Ayələrin Tərcüməs(n)i



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə4/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   60

Ayənin Tərcüməs(n)i

186- Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Mən çox yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar də Benim çağrıma cevap versinler və Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar

Ayənin AÇIKLAMAsı

186-Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki mən çox yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.

İçerdiği anlamı ən/en güzel bir şekilde, ən/en ince və dakik bir üslupla dile getiren çarpıcı bir ifadedir. Bu ifadede, tekil şahıs kullanımı əsas alınmıştır; gayp sıygasına və çoğul zamirlere başvurulmamıştır. Bu, meseleye nə kadar əhəmiyyət verildiğini gösterir. Sonra, "insanlar" vs. yerine "Kullarım" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması, meseleye gösterilen özenin fazlalığının bir göstergesidir. Və yine "Onlara də ki: Mən yakınım." şeklinde bir ifade kullanılmayıp, aradaki aracı kaldırılarak doğrudan "Mən yakınım" denilmesi, təkid edatı olarak "inne (=mu-hakkak ki)" harfinin kullanılması, yakınlığın sürekliliğine delalet etsin diye fiil (yakın olurum) yerine, sıfat (yakınım) tercih edilmesi, ayrıca duaya cevap verme olgusunun sürekliliğine işaret etmesi üçün muzari fiilinin kullanılmış olması, sonra "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünün "Bana dua ettiği zaman" sözü ilə kayıtlandırılması -ki, bu kayıt, "dua edenin duasına" belirginlik kazandırmaktan başka bir şey katmıyor. Və tıpkı, "Bana dua edin, size icabet edeyim." (Mömin, 60) ayetinde olduğu gibi, dua edenin duasının kayıtsız və şartsız olarak kabul edileceğini gösteriyor...- bəli yukarıda değindiğimiz bu yedi ayrıntı, duanın kabulüne verilen önemi, dua olgusuna gösterilen özeni yansıtmaktadır. Ayrıca ayəs(n)i kerimede -onca kısalığına rağmen- birinci tekil şahıs (mütekellim) zamiri yedi dəfə tekrarlanmıştır. Bu ayəs(n)i kerime, bu niteliğiyle Quranı Kerim'de tektir.

"et-Dua" və "ed-dave" (çağırma və dua etme) mastarları, çağrıla-nın nazarını çağırana yöneltme anlamını ifade edər. "es-Sual" (=isteme) isə, istenenden bir yarar veya fazla hayır sağlamak demektir. Böylece istenenin nazarının isteyene yöneltilmesinin ardından isteyenin ihtiyacı giderilmiş olar. Dolayısıyla isteme, duanın amacı və hedefi konumundadır. Bu anlam, istek söz konusu olan her yer/yeyər və hər ortam üçün geçerlidir. Cehaleti giderip bilgi sahibi olmaq üçün sorma, hesap anlamında soru və fazla bir yarar elde etme vs. amaçlı soru gibi.

Daha önce də değindiğimiz gibi, kulluk birinin mülkü olma durumuna denir. Amma bu, hər mülkiyet üçün geçerli bir tanım değildir. Sadece insanın mülk oluşunu ifade edər. (Öyleyse hayvana, sahibinin kuludur denilmez) Bu halda qul, insan ya da ağıl və bilinç sahibi hər canlı üçün kullanılan bir tanımdır. Böylece bu kavram Allah'a nispet verildiğinde yüce Allah'a yönelik mülkiyet nitelikli mensubiyeti ifade edər.

Yüce Allah'ın mülkü, başkalarının mülkünden çox farklıdır. Bu, iddia ilə hakikatin, gerçek ilə mecazın farklılığı gibidir. Çünkü yüce Allah kulları üzerinde sınırsız və kuşatıcı bir malikliğe sahiptir. Kullar nə kendi kişilikleri nə də kendi kişiliklerine təbii/tabe nitelikler və fiiller, nə kendilerine nispet edilen eşler, evlatlar, mallar və makamlar bakımından bu kuşatıcı malikliğin kapsamının dışına çıkamazlar. Dolayısıyla kulların herhangi bir şekilde kendilerine izafe edilen və malik oldukları kabul edilen hər çeşit, örneğin hakiki və tabii mülkü sayılan "kendisi, bedeni, kulağı, gözü, fiili və eseri" gibi və göreceli və etibarı mülkü denilen "bərabər/yoldaşı, malı, makamı və hakkı" gibi bütün her şeye ancak Allah'ın izni ilə sahip olmuşlardır. İlahi icazə onlarla sahip oldukları şeyler arasındaki nispetin kalıcılığını onayladıkça bu var olabilir. Bu halda onları malik kılan ilahi izindir. Kişiliklerini və cisimlerini kendilerine izafe edən ulu Allah'tır. Əgər O, dilemeseydi, bütün bunlar baştan itibaren olmazlardı. Kulları kulak, göz və ürək sahibi yapan Odur. Hər şeyi yaratan və hər şeyi bir ölçü dahilinde tasarlayan Odur.

Yüce Allah kişi ilə nefsi arasına girer. Kişiye nefsinden daha yakındır. Ona, çocuk, bərabər/yoldaş, arkadaş, mal, mevki və haqq gibi yakını olarak bildiği şeylerden daha yakındır. O, yarattığı varlıklara, akla gelebilecek hər şeyden daha yakındır. Kısacası O, mutlak olarak yakındır, yakınlığına bir sınır konulamaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz." (Nəhayət, 85) "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Qaf, 16) "Allah, kişi ilə kalbi arasına girer." (Ənfal, 24) Ürəkdən maksat, kişinin olub bitenleri, eşya və olayları algılayan nefsidir.

Kısacası yüce Allah'ın kulları üzerindeki sahipliğinin gerçek bir sahiplik və insanların də ONun kulları olmaları, yüce Allah'ın kendilerine mutlak olarak və bir karşılaştırma yapılacak olursa hər şeyden daha yakın olmasını gerektirir. Heç bir etken və engel söz konusu olmaksızın dilediği gibi tasarruf etmeyi gerektiren bu mutlak sahiplik; yüce Allah'ın kullarından herhangi birinin duasına cevap verebilir, bağış və tasarrufta bulunmak suretiyle ifadə etdiyi ihtiyacını giderebilir olmasını gerektirir. Çünkü mülk geneldir, kapsayıcıdır. İlahi egemenlik, otorite və kuşatıcılık bütün takdirlere damgasını vurmuştur. Bir xas durumla sınırlandırma söz konusu değildir. Yahudilerin iddiasının tam tersine. Çünkü onlara göre; yüce Allah varlıkları yaratmış, kaderleri belirlemiş, böylece misyonunu tamamlamıştır.

Artık kendisinin bir sebep sonuç zorunluluğu halında yerleştirdiği kaza və öntasarımın yürürlüğe girmesi ilə, yeni tasarruf dizgini ONun elinden çıkmıştır. Artık nesih (bir hükmü kaldırma, bir hükmü yürürlüğe koyma) və beda söz konusu değildir. Dualara icabet etmez. Çünkü iş ONun elinden çıkmıştır. Və yine bu ümmetten bir grubun görüşünün tam aksine. Onlara göre; kulların fiillerini Allah yaratmaz. Bu son görüşü dile getiren kaderiye grubunu, Resulullah efendimiz, həm Şiə, həm Ehlisünnet kanallarınca rivayet edilen bir hadiste "Bu ümmetin Atəşpərəstləri" olaraq nitelemiştir. İşte bu iki görüş də doğru değildir.[20]

Mülk mutlak olarak Allah'ındır. Heç kimse, ONun sahip kılması dışında bir şeye sahip olamaz. O dilediği şeyi birinin mülkü kılar. Bir şeyin meydana gelmesine icazə verirse, meydana gelir. Dilemediği, sahip kılmadığı və icazə vermediği şey, heç bir şekilde meydana gelmez. Bu uğurda nə kadar çaba sarf edilirse edilsin. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah isə zengindir." (Fatır, 15)

Böylece anlaşılıyor ki: "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Mən çox yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." ifadesi, duaları kabul etmeye ilişkin bir hükmü içerdiği gibi, bu hükmün gerekçelerini də içermektedir. Buna göre, dua edenlerin Allah-u Teala'nın kulları olmaları, Allah'ın onlara yakın olmasını gerektirir. Yakın olması də mutlak olarak dualarını kabul etmesini gerektirir. Kabulün mutlaklığı və kayıtsız oluşu isə, duanın mutlaklığını və sınırsız oluşunu gerektiren bir olgudur. Bu halda ONA yöneltilen hər duayı, O kabul edər.

Ancak bu konuda, bir hususa dikkat edilmelidir. O da budur ki: Yüce Allah "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünü "Bana dua ettiği zaman" sözü ilə kayıtlandırmıştır. Bu kayıt, mukayyet olan şeyin özüne bir katkıda bulunmuyor. Sadece gerçek olma şartını getiriyor. Mecaz olarak dua denilmesinin və sadece duanın şekline benzer olmasının yetersizliğini öngörüyor. Çünkü birine "Sana öyüd verdiği zaman öyüd verenin sözüne kulak ver" veya "Alim olduğu zaman alime saygı göster." dediğimiz zaman, bu sözümüz işaret edilen kişinin gerçekten o sıfata sahip olması gerektiğini ifade edər. Buna göre, öyüd veren kişi sözleri ilə öyüd vermeyi amaçladığı zaman, onun sözlerine kulak vermek gerekir. Alim də gerçekten elm sahibi isə bildikleri ilə əməl ediyorsa, ona saygı göstermek bir zorunluluktur.

Bu halda "Bana dua ettiği zaman" ifadesi, icabete ilişkin mutlak vədin ancak dua edenin gerçekten dua etmesi, fitri bilgi və içgüdüsel aşinalık aracılığı ilə istemesi və dilin kalple birlikteliği və uyğunlaşma içerisinde olmasıyla gerçekleşeceğine delalet etmektedir. Çünkü dua və dileğin gerçekliğini kalbin taşıdığı niyet və fıtratının ifade ettiği məqsəd temsil etmektedir. Bu, konuşma lisanı ilə ifadesini bulandan apayrı bir şeydir. Konuşma lisanını nasıl istersen öyle çevirirsin: Yalan söyletirsin, doğru söyletirsin, gerçek söyletirsin, ciddi söyletirsin, mecaz söyletirsin, şaka söyletirsin. Bütün bunlar senin elindedir və içindeki gerçek niyetini ifade etmeyebilirler.

Bu yüzden, yüce Allah'ın konuşma dilinin bir etkinliğinin söz konusu olmadığı alana ilişkin temenniyi "isteme" olarak nitelemiş olduğunu görüyoruz: "Size hər istediğiniz şeyi verdi. Əgər Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güc yetiremezsiniz. Gerçek budur ki, insan çox zalimdir, çox nankördür." (İbrahim, 34) Buna göre insanlar sayıp bitiremedikleri nimetleri isteme durumundadırlar. Bu halda bu isteme "dil" dediğimiz organ aracılığı ilə gerçekleşmemiştir. Tam tersine bu, muhtaçlık lisanını fıtraten və varoluşsal olarak hak et-menin ifade ettiği bir istektir. Nitekim ulu Allah bir başka ayette belə buyuruyor: "Gökte və yerde olan nə varsa ONdan ister. O, hər gün bir iştedir." (Rahman, 29) Bu ayetin konumuza kanıt oluşturması son derece açıq və belirgindir.

Bu halda, insanın öz yaratılışının (fıtrat) lisanıyla yüce Allah'tan istediği bir şey, kesinlikle karşılığını bulur. Öyleyse dua kabul görmüyorsa, karşılığını almıyorsa, onda iki şeyden birisi eksiktir demektir. Bunlar də "Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını..." sözünde açıklanmıştır.

Əgər ortada kabul görmeyen bir dua varsa, bu durumda, ya gerçekten tam manasıyla dua gerçekleşmemiş və dua edən kişinin bir növ karıştırması söz konusudur. Örneğin olmayan bir şeyi isteyen və bunu də bilmeyen veyahut işin içyüzünün farkına varacak olursa, bunu kesinlikle istemeyecek olan insanlar gibi. Örneğin hastanın şifa bulmasını ister amma bunun ölünün dirilmesini istemek olduğunu bilmez. Ancak peygamberlerin dua ettiği gibi, onun da gücü yetseydi, ölünün dirilmesi üçün dua etseydi hasta yeniden hayat kazanırdı. Ancak insanın böyle bir ümidi yoktur. Yahut bir insan, içyüzünü öğrenmesi durumunda kesinlikle istemeyeceği bir şey ister amma bu isteği kabul edilmez.

Və yaxud da istek tam manasıyla gerçekleşir amma istek tək başına Allah'a yöneltilmez. Örneğin herhangi bir insan, yüce Allah'tan ihtiyaç duyduğu bir şeyi ister. Amma kalbi normal sebeplere takılıdır. Veya bu meselesinde bazı mevhum güçlerin kendisine yeterli olabileceklerini yahut işinde etkinliklerinin söz konusu olacağını sanmaktadır.

Dolayısıyla duayı sırf yüce Allah'a özgü kılmamakta və gerçekten ONdan istememektedir. Duaları kabul edən Allah, öyle bir Allah'tır ki işinde və otoritesinde ortak kabul etmez. O, sebeplerin veya mevhum güçlerin ortaklığı və desteği ilə hareket etmez. Bu halda dua edib Allah'tan bir takım şeyler isteyen bu iki qrup, dilleri duayı Allah'a özgü kılsa də, kalpleri duayı sırf Allah'a yöneltmiş değildir.

Ayəs(n)i kerimenin ışığı altında dua hakkında yapılabilecek açıklamanın özeti bu idi. Bu açıklama ilə dua konusunu ələ alan diğer ayetlerin anlamları də böylece açıklığa kavuşmuş oluyor: "Də ki: Sizin duanız olmasaydı, Rabbiniz size değer verir miydi?" (Furkan, 77) "Də ki: Düşündünüz mü heç; əgər size Allah'ın azabı gelirse ya da kıyamet saati gelip çatarsa, Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız. Əgər doğru sözlü iseniz...Hayır, yalnızca ONU çağırırsınız, dilerse kendisi çağırdığınız şeyi giderir və şirk koşmakta olduklarınızı unutursunuz." (Ən'am 40-41) "Də ki: Sizi karanın və denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz gizliden gizliye ONA yalvararak dua etmektesiniz. Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz. "Də ki: Ondan və hər türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (Ən'am, 63-64)

Bu ayetler, insanın içgüdüsel olarak dua ettiğini, fıtratın lisanı ilə Rabbinden istediğini göstermektedir. Ancak insan refah və konfor içinde bir hayat sürdürdüğü zaman nefsi, sebeplere takılır, onları Rabbine ortak koşar. Bu yüzden mesele onun açısından berraklığını və anlaşılırlığını yitirir. Kafası karışır. Rabbine dua etmediğini, ONdan bir şey istemediğini iddia edər. Oysa ki Rabbinden başkasından heç bir şey istememektedir. Çünkü insan bir fıtrat, tasarlanmış və rayına konulmuş bir öz yaratılış üzeredir. Allah'ın yaratma yasasında bir değişiklik olmaz. Şiddet baş gösterdiğinde və sebepler birer birer etkinliklerini yitirdiklerinde və Allah'ın ortağı oldukları, ONun yanında şefaatçilik edecekleri iddia edilen düzmece ilahlar ortadan kayboldukları zaman, insanoğlu, Allah'tan başka ihtiyacını giderecek, isteklerini karşılayacak bir merci olmadığını anlar, yeniden fitri tevhide döner və bütün sebepleri unutur. Yüzünü yüce Rabbine taraf çevirir. O da kendisini abluka altına alan/sahə şiddeti, zorluğu bertaraf edər, ihtiyacını karşılar, huzura kavuşturur. Sonra insan huzura kavuşunca yeniden önceki şirk nitelikli hayat tarzına döner, Rabbini unutur.

Bu ayəs(n)i kerime də açıklamamızı pekiştirir niteliktedir: "Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenenler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir." (Mömin, 60) Ayəs(n)i kerime, insanları dua etmeye çağırıyor, duanın kabulünü də garantiliyor. Buna əlavə olarak də "dua"nı "ibadet" olarak niteliyor: "Bana ibadet etmekten..." yani, "Bana dua etmekten..." buyuruyor. Hatta, ibadet kavramının mutlak olarak "dua" anlamını ifade ettiğini eyham ediyor. Çünkü, duadan kaçınılması durumunda, bunun sonucunun atəş olacağı şeklinde bir tehdit ifadesi yer/yeyər alıyor ki, "atəş", "ibadet"i terk etmenin başlıca cezasıdır, ibadetin bazı kısımlarının değil. Bu halda ibadetin aslı duadır. Bu nükteyi iyice düşünün.

Bu açıklamaların ışığında, konuya ilişkin başka ayetlerin də anlamı belirginleşiyor: "Öyleyse, dini yalnızca ONA özgü kılanlar olarak Allah'a dua edin." (Mömin, 14) "ONA korkarak və ümid taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara çox yakındır." (Ə'RAF, 56) "Umarak və korkarak bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi." (Ənbiya, 90) "Rabbinize yalvara yalvara və için-için dua edin. Şüphesiz o haddi aşanları sevmez." (Ənbiya, 55) "Hani o, rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki: Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi və baş yaşlılık aleviyle tutuştu; mən Sana dua etmekle mutsuz olmadım…" (Meryem, 3-4) "O, iman edib salih amellerde bulunanlara icabet edər və onlara kendi fazlından artırır." (Şura, 26) gibi, bir çox ayeti buna örnek gösterebiliriz, ki bu ayetler, dua ibadetinin prensiplerini, dua edecek kişinin nasıl bir tavır takınacağını dile getirmektedirler. Bu prensip və tavırların temeli, ihlastır. İhlas dua ederken sadece Allah'ın hoşnutluğunu gözetmektir. Buna ürək lisan örtüşmesi denir. Allah'tan başka hər türlü sebeple bağlantıyı kesmek və sadece ONA bağlanmaktır. Bunun kapsamına də korku, ümid, istek, ürperti duyma, saygı, yalvarış, ısrar, zikir, salih əməl, iman və Allah'ın huzurunda bulunma ədəbi gibi rivayetlerin ifade ettiği unsurlar girer.

Öyleyse onlar də benim çağrıma cevap versinler və bana iman etsinler.

Bu ifade, önceki cümlenin iltizami olarak ifade ettiği anlamın bir ayrıntısı konumundadır. Buna göre: Yüce Allah kullarına yakındır. O'nunla kullarının duası arasına heç bir engel giremez. O, kullarına diqqət gösterir, isteklerine əhəmiyyət verir. Və O şimdi kullarını kendisine dua etmeye davet ediyor. Durum böyle olunca, kulların ONun bu davetine icabet etmeleri, ONA yönelmeleri, bu niteliğiyle ONA iman etmeleri, ONun kendilerine yakın olduğunu, dualarını kabul ettiğini kesin olarak bilmeleri gerekir. Umulur ki, böylece, içtenlikle ONA yönelip dua ederler.

Hədislərdə DUAYlA İLGİLİ AÇIKLAMA

Şiə və Ehlisünnet kaynaklarında, Resulullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Dua müminin silahıdır."[21]

Uddet'ud-Dai adlı eserde iştirak edən bir kutsi hadiste yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Musa, ihtiyaç duyduğun hər şeyi Benden iste; koyunlarının yiyeceğini və hamurunun tuzunu bile."[22]

Mekarim'ul-Ahlak kitabında Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: "Dua Quran okumaktan daha faziletlidir. Çünkü yüce Allah, 'De ki sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?'[23] buyuruyor." Bu söz İmam Məhəmməd Mis (ə.s) və İmam Cəfər Sadiqdən (ə.s) rivayet edilmiştir.[24]

Uddetuddas(n)ı adlı eserde, Muhammed b. Aclan, Muhammed b. Ubey-dullah b. Əli b. Hüseyn'den, o da amca çocuğu Sadık'tan, o da atalarından Resulullah'ın (s. a. a) şöyle buyurduğunu rivayet edər. Yüce Allah peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir: İzzetim və celalim hakkı üçün, benden başkasından ümid edən hər ümid sahibinin ümidini kesinlikle ümitsizlikle sonuçlandıracağım, ona insanlar içinde zillet elbisesini giydireceğim, onu kurtarışımdan və fazlımdan uzaklaştıracağım. Benim kulum, zorluk zamanlarında Benden başkasına mı ümid bağlar? Halbuki zorluklar Benim elimdedir. Benden başkasından mı ümid edər? Oysa cömert, zengin Benim. Kilitli kapıların anahtarları Benim elimdedir. Benim kapım Bana dua edən herkese açıktır." (Hadisin devamı var. )[25]

Uddetuddas(n)ı adlı eserin bir yerinde, Resulullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Yüce Allah buyurdu ki: Bir başka yaratılmışın himayesine sığınan hiçbir canlı yoktur ki, gökte və yerde bulunan sebeplerle onun ilgisini koparmış olmayayım. Benden istese, ona vermem, Bana dua etse duasını kabul etmem. Yaratılmışları bir yana bırakarak Benim himayeme giren heç bir canlı yoktur ki, gökleri və yeri onun rızkına uhdedar etmiş olmayayım. Bana dua ettiği zaman duasını kabul ederim, Benden istediği zaman ona veririm, Benden bağışlama dilediği zaman onu bağışlarım."[26]

Mən deyərəm ki: Yukarıda sunduğumuz iki hadis, duada ihlası, içtenliği öngörmektedirler, varlık bütününde işlenen varoluşsal sebeplerin işlevini geçersiz kılmayı değil. Bu sebepleri yüce Allah varlıklar ilə onların varoluşsal ihtiyaçları arasında birer aracı kılmıştır. Yani, bunlar başıboş, yüce Allah'tan bağımsız hareket edən şeyler değildir. İnsanın buna yönelik gizli bir bilinci vardır. İnsan öz yaratılışı gereği ihtiyaçlarının bir sebebe bağlı olduğunu bilir. Bu sebep öyle bir sebeptir ki eseri və sonucu hiçbir zaman ondan ayrılmaz. Yine öz yaratılışsal bir bilinç olarak bilir ki, ihtiyaçlarını gidermek amacı ilə yöneldiği bütün zahiri sebeplerin göründüğünün aksine sonuç vermeleri mümkündür. Öyleyse insan fıtraten bilir ki, hər işin kaynağı olan ilk kaynak, hər ihtiyacın dayandığı ilk dayanak, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi və varolması üçün ihtiyaç duyduğu ilk merci, bu görünen sebeplerin dışında bir varlıktır. Bundan dolayı, bir insan, söz konusu sebeplerden birine bütün benliğiyle yönelmemelidir, gerçek sebeple ilgisini koparıp, görünen sebebe sarılmamalıdır.

İnsanoğlu bu gerçeği ən/en küçük bir uyarıda fark eder, bamteline dokunan küçücük bir fiskede bu fitri gerçekle yüz yüze gelir. Bir dilekte bulunduğu, bir ihtiyacının giderilmesini istediği zaman, bu isteği gerçekleşirse, bu insanın Rabbinden istediğini və içsel bilinç olarak fərq ettiği ihtiyacının zahiri sebepler kanalıyla Rabbine ulaştığını və ihtiyacını giderdiğini ortaya çıkarır. Amma bir ihtiyacının giderilmesini herhangi bir sebepten talep ederse, bu fıtratından kaynaklanan içsel bilincin sonucu olmayacaktır. Olsa olsa hayalinin kendisine tasavvur ettirdiği bir durumdur. Kuşku yox ki, hayali də zorlayan bir illetin varlığı söz konusudur. Ancak sebep, insanın içsel bir bilinç olarak böyle bir ihtiyacının olduğunu hissetmesi değildir. İşte burası, içle dışın farklılaştığı alanlardan biridir.

Bunu bu şekilde örneklendirebiliriz: İnsan çoğu zaman bir şeyi sever, ona əhəmiyyət verir. Amma bu isteğine kavuştuğu, sevdiği və əhəmiyyət verdiği şeyle karşılaştığı zaman onu zararlı bulur. Daha önemli və daha sevimli gördüğü bir başka şeyle kıyasladığında böyle bir sonuçla karşılaşır. Böylece ilk tercihini bırakır, ikincisine sarılır. Bazen də bir şeyden kaçındığı olar. Fakat kaçtığı şeyle karşılaştığı zaman onu, sakındığından daha yararlı və daha yaxşı bulabilir. Böyle olunca də ilk tutumundan vazgeçerek ikincisini benimser. Örneğin hasta bir çocuğa acı/ağrılı dərman içirilmek istendiği zaman ilacı içmekten kaçınır, ağlamaya başlar. Oysa sağlığına kavuşmayı istemektedir. Hasta çocuk öz yaratılışından kaynaklanan içsel bilinçle sağlığına kavuşmayı, dolayısıyla dərman içmeyi istemektedir. Ağzıyla veya fiiliyle bunun aksini istediğini ifade etse də. Çünkü insan hayatı üçün fitri anlayış və içsel bilinç açısından işleyen bir düzen vardır. Bunun yanında bir də düşünme yeteneği açısından işleyen bir düzen vardır. Fıtri düzende hata olmaz, işleyişinde karışıklık yaşanmaz. Düşünsel düzende isə yanılma və yanlışlık çox olar. Bu yüzden bir insan düşünsel biçimini göz önünde bulundurarak bir şey ister, amma aslında istediğinin tam karşıtı bir şey istemektedir. Dolayısıyla hadisler bu hususu əsas alarak değerlendirilmelidir. Bu gerçek, ileride ələ alacağımız Hz. Əlinin (ə.s) bu sözünde iyice belirgindir: "Bağış niyetlere göre verilir."

Uddetuddas(n)ı adlı eserde Resulullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kabul edileceğine kesin olarak inanmış halda Allah'a dua edin/əldə et. "[27]

Bir kutsi hadiste yüce Allah şöyle buyurur: "Mən kulumun Bana ilişkin zannının yanındayım. Bu halda benimle ilgili olarak hayırdan başka bir zanda bulunmasın."[28]

Mən deyərəm ki: Yukarıda də bir parça değindiğimiz gibi, ümitsizlik ya da tereddütle karışık dua, gerçek anlamda bir isteğin söz konusu olmadığını gösterir. Olmayanı istemekle ilişkin duanın məhrum edildiği ilə ilgili rivayetler vardır.

Uddetuddasıda Peygamber efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: İhtiyaçlarınız üçün Allah'tan yardım isteyin. Başınıza gelen musibetlerde Allah'a sığının, ONA yalvarın, yakararak dua edin. Çünkü dua ibadetin özüdür. Allah'a dua edən heç bir mömin yoktur ki, duası kabul edilmemiş olsun. Ancak Allah dilerse bu kabulü dünyada gerçekleştirir, dilerse ahirete erteler. Ya da dua ettiği ölçüde günahlarını siler. Elbette bunların hepsi, Allah'tan günahı talepte bulunmadığı takdirdedir.[29]

Nehc'ül-Belağa'da Hz. Əli (ə.s), oğlu Hüseyin'e (ə.s) vasiyet ederken şöyle deyər: "Sonra senin eline hazinelerin anahtarını vermiştir. Ki sana kendisinden isteme iznini vermiştir. Dolayısıyla istediğin zaman dua aracılığı ilə ONun nimetlerinin kapılarını açarsın, rahmetinin üzerine sağnaq yağmasını sağlarsın. Duana ilişkin cevabının gecikmesi, olmaya ki seni ümitsizliğe düşürsün. Çünkü bağış niyetlere göre verilir. Bazen, dilekte bulunan kişinin daha çox əcr kazanmasına və temenni sahibi üçün daha hayırlı bir sonuca sebep olduğu üçün duanın kabulü geciktirilebilir. Bazen bir şey istersin, amma o şey sana verilmez. Ondan daha hayırlısı ər veya keç sana bahşedilir. Ya da istediğin şey sana verilmez, çünkü bir belanın uzaklaştırılması və sana daha hayırlı olan şeyin verilmesi istenilmektedir. Çoğu zaman istediğin şey, əgər yerine getirilirse bu, senin dinini mahvedebilir. Bu yüzden istekte bulunduğun zaman, güzelliği senin açından kalıcı olanları, sorumluluğu, vebali kalmayan şeyleri talep et/ət. Mala gelince, nə o sana kalır, nə də sən ona kalırsın."[30]

Mən deyərəm ki: Hz. Əli (ə.s) "Çünkü bağış niyetlere göre verilir." sözü ilə şunu vurgulamak istemiştir: Duanın kabulü, duanın mahiyetine uygun olar. Qul Rabbinden bir istekte bulunduğu zaman, vicdanının derinliklerine sinmiş niyet və kalbinin kapsadığı düşünce neye yönelikse o kendisine verilir. Sözü ilə dışarıya yansıttığı, diliyle telaffuz ettiği şey değil. Çünkü lafız, zaman olar, mana ilə bütünüyle örtüşmeyebilir. Nitekim daha önce bu hususa değinmiştik. Kuşku yox ki, Hz. Əlinin (ə.s) bu sözü, dua ilə icabet ilişkisini açıklayan ən/en güzel və ən/en doyurucu bir ifadedir.

Bu açıklamasıyla Hz. Əli (ə.s) xarici görünüş itibariyle dua ilə ibadetin birlikteliğinin gerçekleşmediği yerlerden bir kaçını aydınlığa kavuşturmuştur: Kabulün gecikmesi. Dünya üçün istenen şeyin, yine dünya üçün daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Ya da ahiret açısından daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Yahut dilekte bulunan kişinin durumuna daha uygun olan bir şeye dönüştürülmesi gibi... Çünkü dilekte bulunan kişi kimi zaman kendisini sevindirecek və yararlı olacak bir nimet ister. Oysa bu isteği derhal yerine getirilecek olursa heç də yararlı olmayacaktır. Buna rağmen duasının kabulü geciktirilir. Bu demektir ki, dilekte bulunan kişi kendisine yarar sağlayacak bir nimeti, aslında gecikmeli olarak eline geçmek üzere istemiştir. Aynı şekilde dinine büyük əhəmiyyət veren bir mömin, əgər bilmeden və ahiret mutluluğu elde edeceğini sanarak dinle ilgili bir istekte bulunursa, o gerçekte dünya mutluluğu yerine ahiret mutluluğunu istediği üçün duası ahiretle ilgili olarak kabul edilir, dünya ilə ilgili olarak değil.

Uddetuddas(n)ı adlı əsərdə, İmam Məhəmməd Misin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bir qul yüce Allah'a əl açtığı zaman, yüce Allah o əli boş çevirmekten haya edər. Bu yüzden kendisine açılan əli fazlından və rahmetinden dilediği kadar doldurur. İçinizden biri dua ettiği zaman elleri ilə başını və yüzünü meshetmedikçe -bir başka rivayette yüzünü və göğsünü meshetmedikçe- onları indirmesin."[31]

Mən deyərəm ki: ed-Dürr'ül-Mensur təfsirində, Selman, Cabir, Abdullah b. Ömər, Ənəs b. Malik və İbn Əbu Muğis kanalıyla aktarılan sekiz ədəd/adət rivayette Resulullah efendimizin (s. a. a) dua ederken ellerini göğe kaldırmakla ilgili sözleri belirtilir. Dolayısıyla, bazı grupların, dua esnasında elleri göğe doğru kaldırmanın tecessüm (Allah'a cisim isnat etme) anlamına geleceğini ileri sürerek, bunu inkar etmeleri anlamsızdır. Güya insan elini göğe kaldırmakla yüce Allah'ın gökte olduğunu eyham ediyormuş! -Ulu Allah bu cür yakıştırmalardan münezzehtir-

Elleri göğe kaldırmayı bu şekilde değerlendirmek yanlıştır. Çünkü bütün bedensel ibadetlerin hakikati, kalbin derinliklerinde yer/yeyər eden anlamı, içsel yönelişi biçim çerçevesine indirgemekten ibarettir. Madde ötesi yüce gerçekleri cisim kalıbına indirgemekten ibarettir. Madde ötesi yüce gerçekleri cisim kalıbına sokmaktır. Namaz, oruc və həcc gibi ibadetler, bunların parçaları və şartları bunun ən/en somut örnekleridir. Əgər öyle olmasaydı, bedensel ibadetin bir dayanağı olmazdı. Bunlardan biri də duadır. Dua, kalbi yönelişi və içsel isteği, bizim kendi aramızda, birbirimizden bir şey isterken yaptığımız türden davranışlara, alt düzeydeki yoksulun üst düzeydeki zenginden bir şeyler isterken elini açmasına benzeterek somutlaştırmaktan ibarettir. Bu ilişkide yoksul zengine yalvarır, ihtiyacını karşılaması üçün yakarır. bərabər/yoldaş-Şeyx, "Mecalis" və "el-Ahbar" adlı əsərdə Əli b. Hüseyin'in (ə.s) oğulları Muhammed və Zeydə dayandırarak, onların babalarından, onun da cedleri Hz. Hüseyin'den (ə.s), Resulullah'ın -ayrıca Uddetuddasıda mürsel olarak- dua ederken ellerini göğe doğru kaldırdığı və tıpkı birinden yiyecek isteyen bir dilenci gibi yakardığı belirtilir.[32]

Bihar'ul-Envar adlı eserin bir yerinde şöyle rivayet edilir: Bir gün Hz. Əli (ə.s) bir adamın, "Allah'ım, fitneden sana sığınırım." diye dua ettiğini duyar. Adama yaklaşarak, "Görüyorum ki, malından və evladından Allah'a sığınıyorsun. Allah-u Teala buyuruyor ki: 'Mallarınız və evlatlarınız ancak birer fitnedir.'[33] Bunun yerine, 'Allah'ım, saptırıcı fitnelerden sana sığınırım də.' diye tavsiyede bulunur."[34]

Mən deyərəm ki: Hz. Əlinin (ə.s) bu değerlendirmesi, lafzın anlamını somutlaştırmaya ilişkin bir başka konumun kapsamına girer. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur. Rivayetlerde Allah-u Təalanın kelamında ifade ettiği anlamın o lafzın gerçek anlamı olduğu belirtilmiştir. "Cüz" və "çox" gibi kavramların anlamlarını açıklamaya ilişkin rivayetler də bu kategoriye girer.

Uddetuddasıda, İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah gafil bir kalple edilen duayı kabul etmez."[35]

Yine aynı eserde Hz. Əlinin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah başka şeylerle oyalanan kalbin duasını kabul etmez."[36]

Mən deyərəm ki: Bu iki sözün içerdiği anlamı pekiştiren başka rivayetler də vardır. Meselenin özü şudur; gafil və başka şeylerle oyalanan bir ürək ilə dilekte bulunulduğu zaman, duanın hakikati gerçekleşmez.

Ravendi'nin Daavat adlı əsərində şöyle deniyor: Tevrat'ta yüce Allah bir kuluna şöyle hitap edər: "Sən, kullarımdan biri sana zulmettiği üçün bana dua edersen və bir kulum də sən ona zulmettiğin üçün bana dua ederse, əgər dilersen senin də, onun da duasını kabul ederim. Əgər dilersen, ikinizin durumunu də kıyamet gününe ertelerim."

Mən deyərəm ki: Bunun izahı şöyledir: Bir insan nefsi üçün bir şey istediği zaman, bu onun istediği şeye və hər açıdan bu isteğinin benzeri olan şeylere rıza gösterilmesi gerektiğini ortaya koyar. Bir insan, kendisine zulmeden birinden intikam almak amacı ilə bedduada bulunursa, onun kendisine zulmetmesinden dolayı bu bedduada bulunmuştur. Bu demektir ki, bedduada bulunan kişi zalimden intikam almak amacı ilə beddua etmeye razıdır. Durum böyle olunca, kendisi də bir şekilde birine zulmetmişse, kendisine zulmeden hakkında yaptığı beddua, kendisi üçün də geçerli olar. Əgər insan, kendisinden intikam alınmasına razı olursa -ki asla razı olmaz- başkası üçün istediği cezaya çarptırılır. Və əgər buna razı olmazsa o zaman də, gerçek bir bedduada bulunmuş sayılmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "İnsan hayra dua ettiği gibi şerre də dua etmektedir. İnsan çox acelecidir." (İsra, 11)

Uddetuddas(n)ı adlı əsərdə, Resulullah efendimizin (s. a. a) Ebuzer'e şöyle dediği belirtilir: "Ey Ebuzer, yüce Allah'ın seni onlar aracılığı ilə yararlandıracağı bazı sözleri sana öğreteyim mi?" Ebuzer diyor ki: "Bəli, ya Resulallah." dedim. Buyurdu ki: "Allah'ı gözet ki, O da seni gözetsin, Allah'ı gözetirsen ONU karşında bulursun. Rahatın yerinde olduğu zamanlarda Allah'ı tanırsan, O seni zorlu zamanlarda tanır. Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile. Kuşkusuz kıyamete kadar olacak hər şey üzerinden kalem geçmiştir. Bütün canlılar, yüce Allah'ın senin üçün öngörüp yazmadığı bir yararı sana dokundurmak üzere güc birliği etseler bile, buna güc yetiremezler."[37]

Mən deyərəm ki: "Allah'ı rahatın yerinde olduğu zamanlarda tanırsan, O seni zorlu zamanlarda tanır." sözünün anlamı şudur: Rahat ortamda Allaha dua et, ONU unutma ki, zorlu zamanlarda senin duanı kabul etsin, seni unutmasın. Çünkü, rahat ortamda Rabbini unutan bir kimse, bilinç altında sebeplerin böyle bir ortamda Allah'tan bağımsız hareket ettiklerine inanmaktadır. Sonra bir zorluk baş gösterdiğinde, əl açıb dua etmesi, onun ancak zorlu zamanlarda Rabbinin Rububiyetini onayladığı anlamına gelir. Oysa yüce Allah bu cür eksik və yanlış nitelemelerden münezzehtir. O hər zaman və hər koşulda Rabdır. Böyle olunca, Rububiyetin etkinlik alanını bu şekilde bir bölünmeye təbii/tabe tutan insan, aslında Rabbine heç dua etmemiş sayılır.

Aynı husus, farklı ifadelerle başka rivayetlerde dile getirilmiştir. Örneğin Mekarim'ul-Ahlak adlı əsərdə İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: Daha önce dua etmiş bulunan bir insan, musibet anında dua ettiği zaman, duası kabul edilir və "bu, aşina bir sestir." denir. Bu sese göy kapıları kapanmaz. Amma önceden dua etmemiş bir insan, felaket zamanında dua ettiğinde melekler: "Biz daha önce bu sesi heç duymadık" derler... "

Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu." (Tevbe, 67) ayetinin genel ifadesinden böyle bir sonuç elde edilebilir. Bu değerlendirme "bütün sebeplerden tam olarak kopma esnasında duanın geri çevrilmeyeceği" hususu içeren rivayetlerle də çelişmez. Çünkü mutlak olarak zorluk, sebeplerden tam olarak kopmuş olma hususuyla farklı bir şeydir. (Rivayetlerden bu sonuç alınabilir: Rahatlık anlarında Allah'ı unutan kimse üçün, genellikle zorluk anlarında bütün sebeplerden tam olarak kopmak imkansızdır.)

"Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile." sözüne gelince; burada istek və yardım dilemede gerçek anlamda bir içtenlikle Allah'a bağlanmanın gereğine işaret ediliyor. Çünkü bizim gözlemleyebildiğimiz alemdeki normal sebeplerin nedensellikleri sınırlıdır. Allah'ın kendileri üçün belirlediği sınırlar içinde etkinlik gösterirler. Yoksa sanıldığı gibi və göze yansıdığı şekliyle kendi başlarına bağımsız bir etkinlikleri söz konusu değildir. Daha doğrusu, gözlemlenen evrende işleri gören sebeplerin sadece, amaca ulaşmada yol və vasitə fonksiyonunu yerine getirmeleri söz konusudur. Əmr və yetki Allah'ın elindedir. Bu halda bir qul, ihtiyaçlarını karşılamak amacı ilə üstün irade yönüne, ululuk kapısına yönelmelidir. Sebepler zincirine dayanıp güvenmemelidir. Gerçi yüce Allah, gelişmelerin ancak sebepler silsilesi içinde sonuçlanmasını öngörmüştür.

İmamın bu sözü sebeplere dayanmamaya və sadece Allah'a güvenmeye yönelik bir çağrıdır. Çünkü sebeplere sebeplik niteliğini veren də Odur. Fakat bu, sebepleri yox sayma, sebebine sarılmadan bir şeyi elde etmeye yönlendirme anlamına gelmez. Böyle bir yaklaşım ümid vermeyeni umma gibi bir şeydir. Həm nasıl olabilir ki, dua edən kimse, kalbi aracılığı ilə ister, istediğini dili ilə ifade edər və bu hususta var oluşunun temel niteliklerine dayanır. Bütün bunlar sebepler kategorisine girmez mi?

Bu durum, bir insanın bir şey yaparken bedensel organlarıyla yapması örneğin bir şey verirken eliyle vermesi, bir şey görürken gözüyle görmesi və bir şey işitirken kulağıyla işitmesi gibi değerlendirilir. Dolayısıyla, sebepleri devre dışı bırakarak, onları yox sayarak Rabbinden istekte bulunan kimsenin bu tutumu, tıpkı bir insandan bir şeyi elini kullanmadan tutmasını veya gözünü kullanmadan görmesini yahut kulağını kullanmadan işitmesini istemeye benzer. Beri tarafta yüce Allah'ı bir yana bırakarak bütünüyle sebepleri ön plana çıkaran insanın tutumu də tıpkı, kalbini, verme işinde insanın kullandığı ələ, görüşünde insanın görme organına, işitişinde insanın işitme organına bağlayan, amma asla fail konumundaki insandan habersiz olan insanın durumuna benzer. Böyle yaklaşım gafletin ən/en onulmazıdır.

Heç kuşkusuz bu, sonsuz ilahi kudreti sınırlama, vacip nitelikli iradesini yox sayma anlamına gelmez. Az önce insanla ilgili olarak işaret ettiğimiz, bazı olayları, bazı organlara özgü kılmanın, insanın gücünü və iradesini yox sayma anlamına gelmeyeceği gibi. Çünkü söz mövzusu sınırlandırma gerçekte fiile dönüktür, faile değil. Bu bir gerçektir ki; hər kəs zorunlu olarak kabul edər; insan alma, görme və işitme gücüne sahiptir. Ancak almayı ancak əli ilə gerçekleştirebilir. Görme və işitme işlerini də ancak göz və kulak yardımıyla yapabilir, başka şeyle değil. Aynı şekilde yüce Allah də mutlak olarak kadirdir, hər şeye güc yetirendir. Ancak fiilin özelliği, sebeplerin aracılık yapması ilə örtüşen bir durumdur. Örneğin "Zeyd" Allah'ın fiilinin ürünüdür. O bir insandır. Falan adam və falan kadından olmadır. Falan zamanda, falan yerde, falan şartların oluşması və falan engellerin ortadan kalkması ilə dünyaya gelmiştir. Bu sebeplerden biri eksik olursa, o olmayacaktır. Dolayısıyla onun, varoluşu və meydana gelişi, bu sebeplerin tümünün gerçekleşmesine bağlıdır. Sebeplere bağlı olansa fiildir, fail değil. Artık bunu iyice düşünün.

"Kuşkusuz kıyamete kadar olacak hər şey üzerinden kalem geçmiştir." sözü "Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste." sözüne ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Burada malılın peşice illet getirilmiştir. Bu halda "istediğin zaman..." sözünün gerekçesi və sebebi açıklığa kavuşturuluyor. Bu ilişkinin ışığında ifadeyi açacak olursak: Olaylar Allah katında yazılmış və önceden takdir edilmiştir. Heç bir sebebin bunlar üzerinde gerçek anlamda bir etkinliği olmaz. Dolayısıyla Allah'tan başka birinden bir şey isteme, başkasından yardım bekleme. Çünkü ulu Allah'ın otoritesi süreklidir. Egemenliği haklıdır. İradesinin hükmü hər yerde geçer. O, hər gün bir iştedir. Bu nedenle ifadenin sonuna şöyle bir değerlendirme cümlesi konulmuştur: "Bütün canlılar güc birliği etseler bile..."

Ravilerin mustafiz olarak dua ilə ilgili naklettikleri hadislerden bir grubu də, "Dua kaderin bir parçasıdır." içerikli hadislerdir.

Mən deyərəm ki: Bu aynı zamanda Yahudilere və diğer bazı gruplara verilen bir cevaptır. Bunlara göre duaya gerek yoktur. "Çünkü dua ilə talep edilen şey ya takdir edilmiştir, önceden öngörülmüştür ya da değil. Birinci durumda o şeyin olması zorunlu, ikinci durumda də imkansızdır. Hər vəziyyətdə duanın bu sonuç üzerinde bir etkisi olmaz."

Bu yaklaşıma ilişkin cevabımız şudur: Bir şeyin varlığının takdir edildiğini varsaymak, onun, var oluşunun sebeplerinden müstağni olmasını gerektirmez. Dua da bir şeyin var oluşu sebeplerinden biridir. Dolayısıyla dua ilə birlikte varoluş sebeplerinden biri gerçekleşmiş olar. Yani, müsebbep sebebinden tahakkuk edər. "Dua kaderin bir parçasıdır." sözü ilə kastedilen budur. Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler də vardır.

Örneğin Bihar'ul-Envar adlı əsərdə Resulullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Dua dışında heç bir şey kazayı (ilahi öntasarımı) geri çeviremez."[38]

İmam Cəfər Sadiq (ə.s) deyər ki: "Dua, kesinleştikten sonra kazayı geri çevirir."[39]

İmam Ebu'l-Hasan Musa'nın (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Dua edin. Çünkü yüce Allah'a dua etme və ONdan talepte bulunma belayı geri çevirir. Musibet takdir edilmiş, tasarlanmış və təsdiq aşamasına gelmiş olsa bile. Bir insan bu aşamada Allah'a dua edib, musibetin kaldırılmasını, geri çevrilmesini isterse Allah belayı bildiği bir şekilde geri çevirir."[40]

İmam Cəfər Sadiq (ə.s) deyər ki: "Dua karara bağlanmış və kesin olarak yürürlüğe konulacak kazayı geri çevirir. Öyleyse çox dua edin. Çünkü dua, hər rahmetin anahtarı və hər ihtiyacın giderilme kapısıdır. Allah katındaki şeyler ancak dua ilə elde edilebilir. Çünkü çalınıp durulan heç bir kapı yoktur ki, bir gün çalana açılmasın."[41]

Mən deyərəm ki: Bu rivayetlerde dua və istekte ısrarcı olmaya yönelik işaretler vardır. Israr, duanın gerçekleşmesi üzerinde olumlu rol oynar. Çünkü bir niyeti tez-tez içinde geçirmek, sonunda o niyetin olumsuzluklardan arınmasını sağlar.

İsmail b. Hamam kanalıyla Ebu'l-Hasan'ın (ə.s) şöyle dediği bildirilmiştir: "Kulun gizlice yaptığı tək bir dua, açıktan yapılan yetmiş duaya bedeldir."

Mən deyərəm ki: Bu rivayette gizlice dua etmeye, içten içə yakarmaya yönelik bir işaret vardır. Çünkü talepte ihlaslı olmanın ən/en garantili yolu budur.

Mekarim'ul-Ahlak adlı əsərdə İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Muhammed və soyuna salavat getirilmedikçe dua kabul olunmaz."

Yine mezkur kitapta İmam Cəfər Sadiqdən (ə.s) şöyle bir açıklama rivayet edilir: "Kim, kendisinden önce qırx mümin hakkında dua edər sonra kendisi hakkında dua ederse, duası kabul olar. "[42]

Bir başka yerde də şöyle bir hadisə aktarılır: İmam Cəfər Sadiğin ashabından biri, İmama şöyle dedi: "Allah'ın kitabında iki ayə vardır. Gereklerini yapıyorum; amma karşılığını alamıyorum." İmam: "Bunlar hangi ayetlerdir?" dedi. Adam dedi ki, "Bana dua edin, size icabet edeyim. ayeti. Dua ediyoruz, amma cevabını göremiyoruz." İmam buyurdu ki: "Allah'ın sözünden döndüğünü mü sanıyorsun?" Adam, "Hayır." dedi. İmam: "Öyleyse nedir?" dedi Adam, "Bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine İmam: "Fakat mən sana gerçeği bildireceğim. Kim Allah'ın emrettiği şeylerde ONA itaat edər, ardından usulüne uygun olarak dua ederse, Allah duasını kabul edər." dedi. Adam, "Duanın usulü nasıldır?" diye sordu. İmam buyurdu ki: "Başlangıçta Allah'a həmd edersin, ONun ululuğunu dile getirirsin, sana yönelik nimetlerini xatırlayar, ONA şükredersin, sonra Hz. Muhammed'e (s. a. a) və soyuna salat getirirsin. Sonra günahlarını xatırlayar, bunları itiraf edersin. Sonra günahlarının affedilmesini istersin. İşte duanın usulü budur."

Ardından şöyle dedi: "Diğer ayə hangisidir?" Adam, "Hər neyi infak ederseniz, O, yerine bir başkasını verir.[43] ayeti." dedi. İnfak ediyorum amma yerine bir başka mal verilmiyor. İmam dedi ki: "Allah'ın verdiği sözden döndüğünü mü sanıyorsun?" Adam, "Hayır." dedi. İmam: "Öyleyse nedir?" dedi. Adam, "Bilmiyorum." dedi. İmam şöyle dedi: "İçinizden biri halal yoldan bir mal kazanırsa, sonra bu malı gerektiği yerde harcarsa, kesin olarak harcadığı hər bir dirhemin yerine Allah ona başka bir mal verir."[44]

Mən deyərəm ki: Duanın usulü və adabına ilişkin bu cür rivayetlerin verdikleri mesaj gayet açıktır. Bu yöntem, kulu duanın və dilemenin hakikatine yaklaştırır.

et-Dürr'ül-Mensur təfsirində İbn Ömər kanalıyla Resulullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yüce Allah bir kula karşılık vermek, icabet etmek istediği zaman, o kulun dua etmesine icazə verir."

Yine İbn Ömər kanalıyla rivayet edilen bir hadiste Resulullah efendimiz (s. a. a) şöyle buyurur: "İçinizden kimin üçün dua kapısı açılmışsa, onun üçün rahmet kapıları də açılmıştır." Bir diğer rivayette: "Sizden kimin üçün dua kapısı açılmışsa, cennetin kapıları də onun üçün açılmıştır." buyurulur.[45]

Mən deyərəm ki: Aynı anlamı içeren sözler, çeşitli kanallardan Ehlibeyt İmamları'ndan də aktarılmıştır: "Kime dua bahşedilmişse, ona icabet də bahşedilmiştir." Bu sözlerle verilmek istenen mesaj önceki açıklamalarımızdan aydınlığa kavuşmuştur.

Yine et-Dürr'ül-Mensur təfsirində, Muaz b. Cebel kanalıyla Resu-lullah efendimizin (s. a. a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Əgər siz Allah'ı gerektiği gibi tanısaydınız, dua ettiğiniz zaman dağlar un ufak olurdu."[46]

Mən deyərəm ki: Hakkın yüce makamını, tək və ortaksız Rububiyetin otoritesinin boyutlarını bilmeme, dolayısıyla sebeplere dayanma, sebeplerin gerçek bir etkinliğe sahip olduklarına inanmayı gerektirir. Malılı, alışılagelen illetlerine və normal sebeplerine hasretmeyi kaçınılmaz olarak doğurur. Hatta bazı zaman insan sebeplerin gerçek manada bir etkinliklerinin olduğu şekilde bir kabulü zihninden təyin edər amma aracı konumundaki sebeplerin aracılıklarının və değişik yolları öngörmek şeklindeki bir kabul yine də varlığını sürdürür. Örneğin, biz hareket etme və yürüme olgularının amaca ulaştırıcı bir rol oynadıklarını görüyoruz, daha sonra maksada ulaşma açısından yürümenin gerçek və belirleyici bir etkinliğinin olduğu şeklindeki anlayışı zihnimizden attığımızda, yürümenin aracı, əsl belirleyici etkeninse, yüce Allah olduğunu kabul etmiş oluruz. Nə var ki, aracının var oluşuna ilişkin inanc da belirginlik kazanmış olar. Buna göre, şayet yürüme olmasay-dı nə yaklaşma, nə də yakınlık olurdu?

Kısacası sebepler birer aracıdan kənar bir şey olamasalar, belirleyici etkinliğe sahip olamasalar bile, müsebbeplerin varlığı onlarsız tasavvur edilemez. Bu inanc yüce Allah'ın makamını bilmenin duyarlılığına sığmaz, noksansız ilahi otorite ilə bağdaşmaz. Aynı zamanda bu kuruntu müsebbeplerle normal sebeplerinin, örneğin; ağırlık və yerçekiminin cisimden, yaklaşmanın hareket etmekten, doymanın yemekten, susuzluğu gidermenin içmekten vs. şeylerin ayrılmazlığına ilişkin inancı kabullenmemize neden olmuştur. Mucize konusunu işlerken, neden və nedensellik yasasının, diğer bir ifadeyle "sebeplerin yüce Allah ilə müsebbepler arasında aracı oldukları, kaçınılmaz, göz ardı edilmez gerçeğin də kendisidir," demiştik. Ancak bu gerçeklik, olayları, normal sebeplerine hasretmeyi gerektirmez. Tam tersine teorik və akli araştırmalar ayrıca kitap və sünnet, sebeplerin aracılıklarını onaylar, amma etkinliği belirleyiciliği onlara özgü kılmayı reddeder. Bəli, aklen imkansız olan şeyler bahis konusu değildir. (Və Allah'ın kudreti böyle şeylere taalluk etmez.)

Bu gerçek, zihninde açığa kavuştuğuna göre, şunu bilmiş olmalısın: Allah'ı bilmek, zati itibariyle muhal nitelikli olmayıp də olağan dışı sayılan şeyler hususunda duanın gerçekleşeceğini və icabete erişeceğini kabul etmeyi gerektirir. Nitekim, peygamberlerin gösterdikleri mu-cizelerin büyük kısmı duanın kabulüne dönüktür.

Tefsir'ul-Ayyaşi'de İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) "Öyleyse onlar də benim çağrıma cevap versinler və bana iman etsinler." ifadesi ilə ilgili olarak: "İstedikleri şeyi kendilerine bahşetme gücüne sahip olduğunu bilsinler, demektir." buyurduğu rivayet edilir.[47]

Mecma'ul-Beyan təfsirində İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) bu ayetle ilgili olarak şöyle dediği aktarılır: "Və Bana iman etsinler" kesin bir gerçek olarak bilsinler ki, Mən istedikleri şeyi verme gücüne sahibim. "Umulur ki doğru yolu bulurlar." hakka erişirler yani, ona ulaşırlar.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin