Ayələrin Tərcüməs(n)i


Meryemoğlu İsaya apaçık belgeler verdik v



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə42/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   60

Meryemoğlu İsaya apaçık belgeler verdik və onu Ruh'ul-Ku-düs'le destekledik.

İfadede yeniden ayetin əsl ifade tarzına yani, üçüncü kişi kipinden birinci çoğul kişi kipine dönüş yapılıyor. Biz, ayetteki bu sanatsal yöne daha önce işaret etmiştik.

Başka peygamberlerin isimleri açıkça zikredilmezken, Hz. İsanın (ə.s) adının açıkça zikredilmesinin gerekçesi bu olabilir: Hz. İsa (ə.s) üçün bir üstünlük unsuru olarak belirtilen "apaçık belgelerin verilmesi" və "Ruh'ul-Kudüs'le desteklenme" bütün peygamberlerin ortaq niteliğidir. Bu konuda bazı peygamberlerin ayrıcalığı yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, "Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik." (Hadid, 25) "Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ilə indirir: Uyarın..." (Nəhl, 2) Ancak bu nitelikler Hz. İsa (ə.s) açı-sından farklı bir işlev görmüşlerdir. Dolayısıyla, ölüleri diriltme, balçıktan yapılmış bir quş şeklinin içine üflemek suretiyle ona can verme, anadan doğma kor və alacalıyı iyileştirme, gelecekte olacak şeyleri haber verme gibi mucizeler, ruhtan süzülen və hayata dayalı olgulardır. Bu yüzden yüce Allah bunu Hz. İsaya (ə.s) nisbət etmiş və adını açıkça zikretmiştir.

Əgər İsanın (ə.s) adı açıkça zikredilmeseydi, bu nitelik onun üçün bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak anlam kazanmayacaktı. "Biz peygamberlerden bazısına apaçık belgeler verdik və onları Ruh'ul-Kudüs'le destekledik." denilseydi, kastedilen peygamberin Hz. İsa (ə.s) olduğu an-laşılmayacaktı. Çünkü az önce də vurguladığımız gibi, "apaçık belgelerin verilmesi" və "Ruh'ul-Kudüs'le desteklenme" bütün peygamberlerin ortak özelliğidir. Sırf bazılarına özgü değildir. Bu nitelik içlerinde sadece bir kısmına özgü bir üstünlükmüş gibi sunulamaz. Ancak kastedilen peygamberin adının açıkça zikredilmesi başka. Bunda də məqsəd, onun bu nitelik bağlamında belli ölçüde bir ayrıcalığa sahip olduğunu, bu ayrıcalığa diğer peygamberlerin aşağı-yukarı ortak olmadığını vurgulamaktır.

Kənar yandan "İsa" isminin bir diğer özelliği, mucizesel işlevi vardır. Şöyle ki: O, Meryem'in oğludur və babasız dünyaya gelmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onu və oğlunu insanlığa bir ayə kıldık." (Ənbiya, 91) Buna göre, ana-oğul ilahi bir mucize konumundadır, bu özellikleri bir ayrıcalık, bir üstünlük niteliğindedir.

Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelenler, birbirlerini öldürmezlerdi.

Ayetin akışı içinde bir dəfə daha üçüncü tekil kişi kipine geçiş yapılıyor. Çünkü gelinen aşama, Rabbani istek və iradenin alt edilemeyeceğini, ilahi kudretin geçersiz kılınamayacağını vurgulama aşamasıdır. Buna göre, olumlu, olumsuz hiçbir gelişme ilahi otoritenin etkisi dışında değildir.

Kısacası, ilahlık niteliği, gücün kayıtlandırılmasıyla çelişir, gücün mutlak olarak olumlu, olumsuz hər şeyle ilintili olmasını zorunlu kılar. Bu nedenle, ayetin akışı ilə oluşan bu atmosferde bu yüce niteliği, yani ilahlığı vurgulama zorunluluğu doğmuştur. Dolayısıyla: "Şayet Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi." buyurulmuş, "Dileseydik, birbirlerini öldürmezlerdi" denilmemiştir. Ayetin sonundaki: "Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi." ifadesi və "Amma Allah dilediğini yapandır." cümlesi, ayrıca, zamir yerine ismin açıkça zikredilmesi bu gerçeği vurgulamaya yöneliktir.

Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti.

Burada yüce Allah ihtilafa düşmeyi onlara nisbət ediyor, kendisine değil. Çünkü yüce Allah Quranın bir çox yerinde: "İman, küfür və peygamberlere indirilen kitaplarda açıklanan diğer temel prensiplerle ilgili bütün görüş ayrılıkları, insanlar arası kıskançlıktan kaynaklanmaktadır." anlamında mesajlar vermektedir. Ulu Allah kıskançlık ya da zul-mü kendine nisbət etmekten münezzehtir.

Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Amma Allah diledi-ğini yapandır.

Şayet yüce Allah dileseydi, bu ihtilafın savaşla sonuçlanmasını önlerdi. Amma o, dilediğini yapar. Evrene egemen olan yasalar sisteminin kapsamındaki, sebep-sonuç kuralı uyarınca, söz mövzusu ihtilafın insanları savaşa sürükleme noktasında etkili olmasını öngörmüştür.

Allah, doğrusunu herkesten daha yaxşı bilir, amma bizce ayəs(n)i kerimeden çıkan sonuç şudur: İnsanlara elçi olarak gönderilen peygamberler, Rableri katında seçkin makamlara sahip gözde kullardır. Ufukları sıradan insanlara göre yücedir, geniştir. Temelde aynı makama və ortak misyona sahip olmakla beraber, aralarında bazı üstünlükler söz konusudur. İşte elçilerin durumu bundan ibarettir. Bu elçiler insanlara apaçık belgelerle gelmiş, bunlar aracılığı ilə haqq içerikli mesajı açıklamış və doğru yolu kusursuz bir şekilde anlatmışlardır. Bundan sonra insanların birlik və beraberlik halında, birbirlerine karşı sevgi besleyerek Allah'ın dinine bağlı kalmaları, ayrılığa düşmemeleri və savaşmamaları gerekirdi. Amma öyle olmadı. Çünkü bu sebebi geçersiz kılan bir başka sebep vardı: İnsanların birbirlerine karşı duydukları kıskançlıktan dolayı ihtilafa düşmeleri, kafir, mömin diye çeşitli gruplara ayrılmaları və buna bağlı olarak hayat və mutlulukla ilintili hər meselede farklı tavırlar sergilemeleri, etkinlik gösteren bir diğer sebepti. Yüce Allah dileseydi, bu sebebi, yani insanlar arası ihtilafı ortadan kaldırırdı, dolayısıyla savaşma gereği kalmazdı və insanlar savaşmazdı. Amma Allah böyle dilemedi, bu sebep də tıpkı diğer sebep və illetler gibi, yüce Allah'ın yaratılış və varoluş evresinde irade buyurduğu illetlilik yasası uyarınca işlevini gerçekleştirdi. Allah, dilediğini yapandır.

254) Ey iman edenler... infak edin/əldə et...

Bu ayetle neyin kastedildiği gayet açıktır. Ayetin sonundaki değerlendirme cümlesinde isə, infaktan, Allah yolunda hayır amaçlı harcamada bulunmaktan kaçınmanın küfür və zulüm olduğu vurgulanıyor.

AYETLERİN hadisLER IŞIĞINDA şərhi

əl-Kafi adlı eserde, İmam Məhəmməd Misin (ə.s) "İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık..." ayeti ilə ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayetin ışığında görüyoruz ki, Hz. Muhammed'den (s. a. a) sonra ihtilafa düşmüş ashabın bir kısmı mömin kalmış, bir kısmı də küfre sapmıştır."

Tefsir'ul-Ayyaşi'de Asbağ b. Nebata'nin şöyle dediği rivayet edilir: Cemel Savaşı'nda, Emirü'l-Mü'minin Əli b. Əbu Talib'in (ə.s) yanında bulunuyordum. Bir adam gelip ona şöyle dedi: "Ey Emirü'l-Mü'minin, karşımızdakiler də tekbir getiriyor, biz də getiriyoruz, onlar də, La ilahe illallah diyor biz də diyoruz. Onlar də namaz kılıyor, biz də kılıyoruz. Peki biz niçin bunlarla savaşıyoruz?"

Hz. Əli (ə.s) dedi ki: Biz bu ayete dayanarak onlarla savaşıyoruz: "İşte bu elçiler, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu və derecelerle yükselttiği vardır. Meryemoğlu İsaya apaçık belgeler verdik və onu Ruh'ul-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelenler (biz onların peşinden gelenleriz) birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Amma Allah dilediğini yapandır." Biz inananlarız, onlarsa inkar edenlerdir. Bunun üzerine adam şöyle dedi: Ka'be'nin Rabbine andolsun ki, onlar inkar ettiler və ardından karşı tarafa saldırdı, öldürülünceye kadar savaştı. (Allah rahmet etsin.)[164]

Mən deyərəm ki: Bu olayı Şeyx Müfid[165] və Şeyx Tusi el-Emali adlı e-serlerinde, Qummu da tefsirinde rivayet etmiştir. Rivayetten anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Əli, ayəs(n)i kerimede geçen "küfür" kavramını genel anlamda ələ almıştır. Onun kastettiği, dinde xüsusi hükümler gerektiren və dinden çıkma anlamına gelen küfür değildir. Çünkü rivayetler və tarihsel belgeler Hz. Əlinin (ə.s) kendisine karşı savaşanlara, yani Cemel, Sıffin Savaşı'na katılanlara və Haricilere, nə Ehlikitab'ın dışındaki kafirlerin nə də Ehlikitab'ın muamelesini yapmadığını ortaya koymaktadır. Onları dinden dönmüşler olarak də değerlendirmemiştir. Bu halda muhalifleri, ona göre batinen kafirdiler, zahiren değil. Nitekim Hz. Əlinin: "Onlarla tevil üzere savaşıyorum, tenzil (açıq nass üzere) değil." dediği rivayet edilir.

Ayetin zahiri də bu anlamı pekiştirici niteliktedir. Çünkü ayəs(n)i kerime, Resullerin sundukları apaçık belgelerin, onlardan sonra, insanların birbirleriyle savaşmaları durumunu ortadan kaldırma yönünde bir sonuç almadığını ifade etmektedir. Bunun nedeni nefislerinden kaynaklanan ihtilaftır. Bu halda elçilerin sundukları apaçık belgelerin, insanlar arası ihtilafları kaldırma hususunda bir yararı olmaz. Bu insanın toplumsallığının etkin rol oynadığı bir sonuçtur ki, kıskançlık və zulüm unsurlarından ayrı düşünülemez.

Dolayısıyla, incelemekte olduğumuz bu ayə, bu ayetlerle aynı kategoriye girmektedir: "İnsanlar, tək bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Əgər Rabbinden geçmiş bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu." (Yunus, 19) "İnsanlar tək bir ümmetti.... Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra birbirlerine karşı olan "azgınlık və kıskançlıkları" yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden baş-kası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi." (Bakara, 213) "Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler." (Hud, 119) Bu ayetler gösteriyor ki, peygamberlerden sonra, izleyicileri arasında baş gösteren, kitapla ilgili ihtilaf -ki dinde ihtilaf demektir- kaçınılmaz bir durumdur. Yüce Allah, İslam ümmetine ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa sizden önce gelip geçenlerin halı başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara, 214) Bir diğer ayette isə, yüce Allah, Resulünün kıyamet günü şöyle diyeceğini anlatır: "Və elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Quranı terk edilmiş olarak bıraktılar." (Furkan, 30) Ayetlerin satır aralarında, buna ilişkin bir çox açıq ifadeler və dolaylı işaretler tespit etmek mümkündür.

Bu ihtilafın, Resulullah efendimizin (s. a. a) vefatından hemen sonra, sahabe zamanına kadar yaygınlaştırılmasına gelince, güvenilir tarihsel belgeler və müstafiz veya mütevatir düzeyindeki haberler, bizzat sahabelerin də, Resulullah'ın vefatından sonra birbirleriyle ihtilaf ettikleri, çeşitli karışıklıklar çıkardıklarını göstermektedir. Bu olaylar esnasında, önceki ümmetler arasında yaşanan muameleleri birbirlerine karşı sergilemişlerdir. Sahabenin heç biri, "İslam ümmeti masumdur" ya da "bize müjde vardır" veya "biz bir ictihada dayanıyoruz" ya da "Allah və Resulü bizi bu durumun dışında tuttu." diye bir iddia ileri sürüp bu kargaşadan kendini istisna etme yoluna gitmemiştir. Konuyu bundan fazla uzatma, ayrıntılara gitme bu tefsirin amacının dışındadır.

əl-Kafi adlı eserde, Əbu Basir'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cəfər Sadiğin (ə.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah zatını biliyordu amma bilinen yoktu, kadirdi amma güc yetirilen yoktu. Dedim ki: "Sana feda olayım. Peki konuşan değil miydi?" Dedi ki: "Kəlam hadistir. Yüce Allah mütekellim (konuşan) değildi, kəlamı sonra var etti."[166]

el-İhticac adlı eserde, Safvan b. Yahya'nın şöyle dediği rivayet edilir: Muhaddis Əbu Kurra, İmam Rıza'ya (ə.s) şöyle dedi: "Sana feda olayım. Bana yüce Allah'ın Hz. Musa (ə.s) ilə konuşmasını anlat." İmam buyurdu ki: "Yüce Allah, onunla hangi dille konuştuğunu, Süryanice ya da İbranice mi konuştuğunu herkesten daha yaxşı bilir." Əbu Kurra, dilinden tutup dedi ki: "Sana bu dili soruyorum." Bunun üzerine Əbul Hasan (ə.s) şöyle dedi: "Allah senin dediğinden münezzehtir. ONU yarattıklarına benzetmekten yine ONA sığınırız. O, konuşanlar gibi konuşmaktan münezzehtir. ONun benzeri gibi kimse yoktur. Deyər və yapar." Əbu Kurra: Nasıl? Diye sordu. İmam Rıza (ə.s) şöyle dedi: "Ya-ratıcının yaratılmışla konuşması, yaratılmışın yaratılmışla konuşmasına benzemez. Ağız və dil aracılığı ilə söz söylemez. O, sadece "ol" deyər, o da oluverir, ONun iradesiyle. Musa'ya (ə.s) yönelttiği əmr və ne-hiyler, haber sırasında nefes al/götürüb verme şeklinde olmamıştır."

Nehc'ül-Belağa'da Hz. Əli (ə.s) bir hutbesinde şöyle deyər: "Yüce Allah mütekellimdir, amma düşünerek söz söyleme şeklinde değil. İrade edər, amma azmederek değil..."[167]

Yine Nehc'ül-Belağa'da Hz. Əli (ə.s) bir hutbesinde şöyle deyər: "Allah Musa ilə bir şekilde konuştu, ona büyük ayetlerini gösterdi. Amma herhangi bir organ, vasitə, konuşma və hançere aracılığı ilə değil..."[168]

Konuya ilişkin olarak Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılan bir çox rivayet vardır. Bunların tümündeki ortak mesaj; ulu Allah'ın kitap və sünnette ifadesini bulan kəlam sıfatının, şəxs sıfat değil, fiil sıfat olduğu yönündedir.



kəlamla əlaqədar FELSEFi bir İNCELEme



Felsefecilerin konuya ilişkin değerlendirmeleri şöyledir: İnsanlar arasında "söz" və "konuşma" olarak adlandırılan hadisə, konuşan kişinin zihnindeki bir anlamı, birleşik və anlamı sembolize edən sesler aracılığı ilə aktarmasından ibarettir. Sesler dışarıya yansıtılınca muhatap ya da dinleyici konumundaki kişi bunları duyar. Böylece, seslerin sembolize ettikleri anlam, konuşanın zihninden muhatabın ya da dinleyicinin zihnine aktarılmış olar. Dolayısıyla "konuşma" fiili ilə güdülen anlatma və anlaşma amacı gerçekleşir.

"Konuşma"nın gerçek mahiyeti, gizli bir anlama delalet edən bir şeye dayanır. İnsanın göğsünde oluşan və hançereden geçip ağız içindeki organların etkisiyle şekillenen və səs titreşimi saniyede belirli miktarda nə fazla nə də eksik olması koşuluyla. Dinleyici tarafından algılanan sesler gibi özelliklere gelince, bunlar konuşma olgusunun özüne təbii/tabe olan ayrıntı niteliğindeki unsurlardır. Konuşmanın (kəlamın) temel unsurunun bir parçası değildirler.

Buna göre, kalpte olan duygu və düşünceyi sembolize edən lafzi konuşma, özü itibariyle bir konuşmadır. Yine, bir anlamı gösterme işlevini gören işaret də öyle. Örneğin, senin elinle birine "otur" veya "gəl" anlamında işaret etmen, emirdir, konuşmadır. Aynı şekilde, objeler dünyasında yer alan varlıklar, illetlerinin malılı olmaları və malılın da illetinin varlığını yansıtması bakımından, ayrıca illeti ilə ilintili və onun uzantısı olması hasebiyle, kendi varlığı illetinin varlığını anlatır. Kendi zatı ilə, iletinin özelliklerine delalet edər. Ki malılın ona yönelik delaleti söz mövzusu olmasa illette bulunan bu özellikler gizli kalacaktır.

Bu halda, hər malul, varlığının özelliklerine delalet edər. Bu halda, hər malul, varlığının özellikleri itibariyle, illetinin konuşması konumundadır. Kendisinden və tekamül etmiş özelliklerinden söz eder. Bu özelliklerin hər biri, bütünlük olarak illetinin kelimelerinden biri sayılır. Varlıklar aleminde yer alan hər varlık, varlık bağışlayan illetinin mükemmelliğinin örneği olduğu üçün, bunların tümü və bütün mümkün nitelikli varlıklar, yüce Allah'ın kəlamı konumundadır. Allah bunlar aracılığı ilə konuşur. Böylece ad və sıfatlarının kusursuzluğu ortaya çıkmış olar. Allah evrenin yaratıcısı, dolayısıyla evren də Allah'ın mah-luku konumunda olduğuna göre, Allah evren aracılığı ilə konuşmaktadır. Böylece ad və sıfatların gizliliklerini ortaya çıkarmaktadır. Evren Allah'ın kelamıdır.

"Bir anlama delalet etme" olgusu üzerinde dikkatlice durduğumuzda şunu söylemek zorunda kalırız: Zatın kendisi, kendisine delalet edər. Çünkü delalet etme, sonuç itibariyle varlığa ilişkin bir olgudur. Dolayısıyla varlıkların sahip oldukları bu nitelik ancak Allah sayesinde və ancak O'nunla bir temele, bir özə sahip olabilir, başka değil. Buna göre, hər varlığın yaratıcısına, var edicisine, delaleti, nefsine yönelik delaletinin bir ayrıntısı niteliğindedir. Allah'a yönelik delaleti isə, bir gerçekliktir. Ulu Allah, həm delalet etme işlevini gören bu şeye və həm də onun başkasına yönelik delaletine delalet edər. Öyleyse O, zatı ilə zatına delalet edər. Və O, bütün yaratılmışlara delalet edər. Bu halda, zatla ilintili bu duruma "kəlam" demek doğru olar. Nitekim fiille ilintili olan duruma də önceki açıklamalarımıza göre "Kəlam" demek doğru olar.

Bu açıklamadan bu sonucu çıkarıyoruz; kəlamın bir kısmı zatın sıfatıdır. O da zata dəlalət etmesi açısından zatın kendisidir. Bir kısmı də fiilin sıfatıdır. Yaratma və var etme gibi. Yani, varlığın, var edicisinin kemeline delalet etmesi.

Mən deyərəm ki: Felsefecilerin bu değerlendirmeleri, varsayalım ki, doğrudur, yine də, dil və lüğət, bunu destekler nitelikte değildir. Çünkü Quran və Sünnette, "kəlam" və "konuşma" ilə ilgili ifadeler bu türdendir: "Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimseler vardır.", "Allah Musa ilə konuştu.", "Allah: Ey İsa, dedi.", "Dedik ki: Ey Adəm...", "Biz sana vahyettik.", "Bana, hər şeyi bilen və her şeyden haberdar olan haber verdi."... Bilindiği gibi, şəxs anlamında kəlam və söz, bu hususların heç biriyle uyuşmaz.

Biliniz ki; kəlam konusu, Müsəlman araştırmacıların uğraştığı ən/en eski ilmi sahalardan biridir. (Kəlam İlmi də adını buradan al/götürər.) Yani, Allah'ın kəlamı kadim (öncesiz) midir, yoksa hadis (sonradan olma) midir?

Eş'arilere göre, Allah'ın kəlamı kadimdir. Ancak, onlar "kəlam"ı, lafzi konuşmanın delalet ettiği zihinsel anlamlar olarak açıklamışlardır. Bu anlamlar Allah'ın bilgileridir. ONun zatı ilə kaim olub tıpkı ONun zatı gibi, öncesizdirler. Sesler və nağmelerden oluşan lafzi kəlama gelince bu, sonradan olmadır. Öncesiz zata taalluk ettiği apaçıktır.

Mutezile ekolüne mensup bilginlerse, "kəlam"ın "sonradan olma"lığını savunmuşlardır. Fakat, "kəlamı" da, eksiksiz bir anlama delalet edən lafızlar olarak yorumlamışlardır. Lafızların bu anlama yönelik delaletleri də semboliktir. Çünkü, normalde "kəlam" dediğimizde, örfe göre, bu anlaşılır. Eş'arilerin nəfsi kəlam olarak niteledikleri, nefsi anlamlarsa, bilgi niteliğinde suretlerdir, kəlam değil.

Diğer bir ifadeyle: Biz, konuşma esnasında bilgi nitelikli suretlerden ibaret olan zihinsel kavramlardan başka, içimizde "kəlam" diye adlandırılacak bir şey bulamayız. Şayet bununla, bilgi nitelikli suretten kənar bir şey qəsd edilirse, biz bunun ötesinde herhangi bir şey algılayamıyoruz.

Belki də, şöyle bir cevap verilebilir: Tək bir şeyin, iki yönden ya da iki açıdan iki ya da daha fazla sıfatın somutlaştığı bir şey olması mümkündür. Bunda kuşku yoktur. Bu halda, neden zihinsel bir suret, realiteyi ortaya çıkarması açısından bilgi və başkasına aktarımı mümkün olan bir bilgi olma açısından də kəlam olmasın?

Mən deyərəm ki: Bu tartışmayı kökten halledecek bir şey vardır: Yüce Allah'ın elm sıfatını hangi anlamda alırsak alalım, ister, zatı ilə tafsili və başkaları ilə icmali ya da həm şəxs ilə həm də başkası ilə tafsili olarak algılansın, şəxs konumundadır. İlmin bu iki anlamı, zatın aynısı demektir. Veya, var etmədən önce və zattan sonra tafsili bilgi olarak algılansın ya da var etmədən və zattan sonra tafsili bilgi olarak algılansın, bütün tasvirleriyle hər zaman huzuri (sezgisel) bir bilgidir, husuli (zehni) bir bilgi değildir. Eş'ar'ilerin və Mütezile ekolüne mensup bilginlerin sözünü edib üzerinde tartıştıkları şey, husuli türden bir bilgidir ki, objeler dünyasından algılanan kavrayışların varlığına dönüktür. Və objeler dünyasındaki sonuçları buna terettüp etmez. Nitekim biz aynı konuda bu kanıtı ortaya koymuştuk: Kavramlar və mahiyetler ancak insanların ya da növ olarak insana yakın olub da zahiri organları və içsel algılayışları aracılığı ilə çevresini algılayabilen canlı türlerinin zihinlerinde gerçekleşebilir.

Kısacası, yüce Allah kavramları və etibarı mahiyetleri algılayabileceği bir zihne sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü bu cür bir olgunun gerçekleşmesinin özü vehimden başka bir şey değildir. Tıpkı toplumsal koşullardaki etibarı kavramlar və yokluk kavramı gibi. Əgər böyle olsaydı, ulu Allah'ın kutsal zatı, bileşimler mahalli olurdu. Oluşların oluşuna maruz kalırdı. Kəlamı da, yalan və doğru olma ihtimallerini aynı oranda taşırdı. Daha bunun gibi, yüce Allah'ın münezzeh olduğu bir çox fesat gündeme gelirdi.

Lafızların altında gizli bulunan kavramlar açısından ulu Allah'ın bilgisinin ifade ettiği anlama gelince, inşaallah yeri gelince, ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin