Bulgular ve Sonuç: Hareketsiz kalma süresinde, cinsiyet (p=0,051),
uygulama (p=0,001), ve günlerin (p=0,000), etkileri; yüzme süresinde
cinsiyet (p=0,002), ve uygulamanın (p=0,004), etkileri anlamlı bulunmuştur.
Yüzme davranışında, ayrıca cinsiyet x uygulama x günlerin etkileştiği
saptanmıştır (p=0,002). Birlikte değerlendirildiğinde, umutsuzluk davranışı
açısından erkeklerin zorlu yüzme testinden dişilere göre daha fazla
etkilendikleri ve daha az yüzerek daha fazla hareketsiz kalma davranışı
gösterdikleri saptanmıştır. Fluoksetin uygulamasının umutsuzluk
davranışını önlediği, nikotinin ise buna benzer bir etkisi olmadığı
gözlenmiştir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
92
P19 HİPERGLİSEMİNİN TONİK ELEKTRODERMAL AKTİVİTE
PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİNİN STREPTOZOTOSİN İLE
DİABET OLUŞTURULMUŞ SIÇANLARDA İNCELENMESİ*
N.B.Çomu, Ç.Özesmi, N.Dolu, C.Süer, A.Gölgeli
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.
nurdanc@erciyes.edu.tr
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada, Streptozotosin ile diabet oluşturulmuş
sıçanlarda hipergliseminin Elektrodermal Aktivite (EDA) üzerine olan
etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada, 5-6 aylık Spraque Dawley cinsi 14 adet
erkek sıçan kullanılmıştır. Sıçanlar deney (n=7) ve plasebo (n=7) olmak
üzere iki gruba ayrılmıştır. Deney grubu sıçanlara Streptozotosin (SZ)
(60mg/kg), plasebo grubuna ise eşit hacimde serum fizyolojik
intraperitoneal olarak verilmiştir. Her iki grupta da ağırlık, idrar glukozu, kan
glukozu ve EDA ölçümleri yapılmıştır. Bu ölçümler SZ enjeksiyonundan
önce (0.gün), enjeksiyondan sonra 1. ve 10.günlerde gerçekleştirilmiştir.
EDA kayıtları, sıçanın arka extremitelerinin plantar yüzeylerine yerleştirilen
0,8 cm çaplı iki Ag/AgCl elektrod vasıtasıyla kaydedilmiştir. Elektrodlar ile
deri arasına agar-agar jeli konulmuştur. Deri iletkenlik düzeyleri, Deri
iletkenlik ünitesi vasıtasıyla kaydedilmiştir. Deri iletkenlik ünitesinden elde
edilen anolog sinyaller PC bilgisayara aktarılmış ve iki dakikalık uyaransız
süre içerisinde alınan kayıtlardan tonik parametreler elde edilmiştir.
Bulgular ve Sonuç: Plasebo ve deney grubunun ağırlık ve kan glukozu
değerleri birbirleri ile karşılaştırılmış ve istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuştur (p<0,05). Plasebo grubunda tonik EDA parametrelerinin
günlere göre kendi içinde yapılan istatistiksel değerlendirmesinde anlamlı
bir farklılık bulunmazken; deney grubunda SCL (Deri İletkenlik Seviyesi) ve
SCFr (Deri İletkenlik Dalgalanma oranı)’nin 10.gününde; 0.güne göre
anlamlı derecede azaldığı saptanmıştır (p<0,05). Sonuç olarak, bu çalışma
ile hipergliseminin on gün gibi kısa bir süre içerisinde sempatik deri
cevabını etkilediği ve tonik EDA parametrelerindeki azalmaya neden olduğu
gösterilmiştir.
*Bu çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenen (SBAG-AYD-364 “101S181”)
No’lu projenin bir bölümünü kapsamaktadır.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
93
P20 LEPTİN UYGULANAN SAĞLIKLI VE DİYABETİK SIÇANLARDA
MİDENİN OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN DURUMU
Ş.Gülen
1
, S.Dinçer
1
, S.Ercan
2
1
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.
2
Akdeniz Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu; ANTALYA.
sgulen@gazi.edu.tr
Giriş ve Amaç: Midede endojen olarak sentezi ve reseptörü olduğu bilinen
leptinin streptozotosin (STZ) ile diyabet yapılmış sıçanlarda mide
malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GSH) düzeyleri üzerine etkisinin
araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda ortalama ağırlıkları 248
±5,8 gr olan 28
adet erkek Wistar Albino sıçan kullanıldı. Hayvanlar, diyabet olmayan
(NDM)(n=14) ve STZ diyabetli (STZ-DM)(n=14) olarak iki ana gruba ayrıldı.
STZ 55 mg/kg tek dozda olmak üzere intraperitoneal (i.p.) olarak uygulandı.
7.günde açlık kan şekeri 300 mg/dl ve üzeri olan sıçanlar diyabetik kabul
edildi. NDM ve STZ-DM gruplardaki hayvanların yarısına leptin (0,1
mg/kg/gün fosfat tamponlu serum fizyolojik (PBS) içinde çözündürülerek)
diğer yarısına aynı miktarda PBS 5 gün süre ile ve i.p. olarak uygulandı.
Süre sonunda orta hat kesisi ile çıkarılan midelerde antrum, korpus ve
fundusda geçen stripler MDA ve GSH düzeyleri çalışılana dek –20
°C’de
saklandı. MDA ve GSH ölçümleri spektrofotometrik yöntemle yapıldı.
İstatistiksel yöntem olarak Mann Whitney U testi uygulanarak p<0.05 değeri
anlamlı kabul edildi.
Bulgular ve Sonuç: STZ-DM’li PBS grubunda, NDM PBS’li gruba göre;
MDA ve GSH düzeyleri farklı bulunmamıştır. Uyguladığımız doz ve
süredeki leptin, NDM grupta mide MDA düzeylerinde anlamlı bir azalmaya
neden olurken (p=0,026), GSH düzeylerini anlamlı bir farklılık
yaratmamıştır. STZ-DM de leptin uygulaması, PBS uygulanan gruba göre
anlamlı bir farklılık yaratmamıştır. Bununla birlikte STZ-DM leptin uygulanan
sıçanlarda NDM leptin uygulanan gruba göre; mide MDA düzeyleri anlamlı
olarak yüksek (p=0,015), GSH düzeyleri ise düşük (p=0,017) bulunmuştur.
Sistemik uygulanan leptinin normoglisemik koşullarda mide lipid
peroksidasyonunu azaltıcı etkisi hiperglisemik koşullarda
gözlenmemektedir. Bu durum leptinin mide üzerindeki etkisinin glisemik ve
oksidan koşullara göre değişebileceğini düşündürmektedir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
94
P21 MİDE ÜLSERİNDE TGF
α UYGULAMASININ BEYİN ÜZERİNDEKİ
KORUYUCU ETKİSİ
K.G.Akbulut
1
, Ç.Özer
1
, B.Gönül
1
, G.Yetkin
2
, N.Çelebi
2
Gazi Üniversitesi,
1
Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD;
2
Eczacılık Fakültesi, Farmasötik Teknoloji AD; ANKARA.
kgonca@gazi.edu.tr
Giriş ve Amaç: TGF
α (Transforming Growth Factor) periferdeki etkileri
yanısıra, Merkezi Sinir Sisteminde kök hücreleri ve astrositlerin
diferensiyasyonunu ve proliferasyonunu uyarır ve postmitotik hücrelerin
yaşam sürelerini uzatır. Bu çalışmada aspirin ile ülser oluşturulan
sıçanlarda TGF
α uygulamasının korteks, beyin sapı ve serebellumdaki
oksidatif stres ve antioksidan sistem üzerindeki etkisinin araştırılması
amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: 200±25 gramlık erkek Wistar sıçanlara 12 saat açlık
sonrası 150 mg/kg dozda ve 1,5 ml 0,2 N HCl içinde intragastrik uygulama
ile aspirin verildi; oluşan ülser alanları planimetri ile ölçüldü. I-Kontrol
(uygulama yapılmadı ,K) II-Akut Ülser (AÜ), III-Kendi haline birakılan ülser
(KHB), IV-Ülser+1,5ml/gün boş mikroemülsiyon uygulama (BME), V-
Ülser+10 µg/kg/gün TGF
α mikroemülsiyon formunda uygulama (TGFα).
Akut grup aspirin uygulamasından 90 dk sonra diğer gruplar ise 3.günde
feda edildiler. Beyin korteks, beyin sapı ve serebellum dokularında
malondialdehid (MDA) ve glutatyon (GSH) çalışıldı. Veriler Mann-Whitney
U testi ve Spearman korelasyon ile değerlendirildi. p<0,05 anlamlı kabul
edildi.
Bulgular: Kontrol korteks MDA’sında, AÜ ve KHB grupta anlamlı artış;
TGF
α uygulaması sonunda ise azalma görülmüştür (p<0,05). Akut ülser
grubuna ait beyin sapı MDA’sı KHB, BME ve TGF
α gruplarında anlamlı
olarak artmıştır (p<0,05). Kontrol serebellum MDA’sı ise KHB grupta
anlamlı olarak artarken, TGF
α uygulanan grupta anlamlı olarak azalmıştır
(p<0,05). Kontrol korteks, beyin sapı ve serebellum GSH değerleri, KHB
grupta en düşük saptanmıştır (p<0,05). Korteks ve serebellumda TGF
α
uygulaması GSH düzeyini anlamlı olarak artırmıştır (p<0,05). Ülser alanı ile
MDA ve GSH düzeyleri ilişkisi incelendiğinde ülser alanı azaldıkça korteks
MDA’sı azalmakta ve buna karşılık GSH ise anlamlı olarak artmaktadır.
Serebellumda yine paralel bir ilişki gözlenirken bu sonuçlarda anlamlılık
sınırda kalmaktadır. Sonuçta, korteks stresten en fazla etkilenen beyin
bölgesi olarak kabul edilirken, TGFα uygulamasının ülser iyileşmesini
artırarak ve/veya direkt etki ile beyinde koruyucu fonksiyon yaptığı
düşünülebilir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
95
P22 YAŞLANMADA BEYNİN FARKLI BÖLGELERİNİN OKSİDATİF
STRES VE ANTİOKSİDAN DURUMUNUN BELİRLENMESİ*
K.G.Akbulut, B.Gönül
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.
kgonca@gazi.edu.tr
Giriş ve Amaç: Oksidatif stres genellikle yaş ile artar. Bu deneysel
çalışmada yaşlanma sürecinde sıçanların beyinlerinin çeşitli bölgelerindeki
(frontal, oksipital korteks ve serebellum) malondialdehid (MDA) ve glutatyon
(GSH) düzeylerindeki değişikliklerin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Genç (4 aylık, n=10), orta yaşlı (14 aylık, n=8) ve yaşlı
(20 aylık, n=8) Wistar erkek sıçanlar laboratuvar şartları altında 12 saat
aydınlık–karanlık siklusunda 21 gün bekletildikten sonra dekapite edildiler.
Oksidatif stresin göstergesi olarak MDA ve antioksidan olarak da GSH
düzeyleri spektrofotometre ile ölçüldü.
Bulgular ve Sonuç: Genç sıçanlarda frontal korteks ve serebellum MDA
düzeyleri orta yaşlılara göre anlamlı olarak yüksek bulundu (sırasıyla,
2,80±0,49 nmol/g vs 7,28±1,35 nmol/g, p= 0,002, 2,23±0,34 nmol/g vs
3,95±0,63 nmol/g, p=0,046). Oksipital kortekste iki grup arasında anlamlı
farklılık saptanmadı. Yine genç grupta frontal, oksipital korteksler ve
serebellum MDA değerleri yaşlı gruba göre anlamlı olarak düşüktü
(sırasıyla, 2,80±0,49 nmol/g vs 28,78±2,93 nmol/g, p=0,001, 2,56±0,56
nmol/g vs 32,81±5,57 nmol/g, p= 0,002, 2,23±0,34 nmol/g 6,84±0,84
nmol/g, p=0,001).Orta yaşlı grubun frontal ve oksipital korteks ile
serebellum MDA değerleri de yaşlı gruba göre daha düşük idi (sırasıyla,
7,28±1,35 nmol/g vs 28,78±2,93 nmol/g, p=0,001; 5,12±1,71 nmol/g vs
32,81±5,57 nmol/g, p=0,021, 3,95±0,63 nmol/g vs 6,84±0,84 nmol/g
p=0,004). Frontal ve oksipital korteks ile serebellum GSH düzeyleri
açısından genç grupta orta yaşlı grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı.
Genç ve orta yaslı grupta incelenen frontal (1,68±0,12 µmol/g,
1.66±0.71µmol/g) ve oksipital korteks (1,62±0,10 µmol/g, 1,52±0,05
µmol/g) ile serebellum (1,81±0,10 µmol/g, 1,50±0,07 µmol/g) GSH
düzeyleri yaşlı (0,85±0,08 µmol/g, 0,72±0,06 µmol/g, 0,71±0,06
µmol/g)gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,005). Sonuç olarak,
yaşlanma sürecinde frontal korteksdeki serbest radikal artışı ve antioksidan
savunma mekanizmasının azalması korteksi ilgilendiren demans,
Alzheimer vb hastalıkların patogenezinde rol oynayabileceği düşünüldü.
*Bu çalışma Gazi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından desteklenmiştir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
96
P23 VİTAMİN E’NİN ERİTROSİTLERDE SODYUM NİTROPRUSSİD İLE
İNDÜKLENMİŞ OKSİDATİF HASARDA BOZULAN DEFORMABİLİTE
ÖZELLİĞİ ÜZERİNE ETKİLERİ
M.B.Yerer, H.Yapışlar, S.Aydoğan
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.
eczbetul@yahoo.com
Giriş ve Amaç: Serbest radikallerden biri olduğu bilinen nitrik oksit (NO),
lipid peroksidasyonu yoluyla membran yapısını bozarak, eritrositlerin
deformabilite özelliklerini etkilemektedir. Amacımız, nitrik oksit donörü olan
sodyum nitropussid (SNP) ile indüklenen oksidatif streste vitamin E’nin
antioksidan etkileri ve bunun eritrosit deformabilitesi ile ilgisini araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, her biri 10’ar adet Swiss Albino sıçandan
oluşan 4 grup üzerinde gerçekleştirildi. Gruplar, kontrol grubu, 10 mg/kg i.p.
SNP, SNP + Vit E (10 mg/kg, i.p) ve SNP+L-NAME (10 mg/kg, i.p)
uygulanan gruplardan oluşmuştur. Eritrosit süspansiyonlarında; eritrosit
deformabilitesinin göstergesi olarak, rölatif filtrasyon hızı (RFR), rölatif
filtrasyon zamanı (RFT) ve Rölatif direnç (Rrel) ölçülmüştür. Ayrıca NO
düzeyleri, lipid peroksidasyonunun göstergesi olarak malondialdehid (MDA)
düzeyleri ve antioksidan enzimlerden Glutatyon peroksidaz (GPx),
Süperoksit Dismutaz (SOD) ve katalaz (CAT) enzim aktiviteleri de
ölçülmüştür.
Bulgular ve Sonuç: SNP uygulanan sıçanların eritrositlerinde RFT ve Rrel
değerleri kontrole göre anlamlı derecede yüksek iken, RFR değerleri düşük
bulunmuştur (p<0,05). L-NAME ve Vit E’nin verilmesi ise RFT ve Rrel’deki
yükselmeyi ve RFR’deki düşüşü önemli derecede önlemiştir. SNP
uygulanan grupta NO düzeylerindeki artışa (p<0,05) paralel olarak, lipid
peroksidasyonu da artmış (p<0,01), ancak Vit E ile daha belirgin olmak
üzere, bu etkiler önlenmiştir (p<0,001). Ayrıca antioksidan enzimlerden GPx
aktivitesi SNP uygulaması ile değişmezken, SOD ve CAT aktiviteleri kontrol
grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Vit E uygulaması ile
GPx aktivitesi tetiklenirken, SOD ve CAT aktivitelerinde anlamlı (p<0,01) bir
düşüş gözlenmiştir. Sonuç olarak, SNP uygulaması ile NO düzeylerindeki
artışa paralel olarak lipid peroksidasyonun ve antioksidan enzim
aktivitelerinin artması, eritrositlerin deformabilite özelliklerinin bozulması ile
sonuçlanmıştır. Ancak Vit E, SNP uygulaması ile oluşan bu oksidatif
hasarda gerek NO düzeyleri gerekse lipid peroksidasyonu ve antioksidan
enzimler üzerinden gösterdiği etkiler ile eritrositlerin deformabilite
özelliklerini olumlu yönde etkilemiştir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
97
P24 BEHÇET HASTALARINDA ERİTROSİTLERDE LİPİD
PEROKSİDASYONU
İLE DEFORMABİLİTE ÖZELLİKLERİNDEKİ
DEĞİŞİKLİKLER
H.Yapışlar, M.B.Yerer, M.Aşçıoğlu, S.Aydoğan
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; KAYSERİ.
hande@erciyes.edu.tr
Giriş ve Amaç: Olgun eritrositler, oksijen taşımak üzere ileri derecede
özelleşmiş hücrelerdir. Deformabilite, bu hücrelerin dinamik bir özelliğidir.
Oksidatif hasar sonucu oluşan lipid peroksidasyonun, eritrositlerin
membran özelliklerini olumsuz yönde etkilediği de bilinmektedir. Behçet
Hastalığı multisistemik bir hastalık olup, bu hastalıkta oksidatif hasarın
arttığını gösteren bazı araştırmalar vardır. Amacımız, Behçet hastalarında
eritrositlerde lipid peroksidasyonu düzeylerini ölçmek ve bununla ilişkili
olarak eritrositlerin deformabilite özelliklerindeki değişiklikleri araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma 15 aktif, 15 remisyon döneminde bulunan 30
Behçet hastası ile sağlıklı, yaş ve cinsiyet açısından hasta gruplarıyla
uyumlu 15 gönüllü üzerinde yapılmıştır. Bireylerden 5 cc’lik kan örnekleri
alınmış ve hematokritleri %5 olacak şekilde PBS tamponu içinde eritrosit
süspansiyonları hazırlanmıştır. Eritrositlerin deformabilite özellikleri 10
cmH
2
O sabit basınç altında 5 µm por çaplı polikarbonat filtreler kullanılarak
filtrometre yöntemiyle ölçülmüştür. Eritrositlerde lipid peroksidasyonu ise
lipid peroksidasyonunun ürünü olan malondialdehit (MDA) düzeylerinin 532
nm’de spektrofotometrik olarak ölçülmesiyle tespit edilmiştir.
Bulgular ve Sonuç: MDA’nın aktif ve remisyonda bulunan hasta
gruplarında kontrole göre anlamlı düzeyde arttığı (p<0,01), aktif hasta
grubuyla remisyondaki hasta grubu birbiriyle karşılaştırıldığında ise aktif
grupta, remisyon grubuna göre anlamlı bir artış olduğu görülmüştür
(p<0,01). Behçet hastalarında eritrositlerin filtre olabilme özelliğinin
bozulduğu, RFR’nin (rölatif filtrasyon oranı) her iki hasta grubunda kontrole
göre azaldığı (p<0,01), RFT’nin (rölatif filtrasyon zamanı) ise her iki hasta
grubunda da kontrole göre uzadığı gözlenmiştir (p<0,01). Aktif ve remisyon
hasta grupları arasında anlamlı bir fark görülememiştir. Rrel (rölatif direnç)
değerlerinde ise her üç grup açısından da istatistiksel olarak önemli bir
değişiklik kaydedilmemiştir. Sonuç olarak, hasta gruplarında RFR’nin ve
RFT’nin kontrole göre anlamlı derecede farklı olmaları, Behçet hastalarında
eritrosit deformabilitelerinin bozulduğunun bir göstergesidir. Behçet
hastalarında, oksidatif hasar sonucu MDA düzeylerindeki artışın, eritrosit
deformabilitesindeki bozulmanın nedeni olabileceğini düşündürmektedir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
98
P25 BEHÇET HASTALIĞININ AKTİF VE REMİSYON DÖNEMLERİNDE
TROMBOSİT AGREGASYONU VE NİTRİT SEVİYELERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI
H.Yapışlar
1
, M.B.Yerer
1
, Ö.Aşçıoğlu
2
, S. Aydoğan
1
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
1
Fizyoloji ve
2
Dermatoloji AD; KAYSERİ.
hande@erciyes.edu.tr
Giriş ve Amaç: Behçet hastalığı multisistemik bir hastalık olup, hastalarda
yüzeyel veya derin ven trombozları, arteryal anevrizmalar ve tıkanmalar
görülebilmektedir.Behçet hastalarında bu trombotik riskin nedeni tam
anlaşılamamıştır. Tromboz olayından sorumlu tutulan faktörlerden birisi
trombosit fonksiyonlarındaki anormal değişiklikler, bir diğeri ise endotel
yüzeyindeki fonksiyon bozuklukları olabilir. Nitrik oksit (NO) sentezi damar
endotel hücrelerinin önemli fonksiyonlarından biridir, vazodilatasyondan
olduğu kadar trombosit agregasyonunun inhibisyonundan da sorumlu
tutulmaktadır. Amacımız, Behçet hastalarında NO düzeylerindeki
değişikliklerin göstergesi olarak nitrit seviyeleri ile trombosit agregasyonu
arasında korelasyon olup olmadığını saptamak ve hastalığın aktif ve
remisyon dönemlerini bu açıdan karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, 18-50 yaş grupları arasında, 15 aktif, 15
remisyon döneminde olan her iki cinsten, toplam 30 Behçet hastası ile
kontrol grubunu oluşturan 15 sağlıklı kişiden alınan kan örneklerinde
gerçekleştirilmiştir. Nitrik oksit miktarları, plazma örneklerinde total nitrit
miktarlarının ölçülmesi esasına dayanan Griess yöntemi ile tesbit edilmiştir.
Trombosit agregasyonları ise kan örneklerininden hazırlanan TZP
(trombositten zengin plazma) ve TFP (trombositten fakir plazma)
kullanılarak Born’un turbidometrik yöntemi kullanılarak Chrono-log
agregometresinde ölçülmüştür.
Bulgular ve Sonuç: Trombosit agregasyonu, gerek aktif gerekse remisyon
dönemi Behçet hastalarında sağlıklı kontrol grubu bireylere göre anlamlı
derecede artmıştır (p<0,01). Bu artışın remisyon dönemi hastalarında, aktif
dönemdekilere göre anlamlı derecede fazla olduğu gözlenmiştir. Hasta
gruplarında gözlenen trombosit agregasyonundaki artışların aksine, plazma
nitrit seviyeleri remisyon grubunda daha da belirgin olmak üzere önemli
derecede düşüş göstermiştir (p<0,01). Sonuç olarak, Behçet hastalarında
görülebilen tromboz riski ile ilgili olarak, damar endotelinden NO
salgılanması azalmakta, trombosit agregasyonu ise artmaktadır. Bu iki
parametre arasındaki ilişkinin, remisyon dönemindeki hastalarda daha fazla
önem kazandığını düşünmekteyiz.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
99
P26 DİYABETİK SIÇANLARDA SİSTEMİK LEPTİN UYGULAMASININ
AORT DÜZ KAS CEVAPLARINA ETKİSİ
Ç.Özer
1
, Ş.Gülen
1
, E.Dileköz
2
, A.Babül
1
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
1
Fizyoloji ve
2
Farmakoloji AD; ANKARA.
ozercigdem@yahoo.co.uk
Giriş ve Amaç: Spesifik reseptörleri aracılığı ile gerek santral sinir sistemi,
gerekse periferik dokularda etkili olduğu bilinen leptinin; streptozotosin
(STZ) ile diyabet yapılmış sıçanlarda aorta halkalarında kasılma ve nitrik
oksit bağımlı gevşeme yanıtlarına olan etkisinin incelenmesi amacı ile bu
çalışma planlanmıştır.
Gereç ve Yöntem : Çalışmada ağırlıkları 250±5 g olan erkek Wistar Albino
sıçanlar kullanılmıştır. Sıçanlar diyabet olmayan kontrol grubu ve STZ ile
diyabet yapılmış grup olarak iki gruba ayrılmıştır. STZ 55 mg/kg i.p tek doz
olarak verilmiş, 7.günde açlık kan şekeri 300 mg/dl ve üzeri olanlar
diyabetik olarak kabul edilmiştir. Diyabetik ve kontrol grubunun yarısına
fosfat tamponlu serum fizyolojik içinde çözünen leptin 0,1 mg/kg/gün, diğer
yarısına da çözücü, 5 gün süre ile i.p. yoldan verilmiştir. Süre sonunda
aorta izole edilmiş, etraf dokulardan temizlenerek halka şeklinde kesilmiş, 1
g başlangıç gerimi verilerek 1 saat bekletilmiştir. Aort halkalarının bir
grubunda fenilefrin konsantrasyon yanıt eğrileri alınmış, bir grubunda da
halkalar fenilefrin ile submaksimal (maksimumun %70-80’i) kasıldıktan
sonra asetilkolinin (ACh) gevşeme yanıtları elde edilmiştir. İstatistiksel
analiz Annova ve MannWhitney U testi ile yapılarak, p<0,05 anlamlı kabul
edilmiştir.
Bulgular ve Sonuç : Fenilefrinin konsantrasyon bağımlı kasılma
yanıtlarının diyabetik grupta anlamlı olarak arttığı belirlenmiştir. Leptinin de
kontrol grubunda ve diyabetik gruplarda anlamlı olarak kasılma yanıtlarını
artırdığı saptanmıştır. Fenilefrin ile submaksimal kasılmış aort halkalarında
ACh, konsantrasyon bağımlı gevşemeye neden olmuş, diyabetik grupta bu
gevşeme yanıtları anlamlı olarak azalmıştır. Leptin gerek kontrol gerekse
diyabetik aortlarda ACh gevşemelerini potansiye etmiştir. Sonuç olarak;
leptin diyabetik olan ve olmayan sıçan aort halkalarında gerek gevşeme,
gerekse kasılma yanıtlarını anlamlı olarak artırmaktadır.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
100
P27 KRONİK TOLUEN İNTOKSİKASYONUNDA PERİFERİK SİNİR
SİSTEMİ HASARI
Ö.Coşkun
1
, Ş.Öter
2
, A.Korkmaz
2
, F.Armutçu
3
Karaelmas Ün., Tıp Fak.,
1
Histoloji-Embr.,
3
Biyokimya AD; ZONGULDAK.
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.
omercoskun1970@hotmail.com
Giriş ve Amaç: Günümüzde organik uçucu maddelerin kötüye kullanımı
tüm dünyada bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. Yapıştırıcılar, boya
çözücüler, yağ ve leke çıkarıcıları, oda ve saç spreyleri, deodorantlar,
kozmetik maddeler gibi endüstriyel ürünlerde kullanılan organik uçucu
maddeler geniş bir kimyasal spektruma sahiptir. Uçucu maddelerin
kullanımına bağlı çok sayıda sistemik ve sinir sistemi patolojileri
bildirilmiştir.
Aromatik bir hidrokarbon olan toluen, kötüye kullanım için en
yüksek potansiyele sahiptir. Bu çalışmada amacımız; toluenin periferik sinir
sistemine etkilerinin elektron mikroskobik ve biyokimyasal olarak
değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Deney için her bir grupta 10 adet 150-250 g
ağırlığındaki Wistar türü sıçanlar kullanıldı. Grup 1’deki deneklere hiçbir
uygulama yapılmadı. Grup 2’deki deneklere 3000 ppm toluen, 8 saat/gün, 6
gün/hafta olmak üzere 16 hafta uygulandı. Deney 16 hafta sonra
sonlandırıldı. Histolojik ve biyokimyasal çalışmalar için uygun teknikler
kullanılarak periferik sinir dokusu çıkarıldı. Alınan doku örnekleri %2’lik
glutaraldehit ile tespit edildi. Elektron mikroskop takip aşamalarından
geçirildi ve resimleri çekildi. Biyokimyasal değerlendirmeler için ise dokuda
süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz, katalaz ve plazma
malondialdehit (MDA) düzeyleri ölçüldü.
Bulgular ve Sonuç: Periferik sinirlerin elektron mikroskobik incelemesinde
endonöriumda ödem, endonöral iskeleti oluşturan kollagen liflerde
akümülasyon, aksonlarda dejenerasyon, ve nörotubulus akümülasyonu
görüldü. Periferik sinirde meydana gelen hasar en çok myelin kılıfta
gözlendi. Biyokimyasal incelemelerde ise glutatyon peroksidaz ve MDA
düzeyleri anlamlı olarak artarken, katalaz düzeyleri hafif yüksek bulundu.
Süperoksit dismutaz düzeyleri ise anlamlı olarak düştü. Toluenin nörotoksik
mekanizması tam olarak bilinmemektedir, ancak lipofilik özelliğinden dolayı
hücre duvarının lipid yapısını ve miyelin kılıfını etkilediği düşünülmektedir.
Çalışmamızda toluenin periferik sinirlerde dejenerasyona yol açtığı ve
bunun elektron mikroskobik bulguları gösterilmiştir. Biyokimyasal olarak
MDA düzeyinin artması ve antioksidan enzimlerdeki değişiklikler bunun
serbest radikal hasarına bağlı olabileceğini düşündürmektedir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
101
P28 K
1
, K
2
VE K
3
VİTAMİNLERİNİN SIÇAN GLİOMA VE İNSAN
GLİOBLASTOMA MULTİFORME HÜCRE ÇOĞALMASINA İN VİTRO
ETKİLERİ
P.Öztopçu
1
, S.Kabadere
2
, A.Mercangöz
1
, R.Uyar
2
Osmangazi Üniversitesi,
1
Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü;
2
Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ESKİŞEHİR.
poztopcu@ogu.edu.tr
Giriş ve Amaç: Glioblastoma multiforme astrositomalar içinde beyin
dokusuna hızla yayılan, yıkıma uğratan ve sinir sisteminde görülme sıklığı
yüksek beyin tümörlerindendir. K vitaminlerinin özellikle insan kanser
hücreleri üzerinde çoğalmayı engelleyici etkisinin olduğu in vitro ve in vivo
çalışmalarla gösterilmiştir. K vitaminlerinin sıçan glioma (C6) ve insan
glioblastoma multiforme hücrelerinin çoğalması üzerindeki etkisini
karşılaştıran bir çalışmaya rastlamadık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda K
1
, K
2
ve K
3
vitaminlerinin C6 ve
hastalardan alınan insan glioblastoma multiforme hücrelerinin çoğalması
üzerindeki etkilerini araştırdık. C6 ve insan glioma hücrelerini 37
o
C,
%95
nem ve %5 CO
2
bulunan in vitro ortamda çoğalttık. 100, 250, 500, 750 ve
1000 µM dozlarındaki K
1
ile K
2
vitaminlerinin ve 1, 10, 25, 50, 75 ve 100 µM
dozlarındaki K
3
vitamininin hücre çoğalması üzerindeki etkilerini 24 saat ilaç
uygulamasının sonunda MTT yöntemi ile belirledik. Sonuçların istatistiksel
değerlendirilmesini tek yönlü varyans analizi ardından Tukey’s çoklu
karşılaştırma yöntemi ile yaptık.
Bulgular ve Sonuç: K
1
vitamininin C6 ve insan glioma hücrelerinin
çoğalması üzerinde herhangi bir etkisini gözlemedik. K
2
vitamini C6 hücre
çoğalması üzerinde etki göstermemesine rağmen insan glioma hücreleri
üzerinde doza bağlı olarak çoğalmayı baskıladığını belirledik. IC
50
değeri
hücre çoğalmasını %50 oranında baskılayan dozdur. K
2
vitaminin insan
glioma hücrelerindeki IC
50
değerlerini sırasıyla 960 ve 970 µM olarak
hesapladık. K
3
vitamininin C6 ve insan glioma hücreleri üzerindeki IC
50
değerlerini ise sırasıyla 41, 24 ve 23 µM olarak belirledik. K
3
vitaminin, K
1
ve K
2
vitaminlerine oranla hücre çoğalması üzerinde daha etkili olduğu ve
K
3
vitaminine karşı insan glioma hücrelerinin daha hassas olduğunu
belirledik. K
3
vitamininin düşük dozda antiproliferatif etki göstermesi
nedeniyle tedavi amacıyla ileride belki antikanser ilaç olarak
kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Ayrıca çalışmamızın bu vitaminlerle ilgili
yapılacak yeni çalışmalara ışık tutacağına inanmaktayız.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
102
P29 MESOBUTHUS GİBBOSUS (BUTHIDAE) AKREP VENOMUNUN
KARDİYOVASKÜLER ETKİLERİNİN İNCELENMESİ
C.Taş, Z.Taş, A.Ulusoy, M.A.Onur, A.Tümer
Hacettepe Ün., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji BD; ANKARA.
tcanan@hacettepe.edu.tr
Giriş ve Amaç: Türkiye’de bulunan 13 akrep türünün içinde en geniş
yaşam alanına sahip olan M.gibbosus türü akrepler, bilhassa ülkemizin
Batı–Güney Batı kesimlerinde öldürücü olmamakla birlikte halk sağlığı için
rahatsızlık verici boyutlarda etki göstermektedir. Ülkenin genelindeki
populasyon yoğunluğu dolayısıyla, etkisi altındaki insan sayısındaki doğru
orantılı ilişki göz önüne alındığında M.gibbosus türü akreplerin kalp-damar
sistemi üzerindeki etkilerinin sunulduğu bu çalışma diğer fizyolojik
etkilerinin aydınlatılmasında da bir ışık tutacaktır.
Gereç ve Yöntem: Elektriksel stimülasyon yoluyla akreplerden elde edilen
ham venom, liyofilize edildikten sonra belirli konsantrasyonlarda
uygulanmıştır. 200
±20 g vücut ağırlıklı Wistar cinsi erkek sıçanların
kullanıldığı deneylerde 0,125
µg/ml i.v. venom enjeksiyonunun sıçan
arteriyel kan basıncı, EKG ve vücut sıcaklığına etkileri gözlenmiştir. Bu
etkilerin sırasıyla birer alfa ve beta blokörü olan fenoksibenzamin ve
propranolol varlığında nasıl değiştikleri araştırılmış, elde edilen verilerle
venomun etki mekanizması aydınlatılmaya çalışılmıştır. Deneylerde sıçan
arteriyel kan basıncı karotid arterden Statham force transdüseri ile alınarak
EKG ve vücut sıcaklığı ölçümleri ile birlikte Biopac data acquisition sistemi
yoluyla bilgisayara aktarılarak kaydedilmiştir. Sonuçlar Biopac Student Lab
Pro version 3.6.6. programı ile görüntülenmiş ve değişimler ölçülmüştür.
Bulgular ve Sonuç: Sunulan bu çalışmada M. gibbosus akrep venomunun
i.v. enjeksiyonunun kan basıncında venom konsantrasyonuna bağımlı
olarak önemli bir artışa neden olduğu belirlenmiştir. Bu etkinin alfa ve beta
adrenerjik reseptör blokerleri aracılığıyla azaldığı düşünülmekte ve
çalışmalara devam edilmektedir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
103
P30 YÜKSEK İRTİFANIN KISA VE UZUN DÖNEM İÇİNDE SOLUNUM
PARAMETRELERİNE OLAN ETKİLERİNİN İNCELENMESİ
C.Taş, A.Gürpınar, M.A.Onur, A.Tümer
Hacettepe Ün., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji BD; ANKARA.
tcanan@hacettepe.edu.tr
Giriş ve Amaç: Sporun ve spor dallarının kişi üzerinde akciğer
parametrelerini etkilemesi ve değiştirmesi birçok araştırmaya konu
olmuştur. Ülkemizde bu konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmış olmasına
karşın yüksek irtifa fizyolojisi ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. HAPE (High-
Altitude Pulmonary Edema) ve serebral ödem, akut dağcılık hastalıkları
içinde en önemli olanlardır. Yapılan çalışmalar, klinik ve hemodinamik
verilerle desteklenmektedir. Hastalığın temelinde yatan patofizyolojik
mekanizmalar halen aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Gereç ve Yöntem: Ülkemizde amatör olarak dağcılık sporuyla uğraşan, yıl
içinde belirli sayıda orta irtifaya çıkan 18-28 yaş grubu arasındaki sporcular,
iki yıl boyunca gözlenmişlerdir. İrtifanın kısa (12 ay) ve uzun (24 ay) dönem
içerisinde solunum parametrelerinde ortaya çıkardığı değişimler
incelenmiştir. Çalışmaya dağcılık sporu ile amatör olarak ilgilenen 150 kişi
alınmıştır, ancak iki yıllık süreyi sadece 12 kişi tamamlayabilmiştir.
Deneklerin dağcılık sporuna başlamadan önce ve başladıktan sonraki 12
ve 24.aylara ait akciğer (FEV
T
-Zamanlı Ekspirasyon Hacmi; %FEV
T
-
Zamanlı Ekspirasyon Hacmi Yüzde Değişiklik; VK-Vital Kapasite) ve kan
parametreleri (hematokrit, hemoglobin, lökosit, eritrosit) ölçülmüş ve
karşılaştırılmıştır. Elde edilen veriler, Wilcoxon Eşleştirilmiş İki Örnek Testi
ile değerlendirilmiştir.
Bulgular ve Sonuç: 24 ay sonrasında, FEV
T
3215,33’den 3366,67’ye
yükselmiştir. 12 ay sonrası ve 24 ayın sonunda ölçülen FEV
T
ve %FEV
T
değerleri (p<0,05) anlamlı bir artış göstermiştir. Sonuç olarak yüksek irtifa
etkisiyle akciğer kapasitelerinde FEV
T
değerlerinin beklendiği şekilde bir
artış göstermesi, yüksek irtifaya bağlı pulmoner ödemin etkisi olarak
değerlendirilmiştir. Yüksek irtifa pulmoner ödeminin patofizyolojik
mekanizmalarına iki yönlü bir yaklaşım vardır: pulmoner arteriyel
hipertansiyon (PAH) ve intraalveolar ödem. Yüksek irtifada bulunan
kişilerde PAH koşullarında ince çeperli preterminal arterioller açılarak
pulmoner arter ve kapillerle doğrudan bağlantı kurarlar. Bu arteriolokapiller
kısa yol PAH’nın kılcallara geçmesine neden olur.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
104
P31 SIÇANLARIN SOLEUS KASINDA OLUŞTURULAN İSKEMİNİN KAS
LİFLERİ VE ANJİYOJENEZİSi ÜZERİNE ETKİLERİ
D.Deveci
Cumhuriyet Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; SİVAS.
devecid@yahoo.com
Giriş ve Amaç: İskemik kaslarda anjiyojenezisin oluştuğunu bildiren
çalışmaların yanında oluşmadığını bildiren çalışmalar da bulunmaktadır.
Daha önceki çalışmamızda glikolitik kasta anjiyojenezisin oluşmadığı, fakat
kas lif çaplarının büyük olduğu alanlarda oluştuğu gösterilmişti. Bu çalışma
da ise oksidatif kas soleusun iskemiden daha fazla etkilenebileceği
varsayılarak, kas içerisinde kas lifi çeşitleri ve/veya çapları dikkate alınarak
inceleme yapıldı.
Gereç ve Yöntem: Ağırlıkları 250-300 g olan Wistar erkek sıçanların
anestezi altında sol iliak arterleri bağlanarak iskemi oluşturuldu ve
kontralateral kaslar kontrol grubu olarak kullanıldı (n=5). Üç gruptaki
hayvanlar (hepsi için n=5) 2., 4., ve 6.haftalarda aşırı doz anestezi ile
öldürüldü ve sonra iskemik ve kontralateral bacaktaki soleus (SOL) alındı,
tartıldı ve soğuk azot gazında donduruldu. Kriyostat ile alınan kesitler,
kapillerleri saymak için alkalen fosfataz ile kas liflerini ayırt etmek için ise
süksinik dehidrojenaz ile boyandılar. Kapillerler ve kas lifleri ışık
mikroskobunda sayıldı ve kapillerlerin liflere oranı (K/L), kapillerlerin
yoğunluğu (KY, mm
-2
), liflerin enine kesit alanı (LEKA, µm
2
) ve oksijen
difüzyon mesafesi (ODM, µm) hesaplandı.
Bulgular ve Sonuç: İskemik kasların kütlesinde anlamlı bir değişiklik
yoktu. SOL’a bütün olarak bakıldığında 6 haftalık iskemiden sonra
anjiyojenezisin oluştuğu görüldü (K/L 2,46±0,08–3,15±0,11, p<0,01,
ANOVA). 4. ve 6.haftalarda KY artarken ODM azaldı (4.hafta için KY,
345±12–446±14, p<0,001; ODM, 19,8±0,3–17,5±0,3, p<0,001); (6.hafta için
KY, 363±15–458±22, p<0,01; ODM, 19,4±0,4–17,8±0,4, p<0,05). İskemik
kasın LEKA’sında anlamlı atrofi ise sadece 4. haftada gözlendi. İskemik
kasta bölgesel farklılıklara bakıldığında anlamlı değişiklik görülmedi
(p>0,05). Bu sonuçlar; tüm kasa bakıldığında iskemiden dolayı
anjiyojenezisin ancak 6 haftalık bir süreden sonra oluştuğunu ve daha kısa
süreli iskeminin anjiyojenezisi stimüle etmede yeterli olamadığını
göstermektedir. Bunda LEKA’nın bifazik olarak atrofiye olup (4.haftada)
tekrar eski çapına dönmesinin etkisi olabilir. Bütün bunlar LEKA ve/veya
ODM’nin anjiyojenezisin iskemik ya da hipoksik koşullarda stimüle
edilmesinde etkili olduğunu yansıtabilir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
105
P32 AÇIK KALP CERRAHİSİNDE HEPARİN KAPLI
KARDİYOPULMONER BYPASS SİSTEMLERİ VE APROTİNİN
KULLANILMASININ KAN DRENAJI, KAN TRANSFÜZYONU VE
FİBRİNOJEN DÜZEYLERİNE ETKİLERİ.
A.Uslu, R.Yiğit
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL.
atillauslu_itf@hotmail.com
Giriş ve Amaç: Günümüzde kalp hastalıklarının büyük bir kısmının cerrahi
tedavisinde, Heparin Kaplı Olmayan (HKO) kardiyopulmoner bypass (KPB)
sistemleri kullanılmaktadır. KPB sırasında hasta kanın KPB sistemi yüzeyi
ile teması sonucunda, pıhtılaşma proteinleri ve kan hücreleri aktive olur.
Kontakt fazla indüklenen plazmin, fibrinolitik sistemi aktive eder. Fibrinojen
KPB sistem yüzeyine yapışarak azalır. Aprotinin plazma inhibitörü olarak
fibrinojeni korur. KPB trombositleri aktive eder, disfonksiyonundan sorumlu
granüllerin salınmasını artırır. Ayrıca GPIb ve GPIIb/IIIa miktarlarıda
azalmaktadır. Aprotinin GPIb’deki azalmayı da önlemektedir. Aprotinin tüm
bu koruyucu etkileriyle birlikte Heparin kaplı (HK) KPB sistemlerinde
kullanılması, KPB’dan kaynaklanan fibrinojen kaybı, postoperatif kan
drenajı ve buna bağlı olarak kan transfüzyonu ihtiyacına etkileri araştırmaya
yönelik bu çalışmayı gerçekleştirdik.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Koroner Arter Bypass Grefti ve Kalp Kapak
Replasmanı uygulanan 45 hasta üzerinde gerçekleştirildi: Kontrol grubu
(n:15) - (HKO)KPB Sistem, 1.deney grubu (n:15) - (HKO)KPB
Sistem+Aprotinin(Trasylol) ve 2.deney grubu (n:15) - (HK)KPB
Sistem+Aprotinin(Trasylol). Kontrol grubu hariç, diğer 2 gruptaki hastalara
preop, operatif ve postop olarak toplam 3x1.000.000 KIU Aprotinin verildi.
Postop kan drenajı ve kan transfüzyonu miktarları takip edildi. Fibrinojen
analizi; preop(1), operatif(2), postop(5) olmak üzere 8 evrede yapıldı.
Bulgular ve Sonuç: Kan drenajı değerleri (HKO)KPB grubunda;
13,47±4,26, (HKO)KPB+Apr. grubunda; 10,54±3,21 ve (HK)KPB+Apr.
grubunda ise 6,58±2,19 cc/kg/hasta olarak bulunmuştur. Benzer bir sonuç
tan transfüzyonu düzeylerinde de görülmüştür: (HKO)KPB grubunda
10,19±4,36, (HKO)KPB+Apr. grubunda; 7,34±2,17 ve (HK)KPB+Apr.
grubunda 4,22±2,41 cc/kg/hasta. Her iki çalışmada da, gruplar arasındaki
fark istatistiksel olarak anlamlı ve düşük bulunmuştur p<0,05. Fibriniojen
düzeyleri bakımından (HKO)KPB ile (HK)KPB+Apr. grubu arasında; sadece
3-7.evreler arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar bulunmuştur
(p<0,05). Sonuç olarak; HKS+Aprotinin birlikte kullanıldığı vakalarda,
fibrinojenin daha iyi korunduğunu, fibrinojen kaybı, postoperatif kan drenajı
ve buna bağlı olarak kan transfüzyonu ihtiyacının önemli ölçüde
azaltılabilineceğini düşünmekteyiz.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
106
P33 UYKU APNESİNİN KARDİYOPULMONER EGZERSİZ KAPASİTESİ
ÜZERİNE ETKİLERİ
L.Öztürk
1
, G.Metin
1
, Ç.Çuhadaroğlu
2
, A.Utkusavaş
2
, B.Tutluoğlu
3
İstanbul Ün., Cerrahpaşa Tıp Fakültesi,
1
Fizyoloji,
3
Göğüs Hastalıkları AD;
2
İstanbul Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları AD; İSTANBUL.
leventrk@hotmail.com
Giriş ve Amaç: Obstrüktif uyku apnesi toplumun %1-4’ünü etkileyen ciddi
bir sağlık sorunudur. Bu rahatsızlıkta kardiovasküler hastalıklara yönelik
mortalite ve morbidite eğilimi daha yüksektir. Bu bağlamda mevcut tedavi
protokollerine ek olarak egzersiz modelleri de uygulama alanına sokulmaya
çalışılmaktadır. Ancak, uyku apneli hastaların egzersiz kapasitesi ile ilgili
özelliklerini tanımlayan çok az araştırma mevcuttur. Biz de bu
çalışmamızda uyku apnesi olan hastalara kardiyopulmoner stres testi
uygulayarak, bu hasta grubunun egzersiz kapasitesi özelliklerini belirlemeyi
amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Obstrüktif uyku apne tanısı alan 19 hasta (16E, 3K;
46±8 yaş) ve 17 kontrol (7E, 10K; 39±9 yaş) çalışmaya dahil edildi. İki
gruba da, sürekli EKG monitörizasyonu eşliğinde bisiklet ergometresinde
submaksimal egzersiz yaptırıldı. Kalp atım sayısı EKG’den takip edildi. Kan
basıncı değerleri test süresince 2 dakika aralıklarla ölçüldü. Akciğer hacim
ve kapasiteleri test öncesi istirahat durumunda, maksimum oksijen tüketimi
ise VO
2max
testi sırasında bilgisayar destekli spirometre ile (Vmax29c)
ölçüldü. İki gruba ait sonuçların karşılaştırılmasında t-testi kullanıldı.
Bulgular ve Sonuç: Hasta grubunun istirahat sırasındaki sistolik ve
diastolik kan basıncı değerleri kontrollerden daha yüksek (sırasıyla p<0,01,
p<0,01) bulundu. Egzersiz sırasında ise sadece diyastolik kan basınçları
kontrol grubundan daha yüksekti (p<0,01). Maksimum oksijen tüketimi ise
hasta gurubunda (19,7±3,1 ml/kg/dak), kontrol gurubundan (23,6±5,0
ml/kg/dak) anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,01). Sonuç olarak, hasta
gurubunda aerobik performansların düşük ve kan basıncı değerlerinin
yüksek bulunması nedeniyle, bu tip hastalarda verilecek egzersiz reçeteleri
öncesinde ayrıntılı kardiopulmoner testlerin yapılmasının gerekli olduğu
düşünüldü.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
107
P34 AEROBİK ANTRENMAN SONRASI LAKTAT EŞİĞİ DEĞİŞİMİNİ
BELİRLEYEN ÇEŞİTLİ YÖNTEMLERİN DUYARLILIKLARININ
MATEMATİKSEL MODEL İLE SAPTANMASI
R.Irmak
1
, C.Ş.Bediz
2
, A.Topçu
2
, O.B.Güleçer
2
,İ.Aksu
2
Dokuz Eylül Üniversitesi,
1
Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu;
2
Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; İZMİR.
fiziktedavi@yahoo.com
Giriş ve Amaç: La (Laktat) eşiği aerobik egzersiz performansının iyi bir
göstergesidir. La eşiği olarak farklı kan laktat seviyeleri kullanılmaktadır. La
seviyesine karşılık gelen iş yükü de farklı yöntemlerle belirlenmektedir. Bu
çalışmanın amacı aerobik antrenman sonrası laktat eşiği değişimini
belirleyen çeşitli yöntemlerin duyarlılıklarının matematiksel model ile
saptanmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma 20-21 yaşlarında, sedanter, 6 gönüllü (4
kadın, 2 erkek) üzerinde yapılmıştır. Gönüllülere bisiklet ergometrisinde
25W/2dk yük artışlı maksimal test uygulanmıştır. Her yük artışından önce
parmak ucundan kan alınarak La ölçümleri yapılmıştır (YSI 1500 sport). 8
hafta süreyle VO
2max
’larının %65’i düzeyinde haftada 3gün/30dk bisiklet
ergometrisinde antrenman yaptırılmıştır. 8 hafta sonunda maksimal test
tekrarlanmış ve La ölçümleri yapılmıştır. La eşiği kriterleri olarak 4, ∆1, 2 ve
2,5 mmol seviyeleri alınmış ve her biri için eşik grafikten gözle belirleme,
lineer, logaritmik, curvilineer ve exponent matematiksel yöntemleri
kullanılarak hesaplanmıştır. La kriterleri şiddeti artan egzersiz sırasında
gönüllünün kanında 4, ∆1, 2 ve 2,5 mmol seviyelerine ulaşılan iş yüküdür.
Bu seviyeler kan La birikimine karşılık iş yükünü gösteren grafiklerden
gözle kestirim ve kan La birikimi ile iş yükü arasındaki ilişkiyi açıklayan
matematiksel modellerden hesaplama yoluyla bulunabilir. Lineer, nonlineer,
ters ve multivariable regresyon analizi ve kruskal wallis varyans analizi
istatistiksel yöntemleri kullanıldı. La eşiği belirleme yöntemleri, regresyon
analizi sonucu elde edilen standart hataları ve belirlilik katsayılarına göre
karşılaştırıldı.
Bulgular ve Sonuç: Gönüllü grubunun laktat eşiği değişimini gösteren 18
matematiksel model arasından 10 tanesi güvenilirlikleri yetersiz bulunduğu
için elendi. Lineer modele kullanılarak ∆1mmol seviyesine göre belirlenen
La eşikleri kullanılarak geliştirilen değişim modeli standart hatası en düşük
ve belirliliği en yüksek model olduğu görüldü (SE=0,657, R
2
=0,999).
∆LT=-182,162+4,979xLT
1
+36,722x[Egzersiz Şiddeti/LT
1
]
Çalışmada dinlenim kanı almadan matematiksel olarak dinlenim kan laktat
seviyesinin belirlenebileceği, submaksimal şiddetteki egzersizle
matematiksel olarak La eşiğinin belirlenebileceğine dair ikincil bulgular elde
edildi.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
108
P35 MENSTRUEL DÖNEM VE EGZERSİZİN BAZI FİZYOLOJİK VE
MOTORİK PARAMETRELER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİN
ARAŞTIRILMASI
Ş.Cengiz
1
, M.Zerin
2
, A.Z.Karakılçık
2
1
Gazi Ün., Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Beden Eğitimi ve Spor AD; ANKARA.
2
Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ŞANLIURFA.
csebnem@gazi.edu.tr
Giriş ve Amaç: Son yıllarda kadınlar, özellikle atletizm olmak üzere değişik
spor dallarında başarılı sonuçlar almakta, bazı spor dallarında erkeklerden
daha iyi performans gösterebilmektedirler. Geçmişte menstruasyonun
sportif performansı düşürdüğü düşüncesi varsa da, yeni çalışmalarla
kanamanın hafif olduğu dönemlerde performansın olumsuz etkilenmediği,
ancak ağır kanamalı dönemlerde olumsuz etkilenebildiği kaydedilmektedir.
Bu nedenle, bayanlarda menstruel dönem ve egzersizin bazı sportif ve
fizyolojik parametreler üzerinde olası etkilerinin araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışma Harran Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor
Bölümünde okuyan, gönüllü 30 öğrenci üzerinde menstruel dönem öncesi
ve menstruel dönemde yürütüldü. Solunum fonksiyonu testi ile zorlu vital
kapasite (FVC), forced expiratory volum-saniye (FEV1), vital kapasite (VC)
ve maksimum voluntary ventilation (MVV) değerleri (ml), 400 m
koşusundaki dereceleri (sn) ve dayanıklılık egzersizi sonrasında nabızları
alınarak toparlanma döneminde nabzın geri dönüşü saptandı. Elde edilen
sonuçlar istatistiksel (Example T testi) olarak analiz edildi.
Bulgular ve Sonuç: FVC (p<0,05), FEV1 (p<0,05), VC (p<0,01) değerleri
normal dönemde, MVV (p<0,001) ise menstruel dönemde anlamlı olarak
artmış bulundu. 400 m koşu sonuçları da menstruel dönemle anlamlı olarak
daha kötü derecelerle sonuçlandı (p<0,05). Adetli dönem ile normal dönem
toparlanma dönemi 1. ve 2.dk nabız sonuçları arasındaki farklar anlamsız
(p>0.05) iken, 3.dk nabızları yönünden menstruel dönemde daha hızlı bir
toparlanma görüldü (p<0,05). Yapmış olduğumuz çalışma; menstruel
dönemde anaerobik yüklenme sonrası nabzın normale dönüşünün daha iyi
olduğunu göstermiştir. Normal dönemde mevcut anaerobik kapasitenin
menstruel dönemdeki düşüşü, anaerobik dayanıklılık gerektiren
çalışmalarda performansın da düşük olmasına neden olduğu gözlenmiştir.
Bu durumun kadınlarda menstruel dönemde ortaya çıkan fizyolojik
değişimlerden değil de daha çok psikolojik etkenlerin neden olduğu
düşünüldü.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
109
P36 İNEKLERİN SİKLUS DÖNEMLERİNDEKİ SERUM VE FOLİKÜLER
SIVI ÖRNEKLERİNDE LEPTİN, IGF-1 VE ÖSTROJEN DEĞERLERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI
A.Dayı¹, C.Ş.Bediz¹, O.Yılmaz², B.Musal³, A.Çömlekçi
4
, M.Celiloğlu
5
, D.Çımrın
6
,T.Erci
6
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fak.,
1
Fizyoloji,
4
Endokrinoloji,
5
Kadın Hast. ve Doğum AD,
2
Deney Hayvanları Araştırma Birimi,
6
Merkez Laboratuvarı; İZMİR.
³Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi; AYDIN.
adayi@deu.edu.tr
Giriş ve Amaç: Leptin esas olarak beyaz adipoz dokudan üretilen obezite
gen ürünü bir proteindir. Kandaki konsantrasyonu yağ depolarının doluluğu
ile paralellik göstermektedir. Leptinin vücut ağırlığı ve metabolik
homeostazdaki etkilerinin ötesinde puberte, cinsel olgunlaşma ve üremede
de rol oynadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada ineklerde farklı östrus
dönemlerinde serum ve folikül sıvılarındaki leptin, estradiol, progesteron,
IGF-1 düzeylerinin değişimi ve bu hormonlar arasındaki ilişki araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu deney için sağlıklı, 4-5 yaşlarında, 72 inekten venöz
kan ve 168 folikül sıvısı örneği alınmıştır. Kan progesteron konsantrasyonu
1 ng/ml’nin altında olanlar foliküler faz, diğerleri luteal faz olarak
değerlendirilmiştir. Foliküller, çaplarına göre büyük (
≥8mm) ve küçük
(
<8mm) olarak ayrılmıştır. Büyük foliküller (≥8mm) ise estradiol
konsantrasyonu 50 ng/ml’nin üstünde olanlar estradiol aktif (EA) ve altında
olanlar estradiol inaktif (EI) olarak alt gruplara ayrılmıştır. Kan ve foliküler
sıvı örneklerinde leptin, IGF-1 Radio İmmuno Assay (RIA), estradiol ve
progesteron konsantrasyonları “chemiluminescence” yöntemiyle
ölçülmüştür.
Bulgular ve Sonuç: Luteal faz dönemindeki ineklerin küçük foliküllerinde
leptin konsantrasyonu (p
<0,05) yüksek bulunmuştur. Preovulatuvar
foliküllerde serum leptini ile folikül sıvısı progesteron konsantrasyonu
arasında anlamlı pozitif ilişki p=0,01) gösterilmiştir. Bu çalışmada, atretik
folikül olarak değerlendirilen luteal faz döneminde alınan küçük foliküllerde
leptin konsantrasyonunun yüksek bulunması, leptinin bu foliküllerde atrezi
lehine rol oynadığını düşündürebilir. Atretik folikülden progesteron
salgılanmasının yanısıra preovulatuvar folikülün gelişiminin son
dönemlerinde de teka hücrelerinden progesteron salgılandığı ve bu
nedenle dominant folikül sıvısında progesteron konsantrasyonunun arttığı
bilinmektedir. Leptin ve progesteron yüksekliği atrezi bulgusu olarak kabul
edildiğinde dominant folikülde gösterilen leptin-progesteron pozitif ilişkisi,
leptinin folikül gelişiminde bilinmeyen başka süreçlerde de rolünün
olabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, leptinin
folikül gelişimine bifazik etkisinin olabileceğinden sözedilebilir. Leptin,
yeterli gonadotropin desteği olmayan küçük foliküllerde atrezi lehine rol
oynarken, dominant foliküllerde gelişmeye katkı sağlıyor olabilir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
110
P37 SİTOTOKSİSİTE VE HÜCRE PROLİFERASYONUNU
BELİRLEMEDE KOLORİMETRİK MEHTHYL THİAZOL TETRAZOLİUM
(MTT) YÖNTEMİ
F.Süzergöz
1,2
, B.Kıran
1
, G.Deniz
1
, M.F.Evcimik
1
, A.O.Gürol
1
1
İstanbul Üniversitesi, DETAM, İmmünoloji AD; İSTANBUL
2
Harran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü; ŞANLIURFA.
suzergoz@yahoo.com
Giriş: Çeşitli maddelerin canlı hücreler üzerindeki sitotoksik ve proliferatif
etkilerini araştırmak amacıyla H
3
timidin, LDH (Lactate Dehydrogenase) ve
Trypan blue gibi yöntemlerle birlikte kolorimetrik MTT (Methyl thiazol
tetrazolium) yöntemi de geniş ölçüde kullanılmaya başlamıştır. Diğer
yöntemlerde sadece hücrelerin sayıca artış veya azalmalar belirlenirken, bu
yöntemde aynı zamanda hücrelerin aktivitesi hakkında da bilgi
edinilebilmektedir.
Yöntem: Bu yöntemde 96 kuyucuklu kültür plakları kullanılmaktadır. Test
edilecek her bir madde için 3 kuyucuk kullanılmakta ve bu maddeler %10
FCS (fötal dana serumu) içeren IMDM (Iscove’s Modified Dulbecco’s
Medium) içerisinde sulandırılarak, her bir kuyucuğa maksimum 10
µL
eklenmektedir. Hücreler, 2x10
6
hücre/ml olacak şekilde %10 FCS içeren
IMDM içerisinde seyreltilerek, test kuyucukları ve boş olan kontrol
kuyucuklarının her birine 50
µL eklenmektedir. Kuyucukların tamamının son
hacimleri 100
µL olacak şekilde %10 FCS içeren IMDM eklenmektedir.
Kültür plakları 37
o
C’ de %5’lik CO
2
içeren nemli ortamda 72 saat
inkübasyonun ardından kontrol ve test kuyucuklarının tümüne 5 mg/ml’lik
MTT’den 10
µL eklenerek 4 saat daha inkübasyona bırakılmaktadır. Bu
süre sonunda plaklar 1200 rpm 10 dak. Santrifüj edilmekte ve
süpernatantın %50’si uzaklaştırıldıktan sonra her kuyucuğa 50
µL DMSO
(Dimethyl sulfoxide) eklenerek, karanlıkta ve oda ısısında bir gece
bekletildikten sonra Eliza plak okuyucuda 540 nm dalga boyunda 620 nm
referans filtresiyle okutulmaktadır. Elde edilen OD (Optik dansite) değerleri
aşağıdaki formüle göre hesaplanmaktadır.
x100
ortalaması
degerleri
OD
ı
kuyucuklar
Kontrol
ortalaması
degerleri
OD
ı
kuyucuklar
Test
erasyon
ite/Prolif
Sitotoksis
%
=
Sonuç: Sitotoksisite ve hücre proliferasyonu çalışmalarında kolorimetrik
MTT yönteminin kullanılmasıyla daha objektif sonuçlar elde edilebileceğine
inanmaktayız.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
111
P38 KORDON KANI MONONÜKLEER HÜCRELERİNİN
CONCANAVALİN-A VE PHYTOHAEMAGGLUTİNİNE KARŞI
LENFOPROLİFERATİF YANITLARI
F.Süzergöz
1,2
, B.Kıran
1
, G.Deniz
1
, M.F.Evcimik
1
, A.O.Gürol
1
1
İstanbul Üniversitesi, DETAM, İmmünoloji AD; İSTANBUL.
2
Harran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü; ŞANLIURFA.
suzergoz@yahoo.com
Giriş ve Amaç: Deneysel ve klinik çalışmalar, göbek kordonunun, kemik
iliği transplantasyonuna elverişli hematopoetik kök ve projenitör hücreler
yönünden zengin bir kaynak olduğunu göstermektedir.
Transplantasyonların sonrasında antijen sunan hücreler (ASH) tarafından
alloantijenlerin T hücrelerine yoğun sunumu, lenfoproliferatif yanıtlara yol
açmaktadır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda kordon kanının lenfoproliferatif yanıt
düzeyini incelemeyi amaçlayan deney düzeneği hazırladık. Kolorimetrik
MTT (methyl thiazol tetrazolium) yöntemiyle concanavalin-A (Con-A) ve
phytohaemagglutinin (PHA) gibi mitojenlere karşı kordon kanı ve periferik
kan mononükleer hücrelerinin lenfoproliferatif yanıt düzeylerini inceledik. Bu
yöntemde kordon kanından alınan hücreler 96 kuyucuklu kültür plaklarında,
yukarıda belirtilen mitojenlerle (test kuyucukları) ve mitojen eklenmeden
(kontrol kuyucukları), %10 fötal dana serumu (FCS) içeren Iscove’s
Modified Dulbecco’s Medium (IMDM) içerisinde %5 CO
2
’li ortamda ve
37
o
C’de 72 saat inkübe edilmektedir. İnkübasyon sonunda her kuyucuğa 5
mg/ml’lik MTT’den 10
µL eklenerek 4 saat daha inkübasyon
sürdürülmektedir. Bu süre sonunda kuyuculara dimetilsulfoxide (DMSO)
eklenerek canlı hücrelerin oluşturduğu MTT formazanın çözülmesi
sağlanmaktadır. Oluşan renk indeksi ELİSA plak okuyucuda 550 nm dalga
boyunda, 620 nm refereans filtresiyle okunmakta ve kontrol kuyucukları ile
test kuyucuklarının optik dansiteleri karşılaştırılarak % proliferasyon düzeyi
belirlenmektedir.
Bulgular ve Sonuç: Periferik kan ve kordon kanı mononükleer
hücrelerinin, hem Con-A hem de PHA’ya karşı lenfoproliferatif yanıt
düzeyleri SPSS programında student-t testi ile analiz edilmiş, periferik kana
oranla kordon kanı mononükleer hücrelerin proliferatif yanıt düzeylerinin,
hem Con-A’ya (p<0,001) hem de PHA’ya (p<0,034) karşı anlamlı düzeyde
düşük olduğu gözlenmiştir. Kordon kanıyla yapılan transplantasyonlarda
graft versus host dissease (GVHD) gelişme riskinin, kemik iliği ve mobilize
periferik kan hücreleriyle yapılan transplantasyolardan daha düşük
olmasının, kordon kanı T ve B lenfositlerinin alloantijen sunumuna karşı
yanıt yeteneğinin düşük olmasından kaynaklandığı düşünülmekteyiz.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
112
P39 RENAL İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA, KARACİĞERDE
ENDOTELİN RESEPTÖR ANTAGONİSTİ BQ-123 VE NİTRİK OKSİTİN
ETKİSİ
M.H.Emre
1
, H.Erdoğan
2
, E.Fadıllıoğlu
1
1
İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; MALATYA.
2
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TOKAT.
hemre@inonu.edu.tr
Genel Bilgiler: Renal iskemi-reperfüzyon (I/R) hasarı inflamatuar ve reaktif
oksijen türlerinin oluşumuna neden olan yanıtı tetikler. Bu da beyin, kalp,
karaciğer gibi birçok organı etkileyebilir. Çalışmada böbrek I/R hasarında
hepatik değişikliklerin incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Erkek Sprague Dawley sıçanlar kullanılan deneylerde
renal I/R uygulanan gruplara endotelin reseptör antagonisti BQ-123 (1,7
mg/kg i.v.), nitrik oksit inhibitörü L-NAME (20 mg/kg, i.v.) ve nitrik oksit
donörü L-Arginin (400 mg/kg, i.v.) uygulandı. Yaş karaciğer dokusu katalaz
(KAT), superoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GSH-Px) enzim
aktiviteleri ve tiyobarbiturik asit reaktif maddeleri (TBARS) ile nitrik oksit
(NO) düzeyleri incelendi. One way ANOVA ve gruplar arası karşılaştırmada
LSD istatistiksel testleri kullanıldı. p<0,05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular ve Sonuç: Sol böbreğe otuz dakika iskemi ve iki saat
reperfüzyon uygulanan gruplar arasında karaciğer yaş doku NO düzeyi
kontrol grubunda BQ-123 verilen grup hariç diğerlerine göre istatistiksel
olarak anlamlı olacak şekilde yüksek bulundu.(p
<0,05). Diğer taraftan
karaciğer antioksidan enzim aktiviteleri ve TBARS düzeyi açısından gruplar
arasında anlamlı bir fark saptanamadı. Ancak; böbreğe uygulanan iskemi
ve reperfüzyonun süresinin sonuçların üzerinde etki yapabileceği
düşünülmektedir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
113
P40 ŞİZOFRENİ HASTALARINDA SERUM Fe, Cu, Zn, Mn, Mg, Al ve
ERİTROSİT GLUKOZ-6-FOSFAT DEHİDROGENAZ AKTİVİTESİ
M.H.Emre
1
, B.Kaya
2
, N.Akdağ
1
, E.Fadıllıoğlu
1
, S.Ünal
2
, A.Sayal
3
,
H.Erdoğan
4
, R.Polat
2
İnönü Ün., Tıp Fakültesi,
1
Fizyoloji,
2
Psikiyatri Anabilim Dalı; MALATYA.
3
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Eczacılık Bilimleri Merkezi; ANKARA.
4
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TOKAT.
hemre@inonu.edu.tr
Giriş ve Amaç: Glukoz 6-posfat dehidrogenaz (G6FD) enzimi, nükleotid
sentezi ile sonuçlanan hekzoz monofosfat şantında hız kısıtlayıcı enzim
olup, redükte glutatyon, yağ asidi ve kolesterol G6FD’un öncülüdür. Aynı
zamanda fötal yaşam ve sonrasındaki nöronal gelişimde ve transmiter
salınımında önemli rolü bulunan bir enzimdir. Şizofreninin
etyopatogenezinde devam eden tartışmalarda suçlanan, eser elementler ve
G6FD arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Şizofreni hastalarından (n=31) ve sağlıklı gönüllülerden
(n=32) alınan venöz kan santrifüj edilerek eritrosit ve serumları ayrıldı.
Eritrosit G6FD enzim aktiviteleri UV spektrofotometre ile, serum Fe, Cu, Zn,
Mn, Mg, Al düzeyleri atomik absorbsiyon cihazı ile çalışıldı.
Bulgular ve Sonuç: G6FD enzim düzeyi şizofreni hastalarında, kontrol
grubundan yüksek bulundu. Esansiyel eser elementler Mn ve Zn düzeyleri
kontrol grubuyla karşılaştırıldığında, şizofreni hastalarında düşük, Fe, Cu,
Mg, Al seviyeleri ise yüksekti. Sigara içen şizofreni hastaları sigara içmeyen
şizofreni hastalarından daha yüksek serum Fe düzeyine sahipti. Bundan
başka serum Fe seviyesi ile G6FD enzim düzeyi arasında pozitif
kolerasyon ve serum Fe ve Al seviyeleri arasında negatif kolerasyon tespit
edildi. Çalışmamızda şizofreni hastalarında G6FD enzim ve eser
elementlerin düzeyleri arasındaki ilişkiyle etyopatogenezin aydınlatılmasına
katkıda bulunulmaktadır. Ancak hastalığın süresi, beslenme durumu ve
kullanılan antipsikotiğin süresi, dozajı gibi farklı parametreler ışığında
inceleyen yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
114
P41 BABY HAMSTER KİDNEY FİBROBLAST HÜCRELERİNİN
BİYOPARÇALANABİLİR POLİMERİK FİLMLER ÜZERİNDE TUTUNMA
VE ÜREME ÖZELLİKLERİNİN İNCELENMESİ
A.Gürpınar
1
, K.Tuzlakoğlu
2
, M.A.Onur
1
, M.A.Serdar
3
, A.Tümer
1
,
E.Pişkin
2
Hacettepe Üniversitesi,
1
Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Fizyoloji Bilim Dalı;
2
Mühendislik Fakültesi, Kimya Mühendisiliği Bölümü;
3
GATA, Biyokimya ve Klinik Biyokimya Anabilim Dalı; ANKARA.
gurpinar@hacettepe.edu.tr
Giriş ve Amaç: Günümüzde çeşitli nedenlere bağlı olarak meydana gelen
doku ve organ kayıplarının tedavisinde, otolog hücrelerin biyolojik
sistemlerle uyuşabilir polimerik malzemeler ile bileşenlerinin hazırlanması
ve bunların herhangi bir immun cevap ile karşılaşılmaksızın, aynı kişide
doku hasarının tedavisinde kullanılması amaçlanmaktadır. Poli (
α-hidroksi
esterler) de yumuşak ve sert doku tamirinde kullanılan vücutta
parçalanabilir bir polimer grubunu oluşturmaktadır. Sunulan bu çalışmada,
bu gruptan membran formunda hazırlanmış poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton)
kopolimerinin hücre tutunma ve üreme özelliklerine olan etkileri
incelenmiştir.
Gereç ve Yöntem: Poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton) kopolimerik filmler
çözücü çöktürme yöntemiyle hazırlanmış ve etilen diamin (EDA) ile yüzey
modifikasyonları yapılmıştır. Filmler, hücre kültür ortamı ve etanol ile olmak
üzere iki farklı koşulda yıkanarak hücre kültürü için hazırlanmıştır. Ardından
farklı yıkama koşullarında yüzeyi modifiye edilmiş ve edilmemiş filmler
üzerinde hücre tutunma ve üreme özellikleri incelenerek, ALP aktivitesi ve
glukoz kullanımındaki değişikler tayin edilmiştir.
Bulgular ve Sonuç: Sonuçlar, polimerik filmler üzerinde hücre tutunma ve
üremesi ile ALP aktivitesi ve glukoz kullanımının zamana bağlı olarak
arttığını ve en fazla hücre üremesinin ise 48.saatte ve yüzey modifikasyonu
yapılmış, hücre kültür ortamı ve etanol ile yıkanmış filmlerde olduğunu
göstermiştir. Bu sonuçlar, poli (L-laktik asit/
ε-kaprolakton) filmlerinin hücre
tutunması ve üremesi için uygun olduğunu ve bundan sonraki çalışmalarda
sert doku tamiri için osteoblast hücreleri ile kullanılmasının uygun olacağını
göstermesi açısından önemlidir.
POSTERLER (ÖDÜLE ADAY)
29.TFBD KONGRESİ – 1-5 EYLÜL 2003 – GATA / ANKARA
115
P42 KEMİK İLİĞİ KÖKENLİ OSTEOBLAST HÜCRELERİNİN
β -TCP
Dostları ilə paylaş: |