Külli və cüzi olayların sözlü olarak aktarımı suretiyle təsbit edilişi demek olan nəqli tarih, insanoğlunun yeryüzüne adım/addım attığı, ilk günden, hayatının ən/en eski çağlarından itibaren ilgi duyduğu bir konudur. Hər dönemde, bazı kimselerin gelişmeleri zihninde tutup sözlü olarak aktardıklarını ya da kitaplar yazarak, yaşanan olayları təsbit ettiklerini biliyoruz. Başkaları də təsbit edilen bu olayları kuşaktan kuşağa aktırmışlardır. İnsan, hayatın çeşitli alanlarında bunlardan yararlanır. Toplumsal gelişmeler açısından örnek almak, ibret dersleri çıkarmak, geçmişte olub bitenleri kıssalar şeklinde anlatıp eğlenmek gibi. Geçmişe aid bilgilerin aktarımı, siyasi, ekonomik ya da sanayi alanında da çeşitli yararlar sağlar.
Son derece onurlu bir bilim dalı olmasına və sayısız yararları bulunmasına rağmen, tarih üzerinde etkin olan iki faktör, onun doğal və sağlıklı gelişimini bozmakta, gerçek beyan yerine yalan və yanlış açıklamalar içermesine neden olmaktadır.
Bu faktörlerden ilki şudur: Tarih bilimi hər dönemde, iktidarın, gü-cü və otoriteyi elinde bulunduran yönetimin etkisinde olar. Bu nedenle iktidarın, siyasal otoritenin yararına olabilecek şeyleri ön plana çıkarıp ona zarar verebilecek ya da kurduğu sistemin işleyişini bozabilecek şeyleri örtbas etme eğilimi içinde olmak durumundadır. Çünkü, hər dönemin siyasal iktidarının, kendi yararına olduğuna inandığı gerçekleri halka duyurmaya, zararına olacağını tahmin ettiği gerçekleri də gizlemeye, ən/en azından onları yararlanabileceği bir kılıfa sokmaya ya da batılı və yalanı haqq və doğruluk kisvesi altında benimsetmeye büyük əhəmiyyət verdiğinden kuşku duymuyoruz. Çünkü insan denen canlı türünün bireyi və bireyler toplamından oluşan kitlesi, öz yaratılış olarak, imkanlar ölçüsünde kendine yarar sağlamak və zararına olabilecek şeyleri də bertaraf etmek eğilimindedir. Günümüzde egemen olan rejimleri və geçmişte yaşayan toplulukların hayat biçimlerini irdeleyip gerekli sonuçlar çıkarabilecek ən kiçik bir bilinç kırıntısına sahip heç kimsenin kuşku duymayacağı bir realitedir bu.
İkinci faktör isə şudur: Tarihsel gelişmelere ilişkin haberleri derleyip kuşaktan kuşağa aktaranlar, onları bir araya getirip yorum yapanların tümü, taşıyıp aktardıkları ya da değerlendirme yaptıkları hususlarda kesinlikle ulusal asabiyetin və içsel duyguların etkisinden kurtulamazlar. Geçmiş toplumlara ilişkin bilgileri kuşaktan kuşağa aktaran tarihçiler və onların yaşadıkları dönemde egemen olan dinsel yönetimler belli bir mezhebin, belli bir dinin bağlılarıydılar. Dinsel duyarlılıkları son derece güçlü və ulusal taassupları oldukça ileri boyutlardaydı. Bu nedenle, aynı zamanda olaylar hakkında hüküm verme, onları değerlendirme özelliği də bulunan tarihsel gelişmelere ilişkin haberlere bir şekilde müdahale etmeleri kaçınılmazdı.
Nitekim günümüzde də, materyalizm və din karşıtı sözde özgürlükçü hareketler, akıldan çox arzuları bayraklaştıran ideolojilerin taassup düzeyindeki tutuculukları də, çağımızda yaşanan olaylara ilişkin değerlendirmelere müdahale edib onları istedikleri gibi yorumlama eğilimindedirler. Tıpkı eskinin mutaassıp yöneticilerinin kaydettikleri ya da başka kuşaklara aktardıkları haberlere müdahale edib onları belli bir kalıba sokmaları gibi.
Bu yüzden, herhangi bir dine ya da mezhebe mensup bir kimsenin, kaleme aldığı bir eserde, ya da geçmişe ilişkin haberleri derlediği bir kitapta kendi dinine, mezhebine tərs düşen bir bilgiye, bir aleyhte açıklamaya yer/yeyər verdiğini göremezsiniz. Hər dinin mensubu, kendi dininin temel ilkeleriyle uyuşan bilgileri kaydetmiş, derlediği haberleri kendi mezhebinin süzgecinden geçirerek başka kuşaklara aktarmıştır. Çağımızın tarihini yazanlar üçün də aynı durum geçerlidir. Tarihe ilişkin heç bir değerlendirmeleri yoktur ki, materyalizmi destekleyen bir yanı bulunmasın.
Kənar yandan tarih biliminin soysuzlaşmasına, yozlaşmasına neden olan başka etkenler də söz konusudur. Bunların başında də tarihsel olayları kaydetmeye, kaynağından edinmeye, onları bir yerde toplayıp gelecek kuşaklara aktarmaya, bunları kitaplaştırmaya, değiştirmelere və yitip gitmelere karşı koruma altına almaya yarayacak vasitə və gereçlerin bulunmayışı gelir. Gerçi bu eksiklik günümüzde ülkelerin yakınlaşmaları, iletişim araçlarının baş döndürücü bir hızla gelişme göstermeleri, haber aktarımının, intikalinin və dönüşümünün kolaylaşması sonucu ortadan kalkmış bulunuyor.
Ancak, bu sefer də felaket bir başka açıdan etkisini gösteriyor. Şöy-le ki: Politika insanın hər işine, hayatının hər cephesine müdahale edər hala gelmiştir. Günümüz dünyası artık bilimsel politikanın ekseni etrafında dönüyor. Ülkelerin politikaları değiştikçe, haberler də değişikliğe uğramaktadır. Bu isə, tarih bilimine yönelik olumsuz bir tepkinin oluşmasına neden olmaktadır. Neredeyse tarih bilimi artık heç bir şekilde itina edilemez hala gelecektir.
Nakle dayanan tarihin bünyesindeki bu eksiklikler ya da bu çelişkiler, günümüzde bilim adamlarının, tarihsel yargılarını arkeolojik bulgulara göre biçimlendirmelerinin başta gelen sebebi ya da ana etkeni olmuştur. Çağımızda geliştirilen bu yöntem, sözünü ettiğimiz problemlerin bir kısmından, örneğin ilk faktörden kurtulmuş gibi görünüyorsa də, öteki problemlerden və faktörlerden kurtulmadığı ortadadır. Ana faktörü də, bizzat tarihçinin, tarihsel yargılarında tutkularının, duy-gularının və asabiyetinin etkisinde kalmasıdır. Politik düşüncesinin, tarihsel bulgular üzerinde, bazısını duyurma, diğer bazısını örtbas etme, değiştirme ya da başkalaştırma şeklinde etkin olmasıdır. İşte, onulmaz bozuk yönleriyle birlikte tarih biliminin gerçek durumu.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: Quranı Kerim'de yer alan kıssalar, tarihsel verilerle karşılaştırılamaz. Çünkü Quran vahiydir, hatadan münezzehtir, yalandan uzaktır. Dolayısıyla Tarih bilimi Quranın anlatımına itiraz edemez. Çünkü tarihin yalan və hatadan uzaq olduğuna ilişkin bir güvence yoktur. Örneğin Quranı Kerim'de yeralan kıssaların çoğu (ən/en başta də incelemekte olduğumuz Talut kıssası), eski və yeni (Tevrat-İncil) ahitlerde anlatılanlardan farklıdır. Amma bunun bir önemi yoktur. Quranda anlatılanlardan kuşkulanmamızı gerektirmez. Çünkü eski və yeni ahitlerin, tarih biliminden farklı yönleri çox bulunmamaktadır. Ona da nasıl müdahale edildiğini, nasıl verileriyle oynandığını gördün. Kaldı ki, eski və yeni ahitlerde Samuel və Şarl adıyla geçen bu kıssanın yazarı, kesin olarak bilinmeyen bir kişiliktir.
Kısacası Qurani Kərimdə anlatılanların tarih kitapları, özellikle Tevrat və İncil'le çelişmeleri bizce önemli değildir. Çünkü Quran, Hak-tan gelen haqq bir kelamdır.
Kənar yandan, Quranı Kerim bir tarih kitabı değildir. İçindeki kıssalarla, tarih kitaplarında hedeflendiği oranda, bir tarihsel açıklama amaçlanmıyor. Quran vahiy kalıbıyla sunulan bir ilahi mesajdır. Ulu Allah, onunla hoşnutluğuna təbii/tabe olan kimseleri esenlik və barış yollarına iletir. Bu yüzden Quranın bir kıssayı bütün yönleriyle və kapsadığı bütün hadisə və gelişmeleriyle aktardığını göremezsiniz. Sadece bir kıssadan üzerinde düşünülmesi, yoğunlaşılması gereken farklı bölümler al/götürər. Bununla də ibret alınması, hikmetin kavranması ya da öyüd alınması gibi bir hedefin gerçekleşmesini amaçlar. Aynı özelliği incelemekte olduğumuz Talut və Calut kıssası, üçün də söyleyebiliriz: Kıssa şöyle bir ifadeyle başlıyor: "Musadan sonra İsrailoğulları'nın ileri gelenlerini görmedin mi?" Sonra şöyle buyuruluyor: "Peygamberleri onlara dedi ki: Onun hükümdarlığının alameti..." "Talut ayrılınca..." "Calut'un karşısına çıktıklarında..." Bilindiği gibi ifadenin bütünü içerisinde, bu cümleleri birbirine bağlamak üçün uzun bir hikaye anlatmak gerekir.
Daha önce "Bakara" kıssası ilə ilgili olarak də bu hususa dikkat çekmiştik. Bu özellik, Quranın anlattığı bütün kıssalarda yinelenen belirgin bir özelliktir. Quran, kıssaların sadece gerekli olan kısımlarını sırf ibret alınması, öyüd olarak tutulması, hikmetinin algılanması veya tarih sahnesinden çekilmiş milletler və yok olmuş toplumlar hakkında yürürlüğe konmuş bir ilahi yasanın tespit edilmesi amacına yönelik olarak anlatır. Nitekim ulu Allah şöyle buyurur: "Elbette onların kıssalarında ağıl sahipleri üçün ibret vardır." (Yusuf, 111) "Allah size açıklamak və sizi, sizden öncekilerin yollarına və yasalarına iletmek ister." (Nisa, 26) "Sizden önce ilahi yasaların dəyişməzliyini sübut edən bir çox hadisələr gəldi keçdi. O halda yeryüzünü gəziş də Allahın ayələrini yalan sayanların aqibətini görün. Bu (Quran), insanlara istiqamətli bir açıklama, muttakiler üçün bir yol gösterici və bir öğüttür." (Al/götürü İmran, 137-138) Bunlar gibi daha bir çox ayə örnek gösterilebilir.
ayələrin tərcüməs(n)i
253- İşte o elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu və derecelerle yükselttiği vardır. Meryemoğlu İsaya apaçık belgeler verdik və onu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelenler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Amma Allah dilediğini yapandır.
254- Ey iman edenler, heç bir alış-verişin, heç bir dostluğun və heç bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızk olarak verdiklerimizden infak edin/əldə et. Kafirler... Onlar zulmedenlerdir.
ayələrin AÇIKLAMAsı
Aslında bu iki ayetin akışı, cihadı emreden, hayır amaçlı harcamaları teşvik edən, ardından möminlər gerekli ibret dersleri çıkarsınlar diye Talut'un savaş kıssasını sunan önceki ayetlerin akışından bütünüyle uzaq değildir.Hatırlanacağı gibi söz mövzusu ayetler grubu: "Sən də gönderilen elçilerdensin." ifadesiyle son bulmuştu. Bu iki ayə isə, "İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." ifadesiyle başlıyor. Ardından, peygamberlerden sonra, onların ümmetlerinin birbirleriyle savaşmalarına değiniliyor. Önceki kıssada, yani Talut kıssasında isə, şöyle bir ifadeye yer/yeyər veriliyordu: "Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini görmedin mi?" Dikkat edilirse, ifadede "Musa'dan sonra..." kaydı vardır. Sonra, bir dəfə daha heç bir alış verişin heç bir dostluğun və heç bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, möminlər hayır amaçlı harcamalarda bulunmaya teşvik ediliyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, bu iki ayə, önceki ayetler grubunun devamı niteliğindedir və tümü birlikte nazil olmuşlardır.
Kısacası, ayəs(n)i kerime, akla gelebilecek bu növ kuruntuların yersizliğini vurgulayıcı niteliktedir: Peygamberlik misyonu, özellikle bu misyonun haqq nitelikli olduğunu gösteren apaçık belgelerle destekli oluşu, savaş felaketini sona erdirmelidir. Bunun birinci gerekçesi şudur: Ulu Allah, elçileri göndermek və onları apaçık və olağanüstü belgelerle desteklemekle insanların dünya və ahiret mutluluğuna erişmelerini istemiştir. Bunun üçün də onları savaştan alıkoyması və onları hidayet üzere birleştirmesi gerekirdi. Bu halde, peygamberlerden sonra, ümmetleri arasında patlak veren savaşlar və bitmez tükenmez didişmeler nə oluyor? Özellikle hükümlerinin temeli və yasalarının özü birlik və bütünlüğe dayalı İslam dininin yayılmasının ardından yaşanan Müslümanlar arası üzücü olaylara nə demeli?
Peygamberlik misyonunun ardından savaşın ortadan kalkması gereğini doğuran ikinci gerekçe də şudur: Heç kuşkusuz, peygamberlerin gönderilişi və haqq içerikli davetin apaçık belgeler və möcüzələrlə desteklenişi, kalplerin inanmasını sağlama amacına yöneliktir. İman kalbin bir özelliğidir. Ürəkdə isə zora və baskıya dayalı bir inanc oluşturulamaz. Peygamberlik misyonu işlevini gördükten sonra, savaşmanın nə anlamı vardır? Bu problemi, savaş ayetlerini incelerken gündeme getirmiş və gerekli cevabı də vermiştik.
Fakat incelemekte olduğumuz ayette, yüce Allah bu cevabı veriyor: Savaş, ümmetler arası ihtilafların bir sonucudur. Əgər ihtilaflar olmasaydı, toplumlar işi savaşa kadar götürmezlerdi. Bu halde savaşın nedeni, toplumlararası ihtilaftır. Əgər yüce Allah dileseydi, kuşkusuz ihtilaf olmazdı, dolayısıyla savaş olgusu də yaşanmazdı. Allah dileseydi, bu sebebi ortaya çıkışından sonra, etkisiz hala getirebilirdi. Ancak O, dilediğini yapar və kuşkusuz olayların sebepler yasasına göre gelişme göstermelerini dilemiştir. Bu yüzden ihtilaf olgusu varolmuştur, bu yüzden savaş olmuştur. Ayetin verdiği mesajın özü bundan ibarettir.
253) İşte o elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.
Bu ifadede, peygamberlerin işgal ettikleri makamın yüceliğine, misyonlarının ululuğuna yönelik bir işaret vardır. Bu yüzden, uzaktaki bir şeye işaret etmek üçün kullanılan "tilke" işaret ismi kullanılmıştır. Ayrıca ayəs(n)i kerimede, ulu Allah'ın peygamberlerin bir kısmını, diğer bir kısmından üstün kıldığına ilişkin işaretler də vardır. Buna göre, peygamberleri arasında daha üstün olanlar də vardır, bir derece alt düzeyde olanlar də vardır. Amma buna rağmen tümünün değişmez bir üstünlüğü də söz konusudur. Çünkü peygamberlik misyonu, başlı başına bir fazilettir və bu fazilet, tümünün ortak olduğu bir husustur. Aynı şekilde, peygamberler arasında makam farklılıkları və derece ayrılıkları də söz konusudur. Nitekim, ayəs(n)i kerimenin son kısmında də işaret edildiği gibi, onlardan sonra, misyonlarını taşımakla yükümlü ümmetleri arasında də ayrılıklar yaşanmıştır. Ancak bu ikisi arasında belirgin bir fərq vardır. Peygamberler arasındaki farklılıklar, makam və derece üstünlüğüne ilişkindir. Amma, peygamberlik misyonunun sahip olduğu fazilet və bütün erdemleri içeren tevhid, tümü üçün aynı oranda geçerlidir.
Peygamberlerden sonra, onların misyonlarını devam ettirmekle yükümlü ümmetler arasında yaşanan ayrılıklarsa, nitelik olarak bundan farklıdır. Burada küfür və iman ayrılığı, olumlu və olumsuz ayrılığı söz konusudur. Bilindiği gibi, bu iki növ ayrılık və farklılıkların ortak bir noktası yoktur. Bu yüzden yüce Allah hər ikisini farklı ifadelerle dile getirmiştir. Örneğin, peygamberlerin arasındaki derece və makam ayrılığını "üstünlük=fazilet" olarak nitelemiş və bunu kendi zatına nisbət etmiş, ümmetlerinin yaşadığı ayrılıkları də ihtilaf olarak niteleyerek bunu onların kendilerine nisbət etmiştir. Peygamberlerle ilgili olarak: "Üstün kıldık" buyururken, ümmetleri üçün "ihtilafa düştüler." buyurmuştur.
İncelemekte olduğumuz ayetin son kısmında, savaş konusu işlendiği, içeriği savaşla ilgili olduğu, ayrıca önceki ayetlerin içeriği də savaşla ilintili olduğu, savaşmaya ilişkin əmr kapsadıkları, saldırıya aynısıyla misillemede bulunmayı öngördükleri üçün, bu bölümün, yani: "İşte o elçiler; bir kısmını üstün kıldık..." diye başlayan kısımdan "Onu Ruh'ul-Kudüs'le destekledik..." kısmına kadar ki ifadenin, ayetin sonundaki bu ifade açısından bir giriş olması kaçınılmaz olarak ön plana çıkıyor: "Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Amma Allah dilediğini yapandır."
Buna göre, ayetin giriş kısmı bu gerçeği vurğulamağa dönüktür: Peygamberlik makamı, bütün peygamberlerin ortak oldukları bir makam olmakla beraber, hayır və bereketlerin gelişmesine, kemal və mutlulukların çoxalmasına, ilahi konuşmaya aracısız muhatap olma, apaçık belgeler alma və Ruh'ul-Kudüs ilə desteklenme gibi yakınlık və gözdelik ifade edən dereceleri də içinde barındıran bir makamdır. Bunca hayır və kemal unsurunu içinde barındırmasına rağmen bu yüce makam, savaş olgusunun ortadan kaldırılmasını gerektirmiyor. Çünkü savaşın dayanağı, insanlar arası ihtilaftır.
Diğer bir ifadeyle, ayəs(n)i kerimeden bu sonucu algılıyoruz: Peygamberlik misyonu, temelde dayandığı üstünlüğe karşın, bünyesinde hayırların gelişme gösterdiği bir makamdır. Bu makamın nə tarafına bakılırsa, karşımıza yeni bir üstünlük çıkacaktır. Bu misyonun bir yönüne eğilip baktığında terütaze bir yumuşaklık, bir güzellik fark edeceksin. Bütün göz kamaştırıcılığı, görkemi, apaçık ayetlerle destekliliği ilə beraber bu makamın varlığı, insanlar arasındaki küfür-iman ikilemine dayalı ihtilafı kaldırmayı gerçekleştirmiyor. Çünkü bu ihtilafın tək kaynağı insanların bizzat kendileridir və bu ihtilafı meydana getirenler də onlardır. Nitekim yüce Allah, başka ayetlerde bu gerçeği dile getirmiştir: "Heç şüphesiz din, Allah katında İslamdır. Kitap verilenler, ancak kendilerine elm geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık və hakka başkaldırma yüzünden ayrılığa düştüler." (Al/götürü İmran, 19) ayetini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim "İnsanlar tək bir ümmetti." (Bakara, 213) ayetini incelerken, bu realiteyi ayrıntılı biçimde açıkladık.
Kuşkusuz, ulu Allah dileseydi, peygamberlerden sonra, onların ümmetleri arasında yaşanan savaşları, evrensel yasalar sistemi çerçevesinde önlerdi. Amma söz mövzusu ümmetler, aralarındaki kıskançlık və hakka başkaldırma dürtüsü yüzünden ihtilafa düştüler. Beri tarafta, yüce Allah yaratılış yasası çerçevesinde varlık bütününe sebep-sonuç ilkesini egemen kılmıştır. İhtilaf sürtüşme, çekişme nedenidir. Ayrıca ulu Allah dileseydi, yasa zoruyla savaşı önlerdi veya ən/en azından savaşma emrini vermezdi. Amma yüce Allah, savaşı emretti və savaş emriyle insanları deneyip sınavdan geçirmeyi amaçladı. Allah'ın pisle iyiyi ayırt etməsi, iman edenlerle yalancıları belirlemesi üçün bu gerekliydi.
Kısacası, peygamberlerden sonra, onların misyonlarını üstlenen ümmetlerin savaşmaları kaçınılmazdı. Çünkü hakka başkaldırma və kıskançlıktan kaynaklanan bir ihtilaf olgusu söz konusuydu. Peygamberlik misyonu və açıklamaları, sadece batıl aleyhine kanıtlar sunarak, hakkın etrafındaki kuşkuları giderme işlevini görür. Kıskançlık, inad və benzeri rezillikleri yeryüzünden silmenin, insan denen canlı türünü bunlara karşı islah etmenin savaştan başka yolu yoktur. Deneyimler göstermiştir ki, kılıçla desteklenmediği sürece tək başına kanıt işə yaramıyor. Bu nedenle, gerek duyulduğu hər seferinde yüce Allah, hakkı egemen kılma və Allah yolunda cihad etmeyi emretmiştir. Hz. İbrahim'-de (ə.s), İsrailoğulları'nda və Resulullah efendimizin (s. a. a) peygamber olarak görevlendirilişinden sonra olduğu gibi. Daha önce savaşa ilişkin ayetleri incelerken, bazı açıklamalarda bulunmuştuk.