili 
özelliklerini tanımlayan çok az araştırma mevcuttur. Biz de bu 
çalışmamızda uyku apnesi olan hastalara kardiyopulmoner stres testi 
uygulayarak, bu hasta grubunun egzersiz kapasitesi özelliklerini belirlemeyi 
amaçladık.  
 
Gereç ve Yöntem: Obstrüktif uyku apne tanısı alan 19 hasta (16E, 3K; 
46±8 yaş) ve 17 kontrol (7E, 10K; 39±9 yaş) çalışmaya dahil edildi. İki 
gruba da, sürekli EKG monitörizasyonu eşliğinde bisiklet ergometresinde 
submaksimal egzersiz yaptırıldı. Kalp atım sayısı EKG’den takip edildi. Kan 
basıncı değerleri test süresince 2 dakika aralıklarla ölçüldü. Akciğer hacim 
ve kapasiteleri test öncesi istirahat durumunda, maksimum oksijen tüketimi 
ise VO
2max
 testi sırasında bilgisayar destekli spirometre ile (Vmax29c) 
ölçüldü. İki gruba ait sonuçların karşılaştırılmasında t-testi kullanıldı.  
 
Bulgular ve Sonuç: Hasta grubunun istirahat sırasındaki sistolik ve 
diastolik kan basıncı değerleri kontrollerden daha yüksek (sırasıyla p<0,01, 
p<0,01) bulundu. Egzersiz sırasında ise sadece diyastolik kan basınçları 
kontrol grubundan daha yüksekti (p<0,01). Maksimum oksijen tüketimi ise 
hasta gurubunda (19,7±3,1 ml/kg/dak), kontrol gurubundan (23,6±5,0 
ml/kg/dak) anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,01). Sonuç olarak, hasta 
gurubunda aerobik performansların düşük ve kan basıncı değerlerinin 
yüksek bulunması nedeniyle, bu tip hastalarda verilecek egzersiz reçeteleri 
öncesinde ayrıntılı kardiopulmoner testlerin yapılmasının gerekli olduğu 
düşünüldü.  
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
107
 
P34 AEROBİK ANTRENMAN SONRASI LAKTAT EŞİĞİ DEĞİŞİMİNİ 
BELİRLEYEN ÇEŞİTLİ YÖNTEMLERİN DUYARLILIKLARININ 
MATEMATİKSEL MODEL İLE SAPTANMASI  
 
R.Irmak
1
, C.Ş.Bediz
2
, A.Topçu
2
, O.B.Güleçer
2
,İ.Aksu
2
  
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
1
Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu; 
2
Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; İZMİR.  
fiziktedavi@yahoo.com  
 
Giriş ve Amaç: La (Laktat) eşiği aerobik egzersiz performansının iyi bir 
göstergesidir. La eşiği olarak farklı kan laktat seviyeleri kullanılmaktadır. La 
seviyesine karşılık gelen iş yükü de farklı yöntemlerle belirlenmektedir. Bu 
çalışmanın amacı aerobik antrenman sonrası laktat eşiği değişimini 
belirleyen çeşitli yöntemlerin duyarlılıklarının matematiksel model ile 
saptanmasıdır.  
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma 20-21 yaşlarında, sedanter, 6 gönüllü (4 
kadın, 2 erkek) üzerinde yapılmıştır. Gönüllülere bisiklet ergometrisinde 
25W/2dk yük artışlı maksimal test uygulanmıştır. Her yük artışından önce 
parmak ucundan kan alınarak La ölçümleri yapılmıştır (YSI 1500 sport). 8 
hafta süreyle VO
2max
’larının %65’i düzeyinde haftada 3gün/30dk bisiklet 
ergometrisinde antrenman yaptırılmıştır. 8 hafta sonunda maksimal test 
tekrarlanmış ve La ölçümleri yapılmıştır. La eşiği kriterleri olarak 4, ∆1, 2 ve 
2,5 mmol seviyeleri alınmış ve her biri için eşik grafikten gözle belirleme, 
lineer, logaritmik, curvilineer ve exponent matematiksel yöntemleri 
kullanılarak hesaplanmıştır. La kriterleri şiddeti artan egzersiz sırasında 
gönüllünün kanında 4, ∆1, 2 ve 2,5 mmol seviyelerine ulaşılan iş yüküdür. 
Bu seviyeler kan La birikimine karşılık iş yükünü gösteren grafiklerden 
gözle kestirim ve kan La birikimi ile iş yükü arasındaki ilişkiyi açıklayan 
matematiksel modellerden hesaplama yoluyla bulunabilir. Lineer, nonlineer, 
ters ve multivariable regresyon analizi ve kruskal wallis varyans analizi 
istatistiksel yöntemleri kullanıldı. La eşiği belirleme yöntemleri, regresyon 
analizi sonucu elde edilen standart hataları ve belirlilik katsayılarına göre 
karşılaştırıldı.  
Bulgular ve Sonuç: Gönüllü grubunun laktat eşiği değişimini gösteren 18 
matematiksel model arasından 10 tanesi güvenilirlikleri yetersiz bulunduğu 
için elendi. Lineer modele kullanılarak  ∆1mmol seviyesine göre belirlenen 
La eşikleri kullanılarak geliştirilen değişim modeli standart hatası en düşük 
ve belirliliği en yüksek model olduğu görüldü (SE=0,657, R
2
=0,999).  
∆LT=-182,162+4,979xLT
1
+36,722x[Egzersiz Şiddeti/LT
1

Çalışmada dinlenim kanı almadan matematiksel olarak dinlenim kan laktat 
seviyesinin belirlenebileceği, submaksimal şiddetteki egzersizle 
matematiksel olarak La eşiğinin belirlenebileceğine dair ikincil bulgular elde 
edildi.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
108
 
P35 MENSTRUEL DÖNEM VE EGZERSİZİN BAZI FİZYOLOJİK VE 
MOTORİK PARAMETRELER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİN 
ARAŞTIRILMASI 
 
Ş.Cengiz
1
, M.Zerin
2
, A.Z.Karakılçık
2
  
1
Gazi Ün., Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Beden Eğitimi ve Spor AD; ANKARA.  
2
Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ŞANLIURFA.  
csebnem@gazi.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Son yıllarda kadınlar, özellikle atletizm olmak üzere değişik 
spor dallarında başarılı sonuçlar almakta, bazı spor dallarında erkeklerden 
daha iyi performans gösterebilmektedirler. Geçmişte menstruasyonun 
sportif performansı düşürdüğü düşüncesi varsa da, yeni çalışmalarla 
kanamanın hafif olduğu dönemlerde performansın olumsuz etkilenmediği, 
ancak ağır kanamalı dönemlerde olumsuz etkilenebildiği kaydedilmektedir. 
Bu nedenle, bayanlarda menstruel dönem ve egzersizin bazı sportif ve 
fizyolojik parametreler üzerinde olası etkilerinin araştırılması amaçlandı.  
 
Gereç ve Yöntem: Çalışma Harran Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor 
Bölümünde okuyan, gönüllü 30 öğrenci üzerinde menstruel dönem öncesi 
ve menstruel dönemde yürütüldü. Solunum fonksiyonu testi ile zorlu vital 
kapasite (FVC), forced expiratory volum-saniye (FEV1), vital kapasite (VC) 
ve maksimum voluntary ventilation (MVV) değerleri (ml), 400 m 
koşusundaki dereceleri (sn) ve dayanıklılık egzersizi sonrasında nabızları 
alınarak toparlanma döneminde nabzın geri dönüşü saptandı. Elde edilen 
sonuçlar istatistiksel (Example T testi) olarak analiz edildi.  
 
Bulgular ve Sonuç: FVC (p<0,05), FEV1 (p<0,05), VC (p<0,01) değerleri 
normal dönemde, MVV (p<0,001) ise menstruel dönemde anlamlı olarak 
artmış bulundu. 400 m koşu sonuçları da menstruel dönemle anlamlı olarak 
daha kötü derecelerle sonuçlandı (p<0,05). Adetli dönem ile normal dönem 
toparlanma dönemi 1. ve 2.dk nabız sonuçları arasındaki farklar anlamsız 
(p>0.05) iken, 3.dk nabızları yönünden menstruel dönemde daha hızlı bir 
toparlanma görüldü (p<0,05). Yapmış olduğumuz çalışma; menstruel 
dönemde anaerobik yüklenme sonrası nabzın normale dönüşünün daha iyi 
olduğunu göstermiştir. Normal dönemde mevcut anaerobik kapasitenin 
menstruel dönemdeki düşüşü, anaerobik dayanıklılık gerektiren 
çalışmalarda performansın da düşük olmasına neden olduğu gözlenmiştir. 
Bu durumun kadınlarda menstruel dönemde ortaya çıkan fizyolojik 
değişimlerden değil de daha çok psikolojik etkenlerin neden olduğu 
düşünüldü.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
109
 
P36  İNEKLERİN SİKLUS DÖNEMLERİNDEKİ SERUM VE FOLİKÜLER 
SIVI ÖRNEKLERİNDE LEPTİN, IGF-1 VE ÖSTROJEN DEĞERLERİNİN 
KARŞILAŞTIRILMASI 
A.Dayı¹, C.Ş.Bediz¹, O.Yılmaz², B.Musal³, A.Çömlekçi
4
, M.Celiloğlu
5
, D.Çımrın
6
,T.Erci
6
  
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fak., 
1
Fizyoloji, 
4
Endokrinoloji, 
5
Kadın Hast. ve Doğum AD, 
2
Deney Hayvanları Araştırma Birimi, 
6
Merkez Laboratuvarı; İZMİR.  
³Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi; AYDIN.  
adayi@deu.edu.tr  
Giriş ve Amaç: Leptin esas olarak beyaz adipoz dokudan üretilen obezite 
gen ürünü bir proteindir. Kandaki konsantrasyonu yağ depolarının doluluğu 
ile paralellik göstermektedir. Leptinin vücut ağırlığı ve metabolik 
homeostazdaki etkilerinin ötesinde puberte, cinsel olgunlaşma ve üremede 
de rol oynadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada ineklerde farklı östrus 
dönemlerinde serum ve folikül sıvılarındaki leptin, estradiol, progesteron, 
IGF-1 düzeylerinin değişimi ve bu hormonlar arasındaki ilişki araştırılmıştır.  
Gereç ve Yöntem: Bu deney için sağlıklı, 4-5 yaşlarında, 72 inekten venöz 
kan ve 168 folikül sıvısı örneği alınmıştır. Kan progesteron konsantrasyonu 
1 ng/ml’nin altında olanlar foliküler faz, diğerleri luteal faz olarak 
değerlendirilmiştir. Foliküller, çaplarına göre büyük (
≥8mm) ve küçük 
(
<8mm) olarak ayrılmıştır. Büyük foliküller (≥8mm) ise estradiol 
konsantrasyonu 50 ng/ml’nin üstünde olanlar estradiol aktif (EA) ve altında 
olanlar estradiol inaktif (EI) olarak alt gruplara ayrılmıştır. Kan ve foliküler 
sıvı örneklerinde leptin, IGF-1 Radio İmmuno Assay (RIA), estradiol ve 
progesteron konsantrasyonları “chemiluminescence” yöntemiyle 
ölçülmüştür.  
Bulgular ve Sonuç: Luteal faz dönemindeki ineklerin küçük foliküllerinde 
leptin konsantrasyonu (p
<0,05) yüksek bulunmuştur. Preovulatuvar 
foliküllerde serum leptini ile folikül sıvısı progesteron konsantrasyonu 
arasında anlamlı pozitif ilişki p=0,01) gösterilmiştir. Bu çalışmada, atretik 
folikül olarak değerlendirilen luteal faz döneminde alınan küçük foliküllerde 
leptin konsantrasyonunun yüksek bulunması, leptinin bu foliküllerde atrezi 
lehine rol oynadığını düşündürebilir. Atretik folikülden progesteron 
salgılanmasının yanısıra preovulatuvar folikülün gelişiminin son 
dönemlerinde de teka hücrelerinden progesteron salgılandığı ve bu 
nedenle dominant folikül sıvısında progesteron konsantrasyonunun arttığı 
bilinmektedir. Leptin ve progesteron yüksekliği atrezi bulgusu olarak kabul 
edildiğinde dominant folikülde gösterilen leptin-progesteron pozitif ilişkisi, 
leptinin folikül gelişiminde bilinmeyen başka süreçlerde de rolünün 
olabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, leptinin 
folikül gelişimine bifazik etkisinin olabileceğinden sözedilebilir. Leptin, 
yeterli gonadotropin desteği olmayan küçük foliküllerde atrezi lehine rol 
oynarken, dominant foliküllerde gelişmeye katkı sağlıyor olabilir.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
110
 
P37 SİTOTOKSİSİTE VE HÜCRE PROLİFERASYONUNU 
BELİRLEMEDE KOLORİMETRİK MEHTHYL THİAZOL TETRAZOLİUM 
(MTT) YÖNTEMİ 
 
F.Süzergöz
1,2
, B.Kıran
1
, G.Deniz
1
, M.F.Evcimik
1
, A.O.Gürol
1
  
1
İstanbul Üniversitesi, DETAM, İmmünoloji AD; İSTANBUL 
2
Harran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü; ŞANLIURFA.  
suzergoz@yahoo.com  
 
Giriş:  Çeşitli maddelerin canlı hücreler üzerindeki sitotoksik ve proliferatif 
etkilerini araştırmak amacıyla H
3
 timidin, LDH (Lactate Dehydrogenase) ve 
Trypan blue gibi yöntemlerle birlikte kolorimetrik MTT (Methyl thiazol 
tetrazolium) yöntemi de geniş ölçüde kullanılmaya başlamıştır. Diğer 
yöntemlerde sadece hücrelerin sayıca artış veya azalmalar belirlenirken, bu 
yöntemde aynı zamanda hücrelerin aktivitesi hakkında da bilgi 
edinilebilmektedir.  
 
Yöntem:  Bu yöntemde 96 kuyucuklu kültür plakları kullanılmaktadır. Test 
edilecek her bir madde için 3 kuyucuk kullanılmakta ve bu maddeler %10 
FCS (fötal dana serumu) içeren IMDM (Iscove’s Modified Dulbecco’s 
Medium) içerisinde sulandırılarak, her bir kuyucuğa maksimum 10 
µL 
eklenmektedir. Hücreler, 2x10
6
 hücre/ml olacak şekilde %10 FCS içeren 
IMDM içerisinde seyreltilerek, test kuyucukları ve boş olan kontrol 
kuyucuklarının her birine 50 
µL eklenmektedir. Kuyucukların tamamının son 
hacimleri  100 
µL olacak şekilde %10 FCS içeren IMDM eklenmektedir. 
Kültür plakları 37
o
C’ de %5’lik CO
2
 içeren nemli ortamda 72 saat 
inkübasyonun ardından kontrol ve test kuyucuklarının tümüne 5 mg/ml’lik 
MTT’den 10 
µL eklenerek 4 saat daha inkübasyona bırakılmaktadır. Bu 
süre sonunda plaklar 1200 rpm 10 dak. Santrifüj edilmekte ve 
süpernatantın %50’si uzaklaştırıldıktan sonra her kuyucuğa 50 
µL DMSO 
(Dimethyl sulfoxide) eklenerek, karanlıkta ve oda ısısında bir gece 
bekletildikten sonra Eliza plak okuyucuda 540 nm dalga boyunda 620 nm 
referans filtresiyle okutulmaktadır. Elde edilen OD (Optik dansite) değerleri 
aşağıdaki formüle göre hesaplanmaktadır.  
x100
 
ortalaması
 
degerleri
 
OD
 ı
kuyucuklar
 
Kontrol
 
ortalaması
 
degerleri
 
OD
 ı
kuyucuklar
Test 
erasyon 
ite/Prolif
Sitotoksis
 
%
=
 
 
Sonuç:  Sitotoksisite ve hücre proliferasyonu çalışmalarında kolorimetrik 
MTT yönteminin kullanılmasıyla daha objektif sonuçlar elde edilebileceğine 
inanmaktayız.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
111
 
P38 KORDON KANI MONONÜKLEER HÜCRELERİNİN 
CONCANAVALİN-A VE PHYTOHAEMAGGLUTİNİNE KARŞI 
LENFOPROLİFERATİF YANITLARI  
 
F.Süzergöz
1,2
, B.Kıran
1
, G.Deniz
1
, M.F.Evcimik
1
, A.O.Gürol
1
  
1
İstanbul Üniversitesi, DETAM, İmmünoloji AD; İSTANBUL.  
2
Harran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü; ŞANLIURFA.  
suzergoz@yahoo.com  
 
Giriş ve Amaç: Deneysel ve klinik çalışmalar, göbek kordonunun, kemik 
iliği transplantasyonuna elverişli hematopoetik kök ve projenitör hücreler 
yönünden zengin bir kaynak olduğunu göstermektedir. 
Transplantasyonların sonrasında antijen sunan hücreler (ASH) tarafından 
alloantijenlerin T hücrelerine yoğun sunumu, lenfoproliferatif yanıtlara yol 
açmaktadır.  
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda kordon kanının lenfoproliferatif yanıt 
düzeyini incelemeyi amaçlayan deney düzeneği hazırladık. Kolorimetrik 
MTT (methyl thiazol tetrazolium) yöntemiyle concanavalin-A (Con-A) ve 
phytohaemagglutinin (PHA) gibi mitojenlere karşı kordon kanı ve periferik 
kan mononükleer hücrelerinin lenfoproliferatif yanıt düzeylerini inceledik. Bu 
yöntemde kordon kanından alınan hücreler 96 kuyucuklu kültür plaklarında, 
yukarıda belirtilen mitojenlerle (test kuyucukları) ve mitojen eklenmeden 
(kontrol kuyucukları), %10 fötal dana serumu (FCS) içeren Iscove’s 
Modified Dulbecco’s Medium (IMDM) içerisinde %5 CO
2
’li ortamda ve 
37
o
C’de 72 saat inkübe edilmektedir. İnkübasyon sonunda her kuyucuğa 5 
mg/ml’lik MTT’den 10 
µL eklenerek 4 saat daha inkübasyon 
sürdürülmektedir. Bu süre sonunda kuyuculara dimetilsulfoxide (DMSO) 
eklenerek canlı hücrelerin oluşturduğu MTT formazanın çözülmesi 
sağlanmaktadır. Oluşan renk indeksi ELİSA plak okuyucuda 550 nm dalga 
boyunda, 620 nm refereans filtresiyle okunmakta ve kontrol kuyucukları ile 
test kuyucuklarının optik dansiteleri karşılaştırılarak % proliferasyon düzeyi 
belirlenmektedir.  
Bulgular ve Sonuç: Periferik kan ve kordon kanı mononükleer 
hücrelerinin, hem Con-A hem de PHA’ya karşı lenfoproliferatif yanıt 
düzeyleri SPSS programında student-t testi ile analiz edilmiş, periferik kana 
oranla kordon kanı mononükleer hücrelerin proliferatif yanıt düzeylerinin, 
hem Con-A’ya (p<0,001) hem de PHA’ya (p<0,034) karşı anlamlı düzeyde 
düşük olduğu gözlenmiştir. Kordon kanıyla yapılan transplantasyonlarda 
graft versus host dissease (GVHD) gelişme riskinin, kemik iliği ve mobilize 
periferik kan hücreleriyle yapılan transplantasyolardan daha düşük 
olmasının, kordon kanı T ve B lenfositlerinin alloantijen sunumuna karşı 
yanıt yeteneğinin düşük olmasından kaynaklandığı düşünülmekteyiz.  
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
112
 
P39 RENAL İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA, KARACİĞERDE 
ENDOTELİN RESEPTÖR ANTAGONİSTİ BQ-123 VE NİTRİK OKSİTİN 
ETKİSİ 
 
M.H.Emre
1
, H.Erdoğan
2
, E.Fadıllıoğlu
1
  
1
İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; MALATYA.  
2
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TOKAT.  
hemre@inonu.edu.tr  
 
Genel Bilgiler: Renal iskemi-reperfüzyon (I/R) hasarı inflamatuar ve reaktif 
oksijen türlerinin oluşumuna neden olan yanıtı tetikler. Bu da beyin, kalp, 
karaciğer gibi birçok organı etkileyebilir. Çalışmada böbrek I/R hasarında 
hepatik değişikliklerin incelenmesi amaçlandı. 
 
Gereç ve Yöntem: Erkek Sprague Dawley sıçanlar kullanılan deneylerde 
renal I/R uygulanan gruplara endotelin reseptör antagonisti BQ-123 (1,7 
mg/kg i.v.), nitrik oksit inhibitörü L-NAME (20 mg/kg, i.v.) ve nitrik oksit 
donörü L-Arginin (400 mg/kg, i.v.) uygulandı. Yaş karaciğer dokusu katalaz 
(KAT), superoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GSH-Px) enzim 
aktiviteleri ve tiyobarbiturik asit reaktif maddeleri (TBARS) ile nitrik oksit 
(NO) düzeyleri incelendi. One way ANOVA ve gruplar arası karşılaştırmada 
LSD istatistiksel testleri kullanıldı. p<0,05 anlamlı olarak kabul edildi.  
 
Bulgular ve Sonuç: Sol böbreğe otuz dakika iskemi ve iki saat 
reperfüzyon uygulanan gruplar arasında karaciğer yaş doku NO düzeyi 
kontrol grubunda BQ-123 verilen grup hariç diğerlerine göre istatistiksel 
olarak anlamlı olacak şekilde yüksek bulundu.(p
<0,05). Diğer taraftan 
karaciğer antioksidan enzim aktiviteleri ve TBARS düzeyi açısından gruplar 
arasında anlamlı bir fark saptanamadı. Ancak; böbreğe uygulanan iskemi 
ve reperfüzyonun süresinin sonuçların üzerinde etki yapabileceği 
düşünülmektedir.  
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
113
 
P40  ŞİZOFRENİ HASTALARINDA SERUM Fe, Cu, Zn, Mn, Mg, Al ve 
ERİTROSİT GLUKOZ-6-FOSFAT DEHİDROGENAZ AKTİVİTESİ  
 
M.H.Emre
1
, B.Kaya
2
, N.Akdağ
1
, E.Fadıllıoğlu
1
, S.Ünal
2
, A.Sayal
3

H.Erdoğan
4
, R.Polat
2
  
İnönü Ün., Tıp Fakültesi, 
1
Fizyoloji, 
2
Psikiyatri Anabilim Dalı; MALATYA.  
3
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Eczacılık Bilimleri Merkezi; ANKARA.  
4
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TOKAT.  
hemre@inonu.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Glukoz 6-posfat dehidrogenaz (G6FD) enzimi, nükleotid 
sentezi ile sonuçlanan hekzoz monofosfat şantında hız kısıtlayıcı enzim 
olup, redükte glutatyon, yağ asidi ve kolesterol G6FD’un öncülüdür. Aynı 
zamanda fötal yaşam ve sonrasındaki nöronal gelişimde ve transmiter 
salınımında önemli rolü bulunan bir enzimdir. Şizofreninin 
etyopatogenezinde devam eden tartışmalarda suçlanan, eser elementler ve 
G6FD arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.  
 
Gereç ve Yöntem: Şizofreni hastalarından (n=31) ve sağlıklı gönüllülerden 
(n=32) alınan venöz kan santrifüj edilerek eritrosit ve serumları ayrıldı. 
Eritrosit G6FD enzim aktiviteleri UV spektrofotometre ile, serum Fe, Cu, Zn, 
Mn, Mg, Al düzeyleri atomik absorbsiyon cihazı ile çalışıldı.  
 
Bulgular ve Sonuç: G6FD enzim düzeyi şizofreni hastalarında, kontrol 
grubundan yüksek bulundu. Esansiyel eser elementler Mn ve Zn düzeyleri 
kontrol grubuyla karşılaştırıldığında,  şizofreni hastalarında düşük, Fe, Cu, 
Mg, Al seviyeleri ise yüksekti. Sigara içen şizofreni hastaları sigara içmeyen 
şizofreni hastalarından daha yüksek serum Fe düzeyine sahipti. Bundan 
başka serum Fe seviyesi ile G6FD enzim düzeyi arasında pozitif 
kolerasyon ve serum Fe ve Al seviyeleri arasında negatif kolerasyon tespit 
edildi. Çalışmamızda  şizofreni hastalarında G6FD enzim ve eser 
elementlerin düzeyleri arasındaki ilişkiyle etyopatogenezin aydınlatılmasına 
katkıda bulunulmaktadır. Ancak hastalığın süresi, beslenme durumu ve 
kullanılan antipsikotiğin süresi, dozajı gibi farklı parametreler ışığında 
inceleyen yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.  
 
 
 
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
114
 
P41 BABY HAMSTER KİDNEY FİBROBLAST HÜCRELERİNİN 
BİYOPARÇALANABİLİR POLİMERİK FİLMLER ÜZERİNDE TUTUNMA 
VE ÜREME ÖZELLİKLERİNİN İNCELENMESİ 
 
A.Gürpınar
1
, K.Tuzlakoğlu
2
, M.A.Onur
1
, M.A.Serdar
3
, A.Tümer
1

E.Pişkin
2
  
Hacettepe Üniversitesi, 
1
Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji Bilim Dalı; 
2
Mühendislik Fakültesi, Kimya Mühendisiliği Bölümü;  
3
GATA, Biyokimya ve Klinik Biyokimya Anabilim Dalı; ANKARA.  
gurpinar@hacettepe.edu.tr  
 
Giriş ve Amaç: Günümüzde çeşitli nedenlere bağlı olarak meydana gelen 
doku ve organ kayıplarının tedavisinde, otolog hücrelerin biyolojik 
sistemlerle uyuşabilir polimerik malzemeler ile bileşenlerinin hazırlanması 
ve bunların herhangi bir immun cevap ile karşılaşılmaksızın, aynı kişide 
doku hasarının tedavisinde kullanılması amaçlanmaktadır. Poli (
α-hidroksi 
esterler) de yumuşak ve sert doku tamirinde kullanılan vücutta 
parçalanabilir bir polimer grubunu oluşturmaktadır. Sunulan bu çalışmada, 
bu gruptan membran formunda hazırlanmış poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton) 
kopolimerinin hücre tutunma ve üreme özelliklerine olan etkileri 
incelenmiştir.  
 
Gereç ve Yöntem: Poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton) kopolimerik filmler 
çözücü çöktürme yöntemiyle hazırlanmış ve etilen diamin (EDA) ile yüzey 
modifikasyonları yapılmıştır. Filmler, hücre kültür ortamı ve etanol ile olmak 
üzere iki farklı koşulda yıkanarak hücre kültürü için hazırlanmıştır. Ardından 
farklı  yıkama koşullarında yüzeyi modifiye edilmiş ve edilmemiş filmler 
üzerinde hücre tutunma ve üreme özellikleri incelenerek, ALP aktivitesi ve 
glukoz kullanımındaki değişikler tayin edilmiştir.  
 
Bulgular ve Sonuç: Sonuçlar, polimerik filmler üzerinde hücre tutunma ve 
üremesi ile ALP aktivitesi ve glukoz kullanımının zamana bağlı olarak 
arttığını ve en fazla hücre üremesinin ise 48.saatte ve yüzey modifikasyonu 
yapılmış, hücre kültür ortamı ve etanol ile yıkanmış filmlerde olduğunu 
göstermiştir. Bu sonuçlar, poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton) filmlerinin hücre 
tutunması ve üremesi için uygun olduğunu ve bundan sonraki çalışmalarda 
sert doku tamiri için osteoblast hücreleri ile kullanılmasının uygun olacağını 
göstermesi açısından önemlidir.  
 
 
 

POSTERLER (ÖDÜLE ADAY) 
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA  
115
 
P42 KEMİK  İLİĞİ KÖKENLİ OSTEOBLAST HÜCRELERİNİN 
β-TCP 

Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin