286) Allah, heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük də kendi zararınadır.
Ayetin orijinalinde geçen "vus'" yapabilirlik və güc demektir. Əsl anlamı isə, genişlik və mekansal kapasitedir. Sonra insanın isteğine bağlı fiillerinin kaynağı olan gücü üçün də bir növ məkan tasavvur edilir olmuştur. Buna göre, insanın yapabildiği hər iş, onun gücünün bunu kapsayabildiği şeklinde algılanmıştır. Güc yetiremediği də, gücünün onu kapsayamadığı şeklinde düşünülmüştür. Bu yeteneğe və kapasiteye "takat" (yapabilme yeteneği) ismi uygun görülmüş, daha sonra bu "takat"a də "kapasite" anlamında "vus" adı verilmiştir. "Vus'ul insan" denildiğinde "insanın taqəti, gücünün kapasitesi" kastedilmiştir.
Bu anda biliyorsun ki: Yüce Allah'ın kulu üzerindeki hakkının tamamı, kulun, işitip itaat etmesidir. Ancak insan, nefsinin anlamak suretiyle kabule yanaşabileceği durumda "işittim" ifadesinin anlam kazanacağı kuşku götürmez bir realitedir. İnsan nefsinin anlayıp kavrayamayacağı şeyleri, işitme və kabul etme suretiyle icabet etmesinin bir anlamı olmaz. Və yine kulun ancak, bedensel organlarla və fiillerle gönüllü boyun eğme mümkün olduğu hususlarda "itaat ederim və baş üstüne" diyebilmesi apaçık bir gerçektir. Çünkü itaat, insanın gönüllü boyun eğmesidir. Gücünün və azalarının etkileyici emrediciden etkilenmesidir.
Olurluluk mümkün olmadığı durumlara gelince, örneğin bir insana gözüyle bir sesi işitmesinin ya da bedeniyle aynı anda bir neçə yerde olmasının ya da annesinden ikinci dəfə doğmasının emredilmesi gibi durumlarda itaat da düşünülemez və mevlevi bir teklif da böyle bir şeye taalluk etmez. Bu halda hakka çağıran kişiye yönelik işitme və uyma şeklindeki itaat, ancak, insanın gücüne taalluk edən ihtiyari, isteğe bağlı tutum və davranışlarda olar. İnsan bununla kendisine yarar ya da zarar veren şeyler kazanır. Dolayısıyla kazanma, kelimesi, insanın karşısına çıkan və kendisine, nisbət edilen hər şeyin onun gücü və kapasitesi ilə gerçekleştiğinin ən yaxşı kanıtıdır.
Bununla də anlaşılıyor ki: "Allah... yüklemez." ifadesi yüce Alla-h'ın kullar hakkında yürürlüğe koyduğu bir yasaya (sünnete) işaret ediyor. Buna göre yüce Allah, kullardan anlama kapasitelerinin üstünde olan şeylere inanmalarını və güçlerinin kaldıramayacağı şeylerde itaat etmelerini istemez. Bu, Allah'ın yarattığı ağıl sahibi, bilinçli varlıklar arasında geçerli kılınan bir kuraldır. Bu ifade, aynı zamanda, yüce Allah'ın Resulünün və möminlərin lisanıyla aktardığı ifadenin içeriğiyle də uyuşmaktadır. Yani: "İşittik və itaat ettik." Nə fazla nə də eksik.
"Allah heç kimseye... yüklemez." cümlesinin içeriği, hər iki ayetin yani həm kendisinden önceki, həm də sonraki ayetlerin ifadesiyle bağlantılıdır.
Kendisinden önceki ifadeyle bağlantısına gelince, bu açıdan verilen mesaj şudur: Allah kullarına işitebilecekleri və itaat edebilecekleri şeylerden fazlasını yüklemez. Bu halda bu çağrı, onların yapabilecekleri şeyleri içeriyor.
Kendisinden sonraki ifadeyle bağlantılı olarak ələ alındığında ifade ettiği anlam şudur: Yanılma və unutmadan dolayı sorumlu tutulmama, kendilerine ağır yük yüklenmemesi və kaldıramayacakları sorumlulukların verilmemesi şeklinde Resul və möminlər tarafından dile getirilen istekler, bir takım zorlukları də beraberlerinde getiriyorlarsa də, insanın kapasitesinin üstündeki yükümlülükler değildir. Çünkü, əgər kendilerine güc yetirilmeyecek bir şey yüklenilecekse bu, teklif və görev şeklinde olmayacaktır. Ancak inatlaşmanın və isyanın cezası olacaktır. Yanılma və unutmadan dolayı sorumlu tutulma durumuna gelince, yanılma və unutma ihtiyari və isteğe bağıl tutumlar olmasalar də, bizzat öncülleri aracılığıyla ihtiyari və isteğe bağlı tutumlar olarak değerlendirilebilirler. Söz gelimi, öncüllerinin önüne geçilmesi ya da korunma tedbirlerine başvurulmanın gerekli kılınması suretiyle bunların önüne geçmek mümkündür. Özellikle insanın bunlara yakalanması, kötü tercihinden ileri geliyorsa.
Aynı durum "ağır yük yükleme" üçün də geçerlidir. Şayet bu durum, insanın kendisine önerilen kolay yükümlülüğe başkaldırmasının bir cezası olarak və kolay yükümlülüğün ağır yükümlülükle değiştirilmesi şeklinde ortaya çıkıyorsa, bu yükümlendirme olarak algılanamaz, "Ulu Allah, bundan münezzehtir. Ağıl da böyle bir şeyi kabul etmez" gibi ifadeler böyle bir durumda söz mövzusu edilemez. Çünkü bunu, bizzat insan, kötü tercihi ilə böyle bir sonucu hak etmiştir. Dolayısıyla bu yükün ona yükletilmesinin də bir sakıncası yoktur.
Rabbimiz, unudar, ya də yanılırsak bizi sorumlu tutma.
Yapılan çağrıya karşılık niteliğinde "İşittik və itaat ettik." dedikten və heç bir kayda bağlı olmayan mutlak icabet bildiren bir ifade kullandıktan və sonra varoluşlarının içinde barındırdığı zaaf və çatlaklığı fərq etdikdən və yine kendilerinden öncekilerin aqibətlərinə baktıktan və bunlar də tıpkı kendileri gibi birer ümmet olduğunu hatırladıktan sonra Rablerinden, onlarınkine benzer bir muamelede bulunmamasını isteyerek, merhametini dilediler. Ağır yük yüklememesini, altından kal-kamayacakları bir teklif getirmemesini talep ettiler. Çünkü onlar, yüce Allah'ın kendilerine öğrettiği gibi, Allah'ın üstünde herhangi bir güc və kudret olmadığını biliyorlardı. Kendilerini Allah'ın azabından ancak Onun merhametinin koruyabileceğinin bilincindeydiler.
Hz. Peygamber (s. a. a) gerçi masumdu; yanılmazdı, unutmazdı. An-cak o, Allah'ın koruması, masum kılması ilə bu niteliğe sahipti. Dolayısıyla, kendi nefsi açısından əmin olmadığı bir şeyi Rabbinden dilemesi və bu bağlamda kendisini möminlərin zümresine dahil etmesi yerindeydi.
Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
Ayetin orijinalinde geçen "isr", denildiğine göre "ağırlık" demektir. Bir görüşe göre də, bir şeyi zorla alıkoymak demektir. Bu da ilk anlama yakındır. Çünkü alıkoyma işinde, istenmeyen və ağır gelen bir şeye zorlama anlamı də söz konusudur.
"Bizden öncekiler"den maksat, Ehlikitap özellikle Yahudilerdir. Çün-kü bu surede tarihlerinden bir çox kesitler aktarılmıştır. Və bir ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zin-cirleri indiriyor." (Ə'RAF; 157)
Rabbimiz, kendisine güc yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma.
"Güc yetiremeyeceğimiz şey"dən maksat, ilkel olarak altından kalkılmayacak yükümlülük değildir. Çünkü aklın hiçbir zaman böyle bir şeyi olumlu karşılamayacağını biliyorsunuz. Kaldı ki, Allah'ın kəlamı, yani "İşittik və itaat ettik." sözü də bunun tersini ortaya koyuyor. Bu halda burada kastedilen, yaptıkları kötülüklerin cezası olarak kendilerine teklif edilen ağır sorumluluklardır və bunlara də normal olarak bir insan katlanamaz. Veya üzerlerine enən bir əzab yahut maymun və domuza dönüşme gibi qürur kırıcı bir ceza kastediliyor.
Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge.
Əfv, bir şeyin izinin silinmesi, "mağfiret (=bağışlama)" isə örtülmesi demektir. "Rahmet" də bilindiği gibi, acıma, esirgeme anlamına gelir. Ancak nesnel karşılık açısından, bu kelimelerin sözlük anlamlarının göz önünde bulundurulması, üç cümlenin arxa peşe sıralanışı ilə ayrıntıdan əsl olana yönelik bir tedricilik gözetildiği fark edilecektir. Diğer bir ifadeyle, sonuç və fayda itibariyle özelden genele doğru bir tertip gözetilmiştir. Buna göre, yüce Allah'ın affı, günahkar üçün öngörülen ceza gibi, günahın kaçınılmaz izinin onun tarafından silinmesi, giderilmesi, demektir. Bağışlaması (mağfiret) də günahın nefis içindeki biçiminin giderilmesi və üzerinin örtülmesi, rahmet isə, ilahi şefkat və acımanın günah və izlerini bürümesi anlamını ifade edər.
Bu üç cümlenin, yani "Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge." cümlelerinin "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma." ifadesine atfedilmiş olması, bununla beraber hər birinin kendine özgü bir ifade və axış tarzının olması bu mesajı vermeye yöneliktir: Əfv, bağışlama və esirgeme kavramları onların unutma, yanılma vs. sonucu işledikleri günahlarla ilintili olarak gündeme getirilmişlerdir. Bununla də anlaşılıyor ki: Möminlərin bu ayette, istedikleri bağışlama, daha önce, "bağışlamanı dileriz." şeklinde dile getirdikleri bağışlamadan farklıdır. Daha önce də söylediğimiz gibi, önceki bağışlama, mutlak bir icabete karşılık olarak talep edilen mutlak bir bağışlanmadır. Burada isə, unutma veya yanılma sonucu işlenen günahlara karşı xüsusi bir bağışlanma talebi söz konusudur. Dolayısıyla bağışlama isteğine ilişkin ifadenin tekrarlanmışlığından söz edilemez.
Bu dualarda "Rəb" sözü dörd kere tekrarlanıyor. Məqsəd kulluk sıfatına imalı göndermelerde bulunarak ilahi rahmet sıfatının devreye sokulmasını sağlamaktır. Çünkü "Rablık" sıfatından söz edilince, insanın aklına ister istemez, kulluk və zelillik gelir.
Sən bizim mevlamızsın. Öyleyse kafirler topluluğuna karşı bize yardım et/ət.
Yeniden və öncekilerden bağımsız bir duaya başlanıyor. "Mevla" yardım edən, demektir, amma hər yardım edən değil. Aksine, yardım edilenin işlerinin yönetimini də üstlenen yardım edən, anlamında kullanılmıştır. Çünkü "mevla" işlerin yönetimini üzerine almak, anlamına gelen "vəlayət" kökünden gelir. Yüce Allah möminlərin velisi olduğuna göre, O, onların yardımcısı, mevlasıdır də. Yardımına ihtiyaç duydukları şeylerde onlara yardım edər. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Allah, möminlərin velisidir." (Al/götürü İmran, 68) Bir başka ayette də şöyle buyuruyor: "İşte böyle; çünkü Allah, iman edenlerin velisidir; kafirlerin isə, velisi yoktur." (Muhammed, 11)
Bu dua gösteriyor ki, möminlər üçün dinin temel ilkelerini işitip bunları gönüllü olarak hayata egemen kıldıktan sonra, tək məqsəd bunların uygulanmasını və yayılmasını sağlamaktır. Haqq içerikli mesajı insanlığa duyurmak üçün cihad etmektir. İnsan topluluklarının bu mesaj etrafında birleşmelerini sağlamaktır. Yüce Allah bir ayette bu hedefi şöyle vurguluyor: "Də ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; mən də bana uyanlar də. Və Allah'ı tenzih ederim, mən müşriklerden değilim." (Yusuf, 108)
Buna göre, dinin yolu, insanları tevhid dinine davet etmektir. Cihad etmek, savaşmak, marufu emredip münkeri yasaklamak gibi davet və uyarı yöntemleri hamı/həmişə bu amaca yöneliktir. Bütün çabaların hedefi, insan denen canlı türünün arasında baş gösteren ihtilaf, anlaşmazlık olgusuna kesin bir çözüm getirmektir. Yüce kanun koyucu (şari) açısından bu hedefin nə kadar önemli olduğunu bu ayəs(n)i kerime açıq bir şekilde ortaya koyuyor: "O, 'Dini dosdoğru hayata egemen kılın (ikame edin/əldə et) və onda ayrılığa düşmeyin.' diye dinden Nuha vasiyet ettiğini və sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya və İsaya vasiyet ettiğimizi, sizin üçün də bir şeriat kıldı." (Şura, 13)
Dolayısıyla möminlərin "Sən bizim mevlamızsın. Öyleyse kafirler topluluğuna karşı bize yardım et/ət." sözü gösteriyor ki, dine yönelik çağrıyı işitip itaat edeceklerini vurguladıktan sonra, akıllarına ilk gelen şey, bir dine genel bir davet hareketine başlamaları olmuştur. Doğrusunu Allah herkesten daha yaxşı bilir.