Ayələrin Tərcüməs(n)i


) Allah'a, karşılığını çox arttırma il



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə38/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   60

245) Allah'a, karşılığını çox arttırma ilə qat qat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?

Ayette geçen "karz" sözü borc demektir. Yüce Allah, kendi uğruna yapılan maddi harcamaları, kendisine verilmiş borçlar olarak nitelendiriyor. Daha önce də söylediğimiz gibi, bu, teşvik amaçlı bir nitelendirmedir. Həm yapılan harcamalar ONun yolundadır və bu harcamalar,kat qat arttırılmış olarak kendilerine dönecektir.

Ayetlerin akışı içinde, əmr nitelikli hitaptan, soru tarzına yöneliniyor. Örneğin: "Allah yolunda savaşın." dendikten sonra, "Allah'a güzel bir borcu verecek olan kimdir?" deniliyor. "Allah yolunda savaşın." sonra də, "Borc verin..." denmiyor. Böylece, yükümlülük çerçevesinden çıkmadan, muhatabın zihninin yükümlülük içeren emir atmosferinden çıkıp hayra və iyiliğe ilişkin çağrıya yönelmesi, rahatlaması, coşması amaçlanıyor.

Allah həm daraltır və həm genişletir və siz ONA döndürüleceksiniz.

"Yakbizu" fiilinin mastarı olan "qəbz" insanın bir şeyi kendine doğru tutması demektir. Karşıtı isə "yaymak, dağıtmak" anlamında olan "sin" harfiyle yazılan "bast" dır. İfadenin orijinalinde iştirak edən "sad" harfiyle yazılı "bast" aynı kelimeden gelmedir. Ancak "sin" harfi "itbak və tefhim nitelikli "tı" harfine yakın olması hasebiyle "sad" harfine dönüşmüştür.

Ayəs(n)i kerimede yüce Allah'ın üç sıfatının, yani ONun daraltan, genişleten və dönülen merci oluşunun gündeme getirilişi, Allah'a borc olarak harcadıkları malların boşa gitmeyeceğinin maddi harcamaların qat qat artarak sahibine dönmesinin qeyri-mümkün sayılmamasının vurgulanmasına yöneliktir. Çünkü rızkı daraltıp genişleten bizzat yüce Allah'tır. Dilediğini azaltır, dilediğini də artırır. Dönüş O'nadır. Kendisine verilen borcu eksiksiz, həm də ən yaxşı bir şekilde ödəyər.

246) Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder də Allah yolunda savaşalım." demişlerdi.

Ayette geçen "el-mele'" kelimesi, söylendiğine göre, bir görüş etrafında toplanmış qrup demektir. Azamet açısından göz doldurdukları üçün "mele'" diye nitelendirilmişlerdir.

O gün aralarında yaşayan peygamberlerine, "Bize bir hükümdar gönder də Allah yolunda savaşalım" ifadesi ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla, şuna delalet etmektedir: Calut isimli bir kral İsrailoğulları'na egemen olmuştu. Üzerlerinde öyle bir baskı uygulamıştı ki, yurd və övlad gibi bağımsız bir hayatın bütün nimetlerini kaybetmişlerdi.

Bu gelişmeler, yüce Allah'ın, kendilerini Firavunoğulları'ndan, elçisi Musa'nın vəlayəti və ONdan sonraki vasilerinin vəlayəti sayesinde kurtarmasından sonra yaşanmıştı. Firavunoğulları onlara görülmemiş bir baskı uyguluyorlardı. İşte bu kurtuluşun ardından Calut isimli zorba kral başlarına musallat olmuştu. Bu baskılar öyle bir noktaya gelmişti ki, deyim yerindeyse "bıçak kemiğe dayanmıştı." Öz varlıklarındaki uyuyan gizli güçler depreşmeye başlamıştı. Hamiyet duygusu önü alınmaz bir galeyana dönüşmüştü. İşte bu sırada kavmin sözüne itibar edilir ileri gelenleri, o sırada aralarında bulunan peygamberlerden birinden görüş ayrılıklarına son verecek, şuraya buraya serpilmiş etkisiz güc odaklarını bir bayrak altında toplayacak bir hükümdar belirlemesini istediler. Onun komutası altında, Allah yolunda savaşacaklarını vurguladılar.

O, "Ya üzerinize savaş yazılınca (fərz kılınınca) savaşmayacak olursanız?" demişti.

İsrailoğulları, peygamberlerinden, komutası altında, Allah yolunda savaşacakları bir hükümdar göndermesini istemişlerdi. Oysa bu, peygamberin yetkisinde değildi, tamamen Allah'ın yetkisindeydi. Bu nedenle peygamber, savaş emrini vermek və hükümdar göndermek işini Allah'a havale etti.

Peygamber, Allah'ın adını saygı ifadesi olarak açıkça zikretmiyor. Çünkü, peygamberin onlara verdiği cevap, karşı çıkışlarını eyham edən bir soru niteliğindedir. Bu, onların tavırlarından və yüce Allah'ın vahiy yoluyla bildirmesinden anlaşılıyordu. Bu yüzden peygamber, Allah'ın adını açıkça zikretmemek suretiyle, onların muhalefetinden tenzih ediyor. Sadece yetkinin yüce Allah'a aid olduğunu, hər şeyin ONDA çözümlendiğini "ya üzerinize savaş yazılınca" ifadesiyle vurguluyor. "Fərz kılma" anlamını ifade edən "yazma" fiili ancak yüce Allah hakkında kullanılır. Ancak O, bir şeyi fərz kılabilir.

İsrailoğulları'nın savaş emrine karşı çıkmaları və savaş alanında düşman karşısında gerisin geri dönmeleri bekleniyordu, ancak peygamberleri, bunu bir soru şeklinde dile getiriyor. Ki, böyle bir varsayımı reddetmek suretiyle, kendi aleyhlerine bir kanıt oluşsun. Nitekim: "Bize nə oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım?" diyerek, kendilerini bağlayıcı bir üstlenmede bulundular.

"Bize nə oluyor ki, Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan və oğullarımızın arasından çıkarılıp sürüldük." demişlerdi.

Vatandan çıkarılmak, insanın doğup büyüdüğü memleketinden ayrılması, bu yurdun hər türlü nimetinden yoksun bırakılması anlamına gelir. Bu durum mutlak bir tasarruf və yararlanma şeklinde kinayeli bir ifade tarzıyla anlatılmıştır. Bu yüzden "çıkarılma" fiili vatanla ilgili olarak kullanıldığı gibi, oğullara nisbət edilerek də kullanılmıştır.

Amma onlara savaş yazıldığı (fərz kılındığı) zaman, az bir kıs-mı hariç, yüz/üz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.

Bu ifade, peygamberin onlara söylediği, "Ya savaşmayacak olursanız?" sözü ilə, onların cevap olarak söyledikleri "Bize nə oluyor ki savaş mayalım?" sözleri üzerine yapılmış bir ayrıntı değerlendirmedir. "Allah zalimleri bilir." sözü gösteriyor ki, peygamberinin "Ya üzerinize savaş yazılınca savaşmayacak olursanız?" söylediği söz, yüce Allah'ın kendisine ilettiği bir vahiydi. Allah, onların savaştan kaçacaklarını peygamberine bildirmişti.

247) Onlara peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u hüküm-dar olarak gönderdi... ona bir mal bolluğu verilmemişken onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir." dedilər.

Peygamber (ə.s) bu cevabında, hükümdar gönderme işini Allah'a izafe ederek, onların: "Allah'tan bize bir hükümdar göndermesini və üzerimize savaşı fərz kılmasını dile" demeyip də, "Bize bir hükümdar gönder də savaşalım." demek suretiyle gözden kaçırdıkları bir inceliğe dikkat çekiyor.

Kısacası hükümdar olarak Talut'un adının açıklanması, onların itirazlarını gerektirmiştir. Talut'un sahip olduğu iki nitelik onlara göre, hükümdarlıkla bağdaşmıyordu. Bu cür niteliklere sahip olanlar kral olamazlardı. Yüce Allah'ın onların lisanından aktardığı "Biz hükümdarlığa ondan daha çox layiqkən və ona bir mal bolluğu verilmemişken, onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir?" şeklindeki sözlerden, onların neyi kastettikleri anlaşılıyor.Peygamberlerine bunu söylerken, kendilerinin ondan daha çox krallığa layık olduklarına hər hangi bir somut gerekçe sunmamaları, meselenin izahı gerektirmeyecek şekilde açıq və taraflarca biliniyor olduğunu gösterir. İşin özü şudur: Peygamberlik və krallık gibi övünç vesilesi olan iki yetki, İsrailoğulları içinde iki sülaleye özgü nitelikler olarak sürüp geliyordu. Talut'sa bu sülalelerden birine mensup değildi. Diğer bir ifadeyle, Talut nə peygamberlik misyonunu temsil edən aileden nə də krallık misyonunu taşıyan aileden gelmiyordu. Bu yüzden, duyar duymaz karşı çıktılar. Kendileriyse krallık, ya həm krallık və həm də peygamberlik ailesinden geliyorlardı. Və ona göre kendileri krallığa daha layıktılar. Allah krallık yetkisini bizim sülalemize vermiştir. Bunun başkasına geçmesini nasıl kabul edər; diyorlardı.

Bu sözleri, bir bakıma, beda, nəsh və değişimi kabul etmeme anlayışlarının də bir ayrıntısı niteliğindeydi. Nitekim: Yüce Allah onların bu inançları hakkında şöyle buyurmuştur: "Yahudiler, Allah'ın əli qolu bağlıdır, dediler. Kendi elleri qolları bağlansın." (Maidə, 64) Peyğəmbərləri bu sözlerine karşılık bu cevabı verir: "Doğrusu Allah size onu seçti..." Onlara göre, krallıkla bağdaşmayan ilk nitelik buydu. Krallık misyonunu taşıyan aileye mensup olmamak... İkinci nitelikse, onların bu sözlerinden anlaşılıyor: "Ona bir mal bolluğu verilmemişken." Talut yoksul biriydi. Peygamberleri onların bu itirazlarına də bu cevabı verir: "Onun bilgisini və bədəni gücünü arttırdı."

O şöyle demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti və onun bilgisini və bədəni gücünü arttırdı."

İstifa" və "istisfa" kelimeleri, seçme, tercih etme anlamına gelirler. Aslı "safv (=safi və duru olmak)"tır. Ayənin orijinalında keçən "basteten" sözü isə, genişlik və kudret demektir. Bu, onların itirazlarına cevaptı.

Aile üstünlüğü hasebiyle, hükümdarlığa Talut'tan daha çox layık olduklarını söyleyerek krallığına karşı çıkışları, bu şekilde cavablandırılır: Hükümdarlık Allah'ın söz mövzusu ailelere bahşettiği bir üstünlük və ayrıcalıktır. Yüce Allah'ın bir başkasını onlara seçmesi, onun hükümdarlığa bunlardan daha çox layık olduğunu, ailesinin söz mövzusu ailelere, bizzat kendisinin də onlara üstünlüğünü gösterir. Çünkü üstünlük Allah'ın üstün kılmasıyla gerçekleşebilir ancak.

Talut'a bol mal verilmemiştir, diye onun krallığına karşı çıkışları bu şekilde cevaplandırılıyor: Krallık, hükümdarlık; bir insan topluluğuna egemen olmaktır. Hükümdarlığın tək hedefi, insanların farklı yönlere eğilim gösteren iradelerini kaynaştırmak, tək bir iradenin egemenliği altında toplamaktır. Farklı eğilimler bir iradenin kontrolü altında, dizginlenince, böhran aşılmış olar. Toplumsal birlik sağlanmış olar. Toplumu oluşturan hər fərd, bu sayede, layık olduğu erdemlilik yolunda yürür. Bu hususta kimse kimseyi dışlayamaz və kimse layiq olmadığı halde bir başkasının önüne geçemez. Bir ferdin, haksız yere geride kalması də düşünülemez. Kısacası, hükümdarlığa yüklenen misyon, bu konuma gelen kişinin toplumu, hər ferdin layık olduğu erdem düzeyine ulaşabileceği bir şekilde yönetmesi, buna engel olacak unsurları bertaraf etmesidir. Bu amaca ulaşmak üçün iki unsur gereklidir:

a) İnsan hayatını yapan (ıslah edən) və yıkan (ifsat edən) hər şeyi bilmek.

b) Memleketin çıkarına olacak faaliyetleri yapabilecek bedensel kudrete sahip olmak.

Bu iki unsura, bu ayette işaret ediliyor: "Onun bilgisini və bədəni gücünü arttırdı." Bol mala sahip olmaya gelince, hükümdarlık üçün bunu bir ön koşul saymak cahillik örneğidir.

Sonra, bütün bunlar bir tək kanıtın altında birleştiriliyor: "Allah kime dilerse mülkünü verir." Çünkü mülk, yani egemenlik Allahın tekelindedir. Heç kimse bu egemenlikte pay sahibi değildir. Yüce Allah'ın hər hangi bir kimseye mülkünü bahşetmesi başka. Bununla beraber, kişilerin bu şekilde sahip oldukları mülk də Allah'ındır. Bunu "Mülkünü verir." tamlamasından də algılayabiliriz. Böyle olunca, ulu Allah mülkü üzerinde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Heç kimse: "Niçin, nasıl? "diye sorma hakkını kendinde bulamaz. (Yani, bir insan kalkıp də, yüce Allah'ın mülkü üzerinde ki tasarrufunu sorgulayamaz. Çünkü Allah, kayıtsız, şartsız mutlak səbəbdir. Kimsenin, nedensel bütünleyici və fiil aracını araması də gerekmez. Allah noksansızdır bütünleyici sebebe ihtiyaç duymaz.) Bu halde, hükümdarlığın bir hanedandan diğerine aktarılışını birinin güc və mal gibi zahiri sebeplerden yoksun olduğu halde bu yetkiye ulaştırılışını sorgulamamak gerekir.

İlahi bağış, hər nə kadar, Allah nasıl və kimin üçün dilerse, öyle ger-çekleşiyor olsa də, hikmet və maslahattan uzaq değildir. Dolayısıyla, "Allah dilediğini yapar." "Mülkü dilediğine verir." və benzeri sözler, "Uca Allah, fiillerinde maslahat unsurunu göz qarşısında bulundurmaz." veya: "Yüce Allah bir şey yapar. Əgər bir maslahata bərabər gelse, bərabər gelmiş olar. Bu işin amaçsız olması də, mümkündür. Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü mülk O'nundur. O dilediğini yapar." anlamına gelmez. Çünkü dini somut kanıtlar və ağılı deliller bu cür bir yaklaşımı geçersiz kılmaktadır.

Bilakis, bizim bu cür ifadelerle kastettiğimiz anlam şudur: Hər yaratılmış və hər iş sonuç itibariyle Allah'a gelip dayanır. Maslahat və hayır yönleri də hər şey gibi ONun tarafından yaratılmışlardır. Böyle olunca, yüce Allah, yaptığı hər hangi bir işte, hər hangi bir maslahatın baskısı altında hareket etmez. Maslahatın gerektirdiği hükmün etkisi altına girmez. Bu cür bir baskı və etkilenme bizim fiillerimiz üçün geçerlidir. Yüce Allah, bir iş yaptığı veya bir şey yarattığı zaman, sadece güzeli yapar, sadece güzeli yaratır olduğundan ONun fiili maslahata uygun olma niteliği kazanır. Və bu işlerde kulların iyiliği göz önünde bulundurulmuş olar. Bu kadarı var ki, ulu Allah heç bir maslahatın etkisinde değildir. Çıkarların baskısı altında hareket etmez.

Bundan dolayı, bu değerlendirmeyi, önceki ilə birlikte düşünmek doğru olar. "Allah, kime dilerse mülkünü verir." ifadesi ilə "Doğrusu Allah, size onu seçti və onun bilgisini və bədəni gücünü arttırdı." ifadelerinin birlikte değerlendirilmelerini kastediyorum. Çünkü ilk kanıt, maslahat və sebeplere ilintilendirmeyi kapsamaktadır. İkinci kanıt isə, mülkü mutlak manada dilediğini yapar Allah'a özgü kılmayı kapsamaktadır. Əgər mülkün mutlak anlamda Allah'a özgü oluşu və yüce Allah'ın də dilediğini yapıyor olması, ONun fiillerinin maslahat və hikmetle paralel oluşlarıyla çelişmiyor olmasaydı, burada ikisini birlikte zikretmek uygun olmazdı. Nerde kaldı ki iki ifadeden biri ötekini pekiştirsin veya bütünlesin.

Ayəs(n)i kerimenin sonunda yer alan bu değerlendirme cümlesi, bu anlamı çox güzel vurgulamaktadır: "Allah, (rahmeti və lütfü) geniş olandır, bilendir." "Geniş"lik niteliği, yüce Allah'ın bir işi yapmasının ya da bir şeyi vermesinin asla engellenemeyeceğini gösterir. "Bilme" niteliği də, ONun fiillerinin yanılmaz və değişmez bir bilgiye göre gerçekleştiğine delalet edər. Bu halde, dilediği her şeyi yapar və ancak maslahat içeren şeyler yapar.

"Genişlik" kavramı, aslında, cismin başka şeyleri kaplamaya elverişli olması durumunu ifade edər. Kabın, içine dökülen şeyi kapsaması, sandığın, içine konulan eşyayı kapsaması və evin içindekileri içermesi gibi. Daha sonra, zenginlik, müstağnilik anlamında kullanılır oldu. Amma hər yönüyle hər zenginlik değil. Tersine,beraberinde harcama yapabilme özelliğini də taşıyan zenginlik kullanılır. Sanki mal, harcanması istenen miktarı kapsayacak genişliktedir. Bu anlamıyla ulu Allah üçün də kullanılır. O, geniştir. Yani zengindir, harcamayı istediği şeyi dağıtıp harcaması ONU çətin durumda bırakmaz. Tam tersine, O, bu güce sahiptir.

248) Onlara peygamberleri şöyle dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir tündünə… var.

Tabut; sandık demektir. Söylendiğine göre, bu kelime "tevb (=dönme)" kelimesinin "fa'lut" qəlibinə uyarlanmış şeklidir. Çünkü insan, defalarca sandığa döner.

"SEKİNE"NİN ANLAMI ÜZERİNE

"Sekine" kelimesi "sakitlik" kökünden gelir. Hareketin karşıtıdır. Kalbin sükunu anlamında kullanılır. İnsanın istikrarlı oluşu, iradesinin özü itibariyle iç dünyasında çalkantının olmayışı demektir. Hikmet sahibi insanın halidir bu (Əxlaq biliminde hikmeti kastediyorum). Böyle bir insan, fiillerinde kararlı və azimet sahibidir. Ulu Allah "sekine"yi, kemal mertebesine ulaşmış imanın bir niteliği olarak öngörmüştür. Üstün bağışlarından biri olarak nitelemiştir.

Açıklamasına gelince; insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir içgüdüyle, fiilleri düşünce sonrası gerçekleştirir. Fiillerin maslahatını, hayatındaki mutluluğu və toplumsallığı üçün öngörülen hayır üzerindeki etkisini kapsayan ağılı önermelerin düzenlenişinden ibarettir bu. Sonra yapması və yapmaması gereken şeylerin belirlenişi ilə sonuçlanır.

Bu düşünsel eylemi, insanoğlu fıtratının tarzına uygun olarak gerçekleştirdiği, mutluluğu açısından gerçek bir yarardan başkasını kastetmediği zaman, nefisten kaynaklanan bir istikrar və bir düşünsel sükunet üzere gerçekleşir. Çalkantısız və sarsıntısız olarak... Fakat insanoğlu, hayatı itibariyle yere çakılıp ondan kopamayınca, havasının peşine takılıp, tutkularına əsir olunca, işi karışır. Düşünce və karar aşamasında yanıltıcı və baştan çıkarıcı süslerin zihnini bulandırması ilə yüz/üz yüze kalır. Bu durum, onun kimi zaman doğru yoldan sapmasına və kimi zaman də karar və irade bazında sarsıntı geçirmesine, iç çalkantı yaşamasına, zorluklar karşısında tutunamaz olmasına və derin iç sarsıntıların bunaltıcı girdabına düşmesine neden olar.

Mömin, yüce Allah'a yönelik inancı nedeniyle, sarsılmaz bir dayanağa, yıkılmaz bir temele dayanmıştır. İşlerini, şüphe kabul etmez gerçek bilgiler üzere kurmuş bir insandır o. Amellerini kuşku duymadığı ilahi yükümlülükler oluşturur. Bu işte bir yetkisi yoktur ki, bir şeyi kaçırmaktan korksun ya da bir şeyi yitirmekten dolayı üzülsün veya hayır ilə şerri ayırt etmədə tereddüt geçirsin.

İnanmayanlara gelince, onların, işlerinin idaresini, kontrolünü verebilecekleri bir dostları yoktur. İşlerinin iyisi də, kötüsü də sonunda kendi nefsine döner. Heva və heves yoluyla, hayaller və uğursuz sezgiler yoluyla, hər taraftan üzerine hücum edən bu düşüncelerin karanlığına düşmüştür.

Ulu Allah şöyle buyurur: "Allah, möminlərin velisidir." (Al/götürü İmran, 68) "Bu böyledir; çünkü Allah, İman edenlerin velisidir; kafirlerin isə, velisi yoktur." (Muhammed, 11) "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri isə tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar." (Bakara, 257) "Biz gerçekten şeytanları, inanmayanların velileri kıldık." (Ə'RAF, 27) "İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur." (Al/götürü İmran, 175) "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor və size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah isə, size kendisinden bağışlanma vadediyor." (Bakara, 268) "Kim Allah'ı bırakıp də Şeytanı dost edinirse, əlbəttə apaçık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara söz verər və onları ümidləndirər; halbuki Şeytanın onlara söz verməsi, aldatmacadan başka bir şey deyil... Bu, Allah'ın gerçek vədidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim ola bilər?" (Nisa, 119-122) "Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar üçün korku yoktur, mahzun də olmayacaklardır." (Yunus, 62)

Gördüğünüz gibi ayetler korku, üzüntü, bunalım və aldanış gibi nitelikleri küfrün yanına, bunların karşıtı olabilecek nitelikleri də imanın yanına koymaktadır.

Bu ayəs(n)i kerimede, bu gerçek biraz daha açıq bir şekilde dile getiriliyor: "Ölü ikən kendisini dirilttiğimiz və insanlar içinde yürümesi üçün kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içində olub ondan heç çıxa bilməyən kimsə gibi olarmı?" (Ən'am, 122) Bu ayəs(n)i kerime gösteriyor ki, kafirin yürürken tökezlemesi, göz gözü görmez bir karanlığın içinde olmasından kaynaklanıyor. Amma mömin, ilahi bir nura sahiptir. Bu nur aracılığı ilə yolunu görmektedir, hayrı və şerri ayırdetmektedir. Çünkü yüce Allah, ona kafirlerle ortak olduğu və aynı derecede paylaştığı hayatının yanı sıra yepyeni bir hayat bahşetmiştir. Bu hayat, peşi sıra nurla aydınlanmayı getirmektedir.

Bu ayə də önceki ayə gibi bu gerçeği dile getirmektedir: "Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp korkun və ONun elçisine iman edin, size kendi rahmetinden iki qat versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın və size mağfiret etsin." (Hadid, 28)

Bir diğer ayette isə, şöyle buyuruyor: "Allah'a və ahiret gününe i-man edən heç bir kavim bulamazsın ki, Allah'a və elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah kalplerine imanı yazmış və onları kendinden bir ruh ilə desteklemiştir." (Mücadele, 22) Bu ayə, möminlərin yaşadıkları hayatın, Allah katından bir ruhla destekli olduğunu ifade etmektedir. Bu da imanın gerekliliğini və ürəkdə yerleşmiş olmasını gerektirir. Bu möminlər, iman kalplerine yerleştikten sonra, Allah katından bir ruhla desteklenirler. Bedenlerine yepyeni bir hayat bahşedilir və önlerinde bir nur parlamaya başlar.

Görüldüğü gibi, bu ayeti bu ayetle bağdaştırmak mümkündür: "Möminlərin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye güven duygusu və huzur (sekine) indiren Odur. Göklerin və yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Fetih, 4) Bu ayette geçen "sekine" kavramı, bundan önce sunduğumuz ayette geçen "ruh" kavramı ilə və bunda geçen "imana iman katılması" durumu, öncekinde geçen "imanın yazılması" durumu ilə uyuşmaktadır. Ayetin sonundaki ifade də bu uyumu pekiştirici niteliktedir: "Göklerin və yerin orduları Allah'ındır." Bilindiği gibi Quran "ordu" kavramını melekler və ruh gibi varlıklar anlamında də kullanır.

Bu ayetler də akışları itibariyle, önceki ayette benzemektedir: "Allah, elçisinin və möminlərin üzerine (sekine) güven və yatışma duygusunu indirdi. Və onları takva sözü üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar də, buna layık və ehil idiler." (Fetih, 26) "Böylece Allah ONA huzuru, güvenlik duygusunu (tündünə) indirmişti. ONU sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti." (Tevbe, 40)

Bu açıklamalardan sonra, ayəs(n)i kerimede geçen "tündünə" kavramının, ilahi bir ruh anlamında olduğunu ya da Allah'ın emrinden ilahi bir ruh gerektirdiğini, bunun da kalpte huzur və güvenlik duygusunu meydana getirdiğini, nefsi istikrara kavuşturduğunu, iç çalkantıyı durdurduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi, bu yorum, ifadenin açıq anlamının dışına çıkarılması anlamına gelmez. Və kalbin sükunu və iç çalkantıdan kurtulması anlamında olan "tündünə" kavramının ilahi ruh anlamında kullanılmasını gerektirmez. Bu anlamı ilə kavramın, ileride sunacağımız rivayetlerin ışığında bir dəfə daha ələ alınması gerekir və rivayetlerin bu anlam ilə yorumlanması gerekir.

* * *

Musa ailesinden və Harun ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı var; onu melekler taşır

Kişinin ailesi, onun bərabər/yoldaşı və çocuklarıdır. Mutlak olarak kullanıldığı zaman, kişinin kendisi də içine girer. Bu halde Musa'nın ailesi və Harun'un ailesi ilə, onlar və çocukları kastedilmiştir. "Onu melekler taşır." ifadesi, cümle içinde "tabut"un halidir. "Əgər inanmışlarsanız, bunda şüphesiz sizin üçün kesin bir əlamət vardır." ifadesi də, tıpkı ayetin giriş kısmının akışı gibi, onların peygamberlerinden, sözünün doğruluğunu gösteren bir kanıt istemiş olduklarını göstermektedir. "Allah size Talut'u hükümdar olarak gönderdi." sözünün doğruluğunu kanıtlamasını istemişlerdi.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin