Ayələrin Tərcüməs(n)i


Çətin dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vard



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə2/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   60

Çətin dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır.

İfadenin orijinalinde geçen "yutikune" fiilinin mastarı "itakat" sözüdür, o da bazılarının dediği gibi, bir fiili gerçekleştirmek üçün bütün gücü sarf etmek demektir. Bu da fiilin bir çabayla və meşakkatle gerçekleşmesini gerektirir. Orijinal metninde geçen "fidye" isə, bedel demektir. Burada kastedilen maliyyə karşılıktır. Yani, ortalama olarak bir insanı doyuracak bir yiyecekle aç bir yoksulu doyurmaktır. Hasta və yolcu üçün orucu kaza etme, fərz nitelikli bir yükümlülük olduğu gibi, fidye də fərz bir hükümdür. Çünkü, "və... üzerinde" ifadesi açıkça belirli bir vacipliği ifade edər, ruhsat veya muhayyerliği değil.

Konuya ilişkin olarak şöyle bir görüş də ileri sürülmüştür: Cümle, ruhsat bildirir niteliktedir. Sonra də neshedilmiştir. Buna göre, yüce Allah oruc tutmaya güc yetirebilen bütün insanları, oruc tutmakla, tutmadığı hər bir güne karşılık bir yoksulu doyurmak üzere iftar etme arasında serbest bırakmıştır. Çünkü o sıralarda henüz insanlar oruc tutmaya hazır değildiler. Belli bir süre geçip də insanlar oruc ibadetini tutabilecek olgunluğuna erişince yüce Allah bu ruhsatı içeren ayeti nes-hetti, onun yerine "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ayetinin içerdiği hükmü yürürlüğe koydu. Bu görüşü benimseyenlerin bir kısmı də: "Bu son ifade, güçsüz olmayanlara ilişkin hükmü yürürlükten kaldırmıştır. Yaşlılara, hamile və emzikli kadınlara ilişkin, fidyeyi caiz kılan hüküm hələ də yürürlüktedir." demişlerdir.

Andolsun bu, Quranla oynamaktan, ayetlerini parça parça kılmaktan başka bir şey değildir. Bu üç ayə üzerinde durup düşündüğün zaman, bunların aynı ifade tarzına sahip, cümleleri arasında uyğunlaşma bulunan, birbirini pekiştirici nitelikte və bir tək mesajı vermeye dönük olduklarını görürsün. Fakat bu ayetleri bir və bitişik olmaktan çıkarır, yukarıdaki görüşü savunanların söyledikleri gibi parça parça ələ alırsan, ayetlerin ahenginin bozulduğunu, cümlelerden bazısının bazısını reddettiğini, sonunun başı ilə çeliştiğini görürsün. Mesela bir yerde, "Sizin üzerinize oruc yazıldı." denirken, bir başka yerde, "Sizden oruc tutmaya gücü yetenler iftar edib və fidye verebilirler" deniyor. Bir diğer yerde, "Ramazan ayına şahit olduğunuz zaman tümünüzün oruc tutması gerekir." denilerek, oruc tutmaya güc yetirenlerin fidye vererek iftar etmelerine ilişkin hüküm neshediliyor, bunun yanında oruc tutmaya güc yetiremeyenlerin fidye vermelerine imkan tanıyan hüküm yürürlükte kalıyor. Halbuki, ayəs(n)i kerime'de, güc yetiremeyenlere ilişkin bir hüküm yoktur. Ancak denebilir ki: Ayetin orijinalinde geçen "yutikunehu (=ona güc yetirenler)" ifadesi, nesih olayından önce güc yetirmeye delalet ediyordu, nesih olayının gerçekleşmesinden sonra isə, güc yetirememeye delalet edər oldu. Bu isə, ayetlerin ortasında yer alan/sahə, "Ona güc yetirenler" ifadesinin, ayetlerin başında iştirak edən, "Sizin üzerinize oruc yazıldı." ifadesini neshetmesini gerektirir. Çünkü arada bir karşıtlık söz konusudur. Böyle olursa, ortada bir sebep yokken, ayə "güc yetirme" kaydını içermiş olar.

Ayrıca, ayetlerin sonunda yer alan, "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ifadesinin də, ayetlerin ortasında iştirak edən "Ona güc yetirenler" ifadesini neshediyor olması gerekir. O zaman ayə, sadece oruc tutmaya güc yetirenlere ilişkin hükmü neshetmiş olar, oruc tutmaktan aciz olanlara ilişkin hükmü değil. Oysa nesheden ayə, mutlaktır, həm güc yetireni, həm güc yetiremeyeni kapsayacak bir genelliktedir. Ortaya çıkan manzaraya bakılırsa, nesheden hükmün bu kapsayıcılığına karşın neshedilen hüküm sadece oruc tutmaya güc yetirenleri kapsıyor, güc yetiremeyenleri değil. Oysa onlara ilişkin fidye hükmünün devam etmesi isteniyor. Kısacası bu yaklaşımın fasit olduğunda heç kuşku yoktur.

Bir nesih olayının ardından gelen bir başka nesih olayına bir də "ramazan ayı" diye başlayan ifadenin "sayılı günler..." diye başlayan ifadeyi neshedişini eklediğinde və "sayılı günler..." diye başlayan ifadenin də "Sizin üzerinize oruc yazıldı." diye başlayan ifadeyi neshetti-ğini düşündüğün zaman ortaya ilginç bir manzara çıkıyor.

Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi üçün hayırlıdır.

Ana ifadenin orijinalinde geçen "et-tatavvu" kelimesi "et/ət-tav" kelimesinin "tefe'ul" kalıbına uyarlanmış türevidir. İsteksizliğin karşıtıdır. Bir işi gönül hoşluğuyla və isteyerek yapmak demektir. Gramerde "te-fe'ul" kalıbı, alma kabullenme anlamını ifade edər. Buna göre, "tatavvu" kelimesi, bir fiili gönül hoşluğuyla, isteyerek, yüksünmeden, yüzünü ekşitmeden gerçekleştirmektir. Bu fiilin zorunlu nitelikli olub olmaması önemli değildir. "Gönülden yapma" kavramının, kullanım olarak müstehap və mendup nitelikli fiillere özgü kılınması, Quranın inişinden sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni isə Müslümanlar arasında, gönülden yapılan işlerin mendup olduğuna ilişkin bir kanaatin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Bu kanaate göre, vacip nitelikli fiillerde bir parça zorlama vardı, çünkü burada zorunluluk unsuru ön plandaydı.

Kısacası, "gönülden yapma" kavramı, içerik və biçim açısından, zorunlu olarak mendup nitelikli fiillere delalet etmez. Buna göre ifadenin orijinalinin başındaki, "fa" harfi, açıklama amaçlı ayrıntıya işaret edər. Dolayısıyla söz mövzusu cümle, önceki ifadenin içerdiği anlamın bir ayrıntısı niteliğindedir. Yüce Allah doğrusunu herkesten daha yaxşı bilir amma, bu durumda şöyle bir anlamın belirginlik kazandığını söyleyebiliriz: Oruc ibadeti sizin üzerinize yazılmış bir farzdır. Bu fərz kılmada, sizin iyiliğiniz və çıkarınız gözetilmiştir. Ayrıca bu yükümlülük sizi önceki toplulukların safına yerleştirmektedir. Kaldı ki, size özgün bir takım hafifletici və kolaylaştırıcı öğeler də göz önünde bulundurulmuştur. Bu halda bu ibadeti gönülden yerine getirin, isteksiz davranmayın. Çünkü bir insanın bir iyiliği gönülden yapması onu istemeyerek yapmasından daha hayırlıdır.

Bu açıklamaların ışığında şöyle bir husus belirginlik kazanıyor: "Kim gönülden bir hayır yaparsa" ifadesi sebebin müsebbep yerine konuluşunun bir örneğidir. Demek istiyorum ki: Gönülden yapmanın mutlak olarak hayırlı oluşu, gönülden oruc tutmanın hayırlı oluşunun yerine konulmuştur. Tıpkı bu ayəs(n)i kerime'de olduğu gibi: "Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar." (Ən'am, 33) Yani; sabret və kesinlikle üzülme, çünkü onlar seni yalanlamıyorlar.

Denebilir ki: "Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi üçün hayırlıdır." cümlesi, kendisinden önce yer alan "Çətin dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır." cümlesi ilə bağlantılıdır. Buna göre şöyle bir anlam karşımıza çıkıyor: Kim bir yoksulu doyurma hususunda gönülden bir hayır yaparsa, bir yoksulun yiyeceğinden fazlasını verirse, örneğin iki yoksulu doyurursa veya bir yoksula iki yoksulun yiyeceğini verirse bu, kendisi üçün daha hayırlıdır.

Bu görüşe şöyle bir karşılık verilebilir: Az önce də öğrenmiş bulunduğun gibi, "gönülden yapma" kavramının müstehap nitelikli fiillere özgü kılınışını haklı çıkaracak bir kanıt yoktur. Kaldı ki, ifadede, önceki hükmü ayrıntılandırma nüktesi də gizlidir. Halbuki, fidyeye ilişkin hükme, bir əlavə olarak "gönülden yapma" ayrıntısını getirmenin bu noktada makul bir izahı yoktur. Bununla beraber "Kim gönülden bir hayır yaparsa" ifadesinde, arttırma nitelikli bir gönüllülüğe yönelik bir delalet yoktur. Çünkü gönülden hayır yapma, gönülden arttırma demek değildir.

Oruc tutmanız -əgər bilirseniz- sizin üçün daha hayırlıdır.

Bu cümle, kendisinden önceki ifadenin anlamını bütünler niteliktedir. Daha önce də değindiğimiz gibi, bu takdirde şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Sizin üzerinize bir fərz olarak yazılmış bulunan oruc ibadetini gönülden yerine getirin. Çünkü bir hayrı gönülden yapmak daha hayırlıdır. Oruc isə, sizin üçün bir hayırdır. Bu halda orucu gönülden tutmak, hayır üstüne hayırdır.

Bu noktada şöyle bir görüş ileri sürülebilir: "Oruc tutmanız sizin üçün daha hayırlıdır." ifadesi, sadece mazeret sahibi kimselere yönelik bir hitaptır, oruc ibadetinin fərz olarak yazılışının muhatabı konumundaki bütün müminlere değil. Çünkü ifade, zahiren oruc tutmanın daha yaxşı olacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu, oruc terk etmeye engel değildir. Bu halda konuya uygun nitelik müstehaplıktır, vaciplik değil. Oruc tutmanın öncelikliği və müstehaplığı, hasta və yolcu gibi ruhsat sahibi kimselere önerilerek, oruc tutmayı iftar etmeye və sonradan kaza etmeye tercih etmenin müstehap olduğu eyham ediliyor.

Bu aykırı görüşe vereceğimiz cevap şudur: Öncelikle bu görüşü destekleyen bir kanıt yoktur. İkincisi "sizden kim" cümlesi ilə "Oruc tutmanız sizin üçün daha hayırlıdır." cümlelerinin hitap tarzları birbirinden farklıdır. (Birinde gayıb sıygası, birinde isə hitap sıygası kullanılmıştır) Üçüncüsü; birinci cümlenin akışı, ruhsat və muhayyerlik durumunu açıklamaya dönüktür. Daha doğrusu "Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde" ifadesinin zahiri, başka günlerde oruc tutmanın gerekliliğini vurgular niteliktedir. Nitekim bu hususa daha önce də dikkat çektik. Dördüncüsü; birinci cümlenin, mazeret sahibi olan kimselere ilişkin ruhsatı açıklamaya yönelik olduğu takdir edilecek olsa dahi, cümlede oruc və iftardan söz edilmiyor. Dolayısıyla, "Oruc tutmanız sizin üçün daha hayırlıdır." ifadesinin iki şıktan birinin açıklamasına yönelik olduğu düşünülemez. Tam tersine, sadece ramazan ayı orucundan və başka günlerde tutulacak oruçtan söz edilmiştir. Bu durumda, açıq bir belirti söz konusu olmaksızın, sırf "Oruc tutmanız sizin üçün daha hayırlıdır." sözünden hareketle, ramazan ayı orucunun başka günlerdeki oruca tercih edildiği gibi bir sonuç elde etmeye imkan yoktur. Beşincisi; sorun bir hükmü açıklamayla ilgili değildir. Ki, tercih olgusunun ön plana çıkışı, hükmün vacip nitelikli oluşu ilə çelişsin. Tam tersine -daha önce də söylediğimiz gibi- sorun yasamanın (teşri) özü ilə ilgilidir və yasalaşan hüküm; maslahattan, hayırdan və güzellikten beri değildir.

Nitekim Quranı Kerim'in değişik yerlerinde şöyle buyuruluyor: "Hemen yaratıcınıza tövbə edib nefislerinizi öldürün: Bu, sizin üçün daha hayırlıdır." (Bakara, 54) "Hemen Allah'ı zikretmeye koşun və alış-verişi bırakın. Əgər bilirseniz, bu sizin üçün daha hayırlıdır." (Cum'a, 9) "Allah'a, ONun resulüne iman ederseniz, mallarınızla və canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz, bu sizin üçün daha hayırlıdır; əgər bilirseniz." (Səff, 11) Quranı Kerim'de bu cür ayetler çoktur.

185) Ramazan ayı... İnsanlar üçün hidayet olan Quran, onda indirilmiştir.

Ramazan ayı, kameri Ərəb aylarının dokuzuncusudur. Şaban və şevval aylarının ortasında iştirak edər. Quranı Kerim'de, ramazanın dışında bir diğer ayın adından söz edilmemiştir.

Ayette geçen "indirme" kelimesinin orijinali olan "nuzul" bir yere yukarıdan inmek demektir. Bu kelimenin türevleri olan "inzal" və "ten-zil" kelimeleri arasında fərq vardır. İnzal, bir kerede gerçekleşen inişi ifade edər. Tenzil isə, peyderpey və tedrici inişi anlatan bir kelimedir. Quran, Allah tarafından peygamberi Hz. Muhammed'e (s. a. a) enən kitabın adıdır. Bu isimlendirmede onun "okunan" bir kitap oluşu əsas alınmıştır. Nitekim yüce Allah bir ayəs(n)i kerime'de şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Quran kıldık." (Zuhruf, 3) Bu ad kitabın tümü üçün kullanılabildiği gibi bazı kısımları üçün də kullanılabilir.

Tefsirini sunduğumuz ayəs(n)i kerime, Quranın ramazan ayında indiğini gösterir. Bir başka ayette isə şöyle buyuruluyor: "Onu bir Quran olarak, insanlara dura dura okuman üçün (bölüm bölüm) ayırdıq və onu safha safha bir indirme ilə indirdik." (İsra, 106) Ayetin zahirinden gayet dəqiq olarak Quranın, yaklaşık olarak yirmi üç il süren davet müddeti içinde aşamalı olarak, peyderpey indiği anlaşılmaktadır. Tartışma götürmez tarihsel realite də bunu pekiştirmektedir. Bu yüzden iki ayə arasında bir karşıtlık varmış gibi bir kuşku bazı zihinlerde uyanabilir.

Bu kuşkuya, zihinlerde belirebilecek bu probleme şöyle bir cevapla karşılık verilmiştir: Quranı Kerim Ramazan ayı içinde bir kerede dünya göğüne indirilmiş, daha sonra, yirmi üç il süren davet süreci içinde Peygamber efendimize parça parça və dura dura indirilmiştir. Bu yorumun aslını "Ayetlerin Hadisler Işığında Şərhi" bölümünde söz mövzusu edeceğimiz bir takım rivayetler oluşturmaktadır.

Buna karşı də şöyle bir görüş ileri sürülmüştür: "Onda Quran indirildi." ifadesinin ardından "İnsanlara yol gösterici, doğrunun və hakkı batıldan ayırmanın apaçık belgelerini içeren." ifadesinin yer/yeyər alması, yukarıdaki görüşü destekleyen bir durum değildir. Çünkü Quranın yıllar boyu gökte kalması, bununla beraber hidayet və haqq ilə batılı birbirinden ayıran niteliklere sahip olmasının pratikte bir anlamı yoktur.

Buna ilişkin şöyle cavab verilmiştir: Quranın hidayet kaynağı olması, onun yol göstericiliğine ihtiyaç duyan kimseleri sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletmesi demektir. Ayrıca (furkan) oluşu isə, haqq ilə batıl ayırt edilə bilməz şekilde iç içə geçtiklerinde bunları belirgin özellikleriyle birbirinden ayırması demektir. Amma Quranın bu özelliklere və kabiliyete sahip olması, bir süre olduğu gibi durması, zamanı gelinceye kadar herhangi bir etkinlik və faaliyet göstermemesi ilə çelişmez. Bunun benzerlerini medeni kanunlarda də görebiliriz. Önceden düzenlenmiş yasalar, zamanı gelince yürürlüğe konur, kuvveden fiile geçirilir.

Doğrusu kanun və düsturların durumu hitap nitelikli direktiflerin durumundan farklıdır. Hitap nitelikli bir direktifin çox az bir zaman də olsa, dialoqun gerçekleştiği zamandan önce gerçekleşmiş olması doğru olmaz. Quranı Kerim'de bu kategoride ayetler çoktur: "Gerçekten Allah bərabər/yoldaşı konusunda seninle tartışan və Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah aranızda geçen konuşmaları işitiyordu." (Mücadele, 1) "Oysa onlar bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, hemen ona sökün ettiler və seni ayakta bıraktılar." (Cum'a, 11) "Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah ilə yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ilə sözlerini değiştirmediler." (Ahzab, 23)

Ayrıca Quranda nasih və mensuh ayetler də vardır. Bunları aynı anda indirmenin pratikte bir anlamı yoktur.

Zihinlerde belirebilecek bu probleme şöyle bir cevap də önerilmiştir: Quranın Ramazan ayında indirilişinden maksat, ilk ayetlerin ramazan ayında indikleridir.

Bu cevaba karşılık şöyle denilebilir: Meşhur və yaygın kanaat, Pey-gamberimizin (s. a. a) peygamberlikle görevlendirildiği andan itibaren fiilen Quranın eniş sürecinin başladığı şeklindedir. Və yine biliniyor ki, peygamberlikle görevlendirilişi recep ayının yirmi yedinci gününe bərabər düşmektedir. O gün ile ramazan ayı arasında isə, otuz günden çox da zaman vardır. Peygamberlikle görevlendirilişin, bu süre içinde Quranın indirilişinden yoksun olduğu düşünülebilir mi? Kaldı ki, "Ələq Suresi"nin giriş kısmı, onun ilk enən sure olduğuna və efendimizin peygamberlik misyonunu üstlendiği anda indiğine tanıklık etmektedir. Aynı şekilde, "Müddessir Suresi"nin ifade tarzı və atmosferi də onun davet sürecinin ilk günlerinde nazil olduğunu gösterir niteliktedir. Dolayısıyla, ilk önce enən ayetin Ramazan ayında inmiş olması gerçekten çox uzaq bir ihtimaldir. Kaldı ki, "Quran onda indirildi." ifadesi ilə, Quranın ilk kısımlarının ramazan ayında indiği yönünde bir mesaj verildiği hususu sanıldığı kadar dəqiq değildir. İfadenin akışı içinde bu görüşü pekiştiren bir belirti, bir ipucu yoktur. İfadeyi bu şekilde yorumlamak delilsiz tefsir olarak nitelendirilebilir.

Bu ayetin bir benzeri də bu ayetlerdir: "Apaçık kitaba andolsun, gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten biz uyaranlarız." (Duhan, 2-3) "Gerçek budur ki, biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadir, 1) Görüldüğü gibi, ayetlerin zahirleri, Quranın indirilişi ilə, ilk dəfə indirilişinin ya da bazı kısımları ilə bölümlerinin indirilişinin kastedildiği iddiası ilə örtüşmemektedir. Ayetlerin akışında də bunu destekleyen bir ipucuna rastlanmıyor.

Oysa Quran ayetleri üzerinde durup düşünüldüğü zaman bir başka gerçek belirginlik kazanıyor: Quranın ramazan ayında veya ramazan ayının belli bir gecesinde indiğinden söz eden ayetlerde kullanılan kelime "inzal"dır. Bu isə, bir defada inişi ifade edər. Bu ayetlerde "tenzil" kelimesi kullanılmamıştır. Bu ayetlere bir göz atalım: "Ramazan ayı... Quran onda indirildi." (Bakara, 185) "Ha. Mim, Apaçık kitaba andolsun, gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan, 1-3) "Gerçek budur ki biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadir, 1)

Bu ayetlerin tümünün orijinalinde "bir defalık eniş" ifade edən "inzal" kelimesi kullanılmıştır. "Bir defalık eniş"də isə, ya kitabın tümü ya da bir kısmı göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin yüce Allah yağmurun yağmasını konu alan/sahə bir ayəs(n)i kerime'de şöyle buyuruyor: "Gök-ten indirdiğimiz bir su gibi." (Yunus, 24) Bu ayette də "inzal" kelimesi kullanılmıştır. Oysa yağmur bir defada yağmaz, damla damla, yani tedrici olarak yağar. Ancak bu ayette, yağmura yönelik bütünsel bir bakış əsas alınmıştır. Bu yüzden, "tedrici inişi" ifade edən "tenzil" kelimesi yerine "bir defada eniş"i ifade edən "inzal" kelimesi kullanılmıştır. Tıpkı bu ayəs(n)i kerimede olduğu gibi "Ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler və temiz ağıl sahipleri öyüd alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (Sad, 29) Ayetin orijinalinde "bir defalık eniş"i ifade eden "inzal" kelimesinin kullanılışı belki də kitabın bizim anlayışımızdan kənar bir hakikatinin oluşuna dayanıyordur. Bizim normal anlayışımızda, parçalara ayırma, ayrıntılandırma, yorumlama və aşamalı olarak kavrama esastır. Ancak bir kerede indiği, tedrici və peyderpey indirilmediği söylendiği zaman bizim normal anlayışımız değil də Kitabın normal anlayıştan kənar bir hakikatinin oluşu əsas alınmıştır.

Ayəs(n)i kerimelerden algılanan də bu ikinci ihtimaldir. Örneğin: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hikmet sahibi və her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." (Hud, 1) Ayette geçen "muhkem kılınma" (ihkam) ifadesi "birer bir açıklama" (tafsil) kelimesinin karşıtı olarak kullanılmıştır. Tafsil, Quranı bölüm bölüm və parça parça kılma demektir. Dolayısıyla ihkam; bir parçasının bir diğer parçasından ayrılmaması, bazısının bazısından ayırt edilməməsi anlamını ifade edər. Çünkü hepside cüzler və fasıllar bulunmayan bir anlama dönüktür. Ayəs(n)i kerime bize açıkça anlatıyor ki: Quranda görülen bölüm bölüm ayrıntılar, parça parça ifadeler sonradan ortaya çıkmıştır. O önceleri muhkemdi, mufassal (ayrıntılı) değildi.

Bu ayəs(n)i kerimeler konuyu biraz daha açmaktadır: "Andolsun, biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet və bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onlar, onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar,diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdir." (Ə'RAF, 52, 53) "Bu Quran, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu önündekileri doğrulayan və kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda heç şüphe yoktur. Aləmlərin Rabbindendir... Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları və kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yunus, 37-39)

Bu ayetler, özellikle "Yunus Suresi"nden derlediğimiz ayetler, ayrıntılı açıklamanın Kitap açısından sonradan ortaya çıkmış bir durum olduğunu anlatmaktadırlar. Buna göre, Kitabın kendisi başka bir şeydir, Kitaba sonradan arıq olan ayrıntılandırma olgusu də başka bir şey. Dolayısıyla, ayetlerde işaret edilen kimseler də, ancak Kitabın ayrıntısını yalanlamışlardır. Çünkü bu ayrıntıların yorumuna əsas olacak bir şeyi unutmuşlardır, onun farkında değillerdir. Kıyamet günü unuttukları bir şeyin farkına varacaklar, kesin olarak bilme durumunda kalacaklardır. Amma pişmanlık fayda vermeyecektir. Kaçacak delik bulunmayacaktır. Burada kitabın aslının, ayrıntısının tevili olduğuna də işaret edilmektedir.

Bu ayəs(n)i kerime önceki ayetlere nazaran konuyu biraz daha açmaktadır: "Ha mim. Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Quran kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çox yücedir, hikmət sahibidir." (Zuhruf, 1-4) Açıkça anlaşılıyor ki, apaçık bir kitap vardır. Bu kitaba "Arapça okunma" durumu sonradan arıq olmuş. Okunma və Arapça olma giysisi, sırf insanlar akıllarını kullanarak anlayabilsinler diye ona sonradan giydirilmiştir. Yoksa o, ana kitapta, Allah katındadır. Yücedir, akılların ona erişmesi mümkün değildir. Hikmet sahibidir. İçinde fasl, bölüm, ayrıntı yoktur. Ayette ayrıca, apaçık kitaba bir tanım getiriliyor, onun apaçık Ərəbcə olan Quranın aslı olduğu vurgulanıyor.

Bu ayetler də aynı doğrultuda ələ alınabilir: "Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, əgər bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. Elbette bu, bir Quranı Kerim'dir. Saklanmış korunmuş bir kitabdır. Ona temizlenip, arınmış olanlardan başkası dokunamaz. alemlerin Rabbinden indirilmedir." (Vakıa, 75-80) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Quranı Kerim'in saklanmış-korunmuş kitap içinde bir yeri və mevkisi vardır. Oradayken Allah'ın kullarından temizlenip-arınmış olanların dışında kimse ona dokunamaz. Nazil oluşu isə, bundan sonradır. Bundan önce, Quran, yabancılara və başkalarına karşı korunmuş kitap içindeki yerindedir. Saklanmış-korunmuş kitap, Zuhruf Suresi'nin konuya ilişkin ayetlerinde "ana kitap", Buruc Suresi'nde isə "Lövhü Mahfuz olarak nitelendirilmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Hayır; o şerefli-üstün olan bir Qurandır; Lövhü Mahfuz'dadır." (Buruc, 21-22) Levhin "Mahfuz" olarak nitelendirilmesi, değişime karşı korunmuş olması sebebiyledir. Oysa tedrici olarak enən Quranda nasih və mensuh bulunduğu, aşamalı olarak indiği bilinmektedir. Kuşku yox ki, aşamalı olarak inmek bir növ değişimdir. Buna göre, hükümleri ayrıntılardan beri olan və Quranın aslını oluşturan apaçık kitap, indirilen bu kitaptan kənar bir şeydir. Bu kitap ona göre bir giysi konumundadır.

Ayrıca bu anlam, yani Quranın apaçık kitaba (ki biz ona kitabın həqiqəti diyoruz) göre bir inme oluşu hususunun giyinene göre bir giysi, həqiqətə göre bir örnek, kəlam ilə kastedilen amaca göre bir zərbi mesel mesabesinde oluşu, söz mövzusu bu əsl kitaba zaman zaman Quran denilmesi ilə də pekişen və onu doğrulayan bir anlamdır. Örneğin, Buruc Suresi'nde şöyle buyuruluyor: "Hayır, o şerefli-üstün olan bir Qurandır; Lövhü Mahfuz'dadır." (Buruc, 21-22) Bunun gibi daha bir çox örnek gösterilebilir... Dolayısıyla, şimdiye kadar anlattıklarımız; "Ramazan ayı... Quran onda indirildi.", "Biz onu mübarek bir gecede indirdik.", "Biz onu kadir gecesinde indirdik." ayetlerinin, kitabın həqiqətinin və apaçık kitabın Resulullah efendimizin (s. a. a) kalbine bir defada indirilişi olarak yorumlanmasını, gerektirmektedir. Ayrıntılı Quran isə, Resulullah efendimizin (s. a. a) kalbine nebevi davet süreci boyunca peyderpey, tedrici olarak indirilmiştir.

Bu gerçek, Quranın bazı ayetlerinde belirginlik kazanmaktadır: "Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Quranı okumada acele etme." (Taha, 114) "Onu aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma. Şüphesiz, onu toplamak və onu sana okutmak Bize aittir. Bu halda, Biz onu okuduğumuz zaman, sən də onun okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize aittir." (Kıyamet, 16-19) Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Resulullah efendimiz (s. a. a) kendisine indirilecek olan ayetler hakkında önceden bilgi sahibiydi. Bu yüzden, vahyin inişi tamamlanmadan, onu okumada acele etmekten alı qon/qoyulmuşdur. Yeri gelince -inşaallah- bu hususu etraflıca açıklayacağız.

Kısacası, Quran ayetleri üzerinde etraflıca düşünen biri, bu ayetlerin bu hususlara delalet ettiklerini kaçınılmaz olarak itiraf edecektir: Resulullah efendimize (s. a. a) tedrici olarak, bölüm bölüm indirilen Quranı Kerim, yüce bir gerçeğe dayalıdır. Qurana dayanarak oluşturulan bu yüce gerçeğe insan aklı erişemez, heveslerle və maddi kirlerle lekelenmiş fikirlerin kolları ona ulaşamaz. Bu gerçek isə, Resulullah efendimize (s. a. a) bir kerede inmiştir. Bununla yüce Allah, kitabın içerdiği gerçekleri ona öğretmiştir. İleri də, "Sana kitabı indiren Odur. Onda bir kısım ayetler muhkemdir." (Al/götürü İmran, 7) ayetini tefsir ederken, "tenzil" və "tevil" kavramları üzerinde durduğumuzda, konuya ilişkin detaylı açıklamalarda bulunacağız. Ayetler üzerinde etraflıca düşünmenin ışığında beliren və ayetlerin işaret ettikleri gerçeklerdir bunlar.

Bəli, hadis erbabı kimseler kelamcıların büyük çoğunluğu və çağdaş pozitivist və araştırmacılarda elle tutulur maddi aləmin ötesinin varlığını inkar ettikleri üçün söz mövzusu ayetleri və Quranın, hidayet, rahmet, nur, ruh, yıldızların yerleri, apaçık kitap, Lövhü Mahfuz'da, Allah katından indirildiğine, tertemiz sahifelerde olduğuna ilişkin gerçeklere işaret edən benzeri ayetleri istiare və mecaz sanatıyla izah etmeye mecbur kalmışlardır. Böylece Quran rast gələ söylenmiş bir şiir düzeyine indirgenmiştir.

Araştırmacılardan birinin Quranın ramazan ayında inmiş olması hususunda şöyle sözleri vardır: Sonuç olarak şöyle diyor: Peygamber efendimizin (s. a. a) peygamber olarak görevlendirildiği anın, zaman olarak, Qurandan ilk ayetlerin inişine və tebliğ və uyarı emrini alışına yakın olduğunda kuşku yoktur. Ayrıca bunun geceleyin gerçekleştiği də kesindir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten Biz uyaranlarız." (Duha, 3) "Ramazan ayı... Quran onda indirildi." (Bakara, 185) ayetinden də, bu gecenin Ramazan ayının bir gecesi olduğunu anlıyoruz.

Quranın tamamı bu gece inmemişse də, Fatiha Surəsinin o gece indiği və o da Quran öğretisinin tümünü kapsayan ifadeler içerdiği üçün, Quranın tümü o gece inmiş gibi değerlendirilmiştir. Dolayısıyla "Biz onu bir gecede indirdik." demek bu bakımdan sahihtir. (Kaldı ki, "Quran" ismi kitabın tümü üçün kullanıldığı gibi, bir kısmı üçün də kullanılabilir. Hatta Tevrat, İncil və Zebur gibi öteki səmavi kitaplar də Qur-an (okunan kitap) tanımlamasına girerler və bu, Quranı bir ıstılahtır.)

Şöyle ki: Quranın ilk nazil olan kısmı, yani "Yaratan Rabbinin adıyla oxu." diye başlayan ayetler grubu, ramazan ayının yirmi beşinci gecesinde imiştir. O sırada Resulullah (s. a. a) vadinin ortasında Hatice'-nin evine gidiyordu, Cebrail'i bizzat görüyordu və o da kendisine: "Yaratan Rabbinin adıyla oxu." diye başlayan ayetler grubunu vahyedi-yordu. Resulullah vahyi algılayınca aklına Rabbinin adını nasıl zikredeceği sorusu geldi. Bunun üzerine Cebrail tekrar kendisine göründü və Besmeleden başlayarak bütün Fatiha Surəsini öğretti. Sonra nasıl namaz kılacağını gösterdi. Ardından gözünden kayboldu. Rəsulullah (s. a. a) kendine geldiğinde, üzerinde ağırlıktan başka bir izə rastlamadı. Bu da, vahyin esnasında üzerine çöken Cebrail'in ağırlığıydı. Sonra yoluna devam etti. Amma Allah tarafından insanlara gönderilen, onları doğru yola iletmekle yükümlü bir elçi olduğunu bilmiyordu. Evə girer girmez, üzerindeki şiddetli ağırlıktan dolayı sabaha kadar uyudu. O gecenin sabahında vahyin meleği tekrar yanına geldi və bu ayeti vahyetti: "Ey bürünüp örtünen, qalx və xəbərdar et." (Müddessir, 1-2)

İşte Quranın Ramazan ayında inişinin və Resulullah'ın peygamberlikle görevlendirilişinin Kadir gecesine bərabər düştüğünün anlamı budur. Quranın Recep ayının yirmi yedinci gününde indiğine ilişkin olarak bazı Şiə kaynaklarında iştirak edən bilgiler bildiğiniz gibi Quranı Kerim'in bu husustaki içeriğiyle uyuşmamaktadır. Ayrıca bu konuyla ilgili rivayetlere ancak, yazılış tarihleri Hicri dördüncü yüzyılın başlarını geçmeyen bazı Şiə kaynaklarında rastlanabilir.

Kənar yandan önceki rivayetleri təsdiq nitelikte diğer bazı rivayetler vardır. Bu rivayetler Quranın Ramazan ayında inişinin, onun peygamberimizin peygamberlikle görevlendirilişinden önce, Lövhü Mahfuz'-dan Beyt'ül-Mamur'a indirilmesi və Cebrail'in onu meleklere yazdırıp, bi'setten sonra də efendimize indirilmesi anlamına geldiğini vurgulamaktadır... Heç kuşku yox ki, bunlar asılsız kuruntulardan və peşinen reddedilmesi gereken haberler arasında yaygın olan hurafelerden başka bir şey değildirler. Öncelikle kitapla çelişmektedir. İkincisi, Quranı Kerim'de kullanılan Lövhü Mahfuz kavramından maksat tabiat alemidir. Beyt'ül-Mamur isə, yer/yeyər küresidir. İnsanın yerleşip onu memur hala getirmesinden dolayı bu adı almıştır. Adamın görüşleri xülasə olarak bundan ibarettir.

Adamın sərf etdiyi cümlelerin hangisinin -bütün cüzleri fesattan, yalan yanlıştan ibaret olmakla beraber- düzeltilebileceğini, bu şekilde hakka və hakikate uydurulabileceğini bilemiyorum? Çünkü yırtık yama tutacak gibi değildir.

Bir kere, peygamberlikle görevlendiriliş (bi'set) və Qurandan enən ilk ayetler hakkında uydurduğu bu sözlere bakın: Diyor ki, Quranın ilk enən ayetleri olan "Yaratan Rabbinin adıyla oxu." diye başlayan ayetler grubu, peygamberimiz yoldayken inmişlerdir. Sonra kendisine "Fatiha Suresi" indirilmiş və namazın nasıl kılınacağı öğretilmiştir. Ardından evine girmiş və yorgunluktan uyuya kalmıştır. Aynı gecenin sabahında kendisine "Müddessir Suresi" inmiş və beraberinde Allah'ın dinini insanlara tebliğ etme emrini almıştır... Bütün bunlar asılsız söylentilerdir. Heç bir delile dayanmamaktadır. Bunu doğrulayan nə bir muhkem ayə və nə də sahih bir sünnet gösterilebilir. İleride değineceğimiz gibi bu, kitap və nakille uyuşmayan hayal ürünü bir hikayedir.

İkincisi, adama göre, peygamberlikle görevlendirilişin, Quranın nazil oluşunun və tebliğ etme emrinin verilişinin aynı zamanda olduğu kesindir. Sonra bunu şöyle açıklıyor: Peygamberlik misyonu, Quranın inmesi ilə başladı. Peygamberimiz sadece bir gece Resul değil də nebi olarak sabahladı. Sabahleyin "Müddessir Surəsi"nin indirilişi ilə kendisine Resulluk görevi də verildi..." Yazarın bu iddiasını, kitaptan veya sünnetten bir kanıta dayandırması mümkün değildir. Dolayısıyla sözünü ettiği bu eşzamanlılık kesin değildir.

Sünnete gelince; əgər yazarın Şiə hadis kaynaklarının gecikmeli olarak yazıldığı şeklindeki itirazını yerinde bir eleştiri olarak kabul edecek olursak, həm Şiə və həm də Ehlisünnet tarafından yazılmış heç bir hadis kaynağını muteber kabul etmememiz gerekir. Çünkü bütün kaynaklar, Resulullah efendimizin (s. a. a) zamanından ən az iki yüz/üz il sonra yazılmışlardır. Bu sünnetin durumu. Tarih isə, -bu cür ayrıntılardan uzaq olmasının yanı sıra- durumu daha də kötüdür. Hadise bulaşan hurafe və uydurmalar, ona da bulaşmıştır.

Kitaba gelince, yazarın sözünü ettiği hususa delalet etmediği son derece belirgindir. Tam tersine aksini kanıtlamakta və yazarın sözlerini yalanlar nitelikte olduğu gün gibi ortadadır. Çünkü, "Yaratan rabbinin adıyla oxu." diye başlayan ayetler grubu -ki nakil hususunda otorite sayılan kimselerin görüş birliği və ayrıca surenin girişinde bulunan beş ayetin bu hususu təsdiq etmesi əsas alınarak, Resulullah'a (s. a. a) enən ilk ayetler olduğu və heç kimsenin bu surenin bölüm bölüm indiğini iddia etmediği və ən/en azından bir kerede inmiş olma ihtimalinin var olduğu göz önünde bulundurularak- Peygamberimizin (s. a. a) kavminin görebileceği yerlerde namaz kıldığını, kavminin içinde birinin onun namazına engel olmaya çalıştığını, bunu kendi toplantılarında gündeme getirdiğini anlatmaktadır. (Resulullah efendimizin (s. a. a) peygamberlikle görevlendirilişinin ilk günlerinde Rabbine yaklaşma vesilesi olarak kıldığı bu namazın nasıl olduğunu bilme durumunda değiliz. Bildiğimiz tək şey, bu surenin secde emrini içerdiğidir.) Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu. Gördün mü ya o qul doğru yol üzerinde isə, ya da takvayı emrettiyse. Gördün mü? Ya bu yalanlıyor və yüz/üz çeviriyor isə, O Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu? Hayır; əgər o, bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkar olan alnından. O zaman də meclisini (yakın çevresini) çağırsın. Biz də zebanileri çağıracağız." (Ələq, 9-18) Ayetlerden açıkça, birinin namaz kılan birini engellediği və onun bu tavrını gidip meclisinde gündeme getirdiği və bu hasmane tavrına son vermediği anlaşılmaktadır. Bundan sonraki ayette geçen "Hayır ona boyun eğme" (Ələq, 19) ifadəsindən hareketle, namaz kılan bu şahsın Peygamber efendimiz (s. a. a) olduğunu söyleyebiliriz.

Böylece "Ələq Suresi" Resulullah efendimizin (s. a. a) Qurandan ilk surenin inişinden önce namaz kıldığını, bir hidayet üzere olduğunu, zaman zaman takvayı emrettiğini ortaya koymaktadır. Onun bu halına peygamberlik (nübüvvet) denir (risalet değil.) Uyarı olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, O, bu surenin inişinden önce nebiydi və namaz kılıyordu. Quran kendisine inmemişti, Fatiha Surəsi də inmemişti. Tebliğ etmekle də yükümlü değildi henüz.

"Fatiha Suresi" isə, bundan çox sonraları inmiştir. Əgər, yazarın iddia ettiği gibi, "Ələq Suresi"nden hemen sonra axtar/ara verilmeden peygamberimizin aklına Rabbinin adını nasıl zikredeceği sorusu gelmesi üzere indirilmiş olsaydı, "Fatiha Suresi"nde şöyle bir ifade tarzının kullanılmış olması gerekirdi: "Də ki: Rahman və Rahim olan Allah'ın adıyla. Həmd, alemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür..." veya şöyle bir giriş yapılmış olması gerekirdi: "Rahman və Rahim olan Allah'ın adıyla: Də ki: Həmd, alemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür." Ayrıca, konu "Din gününün sahibidir." ifadesiyle son bulmalıydı. Çünkü bundan sonraki ayetler, konunun dışında sayılırlar. Yüce Quranın kusursuz ifade tarzına yaraşan budur çünkü.

Bəli, ayetlerinin içeriğinden də anlaşıldığı gibi, Mekke inişli olan "Hicr Suresi"nin bir ayetinde -yeri gelince bunu açıklayacağız- şöyle buyuruluyor: "Andolsun, sana tekrarlanan yediyi və büyük Quranı verdik." (Hicr, 87) "Tekrarlanan yedi"den maksat "Fatiha Suresi'dir." Büyük Quranla karşılaştırılarak gündeme getirilmiştir. Ancak yüceltme və önemini vurgulama unsurlarının ön planda tutulmuş olmasına rağmen, başlı başına "Quran" olarak nitelendirilmemiş, tam tərsinə ondan yedi ayə; onun bir parçası olarak ön plana çıkarılmıştır. Bunun kanıtı də, başka surede yeralan bu ayəs(n)i kerimedir: "Allah, müteşabih ikişerli (mesani=tekrarlanan) bir kitap olarak sözün ən/en güzelini indirdi." (Zümer, 23) [Bu ayette Quranın bütünü mesani olarak nitelendirilmiştir.]

Bunun yanında, "Hicr Suresi"nde, "Fatiha Suresi"nden söz edilmiş olması, Fatiha'nın daha önce indiğini gösterir. Hicr Suresi'nde, ayrıca şöyle bir ayə də vardır: "Öyleyse sən emrolunduğun şeyi açıkça söyle və müşriklere aldırış etme. Şüphesiz lağ/alay edenlere karşı Biz sana yeteriz." (Hicr, 94-95) Bu ayəs(n)i kerime, Resulullah efendimizin (s. a. a) bir süre uyarı işine axtar/ara verdiğini, sonra "açıkça söyle" emriyle yeniden bu süreci başlattığını ortaya koymaktadır.

"Qalx və xəbərdar et." (Müddessir, 2) ayetini kapsayan Müddessir Suresi, bütün olarak bir kerede inmiş isə, içerdiği "Qalx və xəbərdar et." ayetinin durumu "Hicr Suresi"nin içerdiği "Öyleyse sən emrolunduğun şeyi açıkça söyle..." ayetiyle aynı olar. (Yani hər iki ayetten Resulullah'ın (s. a. a) bir süre uyarı işine axtar/ara verdiği anlaşılır). Çünkü Müddessir Suresi'nde "Kendisini tək olarak yarattığım kişiyi bana bırak." (Müddessir, 11) ayəs(n)i kerimesi yer/yeyər almaktadır və bu ayə içerik olarak Hicr Suresi'nde iştirak edən "Müşriklere aldırış etmə..." ayetine yakındır. Əgər Müddessir Suresi parça parça inmiş isə, ayetlerin akışı sadece ilk ayetlerin onun risaletinin başlangıcında (geri kalan ayetlerin də uyarı işine bir süre axtar/ara verildikten sonra) indiğini göstermektedir.

Üçüncüsü; yazar diyor ki: Quranı Kerim'in Resulullah'ın (s. a. a) peygamberlikle görevlendirilişinden önce, Kadir gecesinde Lövhü Mahfuz'dan Beyt'ül-Mamur'a bir kerede, daha sonra parça parça və tedrici olarak indiğini vurgulayan rivayetler, Kitapla çeliştikleri və içeriklerinin doğru olmaması sebebiyle uydurma və hurafe hadislerdir. Lövhü Mahfuz'dan maksat, tabiat alemidir və Beyt'ül-Mamur də yerküresidir." Yazarın bütün bu sözleri hata və iftiradır.

Öncelikle; önceden də değindiğimiz gibi, Quranı Kerim'in ayetlerinden hiçbirinin zahirinin də, bu haberlerle çelişmesi söz mövzusu değildir.

İkincisi; gelen haberlerde, toplu inişin peygamberlikle görevlendirilişten önce gerçekleştiğine ilişkin bir izə rastlanmıyor. Bilakis yazar bu konuyu rivayetlerde olmadığı halda onlara yüklemiştir.

Üçüncüsü; yazarın "Lövhü Mahfuz tabiat alemidir" sözü çirkin, yakışıksız bir açıklamadır -hatta gülünçtür- Ah, keşke bilseydim, bu adam neye dayanarak, ayəs(n)i kerimede geçen "Lövhü Mahfuz'a" tabiat aləmi diyor? Acaba aləmin değişim və dönüşüme karşı koruma altına alınmış olmasından mı? Oysa tabiat aləmi, hareketler, devinimler alemidir, varlıkların zatlarının və sıfatlarının sürekli değiştiği dünyadır. Yoksa varoluş ya da yasama olarak bozulmaya karşı korunduğunu mu söylemek istiyor? Oysa gerçek bunun tam aksinedir. Acaba ehil olmayanların kendisine muttali olması ihtimaline karşı evrenin korunduğunu mu söylemeye çalışıyor? Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Elbette bu, bir Quranı Kerim'dir. Saklanmış-korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlenip arınmış olanlardan başkası əl süremez." (Vakıa, 77-79) Oysa idrak edenlerin idrakı tabiat aleminde bir ölçüdedir.

Bütün bu denilenlerden sonra, yazar, Quranın ramazan ayında indirilmiş olmasına, ayetin lafzı ilə uyuşan bir açıklama getirememektedir. Çünkü yazarın açıklamalarından çıkan sonuç şudur: "Quran onda indirildi." sözünün anlamı "Quran sanki onda indirildi."dir. "Biz onu mübarek bir gecede indirdik." sözünün anlamı də "Biz onu sanki mübarek bir gecede indirdik."tir. Bu isə, nə dilbilgisi kurallarına və nə də geleneğe dayanarak ayetlerin akışı ilə verilmek istenen mesaja sığar.

Əgər: Quranı Kerim'in Kadir gecesi Peygamberimize indirilişinin anlamı, "Quran öğretisini içeren cümleleri kapsayan Fatiha Surəsinin o gece indirilmiş olmasıdır." demek caiz isə, Quranın o gece inişinden maksat, "bir kerede və bütün olarak öğretileri mücmel bir şekilde və ayrıntılara geçilmeden Resulullah efendimizin (s. a. a) kalbine inmiş olmasıdır." demek də caiz olmalı. Bunu düşünmemizi engelleyecek heç bir aksi kanıt yoktur. Nitekim daha önce bunu açıklamıştık.

Yukarıdan beri; görüşlerini tənqid edə gəldiyimiz yazarın sözlerinde, diğer bazı yanlışlıklar də vardır. Ancak, konunun ana hedefinden sapma anlamına gelebileceği üçün bunlara değinmeden geçiyoruz.

İnsanlara yol gösterici, doğrunun və hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini kapsayan Quran.

Ayetin orijinalinde geçen "ən/en-nas" kelimesi ilə, ən/en düşük kavrayış düzeyine sahip olan ortalama insanlar kestedilmiştir. Genelde də bu kelime, onlar hakkında kullanılır. Bu ayetlerde olduğu gibi: "Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum, 3) "İşte bu örnekler; Biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası ağıl erdirmez." (Ankebut, 43) Bu ayetlerde işaret edilen ortalama insanlar, bilginleri taklit etme durumundadırlar. Mana alemine ilişkin meseleleri delille, belge ilə ayırt etmeye kapasiteleri əl vermez. Kanıt aracılığı ilə hakkı batıldan, eğriyi doğrudan ayırma becerisini gösteremezler. Kendilerine açıklamada bulunan bir açıklayıcının və bir yol göstericinin olması başka. İşte Quran bu cür insanlar üçün bir yol göstericidir. Nə güzel bir yol gösterici!

İnsanların genelinin dışında kalan, elm və əməl açısından tekamüle doğru mesafe kat eden, ilahi yol göstericiliğin aydınlatıcı nurlarından edinmeye və hakkı ayırt etmə misyonunu üstlenmeye hazır olan xüsusi gruba gelince, Quran onlar üçün hidayetten tanıklar və belgeler içerir, hakkı batıldan, eğriyi doğrudan uyarma işlerini görür. Quran onları hakka iletir; onlar üçün hakkı belirginleştirir; hakkı nasıl ayırt edəcəklərini açıklar. Bir ayəs(n)i kerime'de ulu Allah şöyle buyurur: "Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır və onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir." (Maidə, 6)

Bu noktada, "hidayet (=yol gösterici)" ilə "hidayetten belgeler (=doğ-runun apaçık delilleri)"nin birbirinin karşısında zikredilmelerinin sebebini fərq edirik. Bu ikisinin arasındaki tekabül genelle özelin tekabülü yani birbirlerinin karşılığı olarak ifade edilme türündendir. Bu halda hidayetin muhatabı bazı insanlar, hidayetten belgelerin muhatabı də diğer bazı insanlardır.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin