Ayələrin Tərcüməs(n)i


) Talut, askerleriyle birlikte ayrıldığında dedi ki: "Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir..." İçl



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə39/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   60

249) Talut, askerleriyle birlikte ayrıldığında dedi ki: "Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir..." İçlərindən çox azı hariç hamısı ondan içdilər.

Ayetin orijinalinde geçen "fasl" kelimesi, bu ayette bir yerden ayrılma anlamında kullanılmıştır. Bu ayette olduğu gibi: "Fe-lemma fesaleti'l-ir (=kafile ayrıldığı zaman)" (Yusuf, 94) Bazı durumlarda, iki şeyin arasını ayırma anlamında də kullanılır. Bu ayette olduğu gibi: "və huve hayru'l-fasilin" yəni O, ayırt edenlerin ən/en hayırlısıdır." (Ən/en-am, 57) Böylece kelime, həm geçişli, həm də geçişsiz olarak kullanılır.

Yine ayette geçen "cund" kelimesi də, hər şeyden büyük topluluk anlamına gelir. Asker anlamında kullanılışı də kişilerin ordu içinde büyük kalabalıklar halında və sıkışık bir vaziyette bir araya geliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Cümle içinde "cund" kelimesinin də çoğul olarak kullanılmış olması, onların hatırı sayılır bir kalabalık oluşturduklarını göstermektedir. Özellikle, nehrin geçilmesinden və insanların ayrılmasından sonra, içlerinde möminlərin küçük bir azınlık olarak kaldıkları düşünülünce kalabalığın boyutları daha yaxşı anlaşılmaktadır.

Aynı nükte və incelik, "Calut və askerlerinin karşısına çıktıklarında..." ifadesinde də göz önünde bulundurulmuştur.

Ayetlerin ifade ettikleri anlamın bütünü, İsrailoğulları'nın gerçek tutumlarını və Allah'a verdikleri sözü tutmalarını içeriyor. İsrailoğulla-rı bir hükümdar gönderilmesini isteyerek, yüce Allah'la bir sözleşme yapmışlardı. Sayıları də oldukça kalabalıktı. Buna rağmen, küçük bir azınlık hariç, tümü savaşa katılmaktan son anda vazgeçmişti. Bu azınlık bile, ordularla ifade edilecek bir sayısal yekunu bulunuyordu. Bu da yetmedi, bir çoğu içilmesi yasaklanan nehrin suyundan içerek emirlere karşı çıktı. Geride azınlığın də azınlığı kaldı. Bunların də içinde istikrarsızlık nehrin suyundan içenler tarafından belirtileri, münafıklık örnekleri sergilendi. Buna rağmen zafer, Calut'un olağanüstü kalabalıklığa sahip ordularına karşı, iman edib sabredenlerin oldu.

Ayette geçen "mubtelikum" kelimesinin mastarı olan "ibtila" kelimesi imtihan demektir. Nehirse, büyük su yatağına denir. "İğtiraf" bir şeyi kaldırıp alma, avuçlama, anlamına gelir. Suyu avuçlayıp içme anlamında "Ğarefe'l-mae" və "İğterafe'l-mae" derler.

"Eliyle bir ovuc alanlar başka" şeklinde "nehir suyundan içme" eyleminden bir istisna yapılmış olması gösteriyor ki: Xüsusi bir şekilde su içme, yasaklanmıştı. İfadenin zahirini göz önünde bulundurduğumuz zaman, şöyle denilmiş olması gerekiyordu: "Kim bundan içerse, artık o benden değildir, eliyle bir ovuc alanlar hariç." Fakat görüyoruz ki, araya bu ifade konulmuştur: "Kim də onu tatmazsa bendendir." Bu arada içme fiili yerine "tatma" fiilinin kullanıldığını görüyoruz. Bu da ifadede anlamsal bir değişikliği gerektiriyor. Çünkü ikinci cümlenin izafe edilmemesi durumunda, ifadeden şöyle bir sonuç çıkar: Bütün ordular Talut'tandı. Sudan içme, bir grubun ondan kopmasını, bir ovuc al/götürüb içme də, bir grubun bu kopanlardan kopmasını, yani yeniden onunla birleşmesini gerektirdi.

Amma ikinci cümle, yani "Kim də onu tatmazsa bendendir..." cümlesi birinci cümleye izafe edilirse, şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Gerçekte kimin ondan olduğu, kimin də olmadığı henüz belli değildir. Sadece zahiri bir beraberlik söz konusudur. Çünkü bütün askerler görünürde Talut'la beraberdir. Ancak, kimin gerçek anlamda Talut'la beraber olduğu henüz belli değildir. Az sonra, sunacakları nehir iki grubun belirlenmesinde, ayrılmasında önemli bir rol oynayacaktır. O zaman, ondan olmayanların sudan içenler olduğu, ondan olanların də suyu dadmayanlar olduğu anlaşılacaktır. İfadenin bütününden bu anlaşıldığına göre, "Eliyle bir ovuc alanlar hariç" istisnası, eliyle bir ovuc alanların Talut'la birlikte olmalarını gerektirmez. Böyle bir sonuç sadece birinci cümlenin zikredilmesi durumunda söz mövzusu olabilir. Amma, iki cümlenin varlığı, iki grubun varlığını gerektiriyor. Yani, ondan olmayan su içenler və ondan olan suyu tatmayanlar. Bilindiği gibi, birinci gruptan çıkma, sadece bu gruptan çıkışı ifade edər. İkinci gruba giriş anlamına gelmez.

Buradan anlıyoruz ki, ayəs(n)i kerimenin bütünü, üç grubun varlığını anlatmaktadır. Talut'tan olmayanlar, ondan olanlar və sudan bir ovuc alanlar... Buna göre, nehir geçildikten sonra onunla birlikte iki qrup ka-lıyor. Ondan olanlar və ordunun safından çıkanlardan olmayanlar. Dolayısıyla, bunların sabır, panik, Allah'a güvenip dayanma, sarsılma və iç çalkantı yaşama hususunda, ondan olanlardan farklı bir tutum sergilemiş olmaları mümkündür.

O, kendisiyle beraber iman edenlerle (ırmağı) geçince... Allah sabredenlerle beraberdir." dedilər.

Ayette geçen "el-fieh" bir qrup insan demektir. Ayetler grubu üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, "Gücümüz yox." diyenlerin "sudan bir ovuc içenler" olduğu anlaşılır. Talut'un savaş emrine olumlu tepki gösterenler də, sudan tatmayanlardır. Allah'a kavuşmayı ummak ya kesin olarak inanmak anlamında kullanılmıştır, ya da iç ürpertiden kinayedir.

Möminlər; "Küçük bir topluluğun, Allahın izniyle büyük bir topluluğa galip gelmesi mümkündür." demiyorlar. Tersine, "Nice küçük topluluk..." diye başlayan bir ifade kullanarak, yaşanmış realiteyi somut bir örnek olarak gösteriyor, böylece, düşman karşısında iç sarsıntı geçirenlere karşı daha inandırıcı, daha ikna edici bir tavır sergiliyorlar.

250) Onlar, Calut və ordusuna karşı meydana çıktıklarında dedilər ki...

Ayetin orijinalinde geçen "berazu" fiilinin kökü olan "el-büruz" or-taya çıkma demektir. Savaş meydanına çıkıp meydan okuma anlamına gelen "biraz" kelimesinin kökü də budur. "İfrağ" isə, sıvı bir maddeyi kalıba dökme anlamına gelir. Burada kastedilen isə, yüce Allah'ın her birinin kapasitesine göre üzerlerine sabır dökmesidir. Bu bakımdan son derece xoş və latif bir kinaye və istiare sanatı kullanılmıştır. Yine "ayakların sabit kılınması" də düşman karşısında direnip kaçmama anlamında kullanılmış kinayeli bir ifadedir.

251) Böylece onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar.

Ayetin orijinalinde geçen "hazemu" fiilinin kökü olan "həzm" kelimesi püskürtme və defetme demektir.

Əgər Allah'ın, insanların bir kısmı ilə bir kısmını defi olmasaydı...

Bilindiği gibi, yeryüzünün fesada uğraması, yeryüzünde yaşayanların, yani insan topluluklarının fesada uğraması demektir. Əgər insan topluluklarının bozulması, yeryüzünün bozulmasını gerektiriyorsa, kuş-ku yox ki, bu da ifadenin amacının kapsamındadır. Ancak bu kapsam içinde meydana gəl, əsl maksada təbii/tabe olma şeklindedir, bizzat kastedilme şeklinde değildir. Heç kuşkusuz bu, Quranın dikkat çektiği bilimsel bir gerçektir.

Şöyle ki: İnsan denen canlı türünün mutluluğu ancak toplu və dayanışmalı bir hayatla mümkündür. Bilindiği gibi bu da ancak, toplumsal iskelet bağlamında bir bütünlüğün gerçekleşmesi ilə mümkündür. Çünkü bu sayede toplumun organları və parçaları arasında bütünlük sağlanabilir. Böylece toplumun bütünü, tıpkı bir fərd gibi, birlikte etkilenir və aynı tepkiyi gösterir. Toplumsal birlik və insan türünün fertlerinin toplamından ibaret bileşimi, bu açıdan evrensel birliğe və gözle görülür alemdeki parçalarının toplamından ibaret evrensel bileşimlere benzer.

Bilindiği gibi, bu düzenin, yani evrensel düzenin birliği, sadece, aləmi oluşturan varlık parçaları arasındaki etki və tepkinin bir sonucudur. Əgər evrensel sebepler arasındaki birbirini yenme mücadelesi, kiminin kimini yenmesi, kiminin kimine karşı savunma pozisyonuna girmesi və kiminin kimi karşısında yenilgiye uğraması realitesi olmasaydı, evrensel düzenin parçaları arasında, gözlemlediğimiz bu bağlantı olmayacaktı. Tersine, hər parça kendi sınırları içinde etkinliğine devam edecekti. O zaman də hareketler iptal olacak, buna bağlı olarak də varlık bütünü iptal olacaktı.

İnsan topluluklarına egemen olan sistem üçün də aynı durum geçerlidir. Toplumsal sistem, etki, tepki, savunma və saldırı esaslarına dayanıyor olmasaydı, sistemin parçaları arasında bir bağlantı söz mövzusu olmayacaktı. O zaman sistem diye bir şey olmadığı üçün, insan denen canlı türünün mutluluğu də gerçekleşmeyecekti. Söz gelimi biz, galip gelme və iradeyi kabul ettirme anlamında defi, püskürtmeyi aradan kaldırırsak, toplumun bütün fertleri başkasının menfaatlerine tərs düşen bir fiil içinde olacaklardır (başkasının meşru ya da gayri meşru menfaatleri arasında bu bakımdan bir fərq yoktur) Bu durumda, başkasının ortamı kendi çıkarına uygun hala getirmesi, dönüştürmesi şansı olmayacaktır. Böylece, toplumsal varlığın parçaları arasındaki birlik kopacağı üçün toplumun varlığı də söz mövzusu olmayacaktır.

Biz daha önce varlık yasasının bu temel ilkesine değindik və dedik ki: Toplu halde yaşamaya elverişli olarak yaratılan insanın fıtratının temel özelliği, başkasını kullanma içgüdüsüdür. Dayanışma və uygarlık ikinci derecede özelliklerdir. "İnsanlar tək bir ümmetti." (Bakara, 213) ayetini incelerken, insanın bu xarakteristika özelliği hakkında, ayrıntılı açıklamalar sunduk.

Gerçekte, defetme, yenme anlamı, genel niteliklidir və toplumsal olguların tümünde etkin biçimde rol oynayan bir realitedir. Özü isə, başkasını mümkün olan bir yöntemle kendi iradesi doğrultusunda kullanmaktır. Önündeki engelleri bertaraf etme amacına yönelik olarak çalışmasıdır.

Bu genel anlam, həm savaşın, həm də barışın arka planında mevcuttur. Zorlukta, genişlikte, rahatta və yorgunlukta mevcuttur. Zorlukta, genişlikte rahatta və yorgunlukta bu anlamı etkin və belirleyici olarak görebiliriz. Toplu halde yaşayan bütün halkları oluşturan fərdlər arasındaki ilişkide əsas olan, bu anlamlardır. İnsan, özellikle bazı fertler arasında, hayata ilişkin haklar, arzular ya da eğilimlerle ilgili olarak baş gösteren çekişmelerin, çatışmaların gün yüzüne çıkması ilə bu temel gerçeğin farkına varır. O zaman, insan, kendisi ilə sürtüşen, hakkına ya da arzularına engel olan öteki insanı yenilgiye uğratma amacına yönelik faaliyetler içine girer. Bilindiği gibi bu mücadelenin zayıf və güçlü olmak üzere çeşitli aşamaları vardır. Savaş və çatışma də bunun bir aşamasıdır.

Biliyorsunuz ki, bu gerçek, yani yenme, püskürtme içgüdüsünün insanın öz yaratılışında iştirak edən fitri temellerden biri olması gerçeği, meşru bir hakkı adalet ilkesine uygun olarak veya başka bir yöntemle savunmaktan çox daha genel kapsamlıdır. Çünkü, əgər insanın fıtratında bu tarzda özümsenmiş bir özellik bulunmasaydı, insan tarafından bir hakkı elde etmeye yönelik meşru ya da başka türlü bir savunma mekanizması geliştirilmezdi. Daha önce də söylediğimiz gibi, insan tarafından sergilenen fiillerin, gerçekleştirilen işlerin kaynağı fitrətdir. Şa-yet möminlə kafir arasında fıtrat ortaklığı olmasaydı, möminin amellerine temel oluşturacak kendine özgü bir fıtrata sahip olması mümkün olmayacaktı.

Yine önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, bu fitri temelden, toplum temelini atma hususunda yararlanılır, sonra iradeyi bir başkasına kabul ettirme, elindeki hər şeyə saldırganlık və galibiyet yoluyla sahip olma hususunda yararlanılır. Veya gerçekten bir saldırıyı püskürtmede və galibiyet və saldırı yoluyla əl konulan malları geri almada yararlanılır. Ayrıca, insanların tamamen bilgisizlik sonucu öldürdükleri hakları yeniden diriltme, mutluluklarını onlara zorla kabul ettirme hususunda də bu fitri özellikten yararlanmak mümkündür. Demek oluyor ki, bu karakteristik özellik, insana verdiği zarardan çox, ona yarar sağlamaktadır.

"Əgər Allah'ın, insanların bir kısmı ilə bir kısmını defi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı." ifadesi ilə, yukarıda sunduğumuz açıklama ilə işaret ettiğimiz, insanın bu karakteristik özelliği kastedilmiş olabilir. "Ancak Allah, alemlere karşı büyük fəzl sahibidir." şeklindeki değerlendirme cümlesi də bunu destekleyici niteliktedir.

Bazı tefsirciler, "Ayette işaret edilen, insanların bir kısmının bir kısmını defi ilə yüce Allah'ın möminlər aracılığı ilə kafirleri defetmesi kastedilmiştir. Nitekim ayetin içinde bulunduğu ayetler grubu də bu konuyu işlemektedir." demişlerdir. Bu ayəs(n)i kerime də, bu görüşü destekler niteliktedir: "Əgər Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar və içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi..." (Həcc, 40)

Bu yorumla ilgili sorun şudur: Aslında doğru bir değerlendirmedir bu. Ancak, incelemekte olduğumuz ayetin zahirinden anlıyoruz ki; yeryüzünün ıslahından maksat, mutlak, sürekli və insanın toplumsal yaşantısını ayakta tutucu bir ıslahtır. Belli dönemlerde ortaya çıkan xüsusi bir ıslah değil. Talut kıssası və diğer mevzii, geçici ıslahları konu edinen kıssalarda anlatıldığı şekliyle bir yeryüzü ıslahı kastedilmiyor.

Bir diğeri də şöyle bir yorum getirmiştir: Burada kastedilen, yüce Allahın yaxşı nitelikli, iyilik yapan insanlar nedeniyle, günahkar insanlardan əzab və həlakı defetmesidir. Bununla ilgili olarak gerek Şiə və gerekse Ehlisünnet kaynaklarında bir çox hadis rivayet edilmiştir. Nitekim Mecma'ul-Beyan və et-Dürr'ül-Mensur təfsirlərində Cabir kanalıyla şöyle rivayet edilir: Resulullah efendimiz (s. a. a) buyurdu ki: "Heç şüphesiz yüce Allah, Müsəlman insanın salih biri olmasıyla, onun çocuğunu və çocuğunun çocuğunu, ev halkını və çevresindeki aileleri salih kimseler yapar. Bu salih insan aralarında olduğu sürece Allah'ın koruması altında olurlar."

el-Kafi[154] və Tefsir'ul-Ayyaşi'de[155], İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah, bizim Şiamızdan namaz kılan nedeniyle, bizim Şiamızdan namaz kılmayanı savunur, korur. Əgər tümü namaz kılmayacak olurlarsa, helak olurlar. Yüce Allah, bizim Şiamızdan zəkat veren nedeniyle, bizim Şiamızdan zəkat vermeyeni korur. Əgər tümü zəkat vermeyecek olurlarsa, helak olurlar. Yüce Allah, bizim Şiamızdan hacca giden nedeniyle bizim Şiamızdan hacca gitmeyeni korur. Əgər tümü hacca gitmeyecek olurlarsa, helak olurlar." Buna benzer bir çox rivayet vardır.

Bu yoruma ilişkin değerlendirmemiz isə şöyledir: Yukarıda sunulan iki ayetin, bu iki hadisin içerdiği anlamla örtüşmedikleri açıktır. Aralarındaki tək uyuşma noktası, anlatılan hususların də, insanların defi konusuyla ilintili olmalarıdır.

Bazıları: "Burada, yüce Allah'ın bazı zalimleri, diğer bazı zalimler aracılığı ilə defetmesi kastedilmiştir." demişlerdir. Bu değerlendirmenin ayetle örtüşmediği hər kəs tərəfindən bilinen bir husustur.

252) İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir.

Bu ifade, bir bakıma konuyu və kıssayı sonuçlandırıyor. Bu kadarı var ki, ayetin sonundaki, "Sən də gönderilen elçilerdensin." cümlesi, bundan sonraki ayetle bağlantısının olduğunu gösteriyor.

AYETLERİN hadisLER IŞIĞINDA şərhi



et-Dürr'ül-Mensur təfsirində, Abdurrezzak və İbn Cerir, Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet ederler: "Allah'a güzel bir borcu verecek olan kimdir?..." ayeti inince, Əbu Dehdah Rəsulullah efendimizin (s. a. a) yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın peygamberi, gördüğüm kadarıyla, Rabbimiz bize bahşettiği şeylerden borc istiyor. Benim iki tarlam var. Biri şehrin yukarısında, biri də aşağısındadır. Bu tarlaların ən/en verimlisini sadaka olarak veriyorum." Resulullah şöyle diyordu: "Cennette salkımlarını Əbu Dehdah üçün aşağı doğru sarkıtan nice hurma ağaçları vardır."

Aynı hadis değişik kanallardan də rivayet edilmiştir.

Maani'l-Ahbar adlı əsərdə İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kim bir iyilikle gelirse, kendisine ondan daha hayırlısı vardır." ayeti inince, Resulullah efendimiz, "Benim üçün artır Alla-h'ım!" dedi. Bunun üzerine yüce Allah, "Kim bir iyilikle gelirse kendisine bunun on katı vardır." ayetini indirdi. Rəsulullah, "Benim üçün arttır Allah'ım!" dedi. Bunun üzerine yüce Allah, "Allah'a, karşılığını çox arttırma ilə qat qat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?" ayetini indirdi. Bu ayetten sonra Resulullah bildi ki, yüce Allah'ın bahşedeceği çokluk, sayısızdır, sonsuzdur.[156]

Mən deyərəm ki: Tabersi Mecma'ul-Beyan adlı əsərində, Ayyaşi də kendi tefsirinde[157], benzeri bir hadisi rivayet etmişlerdir. Yakın anlamlar içeren bir hadis də Ehlisünnet kaynaklarınca rivayet edilmiştir. İmamın, "Resulullah bildi ki..." şeklindeki sözü, ayetin sonundaki cümlesinin ifade ettiği anlama yönelik bir işaret niteliğindedir: "Allah, daraltır və genişletir." Çünkü ulu Allah'ın bağışının sınırı yoktur. Nitekim ulu Allah bir ayette şöyle buyurur: "Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsra, 20)

Tefsir'ul-Ayyaşi'de, İmam Ebul'Hasan'ın (ə.s) ayəs(n)i kerime ilə ilgili olarak; "Burada imama bağlılık və bağış kastedilmiştir." dediği rivayet edilir.[158]

Benzeri bir yorum də əl-Kafi'de[159] İmam Cəfər Sadiğə (ə.s) dayandırılmıştır. Bu, genel bir anlamı somutlaştırma niteliğinde bir yorumdur.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "Hani, peygamberlerinden birine demişlerdi ki..." ayeti ilə ilgili olarak, "Bu peygamber Uşmuil'dir, Arapça telaffuzu də İsmail şeklindedir." deniyor.

Mən deyərəm ki: Aynı yorum, Ehlisünnet kaynaklarınca də rivayet edilmiştir ki: Şumuil'in adı eski və yeni ahitte Samuel olarak geçer.

Tefsir'ul-Kummi'de, babasından, o da Nadr b. Süveyd'den, o da Yah-ya el-Halebi'den, o da Harun b. Harice'den, o da Əbu Basir'den İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediğini rivayet edər: "İsrailoğulları Hz. Musa'nın (ə.s) ölümünden sonra günah işlemeye başladılar. Allah'ın dinini değiştirdiler. Rablerinin emrini çiğnediler. Aralarında bir peygamber bulunuyordu və kendilerini iyiliği emredip kötülüğü yasaklıyordu. Amma onu dinlemediler. Rivayet edilir ki, bu peygamberin adı Ermiya (Ona, Resululah'a və Ehlibeyt'ine salam olsun) idi. (Bu uyarı dinlemez tutumlarını sürdürmeleri üzerine) yüce Allah, Kıbtilerden olan Calut'u üzerlerine musallat etti. Calut onları aşağılıyor, erkeklerini öldürüp onları yurtlarından və mallarından uzaklaştırıyordu. Kadınlarını də köleleştirmişti."

"Bunlar peygamberlerinin yanına koştular və sızladılar və 'Allahdan, bize bir hükümdar göndermesini dile. Allah yolunda savaşalım.' dediler. Peygamberlik misyonunu, İsrailoğulları içinde bir aile temsil ediyordu. Hükümdarlık misyonunu də bir başka aile temsil ediyordu. Yüce Allah, peygamberlik və hükümdarlık misyonlarını aynı ailede toplamamıştı. Bu yüzden peygamberlerine, 'Bize bir hükümdar gönder də, Allah yolunda savaşalım.' dediler. Peygamber onlara bu karşılığı verdi: 'Ya üzerinize savaş yazılınca savaşmayacak olursanız?' Bunun üzerine şöyle dediler: 'Bize nə oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık və çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık)?' Sonra yüce Allah'ın dediği gibi oldu: Onlara savaş yazıldığı zaman, az bir kısmı hariç yüz/üz çevirdiler, Allah zalimleri bilir."

"Onlara peygamberleri dedi ki: 'Allah size Talut'u hükümdar olarak gönderdi.' Buna çox kızdılar və şöyle dediler: 'Hükümdarlığı nasıl olabilir? Biz hükümdarlığa, ondan daha çox layık ikən və ona mal bolluğu də verilmemiş ikən onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir.' Peygamberlik misyonunu Lavi sülalesi, hökmdarlıq misyonunu də Yusuf sülalesi taşıyordu. Talut, Yusufun öz kardeşi Bünyamin'in soyundan geliyordu. Yani nə peygamberlik, nə də hükümdarlık sülalesinden geliyordu."

Bu itirazları üzerine, peygamberleri onlara şöyle dedi: 'Doğrusu Allah size onun seçti və onu bilgi və bədəni gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti və lütfü) geniş olandır, bilendir.' Talut, beden olarak içlerinde ən iri və ən/en güçlü olanıydı. Ayrıca onlardan daha bilgiliydi. Amma yoksuldu. Onu yoksul olmakla ayıpladılar. Dediler ki: Ona bir mal bolluğu verilmemiştir."

"Peygamberleri onlara şöyle dedi: 'ONun krallığının belgesi, size Tabut'un gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir güven duygusu və huzur ilə Musa ailesinin və Harun ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı var; onu melekler taşır.' Tabutu yüce Allah Musa (ə.s) üçün indirmişti. Annesi onu içine koyup suya bırakmıştı. İsrailoğulları bu sandığı kutsal sayıyorlardı. Hz. Musa (ə.s) vefat edeceği sırada, levhaları, zırhını və peygamberliğinin belgelerini bu sandığın içine koyup vasisi Yuşa'a emanet etti. Sandık aralarında kaldı. Ta ki, artık önemsemez oldular və çocuklar yollarda onunla oynamaya başladılar. Sandık aralarında olduğu sürece, İsrailoğulları onurlu bir hayat sürdürdüler. Günah işlemeye və sandığa saygı göstermemeye başlayınca, Allah sandığı onların arasından kaldırdı. İşte peygamberden hükümdar istediklerinde, Allah onlara Talut'u gönderdi. Onlarla birlikte savaştı. Bunun üzerine Allah, onlara Tabut'u geri gönderdi: Nitekim şöyle buyurmuştur: 'ONun hökmdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir güven duygusu və huzur ilə, Musa ailesinin və Harun ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı var; onu melekler taşır.' Ayette geçen kalıntıdan maksat, peygamberlerin soyudur."

Mən deyərəm ki: "Rivayet edilir ki bu peygamberin adı Ermiya (Ona, Resulullah'a və Ehlibeyt'ine salam olsun) idi." şeklindeki söz bu hadisin içinde yer/yeyər verilen başka bir rivayettir. "Və ardından Allah'ın dediği gibi oldu." Yani, çoğu kürək çevirdi, savaş hükmünün gerekliliğini kabul edən, az sayıda kimse kaldı. Bazı rivayetlerde, bu azınlığın də sayısının altmış bini bulduğu belirtilir. Bunu Tefsir'ul-Kummi'nin müəllifi babası kanalıyla Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (ə.s), Ayyaşi da İmam Məhəmməd Misdən (ə.s) rivayet edər. [160]

"Peygamberlik misyonunu Lavi ailesi, hükümdarlık misyonunu də Yusuf ailesi taşıyordu." Denilmiştir ki; hükümdarlık yetkisi Yahuda ailesine aitti. Buna bu şekilde itiraz edilmiştir ki, Yahuda ailesi arasında Talut, Davut və Süleyman'dan önce krallık yoktu, dolayısıyla Yahuda'nın ailesinde krallık yetkisinin bulunması düşünülemez. Bu değerlendirme Ehlibeyt İmamları'ndan nakledilen: "Krallık Yusuf ailesine aittti. Çünkü Hz. Yusufun bir zamanlar hükümdar olduğu inkar edilemez bir gerçektir." şeklindeki rivayeti desteklemektedir.

"Kalıntıdan maksat, peygamberlerin soyudur." sözüne gelince, bu söz raviye aid yanlış bir değerlendirmedir. O, bu sözüyle "kalıntı" ifadesini açıklamak istemiştir. Halbuki İmam bu sözüyle, "Musa'nın ailesinin və Harun'un ailesinin" sözünü tefsir etmiştir. Bu değerlendirmemizi Tefsir'ul-Ayyaşi'de İmam Cəfər Sadiğə (ə.s) isnat edilen bu rivayet də desteklemektedir: İmam'a, "Musa ailesinin və Harun ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı var; onu melekler taşır." ifadesi soruldu. Buyurdu ki: (Musa ailesi və Harun ailesinden) peygamberlerin soyu, kastediliyor.

el-Kafidə Muhammed b. Yahya, Muhammed b Ahmed, Muhammed b. Halid, Hüseyin b. Said, Nəsr b. Süveyd, Yahya el-Halebi, Harun b. Harice və Əbu Basir'den İmam Məhəmməd Misin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah, 'Sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir. Və kim də onu tatmazsa ben-dendir.' buyuruyor. Amma üç yüz on üç kişi hariç, tümü də o sudan içti. Birer ovuc içenler və heç içmeyenler bu sayının içindedir. Calut'a karşı savaş meydanına çıktıklarında, sudan bir ovuc içenler şöyle dediler: 'Bu gün bizim Calut'a və ordusuna karşı koyacak gücümüz yox.' Amma o sudan heç tatmayanlar: 'Nice küçük topluluk daha çox olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.' dediler."[161]

Mən deyərəm ki: Talut'un yanında kalan asker sayısının, tıpkı Bedir savaşına katılanlar gibi üç yüz on üç olması, şeklindeki değerlendirmeye gelince, buna ilişkin bir çox rivayet, Şiə və Ehlisünnet kaynaklarında yer/yeyər almaktadır. "Bizim gücümüz yox" diyenlerin, sudan bir ovuc içenler və "nice küçük topluluk..." diyenlerinse, sudan heç dadmayanlar olması, daha önce bizim, ayetteki istisna üzerine yaptığımız değerlendirmeden də çıkarılabilir.

əl-Kafi adlı eserde, kendi isnadıyla Ahmed b. Muhammed'den, o da Hüseyin b.Said'den, o da Fudale b. Eyüpdən, o da Yahya el-Halebi'den, o da Abdullah b. Süleyman aracılığı ilə İmam Məhəmməd Misin (ə.s): "Onun hükümdarlığının belgesi..." diye başlayan ifade hakkında "Melekler onu sığır suretinde taşıyorlardı." dediğini rivayet edər.

Biz genelde hadislerin rivayet zincirlerine yer/yeyər vermezken, bu rivayeti ravi zinciriyle birlikte sunmamızın nedeni şudur: Biz Quranla uyuşan rivayetlerin ravi zincirine yer/yeyər vermeyiz. Çünkü Quranla uyuştuktan sonra, artık hadisin rivayet zincirine gerek yoktur. Amma Quranla uyuşmayan, bağdaştırma imkanı bulunamayan hadislerin rivayet zin-cirlerini sunmaktan başka seçenek yoktur. Bununla beraber biz, senetleri sahih ya da karinelerle destekli rivayetlere yer/yeyər vermeyi uygun görüyoruz.

Tefsir'ul-Ayyaşi'de, Muhammed el-Halebi kanalıyla İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediği rivayet edilir: Davud'un dörd kardeşi və bir də yaşlı babası bulunuyordu. Davud babasına aid bir koyun sürüsünün başında geride kaldı (kardeşleri isə Talut'un ordusunda yer/yeyər almışlardı.) Talut ordusuyla birlikte ayrılınca, babası ən/en küçük oğlu olan Davud'u çağırdı və ona şöyle dedi: "Yavrucuğum bu yemeği götür kardeşlerine ver. Düşmana karşı güçlensinler." Davud kısa boylu, zayıf, saçı seyrek və temiz kalpli birisiydi. Babasının verdiği şeyleri al/götürüb yola koyuldu. Geldiğinde iki ordu birbirine yaklaşmıştı.

(Ayyaşi bundan sonrasını Əbu Basir'den nakleder) Əbu Basir deyər ki İmam'ın şöyle dediğini duydum: Davud yoluna devam ederken bir taşın yanından geçti. Daş ona seslendi: Ey Davud, beni al/götür və benimle Calut'u öldür. Çünkü mən, onu öldürmek üçün yaratıldım. Davud taşı al/götürüb koyunlarını güderken, gerektiğinde kullanmak üzere yanında bulundurduğu daş torbasına koydu. Askerlerin yanına geldiğinde onların Calut'un ordusunu gözlerinde büyüttüklerini gördü. Davud onlara dedi ki: Onu və gücünü neden abartıyorsunuz ki? Allah'a andolsun, şayet onu bana gösterirseniz, onu öldürürüm. Askerler bu haberi Talut'a ilettiler. Nihayet Talut'un huzuruna götürdüklerinde Talut: Delikanlı, senin gücün nedir? Gücünü denedin mi? diye sordu. Davud: Arslan koyunlarıma saldırırdı. Mən də onu yakalar, başını tutup sakalından çekerek kaptığı koyunu ağzından çıkarırdım.

Bunun üzerine Talut: "Bana yüksek bir zireh getirin" dedi. Zırhı Da-vud'a giydirdi. Davud, Talut'u və yanındaki İsrailoğulları'nın ileri gelenlerini hayrete düşürecek şekilde zırhı doldurdu. Bunun üzerine Talut şöyle dedi: "Allah'a andolsun, belki də Allah Culat'u bunun eliyle öldürecektir." Sabah olub İsrailoğulları Talut'un yanına dönünce və iki ordu karşı karşıya gelince, Davud: "Bana Calut'u gösterin." dedi. Onu gösterdiklerinde, torbasındaki taşı çıkarıp daş atmak üçün kullanılan aletin içine koyup fırlattı. Daş Calut'un iki gözünün ortasına isabet etti və başını yardı. Calut atının sırtından yere düştü. İnsanlar: Davud Calut'u öldürdü, diye bağırdılar. Böylece Davud'u kral elan ettiler. Artık Talut'tan söz edilmez oldu. İsrailoğulları Davud'un etrafında birleştiler. Yüce Allah ona "Zebur"u indirdi. Ona demirciliği öğretti və demiri onun rahatlıkla işleyebileceği şekilde yumuşattı. Dağlara və kuşlara onunla birlikte tesbih etmelerini emretti. Yüce Allah, heç kimseye, onunkisi gibi bir səs vermemişti. Davud İsrailoğulları içinde gizlice kalkıp ibadet ederdi. Allah ona büyük bir ibadet isteği və gücü bahşetmişti.[162]

Metnin orijinalinde geçen "Mikzaf" taşatma aleti" çobanlarca kullanılan və sürüyü gütmek üçün kulanılan bir alettir. Həm Şiə, həm Ehlisünnet kaynakları, Davud'un Calut'u taşla öldürdüğü hususunda görüş birliği içindedirler.

Mecmau'l-Beyan tefsirinde Hz. Əlinin (ə.s) "tündünə"ni içinde cennetten bir yel əsən və insana benzer yüzü olan bir varlık olarak tarif ettiği rivayet edilir.

Aynı açıklama et-Dürr'ül-Mensur təfsirində, Süfyan b. Üyeyne'den, İbn Cerir Seleme b. Küheyl kanalıyla Hz. Əlidən (ə.s), yine Abdurrezzak'tan və, Əbu Ubeyd, ABŞ b. Humeyd, İbn Cerir, İbn Munzir, İbn Əbu Hatem və Hakim (hadisin sahih olduğunu belirtmiş) İbn Asakir və Beyhaki, Delail adlı eserinde, Əbul Ahves kanalıyla onun benzerini Hz. Əlidən (ə.s) rivayet etmişlerdir.

Tefsir'ul-Kummi'de Qummu babasından, o da Əli b. Hüseyin b. Ha-lid kanalıyla İmam Rıza'dan (ə.s) şöyle rivayet edər: "Tündünə, cennetten əsən bir rüzgardır və insana benzer bir yüzü vardır."

Mən deyərəm ki: Aynı açıklamayı, Şeyx Saduk Maani'l-Ahbar adlı eserinde və Tefsir'ul-Ayyaşi'de[163] İmam Rıza'dan (ə.s) rivayet etmişlerdir. "Tündünə"nin anlamına ilişkin bu rivayetler, hər nə kadar haber-i ahad niteliğindeyseler də, ayetin anlamı ilə bağdaştırılıp değerlendirilebilirler. Bu halde, rivayetin sahih olduğunu varsayarak, vurgulamak istenen anlamın bu olduğunu söyleyebiliriz: Ayette geçen "tündünə" huzur və güven duygusu nefsin ulaştığı bir kemal derecesidir. Nefsin Allah'ın emrine güven duyup huzurla bağlı kalmasını öngörür. Soyut olguları somutlaştırma nitelikli bu cür ifadelere, Ehlibeyt İmamları'nın sözleri arasında çokça rastlanır. Bu açıdan "tündünə"nin iman ruhuyla ben-zeştiğini görüyoruz. Nitekim bundan önceki açıklamada "tündünə"nin (huzur və güven duygusu) iman ruhu ilə bağlaştığını, benzeştiğini söylemiştik.

Buna göre, Maani'l-Ahbar adlı eserde, İmam Ebu'l-Hasan'dan (ə.s) "tündünə"nin anlamı ilə ilgili olarak rivayet edilen: "O, Allah'ın konuşan ruhudur. Möminlər ihtilafa düştükleri zaman onlarla konuşur gerçeği onlara haber verirdi..." şeklindeki hadisi bu şekilde yorumlamak gerekir: O, iman ruhudur. Hakkında görüş ayrılıkları baş gösteren meselelerde, möminlərə gerçeği gösterir.

[Mövcudluq Mübarizəsi və Təbii Seçki Qanunları Üzərinə] BİLİMSEL VƏ SOSYOLOJİK BİR AÇIKLAMA

Biyoloji uzmanlarının araştırmaları və bilimsel deneylerinden çıkan sonuca göre, varlığını koruma və sürdürme içgüdüsüne sahip və bu amaca uygun fiiller gerçekleştirmesini sağlayan güc və enerjiyle donatılmış canlılar, varlıklarını sürdürmek üçün birbirleriyle mücadele halindedirler. Bu mücadele, başkasına yönelik etkiyi arttırma veya başkasından etkilenme şeklinde cereyan edər. Üstünlükse mücadele edən tarafların ən/en güçlüsüne və ən/en gelişmişine aid olar. Bunun sonucu şudur: Doğa bir türün fərdləri içinde veya iki canlı türü arasında ən/en gelişmişini və ən/en idealini belirlemek üçün sürekli bir seçim mekanizmasını işletmektedir. Ən/en gelişmiş və ən/en ideali belirlenince, bu varlığını sürdürür, diğerleri aşamalı olarak hayat sahnesinden çekilmek durumunda kalır. Böylece doğanın iki temel kuralı meydana çıkmış olar.

a) Canlılar arasında varolma mücadelesi

b) Doğal seçim və ən/en idealin varlığını sürdürmesi.

Toplum də varlığı itibariyle doğaya dayandığı üçün ona da aynı yasa egemendir: Varolmak üçün mücadele etme... və İdeal varlığı olanın varlığını sürdürmeye haqq kazanması, yasası yani.

Bu halde, tam və sağlam bir birliğe dayanan, bünyesinde bireylerinin, bireysel və toplumsal hakları gözetilen kamil toplum, varlığını sürdürme noktasında başkalarına göre daha çox haqq sahibidir. Bu özellikleri özünde barındırmayan toplumsa, yox olmaya və çökmeye mahkumdur.

Deneyimler, dinamik, toplumsal yükümlülüklerini titiz bir özdenetim içinde yerine getiren, toplumsal tarzına uygun hareket etmeyi şiar halına getiren milletlerin yaşadığı, bunun dışındaki milletlerinse, önce kalplerin ayrılması, ardından iki yüzlülüğün genel bir karakteristik özellik halını alması, sonra zulüm və bozgunculuğun yaygınlaşması, cid-diyetin kalkması buna paralel olarak etkinlik sahibi kimselerin, şımarıp azgınlaşması və sosyal bünyenin çökmesi sonucu dünya sahnesinden çekildiklerini ortaya koymaktadır.

Toplumsal deneyimler, bize bu değişmez doğa yasasını anlatmaktadır. Arkeolojik araştırmalar, yerkürenin ilk oluşum evresinden kalma bazı hayvan türlerinin fosillerini ortaya çıkarmıştır. Bu hayvanların günümüzde nesilleri yok olmuştur. "Buruntosarus" adlı hayvanı buna örnek verebiliriz. Bunun yanında Timsah və kurbağa gibi az sayıda örnekleri bulunan hayvan türleri təsbit edilmiştir. Bu hayvan türlerinin nesillerinin tükenmesinde sadece canlılar arası varolma, varlığını sürdürme mücadelesi və doğanın ideal olanın devamına karar vermesi yasası belirleyici rol oynamıştır. Aynı şekilde günümüzde nesillerini devam ettiren canlı türleri də mücadele və doğal seçim etkenlerinin belirleyiciliği altında değişim geçirmektedirler. Bunların içinde də sadece varlık açısından daha güçlü və daha ideal olanlar yaşama şansına sahiptir. Sonra, kalıtım yasası, varlığı sürdürmeye və türü devamlı kılmaya ilişkin hükmünü yürürlüğe koyar.

Bu tərz üzere, canlı türleri və evrende mevcut bulunan bileşimler, özü itibariyle, boşluğa yayılmış madde cüzleri halindeydiler. Bu cüzlerin bileşimi və bir araya gelmesi sonucu yeryüzü və benzeri küreler və bunlar üzerinde var olan türler meydana geldi. Bunlar içinde varlığını sürdürmeye elverişli olanlar, kaldılar, sonra də kalıtım yoluyla varlıklarını sürdürdüler. Varlığını sürdürmeye elverişli olmayanlarsa, kendilerinden daha güçlü olan canlılarla giriştikleri var olma savaşımından yenik çıktılar, varlık sahnesinden çekildiler. Biyologların və sosyologların değerlendirmeleri bundan ibarettir.

Son kuşak bilim adamlarıysa, bir çox zayıf canlı türünün günümüze kadar varlığını sürdürmüş olmasını, yeryüzünde bir çox bitki və hayvan türlerinin varlığını göstererek bu teoriye karşı çıkmışlardır. Şöyle ki: Aşılama və evcilleştirme yöntemiyle bir çox zayıf yapılı bitki və hayvan türü bu ilkel və güçsüz konumundan çıkarılıp daha soylu və daha mükemmel bir hala getirilmektedir. Bununla beraber, aynı türden bir çox bitki və hayvan də eski cılız və güçsüz durumunu sürdürmektedir. Zayıflıkları, cılızlıkları gün be gün artarak devam etmektedir. Ayrıca bu özellik onlarda kalıtım yoluyla süreklilik kazanmaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki; varolmak üçün türler arası savaşım və doğanın ən/en mükemmel olanı seçip gerisini yox olmağa mahkum etmesi yasası, hər yerde geçerli değildir.

Bu nedenle, bazı bilim adamları, canlıların sahip oldukları bu niteliği çevre faktörüyle ilintilendirmeye çalışmışlardır. Doğal etkenler bütününden ibaret olan çevre faktörü, zamansal və mekansal xüsusi koşulların etkisiyle, varlıkları, varoluşları açısından kendisine uymaya zorlar. Aynı şekilde bireyin doğası də varlığının yaşam sürdüğü çevrenin özellikleriyle uyğunlaşma içinde olmasını öngörür.

Bu yüzden, karada, denizde, ya da yeryüzünün değişik katmanlarında, kutuplarda və ekvator bölgesinde yaşayan canlı türlerinden hər birinin yaşadığı çevreye, bölgeye elverişli organları, aletleri və güçleri bulunur. Bu halde, bir canlının varlığı çevre koşullarına uyğunlaşma sağladığında, çevre faktörü onun kalıcılığını öngörür. Aynı faktör, canlının çevre koşullarına uyğunlaşma sağlamaması durumunda də adı geçen canlının yox olmasını zorunlu kılar.

Bu demektir ki, yukarıda değindiğimiz iki kural, bu yasadan kaynaklanıyorlar. Yani, canlılar arası yaşama mücadelesi və doğanın ən/en gelişmiş canlıyı seçip gerisini yokluğa tərk etməsi olgusunun temeli, çevreye uyumdur. Buna göre, bir yerde bu iki kuralın etkinliği söz konusu değilse, orada, etkinliği gerektirecek bir çevre faktörü yox demektir.

Nə var ki, tıpkı bu iki kuralda olduğu gibi, çevreye uyğunlaşma faktörünün də sürekliliği və kapsamlılığı ile çelişen durumlarla karşılaşıyoruz. Konunun uzmanları eserlerinde buna ilişkin ayrıntılı açıklamalar sunmuşlardır.

Əgər çevre faktörünün etkinliği tam və sürekli yenilenir olsaydı, çev-reye uymayan bir türün ya da bir ferdin bulunmaması və ayrıca çevre faktörünün da heç değişmemesi gerekirdi. Aynı şekilde, yukarıda işaret ettiğimiz iki kuralın də etkinlikleri tam və egemenlikleri sürekli olsaydı, heç bir zayıf bünyeli varlığın güçlülerle birlikte varlığını sürdürmemesi, ayrıca bir çox zayıf bünyeli bitki və hayvan türlerinin bu özelliklerinin kalıtım yoluyla sürüp gitmemesi gerekirdi.

Gerçekte, bilimsel araştırmalarında də ortaya koydukları gibi, bu kurallar, belli ölçülerde geçerli olmakla beraber, hər yerde yinelenen bir etkinliğe sahip değildirler.

Felsefenin bu konuya ilişkin genel değerlendirmesi şöyledir: Maddi olayların meydana gelişleri, ister varoluşlarının temeli açısından, ister varoluşlarının çevresinde meydana gelen değişim və dönüşümler açısından, sebep-sonuç yasası ekseni etrafında gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, hər maddi varlık, varoluşumu yararına yönelik aktif bir mekanizmaya sahip olması bakımından etkinliğini bir başkasına yöneltir. Məqsəd, onda kendisi ilə uyuşan bir şekil meydana getirmektir. Varlıkların birbirleri karşısındaki konumları üzerinde düşünüldüğü zaman, bu gerçeği kabul etmekten başka seçenek yoktur.

Bu da hər varlığın bir başkasından bir parça eksiltmesi və kendi varlığının yararına olmak üzere, kendi varlığındaki eksikliği bununla gidermesi gerçeğini kaçınılmaz kılar. Bu demektir ki, hər varlık, varlığını və hayatını sürdürmek üçün sürekli faaliyet halında olmak durumundadır. Bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Varlıklar arasında, bir varolma savaşımı sürüp gitmektedir. Ayrıca güçlü olanın zayıf olan üzerinde bir etkinlik kurması, onu yox etmek ya da değişime uğratmak suretiyle kendi varlığına yararlı hala getirmesi kaçınılmazdır.

O zaman, doğal seçim və çevre faktörü yasalarının pratikteki işlev-leri belirginlik kazanmış olar. Çünkü bir canlı türü, karşıt etmenlerin baskısı altında olduğu zaman, varoluşsal güçleri kendini savunabilecek durumda olmaları halında, bunlara karşı bir direnç gösterebilir. Aynı durum, bir türün tək bir ferdi üçün də geçerlidir. Bunlardan sadece kendilerine yönelen olumsuzluklara və karşıt güçlere karşı koyabilecek güce sahip olanlar, yaşamlarını sürdürmeye elverişlidirler. İşte, doğal seçim və ideal olanın varlığını sürdürmesi dediğimiz şey budur.

Aynı şekilde, bir çox faktör toplandığında, bunların büyük çoğunluğu birleştiğinde ya da işleyiş noktasında paralellik gösterdiğinde arada kalan bir varlığın, pratiğine uygun bir şekilde etkilenmemesi mümkün değildir. Çevre faktörü dediğimiz şey də budur.

Bu gerçeğin bilinmesi bir zorunluluktur: Bu cür evrensel yasalar, yani çevre faktörü və benzeri olguların etkinliği, ancak etki etmeye elverişli ortamlarda, bir şeyin arazı və tabii olan olgular üzerinde söz konusu olabilir. Amma, bir şeyin zatı üzerinde, onu bir başka türe dönüştürecek şekilde bir etkinliğe sahip olmaları, kesinlikle mümkün değildir.

Ancak bazıları, cevher zatın varlığını kabul etmezler. Onların araştırmaları bu esasa dayanır: "Hər varlık, madde üçün sonradan ortaya çıkmış arazların birleşiminden ibarettir. Bir növ bir başkasından bu şekilde ayrılır. Gerçekten bir başka türden ayrılan bir cevher növ yoktur. Tam tersine, bütün türler sonunda bir türe sahip maddeye gelip dayanırlar. Farklılıkları, birleşimlerinin farklılığından kaynaklanır." Bu yüzden, bu görüşü benimseyen bilim adamlarının türlerin dönüşümünü və çevre faktörünün belirleyiciliğini ya da diğer doğal etmenlerin etkinliğini savunduklarını, bu türlerin değişmez bir zatlarının olduğu gerçeğini büsbütün göz ardı ettiklerini görüyoruz. Meselenin ələ alınacak bir çox boyutu vardır. İnşaallah, ileride daha ayrıntılı açıklamalar sunma imkanını buluruz.

Şimdi yeniden başa dönüyor və diyoruz ki: Bazı tefsir bilginleri: "Əgər Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini defi olmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, bütün alemlere karşı lütuf sahibidir." ayetinde, canlılar arası var olma savaşı və doğanın mükemmel olanı seçmesi, yasasına işaret edildiğini söylemişlerdir.

Bu görüşü savunanlara göre; bu ayette də aynı evrensel yasaya işaret edilmiştir: "Kendileriyle savaşılan möminlərə, karşı koyma izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir və şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar, sırf 'Rabbimiz Allah'tır" dedikleri üçün haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Əgər Allah'ın bazı insanları diğer bazılarıyla defi olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar və içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan mescitler yıkılırdı. Allah, kendine yardım edene elbette yardım edər. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, qalibdir. Onları yeryüzünde iktidara getirdiğimiz takdirde namazı ayakta tutarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vaçgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (Həcc, 39-41) Bu ayə varolmak üçün mücadele etmeye və gerçeği savunmaya yönelik bir işaret içermektedir. Yine bu ayette, mücadelenin sonunda ideal olanın varlığını sürdürdüğü, üstün olanın korunduğu vurgulanıyor.

Quranı Kerim'de iştirak edən bu ayə də bunu destekler niteliktedir: "Gökten bir su indirdi də dereler kendi ölçüsünce çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü taşıdı. Bəzək yahut eşya yapmak üçün ateşte yaktıkları madenlerde də bunun gibi bir köpük vardır. Allah, haqq ilə batılı böyle benzetme ilə anlatır. Köpük yox olub gider. İnsanlara yararlı olan isə yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle güzel örnekler verir." (Rə'd, 17) Buna göre, olayların akışı və canlılar arası var olma savaşımı ilə oluşan denge, topluma zararlı olan batıl köpüğünü önüne katıp götürüyor, geride isə, hakkın yararlı və verimli, yeryüzünün imarında kullanılan zararlı unsurlardan arınmış süzme toprağı və insanoğlunun bəzək olarak kullandığı som altın kalıyor.

Mən deyərəm ki: Varolmak üçün canlıların savaşım verdikleri və doğanın türler arası bir seçim gerçekleştirdiği (daha önce açıklandığı şekliyle) belli ölçülerde haqq olması və Quranın da bunu ifade ettiği gerçeği hakkında söyleyecek bir şeyimiz yoktur. Nə var ki, bu iki evrensel yasayı kanıtlamak amacı ilə yer/yeyər verdikleri bu iki ayetler grubunun, konuyla bir ilgisi yoktur.

Çünkü ilk qrup ta ki ayetlerin amacı, ulu Allah'ın iradesinin alt edilə bilməz olduğunu, yüce Allah'ın hoşnut olduğu tək gerçek olan dinsel ilkelerin yenilmez olduğunu vurgulamaktır. Bu ilkeleri benimseyen kimse, gerçeğe uygun olarak və içtenlikle bağlı kaldığı sürece, heç kimse tarafından yenilgiye uğratılamaz. Öncelikle: "Çünkü onlara zulmedilmiştir və şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir." ifadesi ilə: "Onlar, sırf Rabbimiz Allah'tır, dedikleri üçün haksız yere yurtlarından çıkarıldılar." ifadesi bunu göstermektedir. Çünkü hər iki cümlede, möminlərin düşmanlarını yenilgiye uğratacaklarına işaret ediliyor. Ama bu, varolma savaşımı sonucunda ideal olanın və güçlü olanın varlığını koruması türünde bir gelişme değildir. Çünkü doğada güçlü olmak və ideal varlığa sahip olmak bireyin doğal donanımı itibariyle güçlü olması anlamını ifade edər, hakka bağlı olmayı və manen ideal bir düşünceye sahip olmayı değil.

Ancak, möminlər düşmanlarını hezimete uğratacaklar. Çünkü,hak içerikli ilahi mesaja bağlanmalarından dolayı haksızlığa, zulme uğratıldılar. Ulu Allah haqq ilahtır və hakka yardım edər. Yani, karşı karşıya geldikleri zaman, batıl hakkın dayandığı kanıtı çürütemez.

Haqq mesajı taşıyan insan, misyonunun bilincinde samimi bir mömin olarak kaldığı sürece, batılın ona üstünlük sağlaması, onu yenilgiye uğratması mümkün değildir. Nitekim bu ifade də bunu ortaya koymaktadır: "Allah, kendine yardım edene elbette yardım edər. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, qalibdir. Onları yeryüzünde iktidara getirdiğimiz tak-dirde namazı ayakta tutar, zekatı verirler, iyiliği emrederler..." Yani, onlar haqq içerikli ilahi mesajı benimsediklerini söylerlerken samimidirler, doğruyu ifade etmektedirler. Hakkı içtenlikle və özveriyle savunmaktadırlar.

Sonra ayəs(n)i kerime bu cümle ilə son buluyor: "Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." Bir çox ayette bu gerçeğe işaret edilir. Aslında bu ifade, bütün evrenin kemale erme sürecinde hakka, doğruluğa və gerçek mutluluğa doğru hareket ettiğini ortaya koymaktadır.

Quranı Kerim'in, eninde sonunda galibiyetin ulu Allah'ın və asker-lerinin olacağını vurguladığı də tartışma götürmez bir gerçektir: "Allah: Elbette Mən və elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır." (Mücadele, 21) "Gönderilen elçi kullarımıza bu sözümüz geçmişti: Mutlaka zafere ulaştırılanlar kendileri olacaktır! Və galip gelenler, mutlaka Bizim ordumuz olacaktır." (Saffat, 173) "Allah emrinde galiptir, buyruğunu yerine getirendir." (Yusuf, 21)

Yine, yazarın kendi görüşünü kanıtlamak üzere yer/yeyər verdiği: "Gökten bir su indirdi də dereler kendi ölçüsünde çağlayıp aktı..." ayetini də aynı kategoride değerlendirebiliriz. Çünkü bu ayette, hakkın kalıcılığını, buna karşın batılın geçiciliğini vurgulamaktadır. Bu sonucun haqq ilə batılın mücadelesinden -bununla maddi varlıklarla ilgili haqq və batılı kastediyoruz- ya da çekişme və çatışma tarzından olmayan bir süreçten -maddi varlıklarla mənəvi varlıklar arasındaki haqq və batılda olduğu gibi- kaynaklanıyor olması arasında bir fərq yoktur. Çünkü, mana -ki biz bununla maddeden soyutlanmış varlığı kastediyoruz- maddeye göre daha önceliklidir. Və heç bir şekilde mağlup edilemez. Bu halde, arada bir mücadele söz mövzusu olmaksızın öncelik və kalıcılık maneviyata aittir. Mənəvi və soyut varlıklarla ilgili haqq (iman gibi) və batıl (nifak gibi) için böylesi bir durum söz konusudur.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Bütün yüzler, O diri və yöneticiye boyun eğmiştir." (Taha, 111) "Göklerde və yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi ONA boyun eğmiştir." (Bakara, 116) "Və sonunda senin Rabbine varılacaktır." (Nəcm, 42) Yüce Allah hər şeyin üzerinde galiptir və tək caydırıcı güc sahibidir.

İncelemekte olduğumuz: "Əgər Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini defi olmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğrardı..." ayetine gelince; bildiğiniz gibi, bu ayə, toplumsal hayatın dayandığı və yeryüzünün imarına ön ayaq olan bir gerçeğe işaret ediyor. Şayet toplumsal hayatın dayandığı bu temel gerçek sarsılırsa, yeryüzünün imarı sekteye uğrar və yeryüzüne bozgunculuk egemen olar. İnsanın karakteristik özelliği olan, başkasını kullanma içgüdüsünden söz ediyoruz. Bu içgüdünün yararlı şeylere, uygarlığa və sosyal dayanışmaya kanalize edilişini vurguluyoruz. Gerçi, bu realitenin bazı boyutları varolma savaşımına və doğal seçim mekanizmasına dayanır, ancak bu, yeryüzü imarının və bozgundan korunuşunun dayandığı ilk sebep niteliğindedir. Bu halde, yeryüzünde fesada yol açan etmenlerin yokluğuna ilişkin sebepleri vurgulayan bu ayə, adı geçen gerçek əsas alınarak yorumlanmalıdır, sözü edilen öteki iki evrensel kural değil.

Daha açıq bir ifadeyle: Varolma mücadelesi və doğal seçim mekanizması, çokluğun ortadan kaldırılışını və türlerin teke indirgenişini gerektirir. Çünkü mücadele edən tarafların her biri, bu mücadelesi ilə, karşı tarafın yox olmasını və varlık olarak sahip olduğu özellikleri kendi varlığına katmayı amaçlar. Doğa isə, varlıklar arasında uyguladığı seçim mekanizması aracılığı ile,mücadele edən taraflardan ən/en güçlüsünün, ən/en idealinin yaşamasını, ötekisinin yokluğa terk edilmesini ister. Dolayısıyla, bu iki evrensel kuralın işleyişi çokluğun bozulmasını, geçersiz olmasını, ideal teke indirgenmesini doğurur.

Bu isə, hayat sahnesinde, insanın öz yaratılışı ilə isteği, iç güdüsüyle yöneldiği toplumsallıkla, dayanışma və ortak hareket realitesiyle çelişir. İnsan denen canlı türünün yeryüzünü abadlıq etmesi ancak fıtratın bu öngörüsünün realize edilmesiyle mümkündür. Bir ulusun diğerini yox etmesi, bir toplumun diğerini yutması ilə değil. İnsanı, yeryüzünü abadlıq etmeye, onu bozguncu girişimlere karşı korumaya itələyən güc, aynı zamanda insanı toplu halde yaşamaya, çokluğa dayalı birlik kurmaya və cemaat olmaya itmektedir. Toplumsallığı bir kenara bırakıp türleri teke indirgemek insan fıtratının onayladığı bir şey değildir.

Bu halde, savaş, yeryüzünün imarı, bozgunluktan korunması üçün bir nedendir. Çünkü savaş aracılığı ilə, yox edilmek istenen, ezilmek istenen toplumların yaşamsal hakları, sosyal hakları korunur, diriltilir. Yoksa savaşın işlevi, toplumu dağıtmak, kaynağı kurutmak və karşı tarafa aid uygarlık izlerini yeryüzünden silmek değildir. Bu hususu iyice düşünmek gerekir.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin