Səhihi Müslim'de Əbu Hureyre'den şöyle rivayet edilir: "Resulullah efendimize (s. a. a): "Göklerde və yerde nə varsa Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də, Allah sizi onunla sorguya çeker." ayeti inince, bu durum Resulullah'ın ashabına ağır geldi, Bunun üzerine Resulullah'ın yanına gelip düz üstü oturdular və dediler ki: "Ya Resulullah, namaz, oruc, cihad və sadaka gibi yapabileceğimiz yükümlülüklerle bizi görevlendir. Ancak Yüce Allah bu ayeti indirdi. Oysa bizim buna gücümüz yetmez." Resulullah (s. a. a) buyurdu ki: Yoksa siz, sizden önceki Ehlikitap gibi: "Duyduk və isyan ettik" mi demek istiyorsunuz? Hayır öyle değil, "Duyduk və uyduk, Rabbimiz, bağışlamanı dileriz və dönüş sanadır." deyin. Orada bulunanlar kendilerini buna alıştırıyor və bunu tekrarlıyorlardı ki, arkasından yüce Allah bu ayeti indirdi: "Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler də..." insanlar bu ayetin gereğini yapmaya başlayınca, Allah hükmünü neshetti və bu ayeti indirdi: "Allah heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez."[219]
Aynı hadis ed-Dürr'ül-Mensur təfsirində Ahmed, Müslim və Əbu Davud (Nasih adlı eserinden), İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Əbu Hatem ka-nalıyla Əbu Hureyredən rivayet edilir. Buna yakın bir rivayet də çeşitli kanallardan İbn Abbas'a dayandırılır. Ayetin neshi ilə ilgili açıklamalar, bunların dışında İbn Mesud və Aişe'ye də nisbət edilir.
Rebi b. Ənəsin şöyle dediği rivayet edilir: "Ayə muhkemdir. Neshedilmemiştir. Sorguya çekmekten maksat, yüce Allah'ın kıyamet günü kulun dünyadayken işlediği amelleri haber vermesidir."
Değişik kanallardan İbn Abbas'dan şöyle rivayet edilir: "Ayə, şahadetin gizlenmesi və yerine getirilmesi ilə ilgilidir. Dolayısıyla muhkemdir. Mensuh değildir."
Aişe'den də şöyle rivayet edilmiştir: "Sorguya çekmek"ten maksat, kişinin bir günahı işlemeye karar verip də bu niyetini gerçekleştirmemesi üzerine duyduğu hüzün və gamdır. Dolayısıyla ayə muhkemdir, neshedilmemiştir.
Hz. Əli (ə.s) aracılığıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də." Burada kastedilen senin gizli və açıq olarak işlediğin fiillerdir. "Allah sizi onunla sorguya çeker." Bu ayə neshedilmemiştir. Ancak yüce Allah kıyamet günü insanları toplar və onlara şöyle deyər: "Size içinizde gizleyip də meleklerimin haberdar olmadıkları şeyleri haber vereceğim." Möminlərə bunları haber verir və içlerinde geçen olumsuz duygulardan ötürü onları bağışlar. "Allah sizi onunla sorguya çeker." sözünün anlamı budur. Yani size haber verir. Şüphe və kararsızlık ehline isə, içlerinde gizledikleri hakkı yalanlama duygusunu haber verir. "Fakat kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar." (Bakara, 225) ayeti ilə də bu kastedilmiştir.
Mən deyərəm ki: Bu rivayetler, içerikleri itibariyle farklılıklar arzetmelerine karşın, daha önce də vurguladığımız gibi Quranın zahiriyle çelişmek açısından benzerdirler. Çünkü ayetin zahiri şunu vurgulamaya yöneliktir: Sorguya çekilme, kalplerin ya bizzat ya da bedensel organlar aracılığı ilə kazandıkları şeyler üçün geçerlidir. Yoksa nefiste zaman zaman uyanan gelip geçici duygular açısından bir kazanç söz konusu değildir. Bu bağlamda şahitlikle başka şeyler arasında bir farklılık olmadığı gibi, kafirle mömin arasında də bir fərq yoktur. Sorguya çekme ifadesinden anlaşılan, açıkça cezalandırmak üçün sorguya çekmedir, nefsani arzular və gelip geçici düşünceleri haber verme değil. Ayəs(n)i kerime buna delalet ediyor. Daha önce də işaret ettiğimiz gibi başka ayetlerde də bu anlam pekiştiriliyor.
Özellikle nesihten söz eden rivayette bir çox açıdan tutarsızlık vardır. Dolayısıyla bu rivayetin kanıtsallık özelliği yoktur.
Öncelikle Quranın zahiri anlamı ilə çelişiyor. Bunu daha önce də vurguladık.
İkincisi: Güc yetirilemeyecek şeyin teklif edilebileceğini eyham ediyor. Ki ağıl, özellikle Yüce Allah açısından böyle bir şeyin geçersiz olduğundan kuşku duymaz. Görüldüğü gibi, bu konuda nəsh olduğu yönünde bir tevil getirmek də qar/qazanc etmiyor. Sadece problem içinde problem doğuruyor. Çünkü rivayette: "Orada bulunanlar kendilerini buna alıştırıyor və bunu tekrar ediyorlardı ki..." şeklinde bir ifade geçiyor. Bu demektir ki, nesih olayı amelden önce gerçekleşmiştir. Bunun də sakıncası ortadadır.
Üçüncüsü: Bundan sonraki iki ayeti incelediğimizde göreceksin ki, "Allah, heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez." ifadesi, herhangi bir hükmü neshedici olmaya elverişli değildir, sadece şuna delalet ediyor ki: Hər nefis kendi elleriyle kazandıklarını karşısında bulacaktır, bunlar ister kendisine ağır gelsin, isterse kolay gelsin fark etmez. Əgər güc yetiremeyeceği bir şey kendisine yüklenirse veya bizden öncekilerde olduğu gibi ağır bir yük yüklenirse, bu onun nefsinin kötü seçimi sonucu kazandığı bir şeydir. Bu durumda insan yalnızca kendi nefsini kınamalıdır. Dolayısıyla, "Allah, heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez." ifadesi, yersiz bir düşünce və sanıyı red-detmeye dönük bir axtar/ara cümle konumundadır.
Dördüncüsü: Biraz sonra də göreceğimiz gibi, bundan sonraki iki ayetin hedefi, kesinlikle insanın içinde uyanabilen gelip geçici duygu və düşünceleri açıklamaya yönelik değildir. Oysa nəsh konusunda ən/en başta olması gereken, nasih ilə mensuhun tam olarak birbirlerine karşı olmaları gerekir.
Tam tersine; "Elçi, kendisi Rabbinden indirilene inandı." diye başlayan ayə və arkasından gelen ayetin vurguladığı husus, "Göklerde və yerde nə varsa Allah'ındır." ayetinin vurguladığı husustan farklıdır. İnşaallah, daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
AYƏLƏRİN TƏRCÜMƏS(N)İ
285- Elçi, Rabbinden kendisine indirilene inandı, möminlər də. Tümü, Allah'a, meleklere, kitaplarına və elçilerine inandı. "Onun elçileri arasında hiçbirini (diğerinden) ayırt etmərik." (dediler.) Və dediler ki: "İşittik və itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı dileriz. Varış ancak sanadır."
286- Allah, heç kimseye güc yetireceğinden başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük də kendi zararınadır. Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güc yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sən bizim mevlamızsın; öyleyse kafirlər topluluğuna karşı bize yardım et/ət.
ayələrin AÇIKLAMASI
İncelediğimiz bu iki ayə, bütün surede açıklanan ayrıntılı değerlendirmelerin bir özeti niteliğindedir. Daha önce də belirttiğimiz gibi, surenin ana hedefi, bu hususun də Allah'a qul olmanın bir gereği olduğunu vurgulamaktadır: "Yüce Allah'ın elçilerinin diliylə kullarına indirdiklerinin tamamına inanmak və elçiler arasında herhangi bir ayırım yapmamak." Tefsirini sunduğumuz ayetlerin ilkinde də vurgulanan husus budur: "Elçi, kendisine Rabbinden indirilene inandı... Onun elçileri arasında heç birini (diğerinden) ayırt etmərik."
Surede yer alan bazı kıssalarda yüce Allah'ın İsrailoğulları'na bahşettiği bir çox nimetler içinde kitap, peygamberlik və egemenlikten də söz ediliyor. Onlarınsa bu nimetleri isyan, inatçılık, ahitleri bozma və küfürle karşıladıkları belirtiliyor. İşte tefsirini sunduğumuz ayetlerin ilkinin sonlarında və ikinci ayetin tamamında, bundan və bu cür davranışlardan kaçınıp Allah'a sığınmaktan söz ediliyor. Dolayısıyla bu iki ayə, surenin sonunu baş tarafına döndürüyor; bitimi ilə başlangıcını aynı noktada buluşturuyor.
Bununla iki ayetin içerdiği açıklamanın özelliği də belirginleşiyor. Buna göre yüce Allah, Bakara Surəsini takva ehlinde bulunması gereken bir nitelikle yani kulun yerine getirmekle yükümlü olduğu, Rububiyet hakkı ilə açıyor. Bu bağlamda, Allah'ın muttaki kullarının gaybe inandıkları, namazı kıldıkları, Allah'ın kendilerine ruzi olarak verdiği şeylerden infak ettikleri, Allah'ın elçisine və ondan önceki elçilere indirdiklerine inandıkları və ahirete də kesin olarak iman ettikleri vurgulanıyor. Heç kuşkusuz yüce Allah Quranın yol göstericiliğiyle onlara büyük bir nimet bahşetmiştir. Bunun tam tersi bir konumun temsilcileri olarak də kafir və münafıkların durumu açıklanmıştır.
Ardından Ehlikitap, özellikle Yahudilerle ilgili detaylı açıklamalara yer/yeyər veriliyor. Yüce Allah'ın kendilerine hidayet vermekle büyük bir lütufta bulunduğu, çeşitli nimetler bahşettiği, çox büyük iltifatlarda bulunduğu dile getiriliyor. Amma onlar bütün bunlara serkeşlikle, emre itaatsizlikle və nimete karşı nankörlük etmekle, Allah və resullerini reddetmekle, meleklere düşmanlık beslemekle, Allah'ın elçilerini və kitaplarını birbirinden ayırmakla karşılık verdiler. Bunun üzerine yüce Allah, ağır hükümler vəz etmek, birbirlerini (kendilerini) öldürmek, maymun və domuza dönüşme, yıldırım çarpma və gökten üzerlerine qürur kırıcı əzab indirme gibi güc yetirilmesi mümkün olmayan teklifler yüklemekle onlara karşılık verdi.
Açıklamanın sonunda, Hz. Peygamber'in (s. a. a) və kendisine təbii/tabe olan möminlərin niteliklerine yer/yeyər veriliyor. Buna göre onlar Ehlikitap gibi davranmıyorlar. Rablerinin kendilerine bahşettiği hidayeti, yol göstericiliği ən/en güzel bir tavırla yani "duyduk və uyduk" demekle karşıladıkları dile getiriliyor. Allah'a, meleklerine, kitaplarına və resullerine inandıkları, resulleri arasında bir ayırım yapmadıkları belirtiliyor. Onlar böyle yapmakla tavırlarına əsas oluşturan kulluk zelilliğiyle Rab-lık yüceliği arasındaki dengeyi korumuş oluyorlar. Çünkü onlar haqq çağrısını mutlak olarak kabul edişlerine rağmen, bu hakkı tam olarak yerine getirmekten aciz olduklarını də itiraf etmiş oluyorlar.
Çünkü varoluşları zaafa və cehalete dayalıdır. Bu nedenle unutmak ya da yanılmak suretiyle, bütün yükümlülüklerini yerine getirme hususunda kusur edebilirler. Ya da kulluk görevini yerine getirme hususunda bir kusurları olabilir. Örneğin nefislerinin ihanetine uğrayıp, herhangi bir kötülük işlemek suretiyle əzab və sorgu durumuyla karşı karşıya kalmaları mümkündür. Nitekim kendilerinden önce kitap verilenler də böyle bir durumla karşı karşıya geldiler. Bu yüzden möminlər üstünlük və izzete sahip şəxsə, rahmetin kaynağına sığınma gereğini duyuyorlar. Unuttukları zaman ya da bir hata işledikleri zaman kendilerini sorumlu tutmamasını istiyorlar. Kendilerine ağır yük yüklememesini, güc yetiremeyecekleri yükümlülüklerin altına sokmamasını, kusurlarını affetmesini, günahlarını bağışlamasını və kafirler topluluğuna karşı kendilerine yardım etmesini talep ediyorlar.
İncelediğimiz iki ayetteki açıklamaların hedefi budur. Görüldüğü gibi bu surenin genel atmosferi ilk güdülen amaca də uygundur. Yoksa bazılarının sandığı gibi, bu iki ayə bir önceki ayette geçen: "İçinizdekini açığa vursanız də, gizleseniz də, Allah sizi onunla sorguya çeker." ayetle ilgilidir və bu ayə, güc yetirilmez yükümlülüğüne delalet etmektedir. "Elçi, kendisine Rabbinden indirilene inandı, möminlər də..." ayeti ashabın güc yetirilmez yükümlülüğü kabul ettiklerini ifade etmektedir. Arkasından gelen ayə də bunu neshetmiştir." şeklindeki değerlendirme doğru değildir.
Bizim söylediklerimiz, ayetlerin eniş sebebiyle ilgili rivayetlere də uygundur. Bu rivayetlerde deniliyor ki: Bakara Surəsi Medine'de enən ilk suredir. Peygamberimizin (s. a. a) Mədinəyə hicret etmesi və oraya yerleşmesi, Allah'ın dininin yardımcıları olan ensar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Canlarıyla və mallarıyla Allah'ın elçisine (s. a. a) yardım ettiler. Muhacirler də Allah üçün evlerini, evlatlarını, mallarını və yurtlarını terk ettiler. Allah'ın Resulünü izlediler. Hər iki topluluğun bu tavırları, peygamberin çağrısını "duyduk və uyduk" şeklinde karşılamaları yüce Allah'ın övgüsünü, iltifatını hakkediyordu. Ayrıca ayəs(n)i kerimedeki bir ifade də buna yönelik işaretler içeriyor: "Sən bizim mevlamızsın; öyleyse kafirler topluluğuna karşı bize yardım et/ət." Bu cüm-le, möminlərin bu taleplerinin İslamın ortaya çıkışının başlarında gerçekleştiğini eyham ediyor.
Ayette həm genel, həm də ayrıntılı ifadeler var. Həm öz, həm də detaylı açıklamalar yer/yeyər alıyor. Ayrıca kulluğa yakışan ədəb tavrı, kemal və mutluluğun garantisi direktifler sunuluyor. Kuşkusuz bu, Qur-anın kendine özgü olağanüstü ifade tarzının bir özelliğidir.
285) Elçi, Rabbinden kendisine indirilene inandı, möminlər də.
Burada Peygamber efendimizin (s. a. a) və möminlərin imanları tasdik ediliyor. Peygamber efendimizin (s. a. a) ayrı olarak kendisine Rabbinden indirilene iman ettiğinin belirtilmesi, sonra müminlerden bahsedilmesi, ONA (s. a. a) yönelik bir onurlandırma ifadesidir. Quranın tez-tez baş vurduğu bir ifade tarzıdır bu. Peygamberimizin (s. a. a) ayrı olarak onurlandırılması gereken yerlerde, yalnız ondan söz ediliyor. Önce onun ismi geçiyor, sonra möminlər onun peşinden zikrediliyorlar. Bu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah; elçisinin və möminlərin üzerine güven və yatışma duygusunu indirdi." (Fetih, 26) "O gün Allah, peygamberi və onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir." (Tahrim, 8)
Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına və elçilerine inandı.
Önceki cümlenin genel olarak değindiği anlam ayrıntılandırmaya yönelik bir ifade bu. Çünkü Allah'ın elçisine indirilenler, insanları kitaplar, elçileri və Allah'ın seçkin kulları olan melekleri tasdik etmeye ilişkin davet içermektedir. Dolayısıyla, Allah'ın elçisine iman edən kimse, bütün bunlara də layıkıyla inanmış olar.
Onun elçileri arasında heç birini ayırt etmeyiz.
Araya "dediler" gibi bir ifade olmadan, onların sözleri hikaye ediliyor. Daha önce: "İbrahim, İsmail'le birlikte Evin sütunlarını yükselttiğinde: "Rabbimiz bizden bunu kabul et/ət. Şüphesiz, sən işiten və bilensin." (Bakara, 127) ayetinin tefsiri çerçevesinde bu tərz ifadelerde genel bir incelik bulunduğundan söz etmiştik. Orada demiştik ki, bu tərz ifadeler, Quranın ən/en güzel ifadeleridir. Burada konumla ilgili bir incelik daha vardır ki burada onların həm tavırları, həm də sözleri temsil ediliyor. Aslında bu söz, onların Allah'ın indirdiklerine imanla ilgili durumlarına özgü olmaktan uzaktır. Çünkü onlar bunu ancak lisan-ı halleriyle söylüyorlar; kuşkusuz hər biri bunu kendi içinde də söylüyordur. Ancak onların bunu bir lisanla ifade etmeleri sadece lisan-ı hal ilə mümkün olabilir.
Ayəs(n)i kerimenin ifade tarzı son derece ilginçtir. Burada müminlerden aktarılan iki söze yer/yeyər veriliyor. Ancak, iki sözün aktarılışında farklı bir anlatıma başvuruluyor. "Onun elçileri arasında hiçbirini ayırt etmərik." və "İşittik və itaat ettik, dediler." ifadelerini önceki ifadede "dediler" sözüne yer/yeyər verilmezken, ikincisinde, bu söze yer/yeyər veriliyor. Və hər ikisi də möminlərin, davetçinin davetine icabet ettiklerini anlatan ifadelerdir.
Bu farklı anlatımın nedeni, "ayırt etmərik." diye başlayan ifadenin lisan-i hal və fiili anlatım olması, "İşittik və itaat ettik." ifadesinin isə sözlü anlatım olmasıdır.
Yüce Allah, hər birinin halından haber vermeye başlarken tekil bir ifade kullanıyor. "Tümü Allah'a... inandı." Sonra çoğul ifadeye başvuruyor: "Onun elçileri arasında hiçbirini ayırt etmərik..." Çünkü Əhliki-tapın arasında yaşanan benzeri olaylar, kitlesel karakter ifadə edir. Örneğin Yahudiler Hz. Musa ilə Hz. İsa və Hz. Məhəmmədi birbirinden ayırt edirdilər. Xristianlar da Hz. Musa və İsa ilə Hz. Muhammedi birbirinden ayırıyorlardı. Gruplara və parçalara ayrılmışlardı. Oysa yüce Allah onları fıtrat üzere tək bir ümmet olarak yaratmıştı. Aynı şekilde ağır yük yükleme və sorumlu kılma gibi durumlar də topluluk açısından söz konusu olmuş və kitlesel xarakter ifadə edirdi. Ayrıca ayetin sonunda, işaret edilen kafirlere karşı yardım isteme, durumu də kitlesel bir talepti, bireysel değil. Oysa imanda bu söz mövzusu değildir. Çünkü gerçekte bireyle ilgili bir durumdur.
Və dedilər ki: "İşittik və itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı dileriz. Varış ancak sanadır."
"İşittik və itaat ettik." sözü bizzat kendilerinin sunulan şeye itaat edeceklerini bildirmedir, [Türkçe'de "baş üstüne" kullanıldığı gibi] və haber verme şeklinde bir ifade değildir. Bu ifade, kalben onaylanmış və organlar vasıtasıyla pratize edilmiş bir şekilde icabet etmekten kinayedir. Çünkü dil biliminde işitmek, kabul və kalben onaylamayı ifade edər. İtaat isə, pratik uygulamaya baş eğme anlamına gelir. Dolayısıyla iman olgusu, işitme və itaatin bir araya gelmesi ilə gerçekleşir.
Möminlərin "İşittik və itaat ettik." demeleri, kulun üzerinde bir yükümlülük olan Rububiyet karşısında, o makamın çağrısı karşısında tam bir bağlılığın, boyun eğişin ifadesidir. Yüce Allah'ın kulundan istediği və kulu üzerinde olan hakkı budur. Bu, İtaat etmek üzere işitmesidir ki, işte buna ibadet denir. Konuya ilişkin olarak ulu Allah şöyle buyuruyor: "Mən, cinleri və insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. Mən, onlardan bir rızk istemiyorum və onların beni doyurup beslemelerini də istemiyorum." (Zariyat, 56-57) Və yine şöyle buyuruyor: "Ey Ademoğulları, mən size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin üçün apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin/əldə et." (Yasin, 60-61)
Yüce Allah, zatı üçün kullara yüklediği bu hakka karşılık, kullar üçün də kendisine bir haqq öngörmüştür. Bu haqq, ulu Allah'ın kulunu bağışlamasıdır. Nebi, resul və diğer insanlardan olsun hər kəs, kişisel mutluluk üçün buna muhtaçtır. Buna göre yüce Allah, kulları kendisine ibadet etmek suretiyle itaat edecek olursa, O da kedilerini bağışlayacaktır. Nitekim bu hükmü, Adəm və çocukları üçün öngördüğü şeriatta her şeyden önce vurgulamıştır: "Dedik ki oradan tümünüz enin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur və onlar mahzun olmayacaklardır." (Bakara, 38) Burada kastedilen, bağışlamadan başka bir şey değildir.
Möminlər: "İşittik və itaat ettik." dediklerinde, çağrıya "işitme və itaat etme" suretiyle icabet ettiklerini, mutlak olarak və heç bir kayıt getirmeden belirtmiş olmakla, Rububiyet makamının üzerlerindeki hak-kını eksiksiz yerine getirmiş oldular. Ondan sonra də ulu Allah'tan, kendileri üçün öngördüğü haklarını talep ettiler. Bu haqq da Rabbin kulunu bağışlamasıdır. Bu yüzden: "İşittik və itaat ettik." sözlerinden sonra şöyle demişlerdir: "Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, varış ancak sanadır." "Bağışlama" anlamına gelen "mağfiret" və "gufran" kelimelerinin anlamlarının esasında "örtme" olgusu yatar. Dolayısıyla yüce Allah'ın ba-ğışlamasının esası, azabın bertaraf edilişi və kulluk aşamasındaki kusurların örtülmesidir ki bu kusurlar Dönüş sürecinin sonunda kulun, Rabbinin huzuruna çıktığında ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, "Rabbimiz, bağışlamanı dileriz." ifadesinden sonra: "Varış ancak sanadır." demişlerdir.