dedi. “Hayde ikisini de çok iyi bilir.”
“Hoş geldiniz dostum,” dedi Hayde kusursuz bir İtalyancayla. Sonra uşağa döndü. “Ali, bize kahve ile
nargile getir.”
Kont ile Albert, ortasında bir nargile duran masaya oturdular. Albert Hayde’ye dönerek:
“Yunanistan’ı terk ettiğinizde kaç yaşındaydınız,” diye sordu.
“Beş yaşındaydım,” dedi Hayde.
“Kontum,” dedi Albert Kont’a dönerek, Fransızca konuşuyordu, “Hayde’ye
babamdan söz etmemi
yasakladınız, ama belki kendisi ondan söz eder. Bana hikâyesini anlatmasını istiyorum.”
Monte Cristo Hayde’ye dönerek Yunanca şöyle dedi: “Bize babanın başına gelenleri anlat, ama
kendisine ihanet edenin adını söyleme.”
Hayde derin bir iç geçirdi.
“Çocukluğum üzüntü içinde geçti, bütün bunları gerçekten dinlemek istiyor musunuz?” dedi Albert’e.
“Evet,” dedi Albert.
“O halde anlatacağım. Her şey ben dört yaşındayken annem bir akşam beni uyandırdığında başladı.
Makedonya’daki sarayımızdaydık. Annem hiçbir şey söylemeden beni yatağımdaki çarşaflara sarıp
götürmeye başladı; ağlıyordu. Sonra geniş bir merdivenden aşağı inmekte olduğumuzu fark ettim,
arkamızdan da ellerinde çantalar, mücevherler ve altın dolu torbalar taşıyan hizmetçiler geliyordu.
Onların arkasında da yirmi tane silahlı asker vardı.
“‘Çabuk! Çabuk!’ diye bağırıyordu bir adam, babamın sesiydi bu. Babam,” diye devam etti Hayde
başını kaldırarak, “Avrupa’da herkesin önünde saygıyla eğildiği Ali Tebelin’di.”
“Bir süre sonra merdivenlerin sonuna ulaştık; bir göl kıyısına gelmiştik. Aşağıda bizi bekleyen bir
kayık vardı. Gölün ortasında bir karaltı yükseliyordu, az sonra gideceğimiz köşktü bu. Kayığa bindik. Çok
hızlı gidiyorduk.
Annem bana, kaçmakta olduğumuzu, bu yüzden hızlı gitmemiz gerektiğini söyledi.
Gerçekten de kaçıyorduk. Babam daha sonra bana hizmetinde çalışan askerlerden birinin…”
Hayde bir an duralayıp Monte Cristo Kontu’na baktı. Başından beri gözlerini Hayde’den ayırmamış
olan Albert, merakla hikâyenin devamını bekliyordu.
“Evet hanımefendi, askerlerden birinin…” dedi Albert.
“… babamı yakalaması için Sultan’ın gönderdiği Serasker Hurşit’le işbirliği ederek kendisine ihanet
ettiğini anlattı. Sultan’ın tasarılardan haberdar olan babam, en güvendiği adamlarından biri olan bir
Fransız askerini elçilik etmesi için Sultan’a göndermişti, sonra da ondan haber beklemek için sözünü
ettiğim köşke çekildi.”
“Bu askerin adını anımsıyor musunuz?” diye sordu Albert.
Monte Cristo kesin bakışlarını Hayde’den ayırmıyordu. Bunu gören Hayde, “Hayır anımsamıyorum,”
diye yanıtladı onu.
Albert az daha babasının adını söyleyecekti, Kontla göz göze geldiğinde verdiği sözü anımsayıp sustu.
“Köşk ilk bakışta tek katlı bir yapı
gibi görünüyordu, ama ilk katın altında ada büyüklüğünde bir yeraltı
mağarası vardı. Annem, ben ve diğer kadınlar, getirilen eşyayla birlikte oraya götürülmüştük. Babamın en
sevdiği kölelerinden biri olan Selim de bizimleydi. Babam ona, işaret verdiğinde bütün köşkü, kadınları,
askerleri, kendisi de dahil olmak üzere her şeyi yakma emri vermişti. Orada ne kadar kaldığımızı
bilmiyorum, ama bir sabah babam bizi yanına çağırttı. Her zamankinden daha solgun görünüyordu.
“‘Cesur ol Vasiliki,’ dedi anneme. ‘Bugün Sultan’dan haber gelecek ve kaderim belli olacak.
Bağışlanacak olursam Makedonya’ya zaferle döneceğim, ama haberler kötüyse bu akşam kaçacağız.’
“‘Ya kaçmamıza izin vermezlerse?’ diye sordu annem.
“‘Hiç endişen olmasın,’ dedi babam gülümseyerek. ‘Selim’in korkunç ateşi onları korkutacaktır. Beni
öldürmek istiyorlar, ama kendileri de benimle ölmeyi göze alamazlar.’
“Birden babam ayağa kalkarak annemden teleskobu istedi. ‘Bir gemi… iki… üç gemi…’ diye
mırıldandı. ‘Vasiliki!’ dedi anneme. ‘Vakit geldi. Hayde’yi de alıp mağaraya dön.’
“‘Seni burada bırakamam,’ diyordu annem. Babam Selim’e annemi mağaraya götürmesini emretti. O
sırada ben babama koşup boynuna atıldım. Babam eğilip beni öptü; onu bir daha göremeyeceğimi henüz
bilmiyordum.”
Bütün bu üzücü anılar Hayde’yi bir an zayıf düşürmüş gibiydi, konuşacak gücü kalmamıştı.
Monte
Cristo ona şefkatle bakarak devam etmesini söyledi.
“Saat akşam dört olmasına karşın hava aydınlıktı, ama bizler mağarada kör karanlıktaydık. Tek ışığımız
Selim’in elinde hazır tuttuğu kibritti. Annem dışarı baktığında babamın güvendiği ve elçi olarak
gönderdiği Fransız askerini gördü. ‘Umarım iyi haberler getirmiştir,’ dedi.
“‘Neden korkuyorsunuz Vasiliki,’ dedi Selim, ‘onlar barış getirmezlerse, biz onlara ölüm getireceğiz.’
“O sırada henüz küçük bir çocuktum. Bu sözler karşısında öylesine korktum ki anneme sarılarak
ağlamaya başladım. Annem de Selim’in kararlı sesinden korkmuş olacak ki o da titriyordu.
“‘Ali’nin emirleri nedir?’ diye sordu Selim’e.
“‘Bana hançerini gönderecek olursa bu, Sultan’ın kendisini bağışlamadığı anlamına gelecek;
o zaman
bu kibriti atıp her şeyi yakacağım. Yüzüğünü gönderecek olursa bu, bağışlandığı anlamına gelecek, o
zaman kurtulacağız.’ dedi Selim.
“Birden sesler işitmeye başladık. Babamın adamları sevinç içinde bağırarak elçinin adını
tekrarlıyorlardı; belli ki iyi haberler getirmişti.”
“Adını anımsamıyor musunuz?” diye sordu Albert bir kez daha.
Kont hemen Hayde’ye işaret verdi.
“Anımsamıyorum,” dedi Hayde. “Sesler giderek artıyordu. Mağaraya doğru yaklaşan ayak sesleri
işittik.”
“‘Kim var orada?’ dedi Selim.
“‘Yaşasın Sultan!’” diye yanıtladı ses. ‘Ali Tebelin tamamen bağışlandı, üstelik servetine ve varlığına
da dokunulmayacak.’
“‘İyi haberi getirdiysen bana vermen gereken şeyi de biliyor olmalısın,’ dedi Selim.
“‘Evet,’ dedi ses. ‘Yüzüğü getirdim.’
“‘Onu şu an durduğun yere bırak ve ben görene kadar geri çekil,’ dedi Selim.
“‘Tamam,’dedi ses ve yüzüğü yere bırakarak geri çekildi. Selim mağaranın girişine giderek yüzüğe
baktı: ‘Efendimizin yüzüğü!’ dedi. ‘Demek her şey yolunda!’ Elindeki kibriti yere atarak söndürdü.
“Elçi bir sevinç çığlığı atarak ellerini çırptı. Bu işareti alan Serasker Hurşit’in askerleri bir anda
mağaraya doluşarak Selim’i öldürdüler. Sonra da çılgınlar gibi mağaradaki altın torbalarına saldırdılar.
“Bu arada annem beni kucağına almış, mağaranın altındaki gizli geçite doğru koşuyordu. Yukardan
babamın sesini işitiyorduk:
“‘Benden
ne istiyorsunuz,’diyordu.
“‘Sultan’ın emirlerini anlamanı. Bu emri görüyor musun?’
“‘Görüyorum,’ dedi babam.”
“‘Senin başını istiyor!’
“Babam bunu işitir işitmez korkunç bir kahkaha attı, silahlar patlayıp adamlarından ikisi ölene kadar da
gülmeyi kesmedi. Aynı anda babamın yerde saklanmış olan adamları da ateş etmeye başladılar. Babam
bütün bu ateşin ortasında dimdik duruyor, ‘Selim! Selim!’ diye bağırıyordu, ‘Görevini yerine getir!”
“‘Selim öldü,’ dedi köşkün altından gelen bir ses. ‘Sen dostum, senin de sonun geldi.’ Bizim
durduğumuz boşluktan yirmi el ateş sesi işitildi. Babam yere yığılmıştı. Aynı anda ben de yere düştüm,
annem bayılmıştı.
“Annem kendine geldiğinde Serasker Hurşit’in karşısındaydık. ‘Beni öldür,’ dedi annem, ‘ama
namusuma dokunma.”
“‘Senin sahibin ben değilim,
şu gördüğün adam,’ dedi Hurşit babamın ölümünden sorumlu olan
adamlardan birini göstererek.”
“Sonra o adamın kölesi mi oldunuz?” diye sordu Albert.
“Hayır,” dedi Hayde. “Bizi yanında bulundurmaya cesaret edemediği için Konstantinopolis’e giden
köle tacirlerine sattı. Yunanistan’ı geçip yarı ölmüş bir halde imparatorluk kapılarına geldik. Kapıda
büyük bir kalabalık merakla bir şeye bakıyordu. Annem gözlerini kalabalığın baktığı yöne çevirdiğinde
korkunç bir çığlık atarak yere düştü. Kapıda bir insan başı asılıydı, üzerinde de şu sözler yazıyordu: BU,
YUNANLI ALİ PAşA’NIN BAşIDIR.
“Gözyaşları içinde annemi kaldırmaya çalıştım; ölmüştü. Daha sonra zengin bir Ermeni beni satın alıp
eğitti; on üç yaşındayken de Sultan’a sattı.”
“Daha önce size anlattığım gibi Albert, zümrüt taş karşılığında bana Hayde’yi satan sultan oydu.”
Albert işittikleri karşısında şaşkına dönmüştü.
“Kahvenizi bitirin,” dedi Kont, “öykü sona erdi.”