Birey
Modern dünyada birey kavramı öylesine âşinâ bir kavramdır ki, bu kavramın siyasî önemi çoğun
lukla gözden kaçırılır. Feodal dönemde kendine ait çıkarları olan ya da kişisel ve
özgün kimliklere
sahip bireyler anlayışı neredeyse yoktu. Daha ziyade insanlar, ait oldukları sosyal grupların üyeleri
olarak görülürlerdi: Aile, köy, yerel cemaat veya sosyal sınıf. Bu insanların hayatları ve kimlikleri
büyük oranda bu grupların nitelikleriyle belirlenirdi ve kuşaktan kuşağa çok küçük bir değişim
gösterirdi. Ancak gittikçe büyüyen piyasa yönelimli toplumlar feodalizmin yerini aldıkça, bireyler,
çok daha geniş tercih ve sosyal imkânlar dizisiyle karşı karşıya geldiler. Belki
de ilk kez kendileri
için, kişisel terimlerle kendileri üzerinde düşünme cesaretini elde ettiler. Örneğin ailesi, her zaman
aynı toprak parçası üzerinde hayatış ve çalışmış olan bir serf “özgür insan” oldu ve kim için çalışa
cağını tercih etme becerisini; belki de toprağı tamamen terk edip, büyüyen kasaba veya kentlerde
iş arama fırsatını elde etti.
Feodal hayatın ana dayanakları çöktükçe, yeni bir entelektüel iklim oluştu. Rasyonel ve bilim
sel açıklamalar tedricen geleneksel dinî teorilerin yerini aldı ve toplum, her geçen gün bireyin bakış
açısından anlaşılmaya başlandı. Bireylerin, kişisel ve ayırt edici özelliklere sahip olduğu düşünüldü:
Her bireyin özel değeri vardır. Bu durum, 17. ve 18. Yüzyıllar’da gelişen doğal haklar anlayışında
açıkça ortadadır. Bu anlayışa göre bireyler, Tanrı vergisi doğal haklar kümesiyle donatılmıştır. Bu
haklar, John Locke (bkz. s. 54) tarafından “hayat, hürriyet ve mülkiyet” olarak tanımlanmıştır.
Alman filozof Immanuel K an tin (1 7 2 4 -1 8 0 4 )
bireyleri; “kendi başına amaç” olarak, ve salt baş
kalarının amaçlarını gerçekleştirme araçları olmadıkları şeklindeki bir kavramlaştırmasıyla benzer
bir düşünceyi dile getirmiştir. Ancak bireyin önemini vurgulamak, iki karşıt saklı anlamı gündeme
getirir. Birincisi, bu tutum her insanın özgünlüğüne dikkat çeker: Bireyleri öncelikle kendilerine
has özellikler ve sahip oldukları nitelikler açısından tanımlar. Ancak İkincisi, bu bireyler aynı sta
tüyü paylaşmazlar, çünkü onların hepsi en başta bireydirler. Aslında liberal ideoloji içinde yer alan
gerilimlerin çoğu, özgünlük ve eşitlikle ilgili bu karşıt görüşlere dayandırılabilir.
Bireyin önceliğine inanma, liberal ideolojinin tipik temasıdır. Ancak bu inancın liberal dü
şünceye etkisi farklı açılardan olmuştur. Bu anlayış, bazı
liberallerin toplumu, salt kendi ihtiyaç
ve çıkarlarını tatmin etme arayışındaki bireylerin toplamı olarak görmelerine yol açmıştır. Böylesi
bir görüş, bireyleri toplum içinde “yalıtılmış atomlar” olarak tasavvur etme anlamında, “atomis-
tik” olarak adlandırılmıştır. Aslında bu görüş, “toplum’ un kendi başına varolmadığı ama salt kendi
kendine yeten bireylerin toplamı olduğu inancını doğurabilir. Böylesi uç bireyci bir anlayış, bireyin
bencil, zorunlu olarak çıkarcı ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir varlık olduğu varsayımına
dayanır. C. B. M acpherson (1 9 7 3 ), erken dönem liberalizmini, “sahiplenici bireycilik” olarak nite
lendirmiştir. Çünkü Macpherson’a göre bu anlayış, bireyi, “kendi kişilik ve kapasitelerinin sahibi,
bu açıdan topluma hiçbir borcu olmayan” varlık olarak görür. Aksine daha sonraki liberaller, insan
doğasına ilişkin daha iyimser bir görüş benimsemişler ve bireylerin birbirlerine, özellikle de ken
dilerine bakamayanlara karşı sosyal sorumlulukları olduğunu düşünme konusunda daha hazırlık-