1.2. İslam Felsefesinin Kapsamı ve Özgünlüğü Üzerine
Felsefenin tanımının ne olduğu hususundaki müşküliyetimiz İslam felsefesi tabiri için
de geçerli olacaktır. Zira burada, genel kabul görmüş bir İslam felsefesi tanımından bahsetme
imkânımız yoktur. Yine de bu konuda öncelikli olarak şunu ifade etmeliyiz ki, düşünce
tarihinde felsefeler, ya doğdukları coğrafi mekân ve felsefeleri yapan filozofların etnik
kökenleriyle milliyetleri göz önüne alınarak adlandırılır (“Yunan Felsefesi, “Çin Felsefesi”
gibi) ya çağlara ve zamanlara göre adlandırılır (“Antik Çağ Felsefesi”, “Yeni Çağ Felsefesi”;
“XV. Yüzyıl Felsefesi” gibi) ya felsefelerin içinde yapıldığı dinî kültürler dikkate alınarak
adlandırılır (“Budist Felsefe, “Hıristiyan Felsefesi” gibi) ya da tek bir düşünürün felsefesi
konu edinilerek adlandırılır (“Aristo Felsefesi” “İbn Sinâ Felsefesi” gibi).
81
İşte “İslam
Felsefesi” tabiri de bu manada düşünülmelidir. O yüzden en genel şekliyle onun tanımını biz,
“İslam kültür ve medeniyeti içerisinde geliştirilmiş felsefelerin genel adı”
82
olarak
düşünebiliriz.
Ancak burada “İslam” ve “felsefe” arasındaki terimsel ilişkiye de dikkat edilmesi
gerekmektedir. Çünkü yukarıda belirtilen isimlendirme bahsi göz ardı edilirse “İslam’da
Felsefe olur mu?” nun beyhude kısır döngüsü içerisine girilebilir. Bayrakdar’ın da ifade ettiği
gibi, İslam Felsefesi tabiriyle, İslam’ın felsefe olduğu asla kastedilmemektedir. İslam, din
olarak bir felsefe değildir; çünkü insan düşüncesinin bir mahsulü değildir. Burada “İslam”
kelimesi “felsefe” kelimesinin açıklayıcısı konumunda yer almaktadır
83
, hepsi bu kadar.
İslam’ın vahye dayalı bir din oluşu, kuşkusuz bu açıdan onu beşerî yönü ağır basan
felsefeden bambaşka bir konuma taşımaktadır. Zaten İslam felsefesi tabirinden bu dinin
vazettiği ilkeler ve esaslar anlamında bir felsefe anlaşılmış olsaydı, bu durumda İslam
felsefesindeki herhangi bir görüşü ya da düşünceyi eleştirmek bir Müslüman için mümkün
olamazdı. Zira bu felsefeyi eleştirmek doğrudan dini eleştirmek ya da onu reddetmek
anlamına gelirdi ki bu, İslâm’dan çıkmayla sonuçlanacaktı.
84
O yüzdendir ki “İslam felsefesi” tabirinde yer alan ‘İslam’ sıfatı doğrudan bir din olan
İslam’a göndermede bulunmaz. Buradaki ‘İslam’ nitelemesi, felsefenin, İslam’ın oluşturduğu
bir dünyada, İslam toplumlarında ya da İslam’ın hâkim olduğu topraklarda üretildiğini
belirtmek ve bu felsefeyi diğer kültür ve medeniyetler içerisinde geliştirilmiş felsefelerden
ayırt etmek için kullanılır. Elbette ki, bir din olarak İslam’da felsefe yapmak için gerekli olan
81
Bayrakdar, A.g.e, s.1.
82
Ömer Mahir Alper, İslam Felsefesi’ne Giriş, İslam Felsefesi Tarihi, Editör Bayram Ali Çetinkaya, Grafiker
Yayınları, Ankara, 2012, s.13.
83
Bayrakdar, A.g.e, s.2.
84
Alper, A.g.m., s.14.
21
pek çok unsur yer almaktadır. Fakat bu unsurlar ancak bir insan zihnine yerleştiğinde ya da
bir insan tarafından düşünülür hale geldiğinde felsefî bir mahiyet kazanır.
85
Bu durumda
Bayraktar’ın da işaret ettiği gibi nasıl Çin felsefesi, Hint felsefesi ya da Yunan felsefesi
denildiğinde Çin, Hint ya da Yunan dünyasında ve kültüründe yapılmış felsefe kastediliyorsa,
aynı şekilde İslam felsefesi dendiğinde de İslam dinindeki felsefe değil, bu dinin oluşturduğu
dünya içerisinde insanlar (felâsife) tarafından üretilen felsefe kastedilmektedir.
86
Öyleyse bu
felsefe İslam’ın ortaya çıkışıyla birlikte oluşan geniş bir coğrafya içerisinde vücut bulmuş bir
felsefeye göndermede bulunmaktadır.
Ahmet Arslan da İslam dünyasında ortaya çıkmış olan birden fazla fikir hareketini
“İslam Felsefesi” başlığı altında ele almanın uygun olacağı kanaatindedir. Öncelikle
kendilerine “felâsife” adı verilen Fârâbî, İbn Rüşt, İbni Sinâ, İbn Bâcce, İbn Tûfeyl, İbn
Haldun vs. gibi kişilerin temsil ettiği ve daha iyi bir terim bulunmadığı için “Yunan tarzında
felsefe hareketi” diye adlandırılan hareketi –ki o, bu isimlere Gazali’yi de dâhil eder- bu
kategoride değerlendirir. İkinci olarak Kelam ve İslam Teolojisi diye adlandırılan hareketin
önde gelen isimleri olan Nazzâm, Bâkıllanî, Fahreddin Râzi, Curcânî İ’cî ve yine Gazali gibi
kelamcıları da bu kategoriye dâhil eder. Üçüncü olarak da Cuneyd, Hallâc Mansûr,
Sühreverdî, İbni Arabî, hatta bir ölçüde Mevlâna’nın da içlerinde bulunduğu tasavvuf hareketi
veya İslam mistisizmi yine bu başlık içerisine dâhil edilir.
87
Bu sayede İslam felsefesinin
kapsamı genişletilmiş olur.
Ayrıca “İslam felsefesinin özgünlüğü sorunu” üzerine kaleme aldığı yazısında Arslan,
T. J. De Boer ve Roger Arnaldes’in İslam Felsefesi’ne karşı sert tutumunu eleştirmektedir. T.
J. De Boer’in İslam felsefesinin ortaya yeni bir problem koyamadığı ve kendi içerisinde de
önemli bir ilerleme hareketi gösteremediği; Arnaldes’in ise İslam felsefesinin hep eğreti
kaldığı ve filozofların çok erkenden ya bilime veya mistisizme kaydığı görüşlerine katılmaz.
Boer ve Arnaldes’e göre İslam felsefesi, ne gerçek felsefî problemleri sezebilme ne de eski
problemlere gerçekten yeni olan bir cevap getirme anlamında özgündür. Bu yüzden de ne
onun kendi içinde gerçek bir gelişiminden, evriminden bahsedilebilir ne de evrensel felsefe
tarihi içinde önemli bir yeri olduğundan söz edilebilir. Arslan, İslam felsefesinin tamamen
orijinal olmamakla birlikte Yunan düşüncesinden çok farklı bir modelden evreni kavramaya
çalıştığını ve bunun da genel insan ve felsefe hareketi içinde dikkate değer bir anı temsil
ettiğini düşünerek onların bu tutumuna karşı çıkar. Hatta bu felsefe hareketinin birçok tezi ile
85
Alper, A.g.m., s.13.
86
Alper, A.g.m., s.13.
87
Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, İslam Felsefesinin Özgünlüğü Sorunu, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2013, s. 48-49.
22
Ortaçağ Batı Hristiyan felsefesine ve daha sonra da Yeni Çağ felsefelerine büyük ölçüde
etkide bulunduğu kanaatindedir.
88
Dücane Cündioğlu da bu konuda Ahmet Arslan ile aynı kanaati taşımaktadır. Bu gaye
ile neşredilen İslam Felsefesi Tarihi kitapları üzerine eleştirilerde bulunur. De Boer ve De
Lacy O’leary’nin eserlerini Avrupa merkezli (oryantalist) bir bakış açısının ürünü olarak
değerlendirir ve bu eserlerin “İslam’ın özgün bir felsefe tarihi yoktur.” denmek gayesiyle
yazıldığını savunur. Cündioğlu, Hilmi Ziya Ülken’in İslam Felsefesi Tarihi kitabını ise başka
bir bakış açısıyla değerlendirir. Ona göre Ülken, “İslam Felsefesi’ni Arap Felsefesi
edebiyatına karşın sözümona Türk filozoflar eliyle inşa etme”
89
çabası içerisindedir.
Burada yaygın olarak karşılaşılan bir diğer hata ise, İslam felsefesinin sadece
kendilerine filozoflar (felâsife) denilen bir grup İslam düşünürünce icra edildiği yanılgısıdır.
Kuşkusuz bu ifade doğru değildir. İslam düşüncesi diğer ilim sahalarında, özellikle onların
nazarî (teorik) kısımlarını da aklî ve tutarlı, mantıkî ve az çok sistemli düşünceye sahip
kimselerin düşüncelerini de içine alır.
90
Bununla birlikte bugün felsefe ve felsefe tarihi
anlayışı dikkate alındığında İslam dünyasındaki felsefenin, sadece felâsifenin ortaya koyduğu
düşüncelerle sınırlandırılmasının eksik ve hatta yanlış olacağı görülmektedir. Daha doğrusu
İslam felsefesi denildiğinde, bundan sadece İslam tarihinde felâsife denilen kesimin ortaya
koymuş olduğu felsefenin anlaşılıyor oluşu değiştirilmesi gereken bir bakış açısıdır.
Ömer Mahir Alper’e göre bilgi, tabiat, insan, toplum, ahlâk, siyaset, hukuk, iktisat, dil,
sanat ve benzeri pek çok alanla ilgili aklî bir araştırma faaliyeti olarak felsefenin pek çok
disiplin içerisinde geliştirilmiş olduğuna şahit olunmaktadır. Alper, bu durumda ‘olan’a ve
‘olması gereken’e ilişkin olarak aklî zeminde temellendirilmiş, tümel, evrensel, bütünlüklü ve
tutarlı düşünceleri ifade eden felsefenin sadece felâsife tarafından değil, onların dışındaki
farklı kesimler tarafından da ortaya konulması gerektiğini düşünmektedir. Bu durumda da
İslam felsefesini, kelam, tasavvuf, usûl-i fıkh, tefsir, dil ve edebiyat çalışmaları,
88
Arslan, İslam felsefesine ilişkin araştırmaların henüz tamamlanmadan böylesi bir önyargı içerisinde
bulunulmasını anlamsız görmektedir. Fârâbî, İbn Sinâ, İbn Rüşt, Kindî, İbn Bâcce, Ebu Bekr Râzî gibi önemli
filozofların bile henüz eserlerinin tamamı yayınlanmamıştır. Yayınlananlar üzerinde bile değerlendirmeler henüz
yeni yeni başlamıştır. O yüzden T. J. De Boer’i ve Arnaldes’in fikirlerini bu manada hakkaniyetli bir
değerlendirmeden uzak görmektedir. Ayrıca Batılı felsefe tarihçileri ve bilginleri, sadece Yunan dünyası ile
Ortaçağ Hıristiyan felsefesi arasında oynadığı aracı rol yüzünden İslam felsefesiyle ilgilenmişlerdir. Onlar, İslam
felsefesine sorularını temelde bu problematik açısından sormakta ve cevaplarını yine bu beklenti ve
yaklaşımlarına uygun olarak vermektedirler. Bu yüzden de Renan, Gilson gibi isimler ilgilerini İslam
filozoflarının Latinceye çevrilmiş eserleri ve bu eserlerin Hıristiyan ilahiyatının gelişmesi üzerindeki doğrudan
veya dolaylı etkisi üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bkz. Arslan, age., “İslam Felsefesinin Özgünlüğü Sorunu”,
s.56-s61.
89
Cündioğlu Dücane, Felsefenin Türkçesi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014.s.75.
90
Bayrakdar, A.g.e., s.7.
23
siyasetnameler, tarih ve benzeri bir takım alanlardaki felsefî nitelikli düşünceleri de kuşatıcı
bir terim olarak düşünebiliriz.
91
Ülken de böylesi bir sınırlandırmanın yanlış olacağı kanaatini taşımaktadır. İslam
felsefesini felâsife ile sınırlandırıp kapsamını daraltmanın doğru bir yaklaşım olmadığı
görüşündedir. Ona göre “kelam, tasavvuf, hatta fıkıh” gibi disiplinlerde filozof sayılabilecek
pek çok isim (İbn Seb, Fahreddin Râzî, Seyyid Şerif, İbn Arabî, İmam A’zam, İmam Nefesî
gibi) vardır. Hatta Ülken, “siyasi felsefe” dediği ve Nizamülmülk’ün Siyasetnâmesi ve Yusuf
Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i gibi eserlerde tezahür eden siyasete ilişkin düşünce ürünlerini
de felsefe kapsamı içerisinde değerlendirmektedir.
92
Nitekim Ülken’in buradaki savı ile
paralellik teşkil edecek bir çalışma, Hitit Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Aygün
Akyol tarafından “Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset”
93
başlığı adı altında doçentlik tezi
olarak İslam felsefesi sahasına sunulmuştur. Yine aynı minvalde Cenk Ayık’ın “Kutadgu
Bilig ve Siyasetname’de Ahlak Siyaset İlişkisi” adlı çalışması da 2016 yılında Hitit
Üniversitesi Felsefe ve Dina Bilimleri Anabilim Dalı bünyesinde İslam Felsefesi alanında
yüksek lisans tezi olarak sunulmuş ve kabul görmüştür.
94
Buradan da anlaşılacağı üzere, İslam felsefesini felâsife ile sınırlı tutmak bize göre
onun kapsamını daraltmak manasına gelir ki bu büyük bir hatadır. Çünkü Aristo’dan mülhem
felsefe, sanatların sanatı ve ilmidir.
95
Bu yönüyle felsefe, diğer sanatlar, disiplinler üzerinde
kapsayıcıdır. Öyleyse bir İslam toprağı olarak Anadolu’yu; bir İslam toplumu olarak da bu
coğrafyanın insanını (sanatçı, yazar, çizer, mütefekkir, aydın vs.) jeofelsefî bir yurtlandırma
kurgusu içerisinde ( Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma) İslam felsefesi özelinde
çalışmamızda herhangi bir aykırılık yoktur.
91
Alper, A.g.m, s.19
92
Alper, A.g.m, s.20-21.
93
Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yayınları, Ankara, 2013.
94
Cenk Ayık, “Kutadgu Bilig ve Siyasetname’de Ahlak Siyaset İlişkisi, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çorum 2016.
95
Bayrakdar, A.g.e., s.21.
24
1.3. Bir Türk Felsefesinden Bahsedebilmenin İmkânı
Bu, bir nevi tikel (Türkçe) - tümel (İslam/Arapça) arasındaki ilişkinin yeniden
kurularak tikelde tümeli yakalama veya aşkın olanı içkinleştirme çabasıdır.
96
Yaşadığımız
toprağı yurtlandırmayı merkeze alarak Türkçe bir üretim yapılması bu hususta daha verimli
olacaktır.
Bunu biraz daha da açacak olursak ‘jeo-felsefe’ kavramından hareketle bir “İslam
felsefesi” ifadesinin yanı sıra bunun temellendirilmesine ve yeniden yurtlandırılmasına
Anadolu coğrafyasından katkıda bulunan bir Türk Felsefesinin imkânından bahsedebiliriz.
Çünkü “bu toprakları yeşertecek hikmet’in öz suyu bu toprakların derinliklerinde vardır.”
97
İşte bu yüzdendir ki bu çalışmamız, aynı zamanda Türklerin yurtluğu ihya etmek üzere
Anadolu’ya ait yerli (Hitit, Babil, Grek ve İslam düşüncelerinin) gücünü özgürleştirme ve
yeniden tümel/evrensel hale getirme çabasıdır.
Yabancı/acem/mevali olarak görülen Türkler, bin yıldır, İslam merkezli düşünce
üretmiş, aşkın olanı içkinleştirmiş, dünyanın en uzun süreli devletlerinden birini kurmuş,
Asya’dan itibaren geçtiği her toprağı, en sonunda Anadolu’yu yeniden yurtlandırmıştır.
Bizlere düşen Anadolu’nun tarihi/kültürel birikimini kavramsal açıdan güncellemektir.
98
Ülkemizde bu alanda gerçekleştirilen en ciddi çalışma Recep Ağyagıl’ın derlemesiyle
İz Yayıncılık tarafından iki cilt halinde neşredilen “Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-eki
Kurmaya Çalışmak”
99
başlığını taşır. Alt başlık olarak verilen “Feylesof Simalardan Seçme
Metinler” eserin içeriği ile ilgili bilgiyi bizlere vermektedir. Osmanlı döneminde ve Türkiye
Cumhuriyetinde yetişmiş felsefecilerin felsefeye dair görüşlerinin yer aldığı eser biyografik
bir inceleme özelliğini de taşır. Biz özellikle yakın tarihimizi göz önünde tutarak bu bölümde
bir Türk felsefesinin imkânı üzerine görüş bildiren günümüz felsefecilerinin fikirlerini
mülahaza edecek ve nihayetinde bu hususta kendi düşüncelerimizi dile getireceğiz.
1.3.1. Nihat Keklik (1926-2017), Türkler ve Felsefe
1970’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde Türk-İslam
Felsefesi adıyla kurulan kürsünün anabilim dalı başkanlığını -kürsünün de kurucusu olan-
96
Uyanık, A.g.m, s.72.
97
Dücane Cündioğlu, Felsefe’nin Türkçesi, Kapı Yayınları, 2014, s.22
98
Uyanık, A.g.m., s.77.
99
Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-eki Kurmaya Çalışmak, Feylesof Simalardan Seçme Metinler I, Der. Recep
Alpyağıl, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012; Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-eki Kurmaya Çalışmak, Feylesof
Simalardan Seçme Metinler II, Der. Recep Alpyağıl, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011.
25
Nihat Keklik yaptı. Yakın zamanda yitirdiğimiz (1 Mart 2017) Keklik “ Türkler ve Felsefe”
100
adlı çalışması ile Türk Felsefesinin imkânı üzerine kapsamlı bir araştırmanın içerisine girmiş,
aynı zamanda bu çalışmasıyla başkanlığını yürüttüğü kürsünün sistematiğini de
temellendirmeye çalışmıştır. Fakat onun bu sahadaki çalışmaları birtakım çevreleri rahatsız
etmiş ve yine kendi deyimiyle aynı çevrelerce ideolojik saldırılara uğramıştır.
101
1986-1987
öğretim yılına kadar zorunlu olarak haftada on dört saat eğitimle çalışmalarını sürdüren kürsü,
bu yıldan itibaren ders saatlerine vurulan neşterle çalışmalarını dört saate düşürmek zorunda
kalmıştır. Yazarın deyişiyle kürsü, bir nevi “istihfaf edilmiştir”.
“ Milli felsefe” kavramı Keklik’e göre aktüel ve çağdaş bir olaydır. Özellikle yirminci
asırda Avrupalılar milli felsefe ( Fransız felsefesi, İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, Alman
felsefesi vs.) sahasında kemmiyet ve keyfiyet bakımından göz dolduracak eserler
yayınlamışlardır.
102
Bu durum Keklik’te bir uyanışa vesile olmuştur. Çünkü o, özellikle ahlak
sahasında önemli eserler vücuda getirmiş olan Türklerin düşünce dünyasına yadsınamaz
katkılar sunduğunu bilmekteydi. Buradan hareketle milli bir felsefenin kurulabileceğine
inanıyordu. Öyle ki kurduğu kürsüye adını da verdiği Türk - İslam Felsefesi Avrupalı
örnekleri gibi çağdaş bir zihniyetin eseri sayılmalıydı. Türkler ve Felsefe adlı eserinin ön
sözünde yer alan şu cümleleri onun bu inancını aksettirmektedir:
“Nasıl ki san’at, tarih ve kültürümüzde İslamiyet’in izleri varsa, Türk filozofları
üzerinde de aynı izler mevcuttur. Zaten bu sayededir ki yüce milletimiz, bugün kabul edildiği
manada felsefe yapabilmiştir. Bu sebepledir ki Türk san’atı, Türk tarihi ve Türk dili
paralelinde Türk Felsefesi de elbette olacaktır ve olmalıdır: Bu gerçeği inkâr etmeye
yeltenmek, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışmaktan farklı değildir.”
103
Türkler ve Felsefe adlı eser iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde Türklerin
faziletleri üzerine bildirilen görüşlerden alıntılara yer verilmiştir.
104
Önemli İslam düşünürleri
(İbn Said, öl.1070; Câhiz, öl.869; Ali İbn Muhammed el-Hicâzî, 1061-1151) bunların bir
100
Nihat Keklik, Türkler ve Felsefe, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1986
101
Bkz. Keklik, Türkler ve Felsefe adlı kitabının önsözünde çalışmalarını sekteye uğratan zümreleri iki gruba
ayırmaktadır. Birinci grup milli şuur’unu az çok kaybetmiş olan kimselerdir, diğer grup ise İslami görüş’ten
başka alternatif tanımayanlardır. Kürsü bu kimselerin açık veya kapalı muhalefetine maruz bırakılmıştır.
Keklik’e göre Avrupalı filozofların (-ve özellikle bunlar arasında ateist ve materialist’lerin-) hayranı oldukları
için Türk –İslam Felsefesi’ni inkâra yeltenenlerin tavrı, hiç şüphesiz ki tefekkür hayatına tahammülü olmayan ve
bu sebeple “İslam’da felsefe yoktur” diyen kimselerin tavır ve telakkisinden daha az elem verici değildir. Çünkü
her iki durumda da Keklik’e göre milli felsefemiz inkâr edilmektedir. Age, s.5
102
Keklik, A.g.e, s.6.
103
Keklik, A.g.e, s.6
104
Keklik, A.g.e, s.7-25
26
kısmını oluştururken Avrupalı düşünürler ( Machiavelli, Rousseau ve Schopenhauer) ve Batılı
gözlemciler (Ricaut, XVII. yy; Villamont, XVI. yy; Du Loir, XVII. yy; Comte De Marsigli,
XVIII. yy; Thornton, XVIII. yy, Le Bryn, XVIII. yy; Ubicini XIX. yy; Johannes Boermus,
XVI. yy; Giovanni Botero, XVI. yy); Rene De Lısinge, XVI. yy; Jean De Thevenot, XVII. yy
vs.) diğer kısımlarını oluşturmaktadır. Türklerin felsefe tarihindeki yerine vurgu için Keklik,
Arap asıllı bir fikir tarihçisi olan Mes’ûdî (öl. 956)nin şu sözlerine birinci bölümün sonunda
özellikle vurgu yapar:
“… Yeryüzünde filozof (: bilge) yetiştiren yedi millet vardır ki bunlar: Türkler,
Araplar, İranlılar, Yunanlılar, Hindliler, İbraniler ve Çinlilerdir…”
105
Keklik, Türk-İslam felsefesi üzerine mülahazalarında şu hususlara dikkat çekmiştir:
Türkler bilhassa ahlak, fazilet ve müsamaha bakımlarından seçkin bir millettir;
Mes’ûdî’nin belirttiği gibi bu sahalardaki meziyetlerini kullanarak filozof yetiştirmede
muvaffak olmuşlardır. Bu yüzdendir ki tıpkı Avrupalı milletlerde olduğu gibi bir milli
felsefe’ye hak kazanmışlardır. Lakin buradaki milli felsefe kavramı Keklik’e göre Türk-İslam
Felsefesi başlığı altında konumlandırılmalıdır. Çünkü Türkler münferit olarak VII. yüzyıldan
itibaren; kitleler halinde ise IX ve X. yüzyıldan itibaren İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Bu
tarihlerden itibaren de İslamiyet ile bütünleşmişlerdir. Keklik, Türkler ve İslamiyet arasındaki
ilişkiyi “ aynı gerçeğin iki ayrı görüntüsü”
106
olarak dile getirir. Kendi kurduğu kürsüye de bu
sebeple “Türk-İslam Felsefesi” ismini koymayı uygun görmüştür. Türkler yalızca İslam
dininin buyruklarını yerine getirmekle kalmamış, aynı zamanda Selçuklu ve Osmanlı gibi
devletlerle İslam dininin bayraktarlığını da yapmışlardır. O halde İslam Felsefesi’ne Türk
kültürü açısından bakmak ve bu felsefeye Türklerin katkılarının ne olduğunu irdelemek
gerekmektedir.
İslamiyet potasında erimiş görünmesine rağmen Türklerin milli şuur’unu asla
kaybetmediğini dile getiren Keklik, Türklerin birçok İslam ülkesinde idari ve özellikle askeri
teşkilatta önderlik görevlerini üstlendiklerini vurgular. Bu durum, felsefe ve ilim
hareketlerinde ise ancak bir epifenomen olarak (arka planda) tezahür etmektedir.
107
Bunun
sebebini ise yazar şu şekilde açıklar:
… ümmetçilik görüşünde kavmiyet fikrine itibar edilmediği (-hatta böyle bir fikir,
şiddetli bir muhalefetle karşılandığı-) için asırlarca evvel Türk kökenli filozof ve bilginlerin
kavmiyetçi davranışları söz konusu olamazdı. Buna rağmen Fârâbî (öl. 950) gibi bir Türk
105
Bkz. Keklik bu söze ilişkin dipnotta Mes’ûdî’nin El-Tenbih vel-İşrâf ( Fransızca tercümesi Carra de Vaux:
Livre de I’Avertissement et de la Revision, Paris, 1897, s. 116) adlı eserini kaynak göstermiştir.
106
Keklik, A.g.e, s.27
107
Keklik, A.g.e, s.28-29
27
filozofu, hiç olmazsa tavırlarıyla ve giyinişiyle istisna teşkil edebiliyordu zira klasik
kaynakların ifadesine göre daima Türk kıyafetiyle (alâ zeyy il-Etrâk) dolaşmaktaydı.
108
Keklik’e göre miladi VIII. asır dolayları ve sonrasında (uzunca bir süre) Türkçe
gramer yapısı itibarı ile felsefe ve ilim kitapları yazmaya elverişli bir dil değildi. Bu durum o
sıralarda İslam düşüncesinin ortak dili sayılan Arapça’ya büyük bir tolerans sağladı. Hatta o
devirde İslam dünyasında yetişen filozofların hemen hepsi eserlerini Arapça (-ve pek az
olmak üzere Farsça) olarak kaleme almışlardı. Keklik’e göre aynı durum Avrupa milletlerinde
de görülmüştü. Onlar da eserlerini milli lisanlarında değil, kendi kültür çevrelerinin ortak dili
olan Latince yazmışlardı. Lakin bundan dolayı nasıl ki Hıristiyan Ortaçağ düşünürleri Latin
felsefesi deyimini kullanmamışlarsa, aynı şekilde Arap felsefesi deyimini kullanmak da yazara
göre caiz değildir.
109
Özellikle Avrupalı oryantalistler dili temel alarak uzunca bir süre Arap
felsefesi deyimini bilinçli olarak kullanmışlardır ki bu durum yazara göre bazı kavmiyetçi
Araplarda da görülmektedir.
110
Fakat sonunda bu deyimin maksada uygun düşmediği bir
şekilde anlaşılmıştır. Çünkü bu çerçevedeki bütün filozofların ve bilginlerin Arap olmadığı
hem Avrupalı oryantalistler hem de kavmiyetçi Arap felsefecilerinin dikkatini çekmiştir.
Sonuçta daha kapsamlı ve kucaklayıcı bir terimsel değişime gidilmiş ve İslam Felsefesi tabiri
(1878’den itibaren) kullanılmıştır.
111
Üstelik bu tabir Arap asıllı bazı araştırıcılar tarafından da
benimsenmiştir.
112
Keklik, neden Türk-İslam Felsefesi tabirinin kullanılması gerektiğini iki eser
örnekleminden hareketle temellendirir. Bunlardan birincisi Abduh el-Şimâlî tarafından 1960
senesinde yayınlanmış olan ve Arap-İslam Felsefesi unvanını taşıyan eserdir. İkincisi ise
108
Keklik, A.g.e, s.29.
109
Keklik, age, s.29-30.
110
Bkz. Keklik, Tantavî Cevherî’nin eserinin ‘Arap Felsefesi’ ismini taşıdığını; Hıristiyan Araplardan olan
Yuhannâ Kumeyr’in kitabının ‘Arap Filozofları’ adıyla yaynlandığını; ayrıca Kemal el-Yazıcı ile A. G.
Kerem’in ortaklaşa yayınladıkları eserin ‘Arap Felsefesi’ unvanını taşıdığını; M. el-Fahûrî ile Halil el-Curr’un
birlikte hazırlayıp neşrettikleri kitabın unvanının ‘Arap Felsefesi Tarihi’ şeklinde olduğunu; H. Seroyya’nın
‘Arap Düşüncesi’ adlı eseri neşrettiğini; Omar Farruh’un ‘Arap Tefekkürü Tarihi’ adlı eseri yazdığını dile
getirmektedir. Age, s.31,32.
111
Bkz. Keklik’e göre önce Avrupalı oryantalistler sonra da onları taklit eden Arap asıllı bazı araştırıcılar(ve
hatta bazı Türkler) tarafından İslam felsefesi tabiri kullanılmaya başlanmıştır. G. Dugat’ın ‘İslam Filozoflarının
ve Kelamcılarının Tarihi(1878)’; L. Gauthier’in ‘İslam Felsefesi(1900)’; De Boer’in ‘İslam’da Felsefe
Tarihi(1901)’; Parkinson’un ‘İslam Felsefesi Hakkında Denemeler’; Goldziher’in ‘Ortaçağda İslam
Felsefesi(1909)’; Carra De Vaux’un ‘İslam Düşünürleri’; L. Gauthier’in ‘İslam Felsefesi Araştırmasına
Giriş(1923)’; M. Horten’in ‘İslam Felsefesi’ adlı yazısı(1923); Walzer’in ‘İslam Felsefesi’ ismini taşıyan
makalesi; L. Gauthier’in ‘Çağlar Boyunca İslam Düşüncesi(1957)’; L. Gardet’in ‘İslam Felsefesi Meselesi
(1959)’ adlı incelemesi; M. W’att ‘ın ‘İslam Felsefesi ve Kelamı’; H. Corbin’in ‘İslam Felsefesi
Tarihi(1964)’adlı eserleri bu statüde değerlendirilmelidir. Age, s.33-34.
112
Bkz. Keklik, Lutfi Cumua’nın ‘Doğuda ve Batıda İslâm Filozoflarının Tarihi’; Cevzi’nin ‘İslam’da Fikir
Hareketlerinin Tarihi’; Mustafa Abdürrazık Paşa’nın ‘İslam Felsefesi Tarihi’; İbrahim Madkur’un ‘İslam
Felsefesi’; Abdülhalim Mahmud’un ‘İslam’da Felsef’î Düşünce’; Ehvânî’nin ‘İslam Felsefesi’; M. Şerif’in
‘İslam Felsefesi Tarihi’; S. H. Nasr’ın ‘Üç İslam Bilgesi’ adlı eserlerini bu kategoriye dâhil etmiştir. A.g.e, s.34-
35
28
İspanyol araştırıcılardan Cruz Hernandez’e ait olan ve İspanyolca olarak yayınlanan İspanyol-
İslâm Felsefesi ismini taşımaktadır:
“O halde bizler de, tıpkı daha önce Cruz Hernandez’in 1957’de çıkan İspanyol-İslam
Felsefesi adlı eserinde ve ayrıca, Abduh el-Şimâlî’nin 1960’ta yayınlanan Arap-İslam
Felsefesi isimli kitabında olduğu gibi, İslam Felsefesi denilen sahaya Türk kültürü açısından
bakmak suretiyle Türk-İslam Felsefesi deyimini kullanmalıyız. Bu deyim, bir bakıma
“
milli
felsefe”mizi ifade etmiş olacaktır.
113
Bu kaygının aslında Osmanlılar dönemine kadar uzandığını dile getiren Keklik, Türk
ismi yerine o dönemlerde farklı isimler kullanılmış olmasının geçerli nedenleri olabileceğini
belirtir. Yazar’a göre bu nedenlerden ilki, Türklerin kurduğu 16 imparatorluk ve 100’den
fazla devlete şahıs, aile adları ile yurt isimlerini vermiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
İslam inançlarını paylaştıktan sonra kurdukları devlet ve imparatorluklarda Türk ismini zaten
kullanmamışlardır. Osmanlılar da bu geleneğin bir nevi devam ettiricisidir.
Türk isminin kullanılmamasının ikinci nedeni ise Osmanlı Türkleri zamanında (14 ve
20. asır arası) onların himaye ve idaresindeki İslam milletleri için izlenen kültür
politikası’ndaki kavmiyet (milliyetçilik) fikrine olan olumsuz bakış açısından ötürüdür.
114
Lakin 20. asırdan itibaren Osmanlı Devleti’nin aleyhine işlemeye başlayınca bu durum tersine
dönmüştür. Avrupalılar tarafından Osmanlı himayesindeki milletlere aşılanan milliyetçilik
fikrinden ötürü birçok Müslüman millet Osmanlı’dan ayrılma teşebbüsünde bulunmuş, Arap
ismini benimsemişlerdir. İşte bu nedenle 20. asırdan itibaren ilim ve düşünce tarihlerinde Türk
ismini kullanılmasında fikir adamlarımız tarafından bir beis görülmemiştir. Hatta bu
düşünceyle Türk adını taşıyan ilk eser 1898 yılında Bursalı Tahir tarafından Türklerin Ulûm
ve Funûna Hizmetleri adıyla yayınlanmıştır. Fakat bizdeki bu eserler Avrupalıların 20. asırda
yayınladığı “milli felsefe”lerinden farklıdır. Zira Avrupalılar eserlerine: Fransız Felsefesi,
İngiliz Felsefesi gibi isimler vermişlerdir. Türkiye’de neşredilen eserler felsefî endişeyle
yazılmadığından daha çok biyografiler ihtiva eden ansiklopediye dönüşmüştür. Oysa
Avrupa’da 20. asırdan itibaren yayınlanan bu tür kitaplar bir çeşit felsefe tarihi
niteliğindedir.
115
Keklik, incelemesinde 20. asır Türkiye’sindeki felsefe yayınları arasında eserinin
kapağına Türk kelimesini yerleştiren felsefe üstadlarına da değinmiştir. Prof. Mehmet Ali Aynî
bu isimlerden biridir. Aynî, Türk Mantıkçıları (eski harflerle 1928’de) adıyla yayınladığı
113
Keklik, A.g.e, s.38.
114
Keklik, A.g.e, s.39-40.
115
Keklik, A.g.e, s.40.
29
makalesinde Osmanlılar devrinde yetişen Türk mantıkçılarını kaleme almıştır. Yine Mehmet
Ali Aynî’nin Türk Ahlâkçıları adlı iki ciltlik eseri 1939’da yayınlanmıştır. Keklik’e göre milli
felsefemiz olan Türk-İslam Felsefesi’nde Aynî öncü isimlerden birisidir. Bu sahada yazmış
olduğu en önemli eserlerden birisi de Türk düşünürlerinden İsmail Hakkı Bursavî (1653-
1724) hakkındadır. Eser, Türk Azizleri-I; İsmail Hakkı adını taşımaktadır.
116
Hilmi Ziya Ülken (1901-1907) de eserlerinde Türk ismini kullanan öncü isimler
arasındaki yerini almıştır. “ Türk Tefekkür Tarihi”; “ Türk Filozofları Antolojisi” ve
“ Türkiye’de Çağdaş Düşünce” adıyla önemli eserler neşretmiştir. Keklik’e göre Ülken her ne
kadar geçmişte İslam Felsefesi veya İslam Düşüncesi tabirini benimsemiş olsa da sonraları
milli felsefemiz sayılan Türk-İslam Felsefesi’nin inşasına önemli katkılar sunmuştur. Yine
Adnan Adıvar (1882-1955)’ı da Osmanlı Türklerinde İlim adlı eseri ile bu kategoriye dâhil
etmiştir.
117
Dostları ilə paylaş: |