KÖ KLERİ VE G E L İŞ İM İ
Siyasî bir terim olarak “feminizm” bir 20. Yüzyıl buluşudur ve 1960’lardan beri günlük dilin bir
parçası hâline gelmiştir. ( “Feminist” 19. Yüzyıl’da önce tıbbî bir kavram olarak kullanılmıştı, bu
kavram erkeklerin feminenleştirilmesi [kadınlaştırılması] veya kadınların maskülenleştirilmesi
[erkekleştirilmesi] anlamını taşıyordu.) M odern kullanımda feminizm kadın hareketiyle ve kadı
nın sosyal rolünü geliştirme çabasıyla ilişkilendirilir. Hâl böyle olunca feminizm iki temel inançla
bağdaştırılır: Kadınlar cinsiyetleri nedeniyle dezavantajlı durumdadır; bu dezavantaj ortadan kal
dırılabilir ve kaldırılmalıdır. Bu amaçla feministler cinsiyetler arası siyasî ilişkiler olarak gördükleri
erkeklerin üstünlüğünü ve çoğu, hatta bütün topluluklarda kadınların bağımlılığını ortaya koymuş
lardır. Yine de feminizm çok çeşitli görüş ve siyasî konumlar tarafından tanımlanmıştır. Örneğin
kadın hareketi, seçme ve seçilme hakkının elde edilmesi, eşit eğitim almanın yerleştirilmesi ve
kamusal hayatta elit konumda olan kadınların sayısındaki artıştan kürtajın yasallaşmasına, kadın
sünnetinin sona erdirilmesine, kısıtlayıcı ve alçaltıcı giyim yönetmeliklerine kadar geniş bir tayfta
hedeflere ulaşmaya çalışmıştır. Benzer şekilde feministler, devrimci ve reformcu siyasî stratejiler
benimsemişler, feminist teori ise zaman içinde farklı siyasî gelenek ve değerlere yönelmiştir.
1960’lara kadar toplumsal cinsiyet (gender) ayrımı, siyasî açıdan ilginç veya önemli bulun
mamıştı. Eğer erkek ve kadınların çok farklı sosyal, ekonomik ve siyasî rolleri hiç göz önünde bu-
lundurulmasaydı, bu roller “doğal” bir durum ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak görülürdü. Örneğin
erkekler ve muhtemelen çoğu kadın, toplumda kadın-erkek iş bölümünün biyolojik gerçeklerden
kaynaklandığını kabul ediyordu: Çocuk doğurup emzirme gerçeğinden dolayı kadınlar evcimen
bir hayat tarzına uygundu, erkeklerin daha fazla fiziksel güce sahip olması nedeniyle dışarıda ve
kamusal dünyada çalışması uygun görülüyordu. Geleneksel siyasî teori, bu tür inançları ayakta
tutmada rolünü oynuyor ve genelde toplumsal cinsiyet ayrımları konusunu göz ardı ediyordu.
Gerçekten de feminizmin “önyargıların seferber edilmesi’ ni ortaya çıkardığı söylenebilir; bu ön
yargılar geleneksel olarak siyasî teori içinde işleniyordu ve bunun da aracılığıyla hemcinslerinin sa
hip olduğu gücü ve ayrıcalığı incelemeyi kabul etmek istemeyen erkek düşünürler, kadınları siyasî
gündemden uzak tutmayı başarmışlardı.
Feminizm kavramının kökeni daha yeni olsa da feminist görüşler birçok farklı kültürde ifade
edilmişti ve bu görüşleri eski Yunan ve Çin medeniyetlerine kadar izleyebiliyoruz. Christine de
Pisan’ın 1405’te İtalya’da yayınlanan Le Livre de la Cité des Dames ( Hanımefendiler Şehrinin Kita
bı
), geçmişteki ünlü kadınların eylemlerini kaydederek siyasî etki ve eğitim haklarını savunarak
günümüz feminizmin birçok fikrini önceden dile getirmiştir. Ne var ki, 19. Yüzyıla kadar organi
ze bir kadın hareketi geliştirilememiştir. Fransız Devrimi’nin temeline karşı yazılmış olan Mary
Wollstonecraft’in (bkz. s. 246) Vindication o f the Rights o f Women ( Kadın Haklarının Savunması,
[1792] 1967), ilk modern feminizm metni olarak kabul edilir. 19. Yüzyıl’ın ortalarında kadın ha
reketi en önemli ilgi odağı olmuştu: Kadının seçme hakkı için kampanya yürütüldü, esin kaynağı
ise erkeklere oy hakkının verilmesinin genişletilmesiydi. Bu dönem e genelde “ilk feminizm dalga
sı” denir ve kadınların erkekler gibi aynı yasal ve siyasî haklara sahip olması talebiyle ayırt edilir.
Kadının seçme hakkı öncelikli hedefiydi, çünkü kadınlar seçme hakkına sahip olduğunda her tür
cinsiyet ayrımının ve önyargının hızlıca kaybolacağına inanılıyordu.
Siyasî demokrasinin en ileri olduğu ülkelerde kadın hareketi en güçlüydü; kadınlar eşleri ve
oğullarının birçok alanda sahip olduğu hakları talep ediyorlardı. A B D de 1840’larda bir kadın ha
reketi ortaya çıktı, esin kaynağı kısmen köleliği kaldırma kampanyası olmuştu. 1848’de yapılan
ünlü Seneca Falls Sözleşmesi, ABD kadın hakları hareketinin doğuşunu gösterir. Elizabeth Cady
Stanton (1815-1902) tarafından yazılan “Duyguların Deklarasyonu” (Déclaration o f Sentiments)
kabul edilmiştir; bu deklarasyon bilinçli olarak Bağımsızlık Deklarasyonunun dili ve ilkelerini kul
lanmış ve diğer konuların yanı sıra kadına seçme hakkını istemiştir. Stanton ve Susan B. Anthony
(1820-1906) tarafından yürütülen Millî Kadının Seçme Hakkı Birliği, 1869’da kuruldu ve 1890 da
daha başka muhafazakâr Amerikan Kadının Seçme Hakkı Birliğiyle birleşti. Benzer hareketler
diğer Batılı ülkelerde de gelişti. İngiltere’de 1850’lerde örgütlü bir hareket geliştirildi ve 1867’de
Avam Kamarası kadın seçme hakkı için ilk öneriyi reddetti; bu, John Stuart Mili (bkz. s. 46) tara
fından önerilen İkinci Reform Yasasının bir değişikliğiydi. İngiliz seçme hakkı hareketi, Emmeline
Pankhurst (1858-1928) ve kızı Christabel (1880-1958) tarafından yürütülen Kadın Sosyal ve Po
litik Birliğinin 1903’teki kuruluşunun ardından gittikçe militan taktikler benimsemeye başlamıştı.
Paris’teki yeraltı merkezlerinden Pankhurstler doğrudan eylem kampanyası koordine ettiler, buna
göre seçme hakkı “taraftarları” mülkiyete genel saldırılar gerçekleştirdiler ve bir dizi iyi duyurduk
ları kamusal yürüyüş düzenlediler.
“İlk dalga” feminizmi, ilk olarak Yeni Zelanda’da 1893’te yürürlüğe giren kadın seçme hakkı
nın elde edilmesiyle bitti. ABD Anayasası’nın 19. Tâdilât’ı, Amerikan kadınlarına 1920’de oy kul
lanma hakkı verdi. İngiltere’de seçme hakkı 1918’de genişletildi, ancak, kadınlar, bir on yıl sonra
erkeklerle eşit seçme haklarına kavuşabildi. Tuhaftır ama birçok açıdan seçme hakkı kazanılması
kadın hareketini zayıflattı ve bu hareketin altını oydu. Kadın seçme hakkı çabaları, harekete ilham
vermiş ve onu birleştirmişti, ona açık bir hedef ve tutarlı bir yapı kazandırmıştı. Dahası birçok
eylemci, seçme hakkını kazanarak kadınların tam bağımsızlık kazandıklarını zannetmişti. Ancak
1960’larda kadın hareketi feminizmin “ikinci dalga’ sıyla yenilenebildi.
1963’te Betty Friedan’ın (bkz. s. 237) The Femirıine Mystique ( Kadınlığın Gizemi) adlı ese
ri, feminist düşüncenin yeniden hareketlenmesine çok katkı sağladı. Friedan “adı olmayan sorun”
adını verdiği şeyi araştırmak için kolları sıvadı; bu problem ise ev hanımı ve anne rolü ile sınırlı
kalmanın sonucunda yaşanan mutsuzluk ve hayâl kırıklığıydı. “İkinci dalga” feminizmi, siyasî ve
yasal hakların elde edilmesiyle “ kadın sorunu’ nun çözülmediğini kabul etti. Gerçekten de femi
nist fikir ve argümanlar gittikçe daha radikal bir hâl aldı ve bazen devrimci nitelik kazandı. Kate
Millett’ın Sexual Politics ( Cinsel Siyaset, 1979) ve Germaine Greer’in Kadın The Female Eunuch
(Hadım Edilmiş Kadın,
1970) gibi kitaplar, kadın baskısının kişisel, psikolojik ve cinsel yönlerine
ilgiyi çekerek daha önceleri “siyasî” olarak ele alınan sınırları genişletmiştir. “İkinci dalga” femi
nizmin amacı, sadece siyasî özgürlük değil büyüyüen Kadın Özgürleşme Hareketinin fikirlerinde
Betty Friedan (1921-2006)
Dostları ilə paylaş: |