“Beyefendiyle daha önce Kont’un evinde tanışmıştım,” dedi Bayan Villefort, soğuk bir sesle. Sonra
yanlarından ayrıldı. Bu soğukluk karşısında Maximilian bir an ürperdi. Ancak arkasını döndüğünde,
Bayan Villefort’u da, soğuk sesini de unutturacak bir şey gördü. Kapının yanında beyazlar içinde güzel bir
kadın, iri mavi gözleriyle herhangi bir şey ifade etmeye çalışmaksızın kendisine bakıyordu. Sonra elinde
tuttuğu bir demet menekşeyi dudaklarına götürdü. Maximilian bu işareti o kadar iyi tanıyordu ki o da
hemen, gözlerinde aynı ifadesiz bakışla, mendilini dudaklarına götürdü. Mermer
gibi donuk bedenlerinin
altında çılgıncasına çarpan kalpleriyle bu iki insan, bir an onları ayıran bütün o kalabalığı unutarak
biribirlerinin gözlerine dalıp gittiler. Monte Cristo Kontu gelmiş olmasa, bu sessiz anlaşma sonsuza kadar
sürebilirdi. Kont, çevresine öylesine büyülü bir hava yayıyordu ki, girdiği her yerde gözler ona
çevriliyordu.
Kont, konukları selamlayarak bahçe kapısının yanında durmakta olan Bayan Morcerf’e doğru ilerledi.
Kont’un girişini aynadan gören Bayan Morcerf de onu karşılamak üzere ilerledi. Her ikisi de ilk
konuşanın karşıdaki olmasını beklediklerinden sessizce birbirlerini selamladılar. Sonra Kont, Albert’in
yanına gitti.
“Annemi gördünüz mü?” diye sordu Albert Kont’u görünce.
“Evet, şimdi selamlaştık,” dedi Kont. “Ama babanızı henüz göremedim.”
O sırada Kont birinin koluna dokunduğunu hissetti. Arkasını döndüğünde kendisini Danglars’la karşı
karşıya buldu.
“Ah,
siz misiniz Baron,” dedi.
“Neden beni Baron diye çağırıyorsunuz?” dedi Danglars. “Unvanıma hiç önem vermediğimi
biliyorsunuz. Bu konuda sayın Vikont’a pek benzemiyorum; siz unvanınıza çok önem veriyorsunuz, öyle
değil mi?” dedi Albert’e dönerek.
“Elbette,” dedi Albert. “Çünkü benim unvanımı alsalar hiçbir şeyim kalmaz, oysa siz unvanınız olmasa
da yine de bir milyonersiniz.”
“Bence de en iyi unvan bu zaten,” dedi Danglars.
“Ne yazık ki milyonerlik,”
dedi Monte Cristo Kontu, “bir kimsenin yaşamı boyunca taşıyabileceği
kadar uzun ömürlü bir unvan olmayabiliyor. Buna örnek olarak Frankfurt’ta bir zamanlar milyoner olup
şimdi iflas etmiş olan Francke ve Poulmann’ı düşünebilirsiniz.”
“Gerçekten iflas mı ettiler?” diye sordu Danglars benzi solarak. “Bana iki yüz bin frank borçları
vardı!”
“Zarar hanenize iki yüz bin frank daha yazıldı demek ki…”
“Hşşş!” dedi Danglars, “Böyle şeyleri uluorta söylememekte yarar var.”
Bu arada içerisi epey sıcak olmuştu. Hizmetkârlar ellerinde tepsilerle dolaşıp konuklara buzlu meyve
ikram ediyorlardı. Monte Cristo Kontu’nu izlemekte olan Bayan Morcerf, onun, sıcaktan rahatsız olmasına
karşın meyve tepsisi geldiğinde hiçbir şey almadığını, hatta geri çekildiğini fark etti.
“Albert,” dedi, “Kont’un babanın evindeki yemek davetlerini her zaman geri çevirdiğini fark ettin mi?”
“Benimle kahvaltı etti ya,” dedi Albert.
“Ama orası senin evindi. Bütün bir akşam onu izledim, hiçbir şey yiyip içmedi. Belki de sıcaktandır…”
Sonra Albert’ten ayrılıp kocasının yanına giderek konukları bahçeye davet etti.
“Madem öyle,” dedi yaşlı bir general, “neden hep birlikte çıkmıyoruz?
“Haklısınız,” dedi Mercedes. Sonra Kont’a dönerek “Bana eşlik eder misiniz?” dedi.
Kont hazırlıksız yakalanmıştı. Kontese bir an öylesine derin düşüncelerle baktı ki, o kısacık an
Mercedes’e yıllar boyu sürmüş gibi geldi. Sonra Kontese kolunu uzattı, birlikte bahçeye doğru yürüdüler.
“İçerisi çok sıcak değil mi?” dedi Kontes.
“Evet,” dedi Kont, “bahçeye çıkmak iyi bir fikirdi.”
Mercedes
ona meyve ikram etti, ama Kont hiçbir şey almadı.
“Araplarda çok anlamlı bir gelenek vardır Kontum,” dedi Mercedes sonunda Kont’a bakarak. “Aynı
çatı altında tuzu ve ekmeği paylaşan insanlar sonsuza kadar dost kalırlar.”
“Biliyorum hanımefendi, ama biz Fransa’dayız ve burada sonsuz dostluklara, sözünü ettiğiniz gelenek
kadar az rastlanıyor.”
“Ama biz dostuz, öyle değil mi?” dedi Kontes gözlerini Kont’a dikerek.
“Kuşkusuz,” dedi Kont. “Olmamamız için bir neden mi var?”
Kontun ses tonu beklediğinden öyle uzaktı ki, Mercedes sadece içini çekip yürümeye devam etti. On
dakika kadar sessizce yürüdükten sonra Mercedes birden sordu:
“Çok gezip gördüğünüz, çok büyük acılar çektiğiniz doğru mu?”
“Büyük acılar çektim, evet,” dedi Kont.
“Evlisiniz değil mi?”
“Ben mi? Bunu da nereden çıkardınız?”
“Hiç,” dedi Kontes. “Sadece operada her zaman yanınızda gördüğüm genç ve güzel kadınla evli
olduğunuzu düşündüm.”
“O mu? Konstantinopolis’te satın aldığım bir köleydi. Babası prensti. Dünyada başka sevecek kimsem
olmadığından onu evlat edindim.”
“O halde yalnız yaşıyor olmalısınız.”
“Evet.”
“Kardeşiniz, oğlunuz, ya da babanız yok mu?”
“Kimsem yok.”
“Sizi yaşama bağlayacak kimse olmadan nasıl yaşıyorsunuz?”
“Bunu ben seçmedim, hanımefendi,” dedi Kont. “Malta’da genç bir kızı sevmiştim,
tam evleneceğimiz
sırada savaş çıktı. Beni bekleyeceğini, bana sadık kalacağını sanmıştım, ama yanılmışım. Döndüğümde
evlenmişti. O yıllarda pek çok erkeğin başına gelmiştir bu, ama herhalde benim kalbim daha zayıftı.
Onlardan daha çok acı çektim, hepsi bu.”
“Peki o kızı bağışladınız mı?” dedi Mercedes.
“Evet.”
“Ya sizi ayıranları?”
O sırada Albert koşarak yanlarına geldi.
“Anne!” dedi. “Korkunç bir haber aldık!”
“Ne oldu?” dedi Mercedes.
“Bayan Saint-Meran kocasıyla birlikte Paris’e gelirken Bay Saint-Meran yolda yaşamını yitirmiş. Bay
Villefort eşiyle kızını almaya geldi, ama kötü haberi işiten Bayan Valentine fenalaştı.”
“Bay Saint-Meran’ın Bayan Valentine’le akrabalığı mı var?” diye sordu Kont.
“Bay Saint-Meran onun öz annesinin babasıydı. Buraya da Valentine’i Franz’la evlendirmek için
geliyorlardı.”
“Bu durumda Franz da akrabasını yitirmiş oluyor,” dedi Albert.
“Albert!” dedi Mercedes, “Kontum, lütfen şu çocuğa biraz dikkatli konuşması
gerektiğini söyleyin; sizi
dinleyeceğine eminim.”