01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə41/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

30 Nisan

SELİM IŞIK: 19...’de N. kasabasında doğdu. Babası memur-

du.  Annesi  lise  mezunuydu.  Doğduğu  sırada  kasabada

elektrik yoktu. Gaz lambası ışığında, sabaha karşı dünyaya



700


geldi. Bir yaşına kadar, yalnız ana sütüyle beslendi. Dört ya-

şında tayyareci elbisesi giydi ve üç tekerlekli bisiklete bindi.

Geçirdiği  ağır  bir  hastalıktan  sonra  şişmanladı.  Canı  sıkıl-

dıkça, evlerinin önündeki köprünün üstünden dereye taşlar

attı. Babasının dairesindeki Hüseyin Bey, ona vapur resimle-

ri çizdi. Altı yaşında büyük şehre gitmek üzere vapurla yola

çıktı. Vapurda, yalandan gazete satarak, yolcuların sevgisini

kazandı. Denizden korktu. Aynı yıl, ilk seyrettiği Lorel-Har-

di filmiyle sinemaya başladı. Bu arada, attan, arıdan ve ho-

rozdan korktu. Gemici elbisesini, tayyareci elbisesinden da-

ha çok sevmeye başladı. Etin kilosunun otuz beş kuruş ol-

duğunu öğrendi ve bir daha unutmadı. Anasının kuzusu ol-

duğu  gerekçesiyle,  mahalle  çocuklarının  alaylarıyla  karşı-

laştı. Onların horozdan korkmadıklarını görünce hayranlı-

ğını  gizleyemedi  ve  alaylarına  rağmen  aralarına  karışmaya

çalıştı.  Güneşe  bakarken  daima  gözlerini  kısardı.  Bu  yüz-

den,  o  çağlarında  çekilen  fotoğrafları  iyi  çıkmadı.  Ayrıca,

bazı fotoğraflarda, kenarda kaldığı için yüzünün ancak yarı-

sı görünür. İki yaşında geçirdiği sıtmanın etkisiyle hızlı ko-

şamadığı için saklambaç oyunlarında sık sık ebe olmaktan

kurtulamadı. Bu ebeyle onu dünyaya getiren ebe arasındaki

ilişkiyi bir türlü bulamadı.

Okula gittiği yıl da öğrenciyle öğlenciyi karıştırdı. Öğret-

menini sevmedi. Koşmaca oynamadı ve yutturmaca oyunla-

rını genellikle kaybetti. Bünyesinin zayıf olduğu ileri sürü-

lerek, ortaokulu bitirinceye kadar annesi tarafından yün fa-

nila giydirildi ve muska takıldı. Karıncaları ezmenin günah

olduğu söylendiğinden karıncayı incitmemeye çalıştı. Boyu

uzun olduğu için sınıfın arka sıralarına oturtuldu: gevezeli-

ğe alıştı ve çok konuştu. Öğretmeni ona “çenesi düşük” de-

di.  Çok  manzume  ezberledi.  Bayrak  törenlerini  sevdi.  Ta-

kımlardan  Galatasaray’ı  tuttu.  Tuttuğu  takımın  ilk  maçını

on  bir  yaşında  görebildi.  Macun,  halka  ve  leblebi  şekerini

701



sevdi; elma şekerinden hoşlanmadı. Babasının tabancasının

çalındığı  gün  rahatladı.  Tabancadan  çok  korkuyordu.  Çok

kurşun asker kırdı. Babasının daireden getirdiği resmî baş-

lıklı  kâğıtlara  tahrir  vazifesi  yaptığı  için  hocası  tarafından

azarlandı. Çocuk dergileri ve Çocuk Saati -radyoda- dışında

bir eğlencesi yoktu. Model uçak yaparken kalın ve ince eğe-

leri  iyi  kullanarak  pervaneyi  düzgün  bir  şekilde  bitirdiği

halde,  gövdeyi  tutturamadı.  Yapılan  yarışmada  derece  ala-

madı. Aynı çağlarda, erik, kayısı, çağla ve bademi birbirine

karıştırıyordu.  Oturdukları  apartmanın  arka  bahçesindeki

bir  ağacın  bu  meyvelerden  hangisini  verdiğini  bilmiyordu.

Yıllar  sonra,  aynı  apartmanı  ziyaret  ederek  bu  hususu  öğ-

renmek  istediği  zaman,  bahçeye  dükkânlar  yapılmış  oldu-

ğunu ve dolayısıyla, adını bilmediği ağacın yerinde bulun-

madığını üzülerek gördü.

Siyah  karıncaları  seviyor,  kırmızı  karıncalarıysa,  sınıfın

en  haylaz  ve  yaşça  en  büyük  kırmızı  saçlı  ve  model  uçak

yarışması birincisi Ayhan’a benzedikleri için çok hain bulu-

yordu. (Ayrıca, kırmızı karıncaların insanı ısırdığı söyleni-

yordu.) Belki de bu karıncaları ezmek günah değildi. Bir de

şimşekten  korkuyordu.  Yağmurlu  havalarda  pencerenin

önünde durup dışarısını seyrederken -yağmurun kaldırım-

lara düşüşünü ve kaldırım taşlarının dibinde akıp gitmesini

seyretmekten  hoşlanıyordu-  bir  şimşek  görünce  korkuyla

geri çekiliyor ve Saffet Ağabeyinin alaylarına hedef oluyor-

du. Saffet ona, geri çekilmekle şimşekten kaçılamayacağını

anlatmaya çalışıyordu boş yere. Korku, mantıktan anlamı-

yordu.  Saffet  Ağabeyinden  de  korkuyordu.  Gene  de  onun

sözlerini  dinlemiyordu.  Günahlarının  sayısı  gittikçe  artı-

yordu.


Hiç kitabı yoktu. Okumak ve ansiklopedileri karıştırarak

ev  ödevi  hazırlamak  için  genel  kitaplığa  gidiyordu.  Henüz

ilkokul  öğrencisi  olduğu  için,  aksi  ve  topal  kütüphaneci

702



ona roman vermiyordu. Bu beyaz sakallı ihtiyar, yalnız ona

değil, imtihan zamanlarında, derslerine çalışmazlar diye, li-

se  öğrencilerine  bile  roman  vermiyordu.  Ayrıca,  ahlak  bo-

zucu  olduğunu  ileri  sürdüğü  Pitigrilli  adlı  bir  yazarı,  tatil

aylarında  bile  öğrenciye  okutmuyordu.  Selim’e  yalnız  ço-

cuk ansiklopedisi veriyordu. Selim’in ortaokula geçtiği yaz

bu  aksi  memur  izne  çıktı  ve  Selim  bütün  Pitigrilli’leri  bir

solukta okudu. Memur izinden dönünce, bu meseleyi kur-

calamasından korkan Selim, iki ay kütüphaneye uğramadı.

Kapıcıları  genç  ve  iyi  kalpli  bir  adamdı.  Penceresiz  bir

odada gündüzleri de ışık yakarak oturuyordu. Yazın bu oda

çok  sıcak  olduğu  için  bahçede  kimsenin  kullanmadığı  ça-

maşırlıkta yatıyordu. Saklambaç yerleri olan bu odalar, Se-

lim’in  hafızasında  önemli  yer  tuttu.  Komşunun  kızıyla  ka-

pıcı odasının yanındaki kömürlüklerin karanlık koridoruna

saklandıkları gün, Selim, karanlıkta kızı görmemiş gibi ya-

parak hafifçe göğsüne dokunmuştu. Ayhan bu olay dolayı-

sıyla  Selim’e  çok  baskı  yapmıştı.  Selim’in  kıza  kötü  şeyler

yaptığını ileri sürerek, olayı kızın annesine anlatmakla teh-

dit  etmişti.  Sabri  bu  olayda  tarafsız  kalmıştı.  Sonra,  Selim,

Ayhan  ve  Sabri  çok  iyi  arkadaş  oldular  ve  yıllar  sonra  bir-

likte hayvanat bahçesine gittiler ve gizlice yanlarında götür-

dükleri iki şişe birayı ağaçların altında içtiler; Sabri doma-

tesleri doğrarken bıçakla elini kesti ve o gün olmadık şeyle-

re çok güldüler.

Apartmanın  karşısındaki  berber,  Selim’le  alay  ediyordu.

Onu  çok  süt  kuzusu  buluyordu.  Berber  kalfası  Muzaffer’i

de kekeme olduğu için durmadan konuşturuyorlardı: böy-

lece kekemeliği geçermiş. Bütün mahalle dedikodusunu ya-

pıyorlardı. Selim’in bu korkaklıkla hayatta başarıya ulaşma-

sının  zor  olacağını  söylüyorlardı.  Ayrıca,  Arif  Beyin,  baldı-

zıyla  gizli  bir  ilişki  kurduğunu  -Selim,  Arif  Beyden  roman

alıyordu-  Yahudi  kadının  kocasını  yatak  odasına  kilitleye-

703



rek başkalarıyla gezip tozduğunu, Saffet’in babasının, kızını

odunla  dövdüğünü  anlatıyorlardı.  Selim,  bu  anlatılanlara

inanmıyordu. Hizmetçi Gülsüm’ün masalları gibi uydurma

geliyordu bu sözler. Bütün bu insanları Selim, berberlerden

daha  iyi  tanıyordu:  evlerine  girip  çıkıyordu.  Bilinecek  bir

olay olsa önce Selim’in haberi olması gerekirdi. Sen dersine

çalış, daha bunları öğrenecek yaşta değilsin, diyorlardı. Mu-

zaffer, ilkokulu zor bitirmişti. Selim’den birkaç yaş büyük-

tü.  O,  hayata  atılmış  olduğu  için  konuşabilir  diyorlardı.

Muzaffer  saçlarını  uzatıp  arkaya  bile  tarıyordu.  Selim’in

saçlarınıysa,  bütün  itirazlarına  rağmen  hiçbir  tarafa  taran-

mayacak  kadar  kısa  kesiyorlardı.  Selim,  tıraş  olmadığı  za-

manlarda  berbere  giderek  karikatür  dergileri  okuyordu.

Dükkânın  sahibi  olan  bıyıklı  berber  değil  de,  onun  yanın-

daki koltukta çalışan şişman Osman Bey, Selim’e, okumadı-

ğı  dergileri  ayırıyordu.  Genellikle,  bu  çocuk  büyük  adam

olacak  gibi  sözler  dolaşıyordu  ortada.  Ne  olacağını  kimse

söyleyemiyordu; fakat büyük olacağı hususunda herkes bir-

leşiyordu.  Muzaffer’in,  ancak  iyi  bir  berber  olacağı,  daha

üstün başarılara ulaşacağı belli oluyor, diyorlardı. Selim bu

sözleri  anlamıyordu.  Birlikte  oturup,  her  meselenin  yoru-

munu  birlikte  yaptıkları  bu  insanların  dışında  düşünemi-

yordu  kendini.  Görünüşte,  onların  üstünde  olan  bir  duru-

mu  yoktu.  Daha  saçını  bile  istediği  gibi  kesmiyorlardı.  Se-

lim, elle tutulur, yakın başarılar istiyordu. Onu, hayatın kö-

tü yanlarından korumalarına dayanamıyordu: saçlarını uza-

tırsa, hemen baştan mı çıkacaktı sanki?

Hizmetçi kaçmış, bir hafta sonra ağlayarak geri dönmüş-

tü. Hayata atılmak tehlikelerle doluydu. Muzaffer’in sivilce-

leri için berberlerin hazırladıkları ilaç bir fayda vermemişti;

yeni kapıcıdan kimse memnun değildi. Kapıcı odasına git-

mek artık Selim’in içinden gelmiyordu. Oysa bu adamın da-

ha becerikli olduğu görülüyordu: odasının duvarına astığı,

704



siyah bir kılıfın içindeki sazı çalıyordu. Muzaffer sakal tıraşı

olmaya başlamıştı: kendisine şimdilik ustura kullanmaması

ve makineyle -Selim’in saçlarını kırptıkları sivri dişli maki-

ne-  kesmesini  tavsiye  ediyorlardı.  Selim’in  canı  büyük

adam  olmak  istemiyordu.  Seyyar  satıcılar  bile  Selim’i  pek

güzel aldatıyorlardı. Pazarlık edemiyordu.

Zeytinin  kilosu  seksen  kuruşa  çıkmıştı.  Evde  huzursuz-

luk vardı. Sabri kızlarla dolaşmaya başlamıştı. Selim’e cinsel

öğütler veriyordu. Sabri üç dersten ikmale kalmıştı; onu ik-

male  bırakan  matematik  hocasını  bir  öğrenci  bıçaklamıştı.

Bütün  olaylar  uzakta  oluyordu.  Selim  büyük  adam  olama-

yacağını  hissediyordu.  Belki  Türkiye  savaşa  girerse,  Se-

lim’in büyük adam olma meselesi unutulur ve Selim de bu

kadar insana karşı mahcup olmazdı. Kimse, ağır savaş yılla-

rı içinde yetişen bir çocuğu, büyük adam olamadı diye suç-

layamazdı.  Selim,  büyük  adam  olmaktan  kurtulmak  için,

ağır bir hastalık bile geçirmeyi düşünmüştü. Ne yazık: has-

talık,  her  istendiği  anda  gelmiyordu.  Oysa,  afişlerde  kor-

kunç  hastalıklardan  bahsediliyor,  mikropların  ve  mikrop

taşıyıcı böceklerin resimleri -Selim’in iki misli kocaman bö-

ceklerdi  bunlar-  duvarlara  asılıyordu.  Bu  böcekler  Selim’in

rüyalarına giriyordu. Annesi de başında bit bulmuştu. Saç-

ları daha kısa kesildi. Muzaffer’in eline makası vermişlerdi

artık. Selim’in saçının kesilmesini bazen ona teslim ediyor-

lardı. Yakında kalfalık imtihanına girecekti. Onun da, üze-

rinde  fotoğrafı  yapışık  ehliyetnamesi,  pek  yakında  öteki

berberlerinkinin yanına asılacaktı: makas resimleriyle süslü

bir diploma. Oysa, Selim’in ilkokul diplomasını da elinden

almışlardı: ortaokula kayıt için gerekliymiş.

Diplomada  “pekiyi”  bir  şey  ifade  etmiyordu.  Dişçinin

haylaz oğlunun diplomasında bile hepsi “pekiyi” idi. Birin-

ciliği de Mansur’a kaptırmıştı. Berber Osman Almanları tu-

tuyordu.  Onların  bizim  dostumuz  olduklarını  söylüyordu.

705



Alt katta oturan Kafkas göçmeni Aziz Bey, Rusların elinden

çektiklerini anlatıyordu. Yerli kurşunkalemler boyuna kırı-

lıyordu.  Daha  iki  satır  yazmadan  kalem  bitiyordu.  Alman

kalemleri  gelmiyordu.  Tutum  haftası  düzenleniyordu;  yerli

mallar haftası düzenleniyordu. Bol bol incir üzüm yeniyor-

du.  Ortaokulda  her  derse  ayrı  öğretmen  geliyordu.  Öğret-

menim  denilmesine  sinirleniyorlardı.  Hocam,  denilmesini

istiyorlardı.

Selim’in en küçük olaylarda yüreği ağzına geliyordu. Ho-

calardan  korkuyordu.  Fizikçi,  tarihçi  deyimlerinden  ürkü-

yordu. Müzikçiden çekiniyordu. Not tutulmaya başlanmıştı.

Orta ikide Türkçeciyi sevdi. Yeni şairlerden şiirler ezber-

letiyordu.  Savaşın  kötü  bir  şey  olduğunu  aşılamaya  çalışı-

yordu öğrencilerine. Müzikçi kadın sivri burunlu ayakkabı-

larıyla  çocukları  tekmeliyordu.  Ona,  “evde  kalmış”  deni-

yordu. Bazı çocuklar, kısa pantalonlarının altına, derilerinin

üstüne  kopyalar  yazıyorlardı.  Selim’in  yakın  bir  arkadaşı

yoktu  sınıfta.  Sabri  başka  bir  ortaokula  gidiyordu.  Ona

uzun pantalon giydiriyorlardı. Oysa Selim’in boyu Sabri’den

uzundu.


Erol’un  evine  gitmeye  başladı.  Onunla  dergi  çıkardılar

evde.  Başka  dergilerden  resim  ve  yazılar  kopya  ederek  bir

kartonun üstüne yapıştırdılar. Erol’un annesinin verdiği ye-

mekler az ve kötüydü. Para biriktirdikleri, bir ev satın ala-

cakları söyleniyordu.

Bisiklete binmesini öğrendi: yalnız, yokuş yukarı çıkamı-

yordu.  Sonunda  onu  da  öğrendi.  Sabri’yle  birlikte  ehliyet

aldılar. Babası Selim’e bisiklet almadı. Sabri’nin babası zaten

fakirdi.  Sabri’nin  ağabeyi  yazın  çalışarak  bir  bisiklet  aldı

kendine:  onun  bisikletine  bindiler.  Ama  her  gün  istenmi-

yordu ki.

Selim,  edebiyatı  seviyordu.  Sevdiği  Türkçecinin  yerine

gelen  hoca  -Türkçecinin  hakkında  takibat  yapılmış  deni-

706



yordu-  Selim’in  tahrir  vazifesini  beğenmedi  ve  bu  vazifeyi

okuyup  yanlışlarını  bir  bir  düzelterek  onu  bütün  sınıfın

içinde rezil etti. Selim bu olayı hiç unutamadı. Bu adam kö-

tü şiirler yazıyordu. Bunu bilmek bile Selim’i teselli etmedi.

Esas Türkçeci geldi bir ay sonra. Takibattan kurtulmuş ol-

malıydı. Selim’in yazdığı bir hikâye taslağını beğendi ve Se-

lim’i iftihar listesine aday gösterdi. Bununla birlikte Selim,

bir daha hiç hikâye yazmadı.

Babası imam olan bir öğrencinin etkisiyle eski yazıyı öğ-

renmeye başladı ve yarıda bıraktı. İmamın oğluyla bahçede

dolaşırlar  ve  Eski  Türkçe  kelime  yarışması  yaparlardı.  Se-

lim kaybederdi. Bu çocuk, evde yere bağdaş kurarak oturur

ve  hiç  kravat  takmazdı.  Bıyıkları  da  Selim’inkinden  önce

çıkmaya başlamıştı. Fakat bu duruma aldırmıyor ve bıyık-

larıyla  övünmeyi  aklından  geçirmiyordu.  Kalın  ve  boğuk

bir sesi vardı. Sınıfta Selim’den başka kimseyle konuşmaz-

dı. Arkadaşlıkları uzun sürmedi. Onunla arkadaşlığı kimse-

nin dikkatini çekmiyordu. Kimse ilgilenmiyordu bu çocuk-

la  sınıfta.  Oysa  Selim  bu  çocuğu  çok  önemsiyordu.  Gene

de  çocuktan  sıkıldı.  Eski  Türkçe  kelime  öğrenmekten  de

vazgeçti.

Selim, ortaokulda sevilen bir öğrenci değildi. Kimse artık

onun  büyük  adam  olacağını  söylemiyordu.  Galiba  büyük

adam  olma  süresini  geçirmişti.  Okula  her  gidişinde  yüreği

çarpıyor, başına kötü bir olayın geleceği endişesiyle titriyor-

du.  Geceleri  yatakta  terliyordu.  Çok  zayıflamıştı.  Uyuma-

dan önce şişmanlamak için dua ediyordu yatakta. Elleri ter-

lediği için bütün kitapları, defterleri kirleniyordu, elbiseleri

lekeleniyordu.  Dalgınlığı  ve  dağınıklığı  nedeniyle  cepleri

sökülüyor,  pantalonu  yırtılıyor,  defterlerini  düşürüyor,  ka-

lemlerini  kaybediyordu.  Saçları  uzadığı  halde,  çok  sert  ol-

duğu için bir türlü Muzaffer gibi arkaya yatıramıyordu. Bir

de sakal tıraşı derdi çıkmıştı başına. Yüzünü kesiyordu: si-

707



vilceleri çıkıyordu Muzaffer gibi. Berberlerin tavsiyeleri Se-

lim’e de iyi gelmiyordu bu konuda. Uzun pantalonun da bir

hayrını  görmemişti.  Yağmurda  paçaları  çamur  içinde  kalı-

yordu. Saçlarını kestiriyordu, tırnakları uzuyordu; sakal tı-

raşı oluyordu, yıkanması gerekecek kadar kirlenmiş oluyor-

du.  Hiçbirine  yetişemiyordu.  Hepsini  bitirince  de  giyecek

temiz gömlek bulamıyordu. Bütün arkadaşları bu kadar işi

bir arada aksatmadan nasıl yapıyorlardı?

Askerliğini  yaparken  Süleyman  Kargı’yla  tanıştı.  Ütüsüz

elbiseleri ve gevşek davranışları yüzünden subaylardan çok

söz işitti. Askerlik bitince gene açıkta kaldı. Kimse ona sa-

hip  çıkmadı.  Kimse  onun  üstüne  düşmedi.  Üstüne  düşül-

mesinden çok hoşlanırdı. Bilemediler.

Bütün hayatınca konuştu. Sonunda tutunamayanlar diye

bir söz çıkarabildi ortaya: bir tek kelime. Çoğul bir kelime.

Unutamadığı bazı insanları birleştiren bir kelime. Bu sefer,

düşüncesini Süleyman Kargı’dan başkasına açıklamadı. Sü-

leyman da kimseye söylemedi. Bütün hayatınca tutunama-

yanlardan kaçtığını sezer gibi oldu. Kendisine de bulaşma-

larından korktuğunu anladı. Onlara yapmış olduğu bu hak-

sızlığın ıstırabıyla kıvrandı. Onların gerçek temsilcisi olmak

için eline çok fırsat geçmiş olduğunu ve bu fırsatları kaçır-

dığını  anladı.  Bu  düşüncelerinden  de  kaçmaya  çalıştı.  Bü-

tün hayatınca düşüncelerinden kaçmıştı. Son olarak odası-

na sığındı. Kapıyı kapattı. Sesleri duymaz, görüntüleri gör-

mez oldu. Yemek yemez, içki içmez oldu. Dostundan kaçar,

düşmanını bilmez oldu. Sığındığı son yerde de onu buldu-

lar. Yerini tespit ettiler. Bütün tanıklar dinlendi. Savunmalar

alındı. Gereği düşünüldü. Hiçbir etki altında kalmadan ba-

ğımsız olarak karar verildi. Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve

tabancasını çıkararak ateş etti.

708



21

Hava kararmak üzereydi. Güzel bir gün sona eriyordu. Tur-

gut,  oturduğu  yerden  kalktı.  Terden  sırtına  yapışmış  olan

gömleğini çıkardı. Derin bir nefes aldı. Arabanın çevresinde

geniş  adımlarla  dolaştı.  Neredesin  Olric?  Ona  her  zaman-

kinden  daha  çok  ihtiyacı  olduğunu  hissediyordu.  Birlikte

arabaya bindiler. Yokuşu ağır ağır inerek yol kavşağına gel-

diler. Yollarına devam ettiler.

Bir  kasabaya  varınca  durdular.  Turgut,  bir  otele  eşyasını

bıraktı. Yemek yedi ve yemekten sonra hemen otele döne-

rek  odasına  çekildi.  Bir  süre  pencereden  sokağı  seyretti.

Uzaktaki  büyük  şehrini  uzun  zaman  göremeyeceğini  dü-

şündü. Selim’in Beşiktaş’ta gitmek istediği meyhanenin öz-

lemini  duydu.  Selim’i  hiç  tanımamışlardı  bu  insanlar.  Hiç

olmazsa  cenazesine  gelseydiler.  Bilseydim  hepsine  haber

verirdim. Bir teşkilatımız, bir lokalimiz yok ki bir araya ge-

lelim.  Bu  ülkenin  belini  dağınıklık  büküyor.  Belki  Beşik-

taş’taki  meyhanedekilerden  biri  Selim’i  yolundan  döndüre-

bilirdi.  Koltuğa  oturdu.  Selim’in  defterlerini  eline  aldı.  Se-

lim’in öldüğünü anlamıştı sonunda. Anlamak başka şey, ka-

bul  etmek  başka.  Hayatını  sağa  sola  dağıttın  be  Selim!  Bir

bu defterler kaldı. Hiç olmazsa şarkılar da yanımda olsaydı.

Selim’i bir derleyip toparlamak gerekmez mi?

Yatağa  uzandı  ve  Süleyman  Kargı’ya  bir  mektup  yazdı.

Mektupta, Selim’i seven bir insan olarak ona ait birkaç par-

ça  yazının  kendisinde  de  bulunmasını  istediğini;  uzun  bir

yolculuğa  çıktığı  şu  sırada  kendi  oluşumu  bakımından  da

bu parçaların ifade etmekte güçlük çektiği bir önemi oldu-

ğunu; özellikle şarkıların bir bakıma bundan sonraki haya-

tını düzenlemekte çok yararı olacağını; düşünmeye başladı-

ğı şu sırada bu şarkıların belki kendisi de farketmeden Se-

lim’le  ortak  bir  biçime  varmasının  sağlanmasında  önemli

bir  yer  tutacağını;  şimdiye  kadar  bilemediği  ve  kendisinin

709



de yok saymasına rağmen bazı etkilerin yıllardan beri için-

de  biriktiğini  ve  bu  şarkıların  eline  geçmesiyle  hayatında

ilk  defa  kendine  özgü  bir  tutuma  kavuşabilmek  için  cesa-

retli  adımlar  atabileceğini;  aynı  zamanda,  Selim’le  hazırla-

dıkları  bazı  notları  -ki  bunları  da  yanına  almadan  edeme-

mişti  ve  artık  yanından  ayırmayacaktı-  bu  şarkılarla  karşı-

laştırarak bazı sonuçlara varmayı ümit ettiğini; Selim o za-

manlar yani Turgut’la bunları yazdığı sırada kendini açıkla-

ma cesaretini bulmuş olsaydı belki de bugün durumun çok

değişik olacağını; Selim’in bu anlayışı kendisinden bekledi-

ğini  ve  ne  yazık  ki  bunu  çok  geç  sezdiğini  ve  o  zaman  da

artık  geriye  dönme  imkânının  kalmamış  olduğunu  anladı-

ğını ve bu nedenle çekingen davrandığını; aralarındaki iliş-

ki biçiminin her ikisinin de bu yöndeki gelişimini engelle-

diğini ve aslında birçok insanın arkadaşlığa yanlış bir nok-

tadan başladıklarını ve bu nedenle gittikçe çıkmaza sürük-

lendiklerini ve ilk adımı yanlış attıkları için geri dönmenin

iki  tarafa  da  zor  geldiğini;  herkesin  ilk  adımın  atılmasını

karşısındakinden beklemesinin gerginliği içinde muhakkak

hata  yaptığını;  insanın  değişmeye  karşı  gösterdiği  tepkinin

bu  hatada  payı  olduğunu;  Süleyman  Kargı  da  kendisini

yoklarsa, onun gibi bir bakıma Selim’e ilgisiz olduğunu gö-

receğini;  bu  kısa  araştırması  sırasında  hiçbir  şey  öğrenme-

diyse bir cümlenin, bir bakışın, yerinde atılmış bir tek adı-

mın insan hayatında olumsuz ya da olumlu birçok ihtimale

yol açtığını gördüğünü; ona fırsat verirse, yani şarkıları yol-

lamak ve bu konuda bazı noktaları aydınlatmak isterse, ya-

şayışı ve düşüncesiyle bu ilgiye layık olduğunu göstereceği-

ni; bir taşra kasabasının soğuk bir otel odasında oturup dü-

şünürken  geleceğini  bağladığı  bazı  belgelerin  önemine  an-

layış göstermesini ondan beklediğini; ilk bakışta anlaşılmaz

gibi görünen bu hareketine uzun yorumlara kaçmadan an-

layış  gösterirse,  bu  çıplak  odada  beklemesinin  bir  anlam

710



kazanacağını; onunla ilgilenmesini, bu odada durup dinlen-

meden  beklemekle  sağlamaya  çalışacağını;  gerekirse  gün-

lerce,  hatta  aylarca  bekleyeceğini;  buna  kararlı  olduğunu;

her  şeyi  düşündüğünü;  hayatını  yenilemek  isteyen  ve  Se-

lim’in  dostu  olan  birine  Selim’in  bir  zamanlar  çok  sevgi

göstermiş olduğu bir arkadaşının yardım edeceğine inandı-

ğını; Selim’e göstermiş olduğu çekingen ilgi yüzünden bu-

gün çok ıstırap çektiğini ve ona da aynı çekingenliği göste-

rerek  bir  daha  aynı  hataya  düşmeyeceğini;  bu  nedenle  her

şeyi  açıkça  yazdığını;  ilişkilerinin  birkaç  saatlik  bir  görüş-

meden  ibaret  olmasına  rağmen  şiddetli  ve  yoğun  bir  süre

olması nedeniyle içinden şu anda geçenleri büyük bir içten-

likle ve bütün karmaşıklığıyla olduğu gibi ifade etmekte sa-

kınca görmediğini; kendini olduğu gibi ortaya koyduğunu;

bundan sonra istemesini bilmeye çalışacağını, bu mektubu

beğenmese de onu bozkırın ortasında sonsuz bir bekleme-

nin  içinde  bırakmamasını  ondan  beklediğini;  hataları  ol-

muşsa  bunları  da  açıkça  belirtmesini,  fakat  onu  ilgisizliğe

mahkûm  etmeye  hakkı  olmadığını;  bu  mektubun  belki

onun zevkine uygun olmayacağını tahmin ettiğini ya da bu-

nu mümkün gördüğünü; ne var ki artık dönülmesi imkân-

sız  bir  yola  girdiği  için  en  küçük  bir  ilgisizliğin  bile  onun

için  kötü  sonuçlar  doğuracağını;  muhakkak  ona  yazması

gerektiğini; mektubunu beklediğini; aydınlatılmaya ihtiyacı

olduğunu belirtti.

Sabah uyandığı zaman mektubu tekrar okumadan hemen

zarfladı ve gönderdi. Ve mektubu kutuya attığı andan itiba-

ren de beklemeye başladı. Bekleyiş günlerce sürdü. Kendine

önemsiz  işler  bularak  oyalanmaya  çalıştı.  Kasabanın  tarihî

yerlerini gezerek resimler yaptı. Belediye reisini ziyaret ede-

rek tarihçi oduğunu söyledi. Kasabanın tarihini inceleyerek

bir tez hazırlayacağını anlattı ve gereken kolaylığın gösteril-

mesini rica etti. Aynı zamanda sosyolojik etüdler de yaptı-

711



ğını belirterek kendisine kasaba hakkında bilgi verilmesini

istedi.  Kendisine  çok  kolaylık  gösterildi.  İlgili  memurlar

emrine  tahsis  edildi.  Genç  bir  mimardan,  kasabanın  imar

planı hakkında geniş izahat aldı. Merkezdeki tanıdıklarıyla

görüşerek  kasabanın  gelişmesi  için  çalışmaya  söz  verdi.

Teknik konuları, hele mühendislikle ilgili olanlarını kolay-

lıkla  kavraması  ilgili  memurların  hayranlığını  uyandırdı.

Günün  büyük  bir  kısmını  da  odasında  çalışarak  geçiriyor-

du. Belediye reisi çalışmalarını görmek istedi, izahat rica et-

ti. Tezin anahatlarını belirten önsözünü birkaç güne kadar

tamamlayacağını bildirerek biraz müsaade rica etti.

Süleyman Kargı’nın düzgün bir paket içinde yolladığı şiir

geldi.  Üzerinde  yalnız,  “başarı  dilekleriyle”  yazısı  vardı.  O

sırada belediye reisinin odasında sohbet ediyorlardı. Postacı

zarfı uzattı. Turgut, profesörden beklediği bilginin geldiğini

söyleyerek  odasında  çalışmak  üzere  izin  istedi.  Birkaç  gün

sonra Turgut, belediye reisini tekrar ziyaret ederek merkeze

gitmesi gerektiğini ve birkaç güne kadar döneceğini bildir-

di. Yardımlarından dolayı teşekkür etti ve bir sabah erken-

den yola çıktı.

Öğle üzeri bir kahvenin önünde durdu. Büyük bir çay ıs-

marladı ve belediye reisinin karısının yaptığı yolluğu yedi.

Onu pek sevmişlerdi. Yemekten sonra yola çıktı ve akşama

kadar durmadan yol aldı. Geceyi bir kasaba otelinde geçir-

di. Ertesi gün, akşamüzeri anayola yakın bir motelin önün-

de  durdu.  Motel,  bir  tepenin  eteğinde,  bozkırın  ortasında

yalnız bir yapıydı.

Motelde  günlerce  kaldı.  Kaç  gün  kaldığını  bilmiyordu.

Takvime  bakmıyor,  gazete  okumuyordu.  Sabahtan  akşama

kadar yazıyordu. Akşam yemeğinden önce bozkıra çıkıyor,

dolaşıyordu. Bazen, bir ağacın altında, tepedeki bir kayanın

yanında  duruyor,  yüksek  sesle  Olric’le  konuşuyordu.  Yük-

sek sesle konuşma ihtiyacı, onu akşama kadar rahatsız edi-

712



yor  ve  bu  gezintileri  sabırsızlıkla  bekliyordu.  Onunla  her

şeyden  bahsediyorlardı.  Tabiattan,  bozkırın  -güneş  batar-

ken- güzelliğinden, arılardan, karıncalardan, moteldeki ye-

meklerin her zaman iyi çıkmadığından, yazdıklarından, ya-

zarken  karşılaştığı  güçlüklerden,  dünyaya  boş  verdiklerin-

den, motel binasının çirkinliğinden, güzel kadınlardan, ar-

tık  çok  uzakta  kalan  büyük  şehirden,  denizden,  okuduğu

kitaplardan, yabancı dil öğrenmenin gerekliliğinden, sonla-

rının ne olacağından ve daha birçok şeyden konuşuyorlar-

dı. Sonra, yavaş yavaş dönüyorlar konuşmaları hüzünlü so-

na ermişse, motel sahibinden bir iki kadeh içki rica ediyor-

lardı.  Sonra,  bir  gün,  moteli  de  bıraktılar:  yollarına  devam

ettiler.  Trenin  uğradığı  bir  şehre  geldiler.  Turgut  bankaya

uğrayarak bütün parasını çekti. Arabasını şehirde bir soka-

ğın köşesinde bıraktı. Eşyasını, yeni satın aldığı bir bavula

doldurdu ve trene bindiler.

İkinci  mevki  bilet  almışlardı.  Olric’e  bilet  alınmıyordu.

Tren hareket ederken başlarını geriye çevirmediler: arkala-

rına bakmadılar. Yalnız, kompartımandaki yolculardan biri:

“Uğurlar  olsun,”  dedi.  Yanlarına  biraz  yiyecek  almışlardı.

Artık,  vagon-restorana  gidemezlerdi.  İdareli  olmak  gereki-

yordu. Bir süre -belki çok uzun bir süre- çatal bıçak gürül-

tüsüne  hasret  kalacaklardı.  Turgut  restoranda,  beyaz  pey-

nirle votkasını içemeyecekti. Pencerenin yanında bir yer al-

mışlardı. Tarlada çalışan bir iki çocuk el salladı onlara. On-

lar  da  mukabele  ettiler.  Artık  her  ilgiye  karşılık  gösterece-

ğim  Olric:  tarladaki  çocukların  elbette  bir  bildikleri  var  ki

el salladılar. Bizim de bir bildiğimiz var ki el salladık. Onla-

ra mukabele ettik.

Uyudular,  uyandılar.  Oturarak  uyumasını  öğrendiler.  Bir

yanımızla onlardan daima uzak kalacağız, efendimiz. Bilin-

mez,  Olric,  bilinmez.  Yarın  güneşin  nasıl  doğacağını,  bizi



713


uykudan ne zaman uyandıracağını, geleceğin bizim için ne-

ler hazırladığını, kompartımana birdenbire nasıl bir insanın

gireceğini,  çantasında  ne  çeşit  yolluklar  bulunduğunu  ve

daha birçok şeyi bilemiyoruz. İnsanların içinden neler geç-

tiğiniyse hiç bilmiyoruz. Karşımızda bağdaş kurup oturmuş

yaşlı  köylü  bizim  içimizden  geçenleri  bilebilir  mi?  Onun

için uzak kalıyoruz, efendimiz. Olamaz Olric; niçin olmadı-

ğını  bulacağız.  Seslerin  nerelerden  geldiğini  karanlıkta  da

sezeceğiz: duyularımız gelişecek.

İstasyonlarda  trenle  birlikte  durdular.  Perona  inip  biraz

hava  aldılar.  Büfelerden  sigara  ve  yiyecek  aldılar.  Sabaha

karşı uyanıp, elektriksiz köy istasyonlarında marşandizlerin

gelmesini  beklerken  ağustosböceklerinin  seslerini  dinledi-

ler.  Lokomotifin  su  alışını  seyrettiler.  Açılır-kapanır  kom-

partıman  masasında  yolcularla  yemeklerini  bölüştüler.  Hi-

kâyeler  dinlediler,  hikâyeler  anlattılar.  Bazı  istasyonlarda

bavullarını  toplayıp  trenden  indiler;  başka  bir  doğrultuya

giden bir trene bindiler.

Bir  keresinde  kompartımana  uzun  bıyıklı  bir  genç  adam

girdi. Onunla arkadaş oldular. Gazeteciymiş. Röportaj yap-

maya Şarka gidiyormuş. Yeşil gözlü gazeteciyle uzun uzun

konuştular. Turgut ona, yeni saydığı birtakım düşüncelerin-

den  bahsetti.  İzlenimlerini  anlattı.  Turgut’un  şehrinden  iz-

ler  taşıyordu  bu  genç  gazeteci.  Taze  bilgilerle  ve  kendine

güvenle  doluydu.  Beyaz  dişlerini  göstererek  gülerken

umutla  ve  kesinlikle  ifade  ediyordu  düşüncelerini.  Onu

yenmek zordu. Turgut’un, bu kadar açık gerçekleri göreme-

mesine  şaşıyordu.  Tozlu  ve  köhne  anlayışlara,  canla  başla

saldırıyordu. Turgut, bütün içinden geçenleri genç gazeteci-

ye vermek istedi. Ne yazık: inandırma gücünü bulamıyordu

kendinde. Sözlerinin yarısında konuşmaktan vazgeçiyordu.

Kimseyi değiştirmek istemiyordu. Bunun gerekli olduğuna

inanamıyordu artık. Bu nedenle, genç gazetecinin sözlerine

714



kanmış göründü. Onun, sevinçle, düşüncelerini kabul ettir-

mesine göz yumdu. Daha çok genç, Olric. Duygu ve düşün-

celerinin etkisini görmeye ihtiyacı var. Ona yardım etmeli-

yiz.  Onu  kırmamalıyız.  Birkaç  saat  içinde  bir  insanın  dü-

şüncelerini  değiştirebildiğini  görmek  ona  gurur  verecektir:

kendi  düşüncelerini  değerlendirmesini  kolaylaştıracaktır.

Bizi de daha çok sevecektir. Kendisini ispat etmesine fırsat

verelim.  Ya  büyüyünce  uslanmaz  bir  eleştirmeci  olursa,

efendimiz? Buna engel olmaya zaten gücümüz yetmez, Ol-

ric.  Onu  biz  bozmayalım.  Bırakalım  anlatsın,  döksün  için-

dekileri. Ona, ayıklama imkânı verelim. Birçok gerçeği ka-

bul  ettiğimiz  gibi,  onun  gerçeğini  de  kabul  edelim.  Heye-

canlarının  körleşmesine  yol  açmayalım.  Bizim  gibi  sabaha

kadar düşünecek değil ya; birazdan uykuya dalar.

Onu  uyurken  seyrettiler.  Düşünceleri,  kimseyi  rahatsız

etmesin diye koridora çıktılar. Turgut sigara içti ve koridor

ışığının aydınlattığı kadar dışarıya baktı.

Gazetecinin  adresini  aldılar:  ona  yazmaya  söz  verdiler.

Birkaç güne kadar taşınacakları için ona adreslerini vereme-

diler. Onu da bir peronda bıraktılar el sallayarak.

Trendeki  yaşayışın  görgü  kurallarına  alıştırdılar  kendile-

rini. Kompartımana yeni gelenlerin bavullarını yerleştirme-

lerine yardım ettiler, tuvaletin kapısı önünde sabırla bekle-

mesini öğrendiler, kompartımanda herkesle birlikte uyuma-

ya çalıştılar. Turgut, yıllardır özlediği uzun yolculuğun tadı-

nı  çıkarıyordu.  Bu  yaşayışa  kendini  o  kadar  kaptırmıştı  ki

gece  uyumayan  çocukların  ağlamasına  bile  aldırmıyordu.

İleride sizi bekleyen bir istasyon daima vardı ve bacakları-

nızın uyuşmasını gidermek her zaman mümkündü peronda

dolaşarak.

İyi ve kötü trenlerde yolculuk ettiler. Bir trende, istasyon-

da  durdukları  zaman  ışıklar  sönüyordu.  Bazen  saatlerce



715


karşı yönden gelen treni bekliyorlardı karanlıkta. Bazısının

da  kompartıman  kapıları  kilitlenmiyordu.  Aynı  zamanda

yavaş giden bu trenlere yolda hırsızlar atlayarak yolcuların

eşyasını çalıyorlarmış. Her şeye razı oluyorlardı. Genç gaze-

teciye  adresleri  olmadığını  söylemeye  utanmışlardı.  Oysa,

treni adres olarak gösterebilirlerdi. Nasıl düşünememişlerdi

bunu?  Fakat,  hangi  treni  gösterecektik,  efendimiz?  Her

trenden inerken kondüktöre haber bırakabilirdik, Olric. İn-

san bir evden taşınırken nasıl eski evine yeni adresini bıra-

kırsa,  öyle  yapabilirdik.  Çocuk  gibi  oldunuz,  efendimiz.

Evet,  çocuklaşıyorum  Olric:  trencilik  oynuyorum.  Bütün

oyunları nasıl oynamışsam bunu da öyle oynayabilirim Ol-

ric:  istediğim  gibi.  Trenin  dışında,  duran  dünyaya  aldırmı-

yorum  artık.  Gazeteciyi  bile  dışımızda,  geride  bıraktık.

Onunla inmeyi düşündüm bir an için. Onunla yeniden dü-

şünmeye başlamayı istedim. Yeni bir düzenin içine girmek-

ten korktum, Olric. Belki de -dediğin gibi- biz artık bir ya-

nımızla onlardan uzaktayız. Bunu, onlara hiçbir zaman bel-

li etmeyeceğiz. Yolumuza çıkan herkese saygı göstereceğim.

Bırakalım bunları artık, Olric. Tren yavaşladı: bir istasyona

yaklaşıyoruz. Aşağı inip bacaklarımızı dinlendirelim biraz.

Trenden  indiler,  perondaki  insanların  arasına  karıştılar.

Yolcular, Turgut Özben’den ve onun aklından çıkmayan Se-

lim  Işık’tan  habersiz,  trene  binmenin  telaşı  içinde  koşuşu-

yorlardı.  İstasyon  binasının  önünde  duran  hareket  memu-

ru, kimseye bakmadan dalgın dalgın yürüyen ve kendi ken-

dine mırıldanan bu adama dikkatle baktı. Sonra, karşı yön-

den bir tren geldi: istasyona girdi. Yolcular ve Turgut, trenin

arkasında kayboldular.

716




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin