01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə40/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Artık tarih atmıyorum

Ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acıma-

ya fırsat bulamıyorum. Bütün acımamı kendime harcadım.

Dilencilerden  kaçıyorum.  Biri  yüzüme  bakıp  acıklı  şeyler

anlatacak  diye  titriyorum.  İnsanlık  dışı  oldum.  Yüzümü

yerden  kaldıramıyorum.  İşim  gücüm  başkalarına  haksızlık

etmek. Bu yüzden tutunamayanların arasında hakkım olan

yeri  alamıyorum.  Onlar  için  birşeyler  yapmak  arzusuyla

kıvranıyorum bir yandan. Tutunamayanlar için şarkılar yaz-

mıştım bir zamanlar. Süleyman Kargı’da kaldı hepsi. Ne ga-

rip: bende bir sureti bile yok yazdıklarımın. Kimse, kendine

karşı  bu  kadar  ihmalci  değildir.  Belki  de  iyi  oldu.  Bir  süz-

geçten geçirmek gerekirdi yazdıklarımı: bir sürü karalama.

Yazdıklarıma bir baktım ki durmadan kendimi anlatmışım.

Kimseye  okumadığım  isabet  oldu.  Süleyman  Kargı  işin

içindeydi.  Hep  benim  yanımdaydı.  İnsanlar  bir  işin  içinde

olunca, sevgi duyarlar yapılanlara. Başkası okusaydı pişman

olurdum yazdığım için. Kendimi de düşünmemişim ki ya-

zarken, bir kenarda saklamayı akıl edemedim onları. Süley-

man  Kargı  da  kaybetmiştir  inşallah.  Fotoğraf  albümüm  de

kaybolur inşallah. Ben de inşallah öldüğüm gün, babam gi-

bi  unutulurum.  Buna  hakkım  olmalı  hiç  olmazsa.  Hiç  ol-

mazsa, istediği gibi yaşayamadı ama istediği gibi öldü, iste-

diği gibi unutuldu kabilinden soğuk bir söz ederler arkam-



671


dan.  Tutunamayanların  arasında  bile  yeri  yoktu,  derler.  O

kim, Tutunamamak kim derler.

Gerçek tutunamayanlara saygım büyüktür. Onları bir an-

siklopedide  toplamak  isterdim.  Türk  Tutunamayanları  An-

siklopedisi. On iki fasikül bir cilt. On iki ciltte tamamlana-

caktır. Üç fasikül bir harf, üç harf bir kelime, üç korner bir

penaltı...

Benden  sonra  bu  işi  yapacak  çıkmaz.  Gençlik  şimdi  so-

mut sorunlarla ilgili. Hemen işe girişmeliyim.

AHMET  AYKAL:  1922’de  Ayanza  kasabasına  bağlı  Pür-

mek köyünde dünyaya geldi. Şimdi bu köy Çakırsaray ilçe-

sine bağlanmıştır; adı da değiştirilerek Gürasma yapılmıştır.

Ahmet  Aykal,  iyi  bir  eğitim  görmedi.  Orta  ikiden  belge

aldı.  Bir  süre  kasabada  küçük  işler  tuttu.  Sonra,  kasabada

tutunamadığı  için  şehre  göç  etti.  Ailesi  durumuyla  ilgilen-

medi. Şehre gittiğini biliyorlar, o kadar. Şehirde, yazısı düz-

gün olduğu için, resmî bir dairede kâtiplik buldu. On sekiz

yaşında evlendi. Kızın babası zengindi; fakat, fakir bir me-

murla  evlendiği  için,  kızının  yüzüne  bakmadı  evlendikten

sonra.


Ahmet Aykal’ın iki kat elbisesi vardı; biri lacivert. Evlen-

diği  zaman  düğün  fotoğrafı  çektirecek  parası  yoktu.  Zaten

düğün  yapılmamıştı:  bir  gelinlik  kiralanmıştı  kız  için.  Ah-

met  de  lacivertlerini  giymişti.  Giyim  kuşama  çok  düşkün

değildi;  aynı  zamanda  şiirler  yazıyordu.  İki  çocuğu  oldu.

Çocuklarından biri geri zekâlıydı. Daktilo yazmayı öğrendi.

Eve  işler  aldı  geceleri  yazmak  için.  Karısı  huysuzdu.  Şiir

yazmasından  hoşlanmıyordu.  Komşuları  Nedim  gibi,  Ah-

met’in  de  Hukuk  Fakültesine  gitmesini  istiyordu.  Ahmet

ise o sıralarda saz çalmasını öğreniyordu. Çok zayıftı. İki ay

prevantoryumda  yattı.  Karısı,  hastalığı  sırasında,  başka  bir

dairenin müdürüyle münasebet tesis etti. Anlayışlı bir genç



672


olduğu  için  karısından  ayrılmaya  rıza  gösterdi.  Geri  zekâlı

çocuk Ahmet’te kaldı. Öteki çocuğu kadın aldı. Hukuka gi-

demedi.  Daireden  daktilo  bir  kızla  ikinci  evliliğini  yaptı.

Kız ona iyi baktı; şişmanladı. İçkiye başladı. Doksan beş ki-

lo oldu. Şiir yazmayı bıraktı. Bir gece sarhoşken denize gir-

diği için boğuldu. Savcılık cesedin defnine müsaade verdi.

AHMET  BAHADIR:  XVI.  yüzyılın  ortalarında  dünyaya

geldi. 1584’te öldü. Baba ve ana adı bilinmiyor. Sivribaharlı.

Bu  köyün  yeri  atlasta  bulunamadı.  İçişleri  Bakanlığı’nın

köyler listesinde de yok. Terkedilmiş bir köy olduğu sanılı-

yor. Bahadır adını, bazı seferlere katıldığı için almış. Savaş-

larda  bir  yararlık  gösterip  göstermediği  bilinmiyor.  Böyle

bir  kayda  rastlanmadı.  Mezarı  Balkanlarda.  Bir  savaşta  vu-

rulmuş, ya da sonradan oralara yerleşmiş olmalı. Dört kere

yaralanmış.  Zabıta  kayıtlarına  göre  Galata  Umumhanesi’n-

de çıkan bir olaya da adı karışmış. Ayrıca, yazma eserler ki-

taplığında, tutmuş olduğu bir günlükten sayfalara rastlandı.

Bazı borçlarını ve alacaklarını kaydetmiş. Zamanın meşhur

şairlerinden mısralar kopya etmiş. Ezberinin zayıf olduğun-

dan yakınıyor günlüğünün bir yerinde. Savaştan hoşlanmı-

yor. Hayatında bir kadın olmadığı için üzgün. Seferler sıra-

sında gördüğü şehirlerin adlarını da bir sayfaya altalta yaz-

mış.  Çok  beğendiklerinin  altını  çizmiş.  Yanlarında  ilkel

notlar var: Budin şehri çok güzel beğendim, gibi. Bozuk bir

yazı. Birçok yerleri okunamadı. “Ben hayatımda uzun yıllar

farkına  varmadım”  diye  yazmış.  Neyin  farkına  varmadığı

belli değil. Bir cümle daha: Zümeyra Hanım size hayranım.

Züleyha olacak.

AHMET  CELAL:  1902’de  doğdu.  İstanbullu.  Ailesi  fakir

olduğu  için  onu  askerî  mektebe  yazdırmışlar.  Biraz  gecik-

meyle -1925’te- mülazım-ı evvel olmuş. Matematiği zayıf ol-

673



duğu için topçu olamamış. Çok da istemiyormuş topçu ol-

mayı.  Levazıma  vermişler.  Ruhi  muvazenesizlik  sebebiyle

bir yıl istirahat almış. Sonra da çürüğe çıkarmışlar. Babası-

nın  yardımıyla  Darülfünun’a  girmiş.  Sekiz  senede  bitirdik-

ten sonra biraz işsiz dolaşmış. Öğretmenlik yapmak istemiş-

se de İstanbul dışına çıkmayı kabul etmediği için tayini uza-

mış. Bazı çevrelerle münasebeti sebebiyle tevkif edilmiş. Bir

yıl kadar yattıktan sonra, suçu sabit görülmediğinden, delil

kifayetsizliği  sebebiyle  tahliye  edilmiş.  Bu  sırada,  senelerce

önce yaptığı öğretmenlik müracaatı da reddedilmiş. İntihara

teşebbüs  etmiş:  başaramamış.  Kısa  bir  süre  ambar  kâtipliği

yapmış. Zimmetine para geçirdiği iddiası yüzünden bu işten

de ayrılmak zorunda kalmış. Sonradan, işten çıkarılmasına

polisin yaptığı ihbarın sebep olduğu anlaşılmış. İşe alınması

için tekrar yaptığı müracaat bir netice vermemiş. Belli bir işi

olmadığı için, arkadaşları ondan polisin adamı diye şüphe-

lenmişler ve münasebeti kesmişler onunla.

Ticaret yapan bir arkadaşı, ona iki yıl bakmış. Bu arkada-

şının ölmesi üzerine gene sıkıntıya düşmüş. Meyhanede ta-

nıdığı  bir  adamla  bir  kum  ocağı  işletmişler.  Durumu  biraz

düzelmiş. Sonra işleri gene bozulmuş. Artezyen kuyusu aç-

ma işine başlamış. Elli dört yaşında, bir köye kuyu açmaya

giderken,  bindiği  arabanın  devrilmesi  sonunda  ölmüş.  Ce-

sedi  altı  saat  yolda  beklemiş.  Ailesini  zamanında  bulama-

dıkları için köyün mezarlığına gömmüşler. Kâğıtları arasın-

da  iki  şiir  kitabı  ve  on  dört  hikâyesi  bulunmuş.  Ortağının

eserlerini bastırmak teşebbüsü olumlu bir sonuç vermemiş.

AHMET ÇEKİNGEN: 1922’de Uzakviran’da doğdu. Şirin

bir sahil kasabası olan Uzakviran’da altı yaşına kadar kaldı.

Babası mahkemede zabıt kâtibiydi. Annesi ev kadınıydı. İl-

kokulu  vilayet  merkezinde  bitirdi.  Okul  müsameresinde

Cengiz  Han  rolüne  çıktı.  Ortaokulda  kimyadan  bir  sene



674


kaybetti.  İyi  uçurtma  uçuramazdı.  Hiç  tanımadığı  bir  kıza

sataştığı iddiasıyla, komşu mahallenin elebaşısından bir to-

kat yedi. Kopya çektiği iddiasıyla okul disiplin kurulundan

bir  ihtar  aldı.  Liseyi,  başka  bir  vilayet  merkezinde  okudu.

Bu  sıralarda  sinemaya  merak  sardı.  Sinema  biletlerinin  ar-

kasına, gördüğü filmlerin adlarını, gittiği gün ve saati yaza-

rak bir defterin içinde biriktiriyordu. Aynı evde oturan fen

memuru  Sedat  Beyin  oğlu  Salih’ten  aldığı  Bin  Bir  Roman

cildini kaybetti: darıldılar. Ayrıca, orta birden lise sona ka-

dar, altı eldiven -çift- iki atkı, üç okul kasketi ve bir çanta -

içindeki kitap ve defterlerle birlikte- kaybetti.

Liseyi bitirmedi. Askerde yazıcı oldu. Büyük şehirlerden

birinde yaptığı askerliği sırasında, hafta sonları bir akraba-

sının evine gidiyordu. Bir keresinde, akrabası olan kadının,

asker  elbiselerinin  kokusunu  gidermek  maksadıyla  odanın

pencerelerini  açarak  içerisini  havalandırmakta  olduğunu

gördüğü  için  bir  daha  bu  eve  uğramadı.  Bir  arkadaşının

evinde kalmaya başladı. Yıllık iznini de başka bir arkadaşı-

nın evinde geçirdi. Orada, arkadaşının kızkardeşine -tanıdı-

ğı ilk kız- âşık oldu. Birlikte, altı kere elele dolaştılar. İzin-

den dönünce kızı unuttu. Nöbette uyuduğu için iki gün ha-

pis yattı.

Macera  romanları  okumayı  seviyordu.  Pazar  günleri  -as-

kerliği sırasında- şehir kütüphanesine giderdi. Bir keresinde

kütüphaneci  kıza,  birlikte  sinemaya  gitmelerini  teklif  etti:

reddedildi.  Bir  daha  aynı  kütüphaneye  gidemedi.  Kıza  bir

gün yolda rastladı: nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde

sinemaya gittiler. Dönüşte, hava kararmak üzereyken tenha

bir sokakta -sokakta kimse yoktu- kızı öptü, öptüğü ilk kız.

İki  kere  daha  buluştular.  Sonra  kızı  aramadı.  (Kızdan  çok

hoşlanmamıştı.)  O  gün  -kızı  ilk  gördüğü  ve  öptüğü  gün-

kıtaya dönmekte geciktiği için, dört gün hapis yattı. Böyle

işleri idare etmesini beceremiyordu.

675



Macera romanları okumayı bıraktı. Mizah dergileri alma-

ya başladı; ayda bir tane. Bütün karikatüristlerin adlarını ve

imzalarını  ezbere  biliyordu.  Bölükteki  arkadaşlarının  kari-

katürlerini çizmeye heveslendi. Benzetemediğini söylemele-

ri üzerine hevesi kırıldı ve bıraktı. (Denildiğine göre, çizdi-

ği yüzlerin hepsi birbirine benziyordu. İnsan yüzünün fark-

lı özelliklerini göremiyordu.) Bunun üzerine tarihî roman-

lar  okumaya  başladı.  Bir  süre  sonra  kendisi  de  gizlice  bir

roman yazmaya başladı: Akıncı Türkler. Bilgi edinmek için

tekrar  kütüphaneye  gitmeye  başladı.  Aynı  kızla  karşılaştı.

Hiçbir şey olmamış gibi bu kızla yeniden münasebet kurdu.

(Kız ona geçmişi hatırlatmamıştı.) Nişanlandılar. Nişan gü-

nü ilk defa içki içti ve sarhoş oldu; alaturka şarkı söyledi ve

yazdığı bir şiiri herkesin içinde okudu. Gene herkesin için-

de, nişanlısını yanağından öptü.

Terhis oldu ve evlenmekten korktuğu için nişanlısına bir

mektup göndererek durumunu izah etti. Mektubuna cevap

gelmedi. Babası emekliye ayrılmıştı; bir bakkal dükkânı iş-

letiyordu. İşleri kötü gidiyordu. Babasını kandırmayı becer-

di ve ona bir kitapçı dükkânı açtırdı. (Bakkal dükkânından

kalan erzakı evde yediler.) Kitap almak için dükkâna gelen

bir adamın vasıtasıyla tanıştığı ortaokul Türkçe öğretmeni-

nin şiir ve hikâyelerini basmak için bir yayınevi kurdu. İki

kitap  birden  bastırdı.  Kitaplar  satılmadı.  Kiloyla  verdiler.

Şehrin belediye reisi, hikâyelerden birinde manevî şahsiyeti-

nin tahkir edildiği iddiasıyla dava açtı. Dava dört yıl sürdü.

Babası onu, bir akrabasının kızıyla nişanladı. Nişan gece-

si,  göğsünde  bir  tuhaflık  hissetti;  kimseye  belli  etmemeye

çalıştı. Eve dönünce, göğsündeki boşluğun yukarılara çık-

tığını  duyarak  gece  yarısı  babasını  uyandırdı.  Babasının

sorduğu  sorulara  cevap  veremedi.  Konuşamıyordu;  aklına

bir  şey  gelmiyordu.  Büyük  şehire  götürdüler  onu.  Hususi

bir  hastaneye  yatırdılar.  Çok  zayıf  olduğu  için  hastaneye

676



yatırmışlardı: kendisi öyle biliyordu. Fakat gene de durum-

da  bir  gariplik  seziyordu.  Bir  gece  hastaneden  kaçtı,  eve

döndü. Yakalamaya geldikleri zaman çok direndi. Gelenler

onu  kandırmak  için,  polis  olduklarını  ve  belediye  reisinin

açtığı dava dolayısıyla ifadesini alacaklarını söylediler; bu-

nun üzerine karakola gitmeye razı oldu. (Polisten çok kor-

kardı.) Otomobilin karakola değil de şehir dışına doğru yol

aldığını görünce aldatıldığını anladı. Su içmek için arabayı

durdurdukları  sırada  kaçmaya  çalıştı:  bu  arada,  zayıflığına

rağmen, adamlardan birini de yere serdi. Sonra, başına vur-

dular. Hastanede kendine geldiği zaman çocuk gibi ağladı.

Babasından  nefret  etti.  Bütün  gücüyle  yemek  yiyerek  şiş-

manlamaya çalıştı. İki kilo daha alırsa çıkabileceğini söylü-

yorlardı. Hastabakıcılardan birine bir mektup verdi: kütüp-

hanede  çalışan  eski  nişanlısına  götürmesini  söyledi.  Mek-

tubun  yerine  gidip  gitmediğinden  hiçbir  zaman  emin  ola-

madı.

Hastanede çok vakti vardı: durmadan düşünüyordu. Has-



tanede kalış sebeplerini bulmaya çalışıyordu: Bu zayıflık hi-

kâyesine artık pek inanmıyordu. Belki de evlenmeye yanaş-

madığı  için  onu  hastaneden  çıkarmıyorlardı.  Evlenmekten

her zaman korkmuştu. Evlenmek, birleşmek, bir arada ya-

şamak düşüncesi onu titretiyordu. Evlenmek, evlenmek: bu

kelimeye  birçok  anlam  vermeye  başladı.  Birçok  kelimeye,

birden  fazla  anlam  vermeye  başlamıştı.  Her  zaman  evlen-

mekten  kaçmıştı.  Önce,  okulla  evliliği  uzun  sürmemişti:

okulu  bırakmıştı.  Bunun  için  kızıyorlardı  ona.  Askerlikle

evliliği  sırasında  da  sık  sık  kaçtığı  için  hapis  yatmıştı.  Kü-

tüphaneci kıza karşı da suçluydu. Son evlilikten de hastalık

bahanesiyle  kurtulmaya  çalışmıştı.  Doğruyu  söylemiş  ol-

saydı  bütün  bunlar  başına  gelmeyecekti.  Bu  hastanede,  bu

garip bakışlı insanlar arasında kalmak, evlilikten de kötüy-

dü. Kimsenin -ondan başka kimsenin- aklı başında değildi.

677



Başhekime  bir  dilekçe  yazarak  durumunu  açıkça  anlattı.

Artık herkesle ve her şeyle evlenmek istiyordu. Yaşı geçtiği

için  artık  liseyle  evlenemezdi;  üniversiteyle  evlenmek  isti-

yordu. Sonra da kütüphaneci kızla, hayır ondan önce arka-

daşının  kızkardeşiyle,  sonra  da  akrabası  olan  kızla,  sırayla

evlenmek istiyordu. Hepsiyle birden evlenmeye de razı ola-

bilirdi.  Bütün  bu  evlenmelerin  aynı  mahiyette  olmadığını

biliyordu. Aklı başındaydı. Roman yazmış olduğunu bilme-

yenler,  belki  ona  cahilin  biri  gözüyle  bakabilirlerdi:  fakat,

maddi ve manevi evlilikler olduğunu çok iyi biliyordu. Her

şeye  aklı  yatıyordu.  Bir  örnek  vermesi  gerekirse,  üniversi-

teyle  evliliğin  elbette  manevi  evlilik  olduğunun  farkınday-

dı.  Önce  manevi  evlilikleri  yapacaktı.  Bütün  bu  hususları,

açık  ve  temiz  bir  ifadeyle  dilekçesinde  belirtmeye  çalıştı.

Düzgün  olması  için  dilekçeyi  dört  kere  baştan  yazdı.  Bazı

satırlarda  dalıp  gidiyor  ve  tekrar  düşüncelerini  toplaması

saatler  sürüyordu.  Çok  zayıf  düşmüştü:  yazacak  gücü  kal-

mamıştı.  Kâğıt  -o  kadar  dikkat  ettiği  halde-  lekelerle  dol-

muştu; bir keresinde de silerken yırtıldı. Mürekkebi, yumu-

şak bir silgiyle silmek çok zor oluyordu. Lekelerin de nere-

den  geldiğini  bir  türlü  anlayamıyordu.  Hastabakıcı,  bu  di-

lekçeyi başhekime verirse, muamelenin uzayacağını, hasta-

neden çıkmasının büsbütün güçleşeceğini söyledi. Dilekçe-

yi  sakladı;  ümidi  kırıldı.  Doktorun  odasından  çaldığı  bir

tüp  ilacı  yuttu.  Uzun  aylar,  gerçek  bir  hasta  gibi  yatakta

yattı. İyileşince babası onu hastaneden çıkardı.

Kitapçı dükkânı kapanmıştı. Tuhafiyeci dükkânı açılmış-

tı. Borçlar sürüp gidiyordu. Babası onu kasaya oturttu. Bü-

tün gün başını kaldırmadan sayılarla uğraşıyor, hesap yapı-

yordu.  Sinema  tutkusu  yeniden  başladı.  Her  gün  bir  film

görüyordu. Yerli filmlere alıştı. Artistlerin adlarını bir liste-

ye yazmıştı. Her gördüğü filmden sonra listeye işaretler ko-

yuyordu. Otuz dokuz işaretle birinci olan artistin büyük bir

678



resmini odasına astı. Fakat bu oyuncunun evlenmesi üzeri-

ne resmi kaldırdı. Sonra, şüphelenmemeleri için tekrar astı.

Alacaklılar geldiği zaman dükkânın arka odasına gidiyordu.

Dükkâna mal almak için büyük şehre gidince kütüphaneye

uğradı.  Bir  saat  kadar  kapının  önünde  dolaştıktan  sonra

içeri girdi. Kız yoktu. Yeni memurlar kızı hatırlamıyorlardı.

Hastanede  ne  kadar  yattığını  bilmediği  için  aradan  kaç  yıl

geçtiğini hesaplayamıyordu. Dönerken, başının arkasına bir

ağrı  saplandığını  duydu.  Ağrı  bütün  gün  sürdü.  Babasının

yanına dönmek istedi hemen. Otelin girişinde yığılıp kaldı.

Hastaneye kaldırdılar. Sabaha karşı hastanede öldü.

HÜSNÜ ERGEÇ: Doğduğu yeri ve doğum tarihini bilmi-

yordu.  Babası  onu  bir  hastaneye  bırakmış  ve  bir  daha  gö-

rünmemişti.  Hastabakıcının  çocuğu  kayıt  yapmadan  kabul

etmesi  nedeniyle  adı  da  bilinmiyordu.  Aynı  koğuşta  yatan

büfeci Kirkor onu yanına aldı. Genç yaşta ölen arkadaşı ve

ortağı Hüsnü’nün adını verdi. Ergeç ailesini bulacağım, di-

yordu. Soyadını da bu vesileyle almıştır. Kirkor, kaçakçılık-

tan hapse girdiği zaman Hüsnü’yü bir arkadaşının evine bı-

raktı. Hüsnü, o sıralarda dokuz yaşlarındaydı ve okula git-

miyordu, okuma yazma bilmiyordu. Bu evde çok dayak yi-

yen  Hüsnü,  bir  gece  evden  kaçtı.  Polis  onu  yakaladı  ve

Hüsnü  bir  süre  çocuksuz  ailelerin  evlerinde  kaldı.  Hüsnü

bu  insanları  anlayamıyordu.  Çocukları  olmadığı  için  onu

alıyorlar, sonra da durmadan dövüyorlardı. Son kaçtığı ev-

den çıktığı sırada yolda rastladığı bir imam, onu evine gö-

türdü. İmamın da kimsesi yoktu. Hüsnü’ye iyi baktı ve eski

yazıyı  öğretti.  Birlikte  evlere  giderek  Kur’an  okuyorlardı.

Sesi  güzeldi.  Ut  çalmasını  da  öğrendi.  Bir  yandan  da  dur-

madan  eski  harflerle  basılmış  din  kitapları  okuyordu.  Ma-

halle  kahvesinde,  insanlara  yapılan  haksızlıklardan  bahse-

den bir marangoz, onunla ilgilendi: Hüsnü’ye yeni harflerle



679


okuma  yazma  öğretti.  Marangozun  verdiği  yasak  kitaplar

Hüsnü’nün  dine  olan  bağlılığını  zayıflattı.  İmamla  yaptığı

bir tartışmadan sonra onun evinden ayrıldı.

Yeni kurulan bir gecekondu semtindeki bir aşevine gar-

son  olarak  girdi.  Müşterilerle  yaptığı  konuşmalar  yüzün-

den,  ihbar  üzerine  götürüldüğü  karakolda  dayak  yedi  ve

işinden atıldı. Bir süre kahvelerde ve meyhanelerde tomba-

lacılık,  seyyar  satıcılık,  sinemalarda  yer  göstericiliği,  sirk-

lerde  gişe  memurluğu  yaptı.  Biriktirdiği  bin  beş  yüz  lira

kadar bir parayla, apartman inşaatlarının yoğun olduğu bir

bölgede  işçiler  için  bir  aşevi  açtı.  Aşçı  bir  arkadaşıyla  bir-

likte çalışıyorlardı. Dükkânı donatmak için borçlanmışlar-

dı. Hüsnü -kendi lokantasında- sabahtan gece yarısına ka-

dar çalışıyor, bulaşıkçılık, garsonluk, alışveriş yapıyor, seb-

ze ayıklıyor, örtü yıkıyordu. Borçlar bitmiyordu. Buzdolabı

pahalıya gelmişti. Bir on bin liraları olsaydı, çok daha ko-

lay yürüyecekti işler. Yürümedi. İcra memurları buzdolabı-

nı  götürdüler  sonunda.  Tekrar  yer  göstericiliğe  başladı  si-

nemalarda.  Elle  yazıp  çoğalttığı  bir  beyanname  yüzünden

yakalandı, bir buçuk seneye mahkûm oldu. Hapiste verem

olduğu anlaşıldı. Hastaneye yatırıldı. Oradan kaçmak ister-

ken, jandarmalar tarafından vuruldu. Cezası bir yıl artırıl-

dı. Hapisten çıktıktan sonra, inşaatlarda amelelik etmek is-

tedi. Hastalığı ve mahkûmiyeti yüzünden başaramadı. Gar-

sonluğa  başladı  yeniden.  Eski  mesleklerinden  bir  türlü

kurtulamıyordu. Garsonların yüzde onlarını vermediği ge-

rekçesiyle arkadaşlarını patrona karşı ayaklandırdı. Sonun-

da  patron  yüzde  onları  vermeye  razı  oldu  ve  Hüsnü  işten

atıldı.

Birikmiş olan yüzde onlarını aldığı için üç ay kadar işsiz

yaşayabildi.  Bu  arada  meyhanelerde  edebiyatçılarla  tanıştı.

Onların  teşvikiyle  yeni  çıkan  bir  dergiye  iki  yazı  yazdı.  O

sırada parası bitti. Küçük bir meyhane açmak için tasarıları

680



vardı. Bazı arkadaşlarıyla temastaydı. Bir gün berberde tıraş

olurken ağzından kan boşandı. Üstü başı ve koltuklar kan

içinde kaldı. Hastaneye giderken cankurtaranda öldü. Yazı-

larını  basan  dergi,  siyah  çerçeve  içinde  bir  resmini  koydu.

Meyhanede  içtiği  arkadaşları  ve  edebiyatçılarla  yapılan  bir

röportaj da yayımlandı ayrıca.

NAZMİYE  ERDOĞDU:  Babası  erkek  çocuk  istiyordu.

Adını  da  koymuştu:  Nazmi.  Kız  doğunca,  kızgınlığından

hemen trene atlayıp teftişe çıktı. İki istasyon sonra trenden

inerek evine telgraf çekti: kızın adını Nazmiye koyun. Baş-

ka  çocukları  olmadı.  Nazmiye  bir  erkek  çocuk  gibi  büyü-

tüldü.  Daha  doğrusu  büyütülmeye  çalışıldı.  Zayıf,  nahif,

hastalıklı bir çocuktu. İlkokuldan sonra enstitüye verdiler:

bitiremedi. On altı yaşında bir piyade yüzbaşısıyla evlendir-

diler: daha doğrusu nikâhladılar. Düğünden önce, iki taraf

aileleri  arasında  çeyiz  yüzünden  bir  anlaşmazlık  çıktı  ve

Nazmiye babasının evine döndü.

Yastıklara  güzel  yağlıboya  resimler  yapıyordu.  Babası  İs-

tanbul’a  tayin  olunca  onu  akademiye  yazdırdı.  Atölyede,

tek  başına  bir  köşeye  çekilir,  sonsuz  natürmortlar  yapardı.

Akademide okurken bir demir tüccarının oğluyla nişanlan-

dılar. Delikanlı, düğüne bir ay kala otomobil kazasında can

verdi. İki ay sonra da oğlanın babası iflas etti. Nazmiye, ar-

tık evlenme sözü duymak istemediğini söyleyerek duvarları

tablolarıyla  doldurmaya  başladı.  Akademiyi  bırakmıştı.  Bir

hayır  derneğine  üye  oldu.  Balo  piyangoları  için  işlemeli

mendiller  ve  çeşitli  eşya  hazırladı.  Baloda  dernek  başkanı-

nın oğluyla iki kere dansetti. Derneğin rozet gününde yaka-

sına rozet taktığı iriyarı bir genç adam peşini bırakmadı ve

onu güzel bulduğunu söyledi. Genç adamın söylediklerine

bir  karşılık  veremediği  için  sonunda  onunla  bir  pastaneye

gitmeye razı oldu. Birlikte dolaşmaya başladılar. Genç adam



681


boksördü  ve  bir  nakliyat  şirketinde  ambar  memurluğu  ya-

pıyordu.  Nazmiye’yi  maçlara  götürdü.  Maçlarından  önce,

genç boksör için yatağında saatlerce dua ediyordu. Din ki-

tapları okuyordu. Namaz kılmasını öğrenmişti. Yaşlı kadın-

ların bazı toplantılarına katılıyordu. Fala inanıyordu ve ruh

çağırma  oturumlarına  katılıyordu.  Gözlerinin  rengi  koyu

olduğu için onu medyum yapmıyorlardı ve buna üzülüyor-

du. Toplantıları idare eden Lütfiye Hanım, onun falına bak-

mış ve üç kere evleneceğini söylemişti. Bu konuda Türkçe

kitapların  yetersiz  olduğunu  görerek  İngilizce  öğrenmeye

başladı.  Londra’daki  mistik  cemiyetlere  mektuplar  yazarak

kitaplar  getirtti.  Madame  Blavatsky  ve  Alistair  Crowley’in

kitaplarını  okudu.  Bu  tutkusu  yüzünden  boksörle  arası

açıldı ve ayrıldılar. Oysa, boksörü seviyordu. Genç adamın

kendisine dönmesi için büyüler yaptırdı.

İngilizce’yi ilerletmişti. Ruh mecmualarına tercümeler ya-

pıyordu. Bir derginin sahibi, onun hevesli olduğunu görün-

ce,  yazı  işlerine  yardım  etmesini  istedi.  Yazıları  matbaaya

götürdüğü  gün  başmürettiple  tanıştı.  Arkadaş  oldular.  Es-

mer, dev gibi bir adamdı. Boksöre benziyordu. Hemen Naz-

miye’yle, batıl inanışlar konusunda tartışmaya girişti. Onun

batıl  inançlarıyla  alay  etti  ve  insanlara  ekmek  ve  sevginin

gerekli olduğunu söyledi. Onun gibi akıllı bir kızın uyutul-

duğunu ileri sürdü. Nazmiye’nin yabancı dil bildiğini öğre-

nince,  kendisinde  bazı  gizli  kitaplar  olduğunu  ve  Nazmi-

ye’nin bu kitapları kendisine okumasını istediğini, söyledi.

Birlikte  yaşamaya  başladılar.  Okuduğu  kitaplar,  Nazmiye

üzerinde  derin  etkiler  yaptı.  Genç  adam,  gizli  toplantılara

gidiyordu.  Nazmiye,  yatağında  -genç  adamın  evinde  kalı-

yordu  artık,  evini  terketmişti-  genç  adam  için  dua  ediyor,

bir yandan da onun verdiği kitaplardan tercümeler yazıyor,

daktiloda  çoğaltarak  kitap  hazırlıyordu.  İsa’nın  sosyal  yö-

nünü anlatan bir makale yazdı; fakat gönderdiği dergide ba-

682



sılmadı yazısı. Mürettip, onu da toplantılara götürdü. Ora-

da  genç  bir  felsefe  öğrencisi  Nazmiye’yle  ilgilendi.  Onunla

dolaşmaya başladı. Mürettip duruma göz yumdu; fakat bazı

yobaz  arkadaşları  bunu  bir  şeref  meselesi  yaptılar  ve  genç

öğrenci aralarından atıldı. Nazmiye de onunla birlikte top-

luluğun dışında kaldı.

Felsefe öğrencisine mistik düşüncelerini aşılamaya çalıştı

ve birlikte Tibet’e gitmelerini teklif etti. Bu sırada babası öl-

müştü, biraz para bırakmıştı. Felsefe öğrencisi onunla gel-

meyi  kabul  etmedi.  Nazmiye  de  yalnız  başına  Paris’e  gitti.

Tibet uzak gelmişti.

Paris’te porselen ithalatçısı bir Türkle tanıştı. Adam karı-

sını yeni kaybetmişti ve sivri demir parmaklıklara karşı bir

korkusu vardı. Paris’te tedavi oluyordu. Nazmiye ona, ina-

nışlarından  bahsetti.  Adama,  mistik  bir  yola  girerse  kurtu-

labileceğini  anlattı.  Fakir  insanların  ıstırapları  da  porselen

tüccarını  üzüyordu  ayrıca.  Servetini  onlara  dağıtmak  isti-

yordu. Genç kadın, kişisel çabaların olumlu bir sonuç ver-

meyeceğini ileri sürerek genç adamı rahatlattı. Birlikte kili-

seleri dolaştılar. Nazmiye, tüccarın kaldığı eve yerleşti, ye-

niden resim yapmaya başladı. Fransızca öğrendi. Kütüpha-

nelere  giderek,  mistik  işaretler  hakkında  bir  çalışma  yaptı.

Mistik sembollerin orijini üzerine bir kitap hazırladı, bütün

resimlerini  kendi  çizdi  kitabın.  Tüccar,  kitabı  Paris’te  bas-

tırmayı  düşünüyordu;  fakat  bir  iş  için  yurda  dönmesi  ge-

rekti ve bir ay sonra da Paris’e gelmeye hazırlanırken kalp

durmasından öldü. Nazmiye de parası bitince Paris’ten ay-

rıldı. Dönmeden, son parasıyla bir kilisede porselen ithalat-

çısı  için  ruhani  bir  ayin  yaptırdı.  Dönüşünü  annesine  bil-

dirmişti.  Fakat  trenden  çıkmadı.  Nazmiye’yi  bulmak  için

yapılan bütün araştırmalar bir fayda vermedi. Annesi, o za-

mandan beri, dönüşünü bekliyor.



683


Tutunamayanların  peşine  takılıp  gitmişim.  Bu  insanlarla

yaşamak nasıl olurdu acaba? Onları anladığımı, yaşantıları-

na  katılmak  istediğimi  söylerdim.  Her  birinin  arkasından

sürüklenirdim bir süre. Hiçbir yaşantıyı bitiremezdik. Hiç-

birisinin yaşantısı bitmiyor ki. Yarabbim ne güzel olacaktı!

Sonunu bilmemenin, sonu olmadığını bilmenin güzelliğini

yaşardım. Hiç bitmeyecek yarım yamalak yaşantıların özle-

mi var içimde. Her an tehlike, her an belirsizlik. Hiçbir ma-

ceraya değişmezdim onların yaşantılarını. Bütün tutunama-

yanları birden görür gibiyim: aslında hiçbirini görmemiş ol-

sam bile. Tereddütlerinin resimlerini çizerdim yüzlerine ba-

karak.  Soluk  ve  düz  çizgiler  çizerdim.  Ahmet  Çekingen’in

birbirine benzeyen karikatürleri gibi.

Gerçek dünyada yaşamış ve onlarla boy ölçüşebilecek bir

tek insan tanıyorum: gümrükçü ve ressam Rousseau. Onun

hayatı bir masal gibi geliyor bana. Sanki biri, Rousseau’nun

resimlerini gördükten sonra uydurmuş onun hayat hikâye-

sini.  Böyle  yaşasaydı  uygun  olurdu  demiş.  Ben  uydurmuş

olmak isterdim. Bütün bildiğim bir resim albümünde onun

için  yazılmış  kısa  bir  önsöz.  Hayatına  dair  birkaç  söz.  Bu

sözler bana o kadar yakın geldi ki, Rousseau’yu daha ayrın-

tılı tanımak için başka kitapları karıştırıp yeni şeyler öğren-

mekten  çekindim.  Gereğinden  fazla  bilmekten  korktum

onun  hakkında.  Görünüşte  Rousseau  gibi  yaşamak  belki

kolaydı; içim Rousseau gibi olmadıktan sonra neye yarar?

Yorgunum: artık bu konuda yazmak istemiyorum. Tutu-

namayanlardan bahsetmek içimi tüketiyor. Onları biraz ra-

hat bırakmalıyım. İçimde daha gelişmelerine fırsat verme-

liyim.  Kimbilir  daha  bilmediğim  ne  yönleri  vardır?  Onlar

gibi sakin, acelesiz, beklemeliyim. En telaşlı görünenlerin-

de  bile  bulunan  başka  türlü  bir  sakinliğe  bırakmalıyım  iç

dünyamı.


Rousseau  dünyanın  en  büyük  adamı.  Ressam  olanı.

684


Onun yerine koyacak kimse bulamıyorum. İnanmış insan.

Bugünlerde  bütün  meselem  bu  oldu.  Saatlerce  resimlerini

seyrediyorum.  Bir  kusur  bulamıyorum.  Hakkındaki  yazıyı

tekrar tekrar okuyorum. Bir açık nokta bulamıyorum. Res-

samların  İsa’sı.  Yapmacığın  eseri  yok  onda.  Ne  hayatında

ne de sanatında. Bu konuda yazmak zor. İnsan hissedebilir

ancak.

Bizde de böyle bir ressam olsaydı: onun gibi eşsiz bir ki-



şiliği olan biri ya da bize göre bir Rousseau olsaydı canım.

HÜSEYİN BEZENEL: Türk ressam ve tutunamayanı. Sa-

nayi-i Nefise mektebinde okudu. Osman Hamdi Beyin tesi-

rinde yetişti. Maarif Nezaretinin açtığı bir müsabakayı, “Su-

daki Halkalar” isimli pentürüyle kazandı ve bir sene müd-

detle Paris’e gönderildi. Orada, daha ziyade Changot ve Du-

valier  gibi  ikinci  sınıf  ressamların  atölyelerinde  çalıştı.  Re-

sim müzelerine ve galerilerine -duhuliye meccani olmadığı

için- fazla gidemedi ve bu sebeple yeni cereyanları pek ta-

kip  edemedi.  Paris’ten  temin  ettiği  bir  bursla  Berlin’e  geçti

ve  Alman  romantiklerinin  tesiriyle  müfrit  iptidai  renkler

kullandı. Bu devresindeki eserlerinde bilhassa kırmızı ren-

gin hakimiyeti hissedilir. Harbı Umumiyi Berlin’de geçirdi.

Almanların mağlubiyeti üzerine tekrar Paris’e avdet etti. Ba-

zı galerileri ziyaret ederek, muasır cereyanları takriben otuz

beş sene kadar geriden takibe başladı. Esasen, Sanayi-i Ne-

fise  Mektebinde  öğrendikleriyle  vardığı  yer,  daha  gerilere

isabet  ediyordu.  Fakat  Harbı  Umuminin  Avrupa  sanatına

tahmil  ettiği  inhitat  sebebiyle  -bazı  unsurları  biraz  aceleye

getirmiş bile olsa- terakkiye muvaffak olmuş ve romantizmi

geride bırakarak, empresyonizmin son safhalarına varmıştı.

O  sıralarda  Picasso’nun  ismini  dahi  duymamış  olması,  an-

cak  bir  talihsizlik  olarak  vasıflandırılabilir.  Cumhuriyetin

ilanıyla anayurda dönünce de bu cereyanlar hakkında onu



685


uyaran bulunmadığı için, bir dereceye kadar mazur görüle-

bilir. Soyadı kanunu çıkınca diğer meslektaşları gibi, sanatı-

na uygun bir soyadı aldı. Hiç evlenmedi ve bir daha yurt dı-

şına çıkma fırsatını bulamadı. Bununla birlikte, Paris’te ta-

nıyamadığı modern resim sanatını Avrupa’ya gidenler saye-

sinde Türkiye’de öğrenmek imkânına kavuştu. Oysa, yurda

döndüğü  sıralarda,  yapmakta  olduğu  empresyonist  resim-

ler, oldukça yeni sayılıyordu. Fakat, Berlin’de edindiği renk

anlayışını  değiştirmeyi  başaramadığı  için  zamanla  gölgede

kaldı. Kübizm ve fütürizm akımlarının etkisiyle yaptığı re-

simler cidden hazindi. Aynı süre içinde dört beş akımı bir-

den atlamasını becerenlerin alaylarına uğruyordu. Bir dergi-

de yazdığı “İnsan Düşmanı Resim” makalesiyle modern res-

me karşı bütünüyle cephe aldı ve tekrar romantik devreye

dönerek, yenicilere şiddetle tepki gösterdiğini açıkça belirt-

mek istedi.

Akademideki atölyesinde bir iki öğrenci çalışıyordu. Bun-

lar da öteki atölyelere giremeyenlerdi. Bir süre sakal bıraktı;

sonra  ondan  da  vazgeçti.  Beşiktaş’ta  harap  bir  evde  oturu-

yordu.  Akademideki  bir  tartışmada  “çağdışı”  olmakla  suç-

landı.  Yeni  deyimleri  pek  iyi  anlayamadığı  için,  kendisine

saldırıda  bulunulduğundan  başka  bir  şey  çıkaramadı  bu

sözden. Borç harç bastırdığı “Perspektifin Esasları” adlı ki-

tabı kaldırıma düştü. “Büyük Ressamlar”sa acınacak bir ki-

taptı.  Baskının  kötülüğü  yüzünden,  resimlerin  ne  olduğu

bile  anlaşılmıyordu.  Beşiktaş’taki  eski  evi  kat  karşılığı  sattı

ve  bir  dairesine  yerleşmeye  karar  verdi.  Bina  üç  yıl  sürdü.

Sonunda,  yeşil  ve  pembe  badanalı  odalardan  meydana  ge-

len bir daireye kavuştu.

Çarşıdaki bir meyhaneye giderek, kendini içkiye vermek

istedi. Midesi izin vermedi. Altı ay hastanede yattı. Hüseyin

Bey, sen artık bu işleri kaldıracak yaşta bir adam mısın? sö-

zü çok ağırına gidiyordu. Ihlamur’da bir arsasını sattı: ken-

686



di başına bir apartman yaptırmak istiyordu. Gece geç vakit-

lere  kadar  oturuyor,  süslü  bina  cepheleri,  kesitleri  çiziyor-

du. Yeğeni, bazen onu ziyaret eder ve masanın başında, ko-

nuşmadan  saatlerce  çalışmasını  hayretle  seyrederdi.  Artık

yaşlandığı için elleri titriyor, şekilleri çinilerken, her tarafı-

na mürekkep damlatıyordu. Şömineler, süslü konsollar, ka-

bartma  süsler,  projenin  her  tarafını  dolduruyordu.  Fakat,

yaptığı  değişiklikler  yüzünden  projeyi  bitirmek  mümkün

olmuyordu.  Yeğenini  yanına  oturtur,  perspektif  kuralların-

dan  uzun  uzun  bahsederek  çizer  dururdu.  Yeğeninin  mü-

hendis  mektebine  gitmesiyle  gurur  duyuyor,  ona  sık  sık

pergel takımları, T cetvelleri hediye ediyordu. Şişman ve bi-

raz aptal görünüşlü bir gençti bu yeğen. Bir akşam Hüseyin

Beyin evine gittiği zaman uzun uzun çaldığı halde kapı açıl-

madı.  Mutfak  kapısının  anahtarı  onda  dururdu.  Anahtarla

kapıyı  açıp  mutfağa  girdi.  Amcası  onun  için  buzdolabında

daima yiyecek birşeyler bulundururdu. Biraz yiyip içtikten

sonra  salon-salamanjeye  girdiği  zaman  amcasını  çalışma

masasının  başında  bir  projenin  üstüne  yaslanmış  bir  du-

rumda ölü buldu. Koca bir şişe çini mürekkebi projenin üs-

tüne dökülmüştü. Çok şaşırmadı. Kapıyı kapatıp çıktı.

İçimden  geçenleri  bilselerdi  beni  dünyanın  bir  numaralı

vatandaşı  sayarlardı.  İnsanları  dinlerken  sıkıntılı  bir  görü-

nüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmeleri-

ni ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla bekler-

dim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa,

bana kalırsa... ne yazık hiç kalmadı bana. Benden önce dav-

ranıp ne olduğumu, aslında ne kadar bencillik ettiğimi su-

ratıma  haykırdılar.  Oysa,  hepsiyle  tek  tek  ne  kadar  ilgiliy-

dim.  İnsanlar  benim  için  soyut  kavramlar  değildi.  Birlikte

bulunduğum sırada onlar için ayrı ayrı birşeyler yapmak is-

teği ve bunun imkânsızlığı beni sarıyordu. Hangi birine ye-



687


tişecektim? Hemen ortaya çıkmaya korkuyordum. Her biri,

bir öncekinden o kadar farklı bir davranış istiyordu ki. Ben,

gene hepsine yetişmeye hazırdım. Fakat, birinin yardımına

koşmak, onun düşüncelerini paylaşmak bir öncekine ihanet

olacaktı. Bu nedenle çekingen davranıyordum. Aslında her

gördüğüm  insana  kapılıyordum.  Hemen  onun  gibi  olmak,

ona bütün varlığımı sunmak ve onun bütün varlığını içime

almak istiyordum. Her an değişmeye hazırdım.

Bu  isteklerle  ancak  bir  kişinin  yaşantısına  katılabilirdim

bütün  ömrümce.  Buna  da  razıydım.  Bunu  da  istemediler

benden. Beni küçümsediler; kişiliklerine karıştığımı sandı-

lar. Her türlü alçalmayı göze almıştım onlar için: her biriy-

le,  ondan  öncekilerin  bütününü  bir  yana  bırakacak  kadar

yoğun  bir  yaşantıya  girdim.  Belki  de  kendi  isteklerini  çok

ciddiye  almıyorlardı;  benim,  bu  isteklere  verdiğim  önemi,

onlar  vermiyordu.  Şimdi  bile,  sözün  gelişi  böyle  konuştu-

ğumu sanıyorsunuz. Bütün meselenin Selim Işık olduğunu

ileri sürüyorsunuz. Neden? En basit, en bayağı insanlar için

bile, gözümün ucuyla şöyle bir gördüğüm insanlar için bile

aynı duyguları besliyormuşum da ondan. Kendimi ileri sür-

menin başka bir yoluymuş bu. İnsan, otobüs biletçisi ve re-

isicumhurbaşkanı  için  aynı  duyguları  besleyebilirmiş;  yal-

nız genel anlamda olurmuş bu. Bütün insanlık için duyulan

soyut bir sevgiymiş bu. Değil, değil! Size, sözümün eri ol-

duğumu  nasıl  anlatsam?  Biletçi  dediğim  zaman  biletçi,  re-

isicumhurbaşkanı  dediğim  zaman  da  reisicumhurbaşkanı

demek istediğimi, yalnız onu demek istediğimi, başka hiç-

bir  şey  kasdetmediğimi  belirtmenin  hiçbir  yolu  yok  mu?

Yeni  bir  dilbilgisi  kitabı  çıktı  mı  bugünlerde?  Öznenin,

yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağ-

layarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap.

Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş

düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?

688



İnsanın,  kendisi  gibi  olmak  istemediği  zamanlar  da  var-

mış. Ben, her zaman kendileri gibi olmaları için baskı yapı-

yormuşum onlara. Tek yönlü, can sıkıcı bir yaşantıya itiyor-

muşum onları. Size yaranmanın bir yolunu bulamadım za-

ten.  Bunu  da  açıkça  söyleseydiniz,  seve  seve  katlanırdım

her yönünüze. Seninle olmuyor, diye kestirip attınız. Zama-

nın  yetersizliğinden  söz  ettiniz.  Oysa  ben  çoğu  zaman  ya-

pacak bir iş bulamadım. Bu kadar zamanı siz ne yapıyordu-

nuz? Biraz da siz öğretebilirdiniz bana. Önce alırdınız beni,

istediğiniz biçime sokardınız, sonra da şöyle yap, böyle yap,

derdiniz. Hangi kitaplar okunacaksa, daha önceden söyler-

diniz.  Tabiatı  sevmiyorsun;  eşyaya  bakmasını  bilmiyorsun.

Tamam.  Bütün  otların  adları  ezberlenirdi,  ay  doğarken  iç

çekilirdi, duvarın üstündeki kedi okşanırdı (bu sırada yüze

en canım bir ifade verilirdi); benim değişme gücüme kimse

inanmadı. Sonunda ben de inanmadım. İşte böyle can sıkıcı

biri oldum sonunda gerçekten. Ne yazık: siz beni gerçekten

bir adam, ne bileyim, sizler gibi kişilik sahibi biri sandınız.

Alışkanlıkları olan, çatalı şu şekilde tutup, filan yemeği fa-

lan yemekten önce yemesini seven, yatakta belirli bir yatış

biçimi  alan,  itiraz  eden,  bazı  anlarda  kimseyi  görmeye  ta-

hammülü  olmayan  ve  daha  bir  sürü  özellik...  Ben  de  kaç-

tım, ihanet ettim. Bütün bu olamamak, yapamamak ve da-

ha bilmem neler, başka türlü bir kişilik, başka türlü bir ka-

lıplaşma... Ne haliniz varsa görün.

Hastalığıma başlangıç kabul ettiğim gün, yani üniversite-

de  Güner’i  görmeye  gittiğim  gün  fakültenin  koridorunda,

bize ders vermiş olan bir profesöre rastlamıştım. İyi bir öğ-

renci olmadığım halde -hele onun dersinden oldukça zayıf-

tım-  nedense  beni  hatırladı.  Odasında  birkaç  dakika  otur-

duk. Bana üniversitenin daha iyi işlemesi için nasıl çalıştığı-

nı  anlattı.  Benim  de  öğrenciliğim  sırasında,  bozuk  düzen



689


hakkında  düşüncelerim  vardı:  şimdi  hatırlamakta  zorluk

çektiğim düşünceler. Birden, profesörün düşüncelerine ka-

pılıverdim: oysa, etkili konuşmasını bilmezdi. Konuşurken,

kelimelerin yarısını yutardı. Dersinin anlaşılmadığından ya-

kınırdık:  sertliğini  de  sevmezdik.  Öğrencilerin  alay  konu-

suydu.  İçimi  bir  pişmanlığın  sardığını  hissettim:  bu  adamı

yanlış  anlamıştık.  Neden  öğrenciyken  bunun  farkına  vara-

mamıştım? (Şimdi siz, bütün duyduklarımı, adamın benim-

le  ilgilenmesine  ve  odasına  çağırmasına  bağlıyorsunuz:  ne

kadar ince düşüncelisiniz. Daha beter olun.)

Pişmanlık duygusu geliştikçe gelişti içimde. Sonunda bu

duygu tanınmaz bir biçime girdi. Profesörün yanına asistan

olarak girmeye karar verdim. Beni hemen istemezdi herhal-

de. Zarar yok: önce çalışır eksiklerimi tamamlardım. O za-

mana kadar odacı olarak bile alabilirdi beni yanına (bu sıra-

da odacı çaylarımızı getiriyordu: işte size, beni daha iyi tah-

lil edebilmeniz için bir fırsat daha). Onun üniversite içinde

istediği düzeni kurabilmesi için, üzerindeki bütün gereksiz

yükleri  ben  sırtıma  alacaktım.  Gündelik  işler  yüzünden

yazmaya  fırsat  bulamadığı  kitapları  daktilo  edecek,  tercü-

meler yapacak, şekiller çizecektim. Şekillerin büyüklükleri-

ni ve çizgi tekniğini düşünmeye başladım. Yazıları şablona

yazmak soğuk bir ifade verecekti şekillere: en iyisi iki çizgi

arasına  elle  yazmaktı.  Bunun  için  de  biraz  çalışmalıydım.

Şablonla  yazsaydık  daha  iyi  olurdu  gibi  bir  düşünceye  ka-

pılmamalıydı. Baskı işine yardım edecektim elbette: bu ko-

nuda oldukça tecrübeliydim. Bir dizgi yanlışı bile bulunma-

yacaktı kitapta. Herkes, şekillerin güzelliği ve sayfa düzeni-

nin  üstünlüğünü  kıskanacaktı.  Matbaadan  çıkmayacaktım.

Onu dinlerken, bütün bunları düşünerek hafifçe gülümsü-

yordum. Belki de benim resim konusundaki yeterliliğimden

şüphelenecekti:  ona  teknik  resim  ödevlerimi  gösterirdim

önce.  Annem  de  onları  nereye  kaldırmıştı  acaba?  Ayrıca  o

690



zamandan  beri  çok  ilerlemiştim.  Hatta  mimar  bir  arkadaş,

bana, birlikte çalışmayı teklif etmişti. (Bu doğru değildi: fa-

kat onu kandırabilmek için bu kadar yalan söyleyebilirdim.

Aslında  mimar  arkadaşa  teklifte  bulunan  bendim.  Mesele

ortada kalmıştı. Fakat profesörün iyiliği vardı işin ucunda.

Ona  yardım  edebilmem  için  önce  beni  beğenmesi  gereki-

yordu.) Kitaptaki harf karakterlerinin seçimi de önemliydi.

Birçok kitap, bu nedenle, öğrencinin gözüne sevimsiz görü-

nüyordu.  Kapak  düzeni  için  de  çok  çalışacaktım.  Bütün

grafik  kitaplarını,  dergilerini  karıştıracaktım.  Kuşe  karton

kullanmamız şarttı.

Bütün  içimden  geçenleri  nasıl  anlayabilirdi?  Durgun  ve

dalgın  bir  tavırla  sözlerini  dinliyordum.  Arada  birkaç

önemsiz  söz  mırıldanıyordum.  İnsanlar  arasında  alışılmış

yollar dışında bir anlaşma aracı bulunamaz mıydı? Buluna-

mazdı.  O  zaman,  daima  kaybedeceklerdi.  Hele  beni  bütü-

nüyle kaybediyorlardı. Kitapları, kötü kapaklar içinde, ace-

mice çizilmiş resimlerle dolu kâğıt yığınları olarak kalmaya

mahkûmdu. Benden gerektiği gibi yararlanmasını bilmiyor-

lardı. Bir başka yol bulunabilseydi, beni konuşturmayı bil-

selerdi...

Neron da anlaşılmadan ölmüş. Başkalarına karşı insafsız-

mışım: ya kendime? Başkalarına da en az kendime gösterdi-

ğim saygıyı duymak... bunun için mi suçluyorsunuz beni?

Hiç olmazsa, bütün bunların bana da çok zararı dokundu-

ğunu  kabul  etseniz.  Kendimi  de  ihmal  ettiğime  inansanız.

Hayır,  öyle  yapmıyorlar:  karşıma  geçip  aptalca  sırıtıyorlar.

Özür dilerim: gülümsüyorlar. Kendimi boşuna da olsa, on-

lar  için  harcadığımı  söyleseler;  bu  çırpınışların,  kendimi

korumak için olduğunu insafsızca ileri sürmeseler. Küçüm-

seyici  gülümsemelerinin  beni  gece  yarısı  uykumdan  uyan-

dırdığını, sabaha kadar yatakta kıvrandırdığını bilseler.

Bunu kendin istedin; sonuçlarına katlanmalısın, diyorlar.

691



Beni rahat bırakmıyorlar. Daha suçlu kimselerin, benim ka-

dar  cezalandırılmadan  ellerini  kollarını  sallayarak  insanla-

rın arasında dolaşmasına göz yumuyorlar. Yalnız beni ceza-

landırıyorlar. Üstelik, başıma gelenlere sabırla katlanmasını

bilmediğim için hiçbir zaman azizlik mertebesine erişeme-

yeceğimi suratıma haykırıyorlar.

Bence  suçlu,  bana  görevleri  verendir.  Altından  kalkama-

yacağım bir yükle beni ezendir. Hiçbir zaman bu görevleri

yapmaya gönüllü olmadım. Kimsenin istekli olmaması üze-

rine ve o sırada orada benden başkasının bulunmaması yü-

zünden kabul etmek zorunda kaldım. İnsanlar, bu görevleri

kabul  etmemenin  utancını  yaşamasınlar  diye  (bu  utancın

çok  korkunç  bir  duygu  olduğunu  tecrübelerimle  biliyor-

dum)  onları  bu  acıdan  kurtarmak  istedim.  Belki  de,  bana

verilmeyen bir görevi, aptalca bir heyecanla ortaya atılarak

yüklenmek  zorunda  kaldım.  Belki  de  bu  görevi  bana  ver-

meyi  akıllarından  bile  geçirmiyorlardı.  Gerçek  azizlerin

önüne geçerek bu gülünç duruma kendi isteğimle düştüm:

gülünç  olmaktan  bu  kadar  korktuğum  halde.  Şimdi  bu

çemberin içinden çıkamıyorum. Günün birinde, başıma bir

felaket  gelirse,  işte  bu  nedenle  acımayacaklar  bana.  Başını

zorla belaya soktuğu için, hiçbir hafifletici sebep görülme-

di,  diyecekler.  Beni  mahkûm  edecekler.  Oysa  ben,  bir  za-

manlar  bütün  dünyayı  yargılamaya  kalkmıştım.  O  zaman

kudret  bendeydi:  zayıf  ve  kararsız  davrandım.  Onlara  sert

davranmasını bilemedim. Bunun da cezasını çekeceğim ay-

rıca. Yargılanmış olmanın bütün acısı ve insafsızlığıyla yar-

gılayacaklar beni. Onlar, onlar, onlar, dedim. Sen, sen, sen..

diyecekler.  Benim  gibi  duygularına  kapılmayacaklar.  So-

ğukkanlı  bir  bilirkişi  tavrıyla  canıma  okuyacaklar.  Canıma

okuyacaklar aziz İsa. Korkuyorum, kaçmak istiyorum. Suç-

lu sandalyesine oturmak istemiyorum.

İsyan ediyorum; geriye dönmeme izin verilmesini istiyo-

692



rum. Gerçek hürriyeti tanımadığım için cezadan korkuyo-

rum.  Bütün  hayatımca  cezalıydım:  durmadan  bir  kafesin

içinde dolaştım. Gittiğim her yere, üstü kapalı, demir par-

maklıklı  bu  kafesi  taşıdım.  Bütün  dünyayı  parmaklıkların

arasından  seyrettim.  Sizinle  aramızda  bulunan  bu  demir

parmaklıkların varlığını her an duydum. Sizleri istediğiniz

biçimde, önyargılardan uzak bir biçimde değerlendiremeyi-

şimde  bu  parmaklıkların  payı  büyüktür.  Bu  parmaklıklar

yüzünden, dar görüşlü ve korkak bir hayvan gibi yaşadım.

Hayvan  diyorsun:  altın  yeleli  bir  arslan  demek  istemiyor-

sun herhalde. Hayır, aslan demek istemiyorum. Ben yerimi

bilirim.


Son günlerde eli tabancalı adam bana hayatımda bir kere

olsun şerefli bir hareket yapmamı teklif ediyor ve ben onu

kafamdan uzaklaştırmak için bin bir hileye başvuruyorum.

Tutunamayanları filan araya sokuyorum: bu arada kendime

de acındırmak istiyorum.

Tutunamayanlar  arasında  şerefli  bir  yeri  olan  Süleyman

Kargı’yı da anmak isterim. (Bütün tanıdıklarımı ölmüş gibi

düşünüyorum  nedense.  Hepsi  için  anma  törenleri  düzen-

lemek  istiyorum.  Hepsi  de,  sizden  iyi  olmasın  çok  iyi  in-

sandı.)


SÜLEYMAN  KARGI:  1922’de  Kıbrıs’ın  yeşil  bir  kasaba-

sında dünyaya geldi. Küçük yaşta Anadolu’ya göç etti. İlko-

kulu bitirdikten sonra sanat enstitüsüne giderek duvarcı us-

tası olmak üzere eğitim gördü. Bünyesinin zayıflığı yüzün-

den inşaatlarda kısa bir süre çalışabildi. Bir gün tuğla taşır-

ken apandisiti patladı ve ölümden zor kurtuldu. İyileşmesi-

ni Tanrının kudretine bağladı ve eski yazı öğrenerek kendi-

sini din adamı olarak yetiştirmeye başladı. Köyleri gezerek

vaizlik yaptı. Güney illerinde sıtmaya tutuldu ve tedavi için

693



gönderildiği  hastanede  yanındaki  yatakta  yatan  bir  teknis-

yenin tavsiyesine uyarak öğrenimini tamamlamak için tek-

niker okuluna girdi. Bu sıralarda, ilahi biçiminde şiirler ya-

zıyordu. Kadınlara duyduğu ilgiyi yenemeyeceğini anlayın-

ca din işlerini bıraktı. Basit kadınlarla küçük maceralar ya-

şadı. Aynı zamanda felsefeye de merak sarmıştı. Elinde kita-

bı, parklara gidiyor ve bu arada parka gelen kadınlarla ilgi-

lenerek  maceralarını  sürdürmeye  çalışıyordu.  Kadınlardan

bir  iki  küçük  hastalık  da  kaptı.  Ayrıca,  onlara  felsefeden

bahsetmek fırsatını da bulamıyordu. Kadınlar arasında, gü-

zel çirkin diye bir ayrım yapmaması başarısını kolaylaştırı-

yordu.


İşinde  titizdi.  Zevkli  giyinmezdi.  Fakat  parka  giderken

muhakkak tıraş olur, temiz gömlek giyer ve ayakkabılarını

boyatırdı.  İçkiyi  sevmekle  birlikte,  kadınlar  yüzünden  bu

tutkusuna fazla para ayıramıyordu. Tekniker okulunu bitir-

dikten sonra girdiği ilk işte eline üç yüz kırk sekiz lira geçi-

yordu. Bir arkadaşıyla paylaştığı eve altmış beş lira kira ve-

riyordu.  (Eve  bir  kadınla  geldiği  zaman  arkadaşının  evde

bulunmamasını sağlamak çok güç oluyordu.) İçki ve kadın

için ayda en çok yüz yirmi lira ayırabiliyordu. Tutumlu ol-

duğu  için,  bir  yıl  içinde  üç  yıllık  kira  fazlasını  biriktirerek

tek başına bir oda tutmayı başardı. Bu sıralarda kadınlara il-

gisi biraz gevşediğinden, onlarla ilişkiyi altı ay kadar bütü-

nüyle kesti. Kant’ın metodunu uyguluyordu.

Saçları beyazlaşmaya başlamıştı. Hem de sanatkârlar gibi

şakakları  kırlaşacağı  yerde,  saçlarının  arkası  beyazlaşıyor-

du.  Uzun  tereddütlerden  sonra  saçlarını  boyamaya  karar

verdi.  Bıyıklarının  siyah  çıkması  da  işini  kolaylaştıracaktı.

Yakışıklı olduğu söylenemezdi. Bir yıl beş ay süreyle saçla-

rını  boyadı.  Boyanın  kötülüğü  nedeniyle  saçlarının  birkaç

gün içinde morlaşması üzerine vazgeçti. Sakalı sertti ve ev-

de  tıraş  olamıyordu.  Bu  yüzden  her  ay  altmış  liraya  yakın

694



berber  parası  veriyordu.  Kadınlardan  uzak  durduğu  süre

içinde  biriktirdiği  parayla  üç  ay  kadar  barlara  ve  randevu-

evlerine devam etti. (Saçlarını boyamaya bu devrede başla-

mıştı.) Barda tanıdığı bir kabadayıyla iki kere esrar içti: be-

ğenmedi.

Dairede  işe  başladığının  dördüncü  yılında,  yerini  yeter

derecede sağlamlaştırdığı gerekçesiyle daktilosunu ve notla-

rını daireye taşıdı ve üç kişiyle birlikte çalıştığı odada kita-

bını yazmaya başladı. Bu sırada -kitabına ilgisini kaybetme-

den- çok genç kızlara düşkünlük gösterdi. Daireden çeşitli

nedenlerle  aldığı  izinleri  kız  liselerinin  kapısında  geçirdi.

Birkaç kız öğrenciyle de tanıştı (saçlarını boyadığı aynı dev-

re). Onlarla platonik bir ilişki kurmayı tercih etti. Kızlardan

birinin  evlenme  amacıyla  ilişkilerini  tehlikeli  bir  yola  sü-

rüklemek istemesi üzerine bu devreyi de kapadı.

Hayatında bir boşluk olduğunu hissediyordu. İlk defa in-

tiharı ciddi olarak düşündü. Bunun üzerine felsefe çalışma-

larına ara vererek mizah kitapları okumaya başladı. Hicivler

ve taşlamalar yazdı. Bu sırada askerlik görevini yapan Selim

Işık’la  tanıştı.  Uydurma  hayat  hikâyeleri  düzenleyerek  bir

kitap  yazma  düşüncesini  ona  açıkladı.  Sonra  kitabı  yaz-

maktan vazgeçti. Fakat Selim’in bu konuda teşebbüse geç-

mesi  üzerine  ona  yardımcı  oldu.  Bu  çalışmanın  her  ikisi

için de bir yaşama gücü sağladığı söylenebilir. Felsefeyi cid-

diye almayan bazı bölümlerini eleştirdiği bu eseri genel ola-

rak  onayladı.  Çalışmanın,  ilerde  bastırılması  düşüncesiyle,

Süleyman  Kargı’da  kalması  kararlaştırıldı.  (Süleyman  Kar-

gı’nın edebi çevrelerle teması vardı.)

Birlikte,  bir  süre  içki  içtiler.  Bu  arada  Selim’in,  tanıdığı

bir daktilo kıza karşı çekingen ve kararsız davranışını eleş-

tirdi.  Kızın  evlenmeyi  düşündüğünün  anlaşılması  üzerine

Selim’e hak verdi. Kütüphane memuresi bir kızla tanıştı ve

Selim’in  itirazlarına  rağmen  onunla  nişanlandı.  Genç  kız

695



Selim’e düşmanlık göstermedi. Fakat, alaycı bir tavır takın-

dığı  da  gözden  kaçmıyordu.  Üniversitenin  sanat  tarihi  bö-

lümünden mezun olan kızı, Selim, belli etmeden bir iki ke-

re  imtihan  etti  ve  sonucun  olumsuz  olduğunu  Süleyman

Kargı’ya  bildirdi.  Süleyman  Kargı’nın  bu  yargıyı  kabul  et-

memesi üzerine ilişkileri bir süre bozulur gibi oldu. Burada,

Selim’in daha çok alınganlık gösterdiğini belirtmek gereki-

yor. Ayrıca Süleyman Kargı’nın kıza, Selim’in yapmış oldu-

ğu  çalışmadan  bahsetmesi  üzerine  aralarında  bir  tartışma

daha oldu. Süleyman Kargı, ara vermiş olduğu felsefe kita-

bının bir bölümünü yeniden yazmaya başladı. Selim, onun

evlenmesini bekliyordu.

Bir  gün  Süleyman  Kargı’nın  evine  gittiği  zaman  onun

genç  kıza  bir  mektup  gönderdiğini  ve  bu  mektupta  evlen-

mekten vazgeçtiğini bildirdiğini öğrendi. Bu konu üzerinde

o gün ve daha sonra hiç konuşmadılar. O günkü konuşma-

ları sırasında Süleyman Kargı, Selim’e, şarkılardan meydana

gelen çalışmasını çok beğendiğini ve son zamanlarda sık sık

okuduğunu  söyledi.  (Daha  önce  yapılan  bir  tartışmadan  -

nişanlı  olduğu  devrede-  çalışmayı  yer  yer  zayıf  bulduğunu

söylemişti.)  Selim  Işık  da  bu  konuşmadan  cesaret  alarak,

Süleyman  Kargı’ya,  giyimini  beğenmediğini,  elbiselerinin

renginin ve dikişinin kötü olduğunu ve bozuk para cüzdanı

taşımasını uygun bulmadığını açıkladı. Birlikte Selim’in ter-

zisine giderek Süleyman Kargı’ya iki takım elbise ısmarladı-

lar.  O  günden  sonra  Süleyman  Kargı,  bozuk  paralarını  bir

süre  pantalonunun  kemeri  hizasındaki  üst  küçük  cebinde

taşıdı.  Fakat  sonunda  -Selim’in  de  rızasıyla-  o  cebine  elini

sokmanın  güçlüklerini  ileri  sürerek  aslan  ağzı  gibi  açılıp

kapanan bozuk para cüzdanını yeni baştan kullandı.

Bir  gün  Selim’e  edebi  ve  felsefi  bütün  çalışmalarını  dur-

durmayı teklif etti ve bir süre hiç yazmadılar. Bundan sonra

Selim  (Süleyman  Kargı’nın  onayıyla)  şarkıların  açıklama

696



bölümünü yazmaya başladı ve Süleyman Kargı’dan, bu yeni

bölümü Süleyman Kargı yazmış gibi göstermesine izin ver-

mesini istedi. Bu isteği kabul edildi.

Felsefi  sistemlerin  çokluğu  ve  kararsızlığı  Süleyman  Kar-

gı’yı  üzüyordu.  Kitabını  da  bu  nedenle  yazıyordu;  değişme-

yen  bir  sistem  bulmak  istiyordu.  Geleneklerin  üstüne  çık-

mak ve yeni bir sistem bulmak için özellikle modern felsefe

akımlarını inceliyordu. Matematik bilgisinin yetersizliğinden

yakınıyordu. Selim, birlikte matematik çalışmalarını teklif et-

ti. Kitaplar satın aldılar: yazın sıcağına aldırmadan çalışmaya

başladılar. Selim’in modern matematiği bilmemesi nedeniyle

bu çalışma kısa sürdü. Bir süre bıraktılar, sonra gene başladı-

lar. Selim Işık, Süleyman Kargı için kütüphanelere gitti, not-

lar çıkardı. Bazen bir noktaya takılırdı ve saatlerce tartışırlar-

dı. Sonunda kavga ederlerdi. Selim, bununla birlikte, bu ça-

lışmalardan vazgeçmek istemiyordu; üniversitede anlamadan

geçtiği birçok konuyu yeni yeni anladığını söylüyordu.

Dairede  Süleyman  Kargı’ya  saygı  gösteriyorlardı.  Bir  kö-

şeye çekilip saatlerce kitabıyla uğraşması, onu memurların

gözünde büyütüyordu. Felsefeyle geçirdiği saatlerde, çevre-

sindeki konuşmaları, gürültüleri duymazdı. Akşamüzeri Se-

lim uğrardı: aynı dairede çalışıyorlardı. Birlikte çıkarlar, gi-

dip bir pastahaneye otururlardı. Orada, Selim’e o gün yaz-

dıklarını  okurdu.  Sonra,  birlikte  Selim’in  evine  giderler  ve

Selim’in  yazılarını  okurlardı.  Selim  dairede  yazmazdı.  Sü-

leyman Kargı, Selim’le birlikte büyük bir oyunun, hayat ka-

dar büyük bir oyunun içinde olduklarını söylüyordu. Kim-

senin  bu  oyuna  karışmaya  hakkı  yoktu.  Kimseyi  bu  oyu-

nun  içine  almıyorlardı.  Gerçeklerin  de  bozmasına  izin  ve-

rilmediği  düzenli  bir  oyundu  bu.  Gerçeklerle  uyuşmadığı

oranda güç kazanan bir oyun. Gerçekleri kötü bir biçimde

taklit  edecekleri  yerde,  hiçbir  değer  yargısının  karışmadığı

bir düzen ruhlarını geliştiriyordu. Hırslardan ve kıskanma-

697



lardan uzak hayatın içinde ve onun çirkinliklerine meydan

okuyan bir davranıştı bu. Göze çarpmadan yaşıyorlardı. Bir

tek kişi bile bu düzeni bozabilirdi. Bu düzenin dışındaki in-

sanlara bu düzenden hiç söz açmıyorlardı. Bu konuda ara-

larında konuşmadan anlaşmışlardı. Bundan bahsetmek bile

düzenlerini  zedeleyebilirdi.  Öyle  bir  dünyada  yaşıyorlardı

ki iki insanın yaklaşmasının, bir noktada buluşmasının he-

men hiç mümkünü yoktu. Bu bakımdan, bu değerli yaşayı-

şın  korunması  gerekiyordu.  Aralarında,  kelimeleştireme-

dikleri  düşüncelerin  var  olduğuna  inanıyorlardı.  Bu  inanç,

sonsuz  bir  hoşgörüyü  geliştiriyordu.  Süleyman  Kargı,  Se-

lim’in  terzisine  diktirdiği  elbiseleri  çok  dar  bulduğu  halde

giyiyordu. Selim Işık da, Süleyman Kargı’nın titizliğiyle alay

ettiği halde, yemekten sonra bulaşıkları -Süleyman’ın evin-

de- hemen mutfağa götürüyor ve yıkanmasına yardım edi-

yordu. Dostluk kelimesinden bile bahsetmeye korkuyorlar-

dı.  Meyhanede  içerlerken  Süleyman  Kargı,  Selim’e  sorma-

dan,  Selim’in  sevdiği  mezeleri  ısmarlıyordu.  Bu  davranışın

da ne resmi çekilebilir, ne de yazısı yazılabilirdi. Selim fazla

içtiği  zaman  Süleyman  Kargı  koruyuculuk  taslamıyordu

ona. Bununla birlikte Selim, sarhoşluğun etkisiyle, içki içti-

ği için Süleyman’ın kendisine baskı yaptığından yakınıyor-

du. Kaldırımlara oturup Süleyman’ı zor durumlarda bırakı-

yordu.  Ertesi  gün  de  hepsini  bilerek  yaptığını,  hepsini  Sü-

leyman’a  inat  yaptığını,  ayık  olsa  da  yapacağını  söyleyerek

övünüyordu.  Süleyman  da,  dur  şimdi  diyordu,  dur  şimdi;

onu bırak da bugün yazdığım sayfayı dinle.

Yazın sonunda askerliği biten Selim Işık şehirden ayrıldı.

Süleyman  Kargı’yı  bir  daha  görmedi.  Fakat  istediği  zaman

onu  yerinde  bulacağını  biliyordu.  Süleyman  Kargı  ona  bir

iki mektup yazdı: yaşadığı şehrin ve kendisinin tatsızlığın-

dan  bahsetti.  Kendini  beğenmiyordu.  Gittikçe  kendisinde

daha çok kusurlar buluyordu. Böbrekleri ağrıyordu. Hasta-

698



neye  yatması  gerekiyordu.  Kadınlarla  buluşmaktan  artık

hoşlanmıyordu. Ve saçlarını boyamak istemiyordu. Selim’in

şarkılarını okuyor ve gene beğeniyordu. Yeni bir salata yap-

masını öğrenmişti. Her gün salata yiyordu. Doktorlar içkiyi

yasak etmişlerdi. Zaten canı istemiyordu. Kendini evde kal-

mış  bir  kıza  benzetiyordu.  Dükkânlarda  satıcılarla  kavga

ediyordu. Bozuk para çantası kullanma huyundan bir türlü

vazgeçemiyordu.

Süleyman Kargı, bu satırların yazarına göre, hiçbir zaman

kendine  ihanet  etmedi  ve  gene  bu  satırların  yazarının  her

zaman saygısını kazandı. Bu satırların yazarı kendinde kü-

çük  bir  yaşama  gücü  bulsaydı,  Süleyman  Kargı’ya  giderek

ona saygılar sunardı. Onun, düzenini sürdürmesini ve var-

lığını korumasını bütün kalbiyle diler.

Süleyman Kargı’yı araya sokarak, kendimi yumuşatmaya

çalışıyorum. Dokunulmadık bir hatıra, kirletilmedik bir ha-

yal bırakmadan her şeye saldırıyorum can kaygısıyla. Süley-

man  Kargı’yla  aramızdaki  sessiz  anlaşmayı  da  bozdum  so-

nunda.  Bu  gidişle  haysiyetimi  bütünüyle  kaybedeceğim.

Hiçbirinin  beni  kurtaramadığını  gördüğüm  halde,  kutsal

saydığım bütün değerleri birer birer yok ediyorum. Bu def-

tere  başladığımdan  beri,  çeşitli  maskaralıklarla  kendimi

kendi  gözümde  küçülterek  durumu  gitikçe  bir  çıkmazın

içine  sokuyorum.  Bütün  hayatım  boyunca  denediğim  ve

faydasını görmediğim usullerle, onlara tekrar tekrar başvu-

rarak her gün beynimi biraz daha boşaltıyorum, hafifletiyo-

rum. Bu nedenle, kafatasımı bir duvara çarpınca kırılıp da-

ğılacak cam bir küre gibi hissediyorum.

Bir an önce bitirmeliyim bu işi. Çok gürültü çıkarmadan

son  vermeliyim  bu  gidişe.  İşin  içine  Günseli’yi  de  karıştır-

madan, ona duyduğum saygıyı da kaybetmeden davranma-

lıyım.


699


Ayrıca,  Günseli’yi  düşünerek  işimi  zorlaştırmamalıyım.

“Düşünce:  kara.  El:  yatkın.  Zehir:  gerektiği  gibi.  Zaman:

uygun.  Tam  mevsimi;  gören  yok.  Ey  tabancalı  adam!  Bitir

işini.”


Adımların  yaklaştığını  duyuyorum.  Kapıyı  açıp  her  an

içeri  girebilir.  Elinde  tabanca  olduğunu  biliyorum.  O  elini

cebine  atıp,  çıkarmadan  biliyorum.  Elimi,  ayağımı  yerinde

hissediyorum.  Kapıyı  araladığı  zaman  hazır  olmalıyım.

Kendimi  kaybetmemeliyim.  Bir  trajedi  havası  vermemeli-

yim. Krilov gibi döneklik etmemeliyim. Bu, daha öncekile-

re  benzemez.  Hata  yapmamalıyım.  Hayatımda  ilk  defa  bir

kesinlik ve bütünlük göstermeliyim.

Son  sözü  söylemeliyim.  Eski  sözlerim  gibi  kalabalık  ve

boşuna olmamalı.

Bu defteri Günseli’ye göndereceğim. Durumumu öğrenir-

se boş yere üzülmez.

Bu gece iyi uyumaya çalışacağım. Yarın sabah bu defteri

bitireceğim. Ondan sonra, benim için artık kimse kötü dü-

şünemeyecek.

Bu  defteri  bir  temenniyle,  gerçekleştireceğim  bir  temen-

niyle kapatacağım.


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin