255- Allah'tır ki, ONdan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını) koruyup yöneticidir. ONU uyuklama və uyku tutmaz. Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın ONun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini və arkalarındakini bilir. Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden heç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. ONun kürsüsü, bütün gökleri və yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması ONA güc gelmez. O, çox yücedir, çox büyüktür.
ayənin AÇIKLAMAsı
255- Allah'tır ki, ONdan başka ilah yoktur. Diridir, koruyup yöneticidir.
Fatiha Suresi'nde "Allah" lafzı ilə ilgili olarak ister "elehe'r-reculu (=şaşırdı)" kökünden, ister "elehe'r-reculu (=kulluk etti)" kökünden alınmış olsun, işaret yoluyla bütün kemal sıfatlarını üzerinde toplayan şəxs anlamını ifade edər demiştik.
Yine "İlahınız tək bir ilahtır." (Bakara, 163) ayetini incelerken "ONdan başka ilah yoktur." ifadesi hakkında bazı açıklamalarda bulunduk. "O" zamiri "Allah" lafzına dönük olmakla beraber, "Allah" lafzı, ağırlıklı olarak "aləm"dir. Bu yüzden başındaki "lamı tarif" ya da "mutlak oluşu itibariyle bazı niteliksel anlamları kapsamakla beraber, bizzat ONun zatına delalet edər. Bu halda, "ONdan başka ilah yoktur." ifadesi, Allah'ın dışında, iddia edilen düzmece ilahların var meydana gəl haklarını ortadan kaldırıcı bir anlam içerir.
"Diri" anlamına gelen "Hayy" ismi, kalıcı hayat sahibi demektir. O da, diğer "sıfat-ı müşebbehe"ler gibi sürekliliğe və kalıcılığa delalet edər.
İnsanlar ilk dəfə varlıkların durumunu algılamaya başladıklarında on-ların iki kısma ayrıldıklarını fark ettiler:
a) Varlığı sürdükçe somut durumu değişmeyenler. Taşlar və diğer cansız varlıklar gibi.
b) Varlığı, somut olarak sahip olduğu şekli sürdürmekle beraber du-rumu değişebilen, güçleri devre dışı kalabilenler. İnsanlar, hayvanlar və bitkiler gibi. Çünkü bunların sahip oldukları güçlerin bazen işlevsiz kaldıklarını, çevrelerini algılayamadıklarını, normal eylemlerini gerçekleştiremediklerini və aşamalı olarak bozulmaya yüz/üz tuttuklarını görebiliyoruz. Bundan dolayı, insanoğlu, duyguların ötesinde, bilgi nitelikli algılayış və kavrayışların, iradeye və bilgiye dayalı fiillerin kaynağı olan bir başka olgunun farkına vardı. Bu olgu, "hayat" olarak isimlendirilir. Hayatın ortadan kalkması isə "ölüm" adını alan/sahə bir durumdur. Bu halda, hayat kendisinden bilgi və kudret sızan bir varlık türüdür.
Yüce Allah, Quranda, insanların bu algılayışını onaylar biçimde, mahiyeti bundan ibaret olan hayattan söz etmiştir: "Biliniz ki gerçekten Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir." (Hadid, 17) "Şüphesiz sən, toprağı boynu bükük görürsün. Amma Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir və kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri də elbette dirilticidir." (Fussilet, 39) "Diri olanlar də ölüler də bir değildir." (Fatır, 22) "Hər canlı şeyi sudan yarattık." (Ənbiya, 30) Bu ayetler, insan, hayvan və bitki gibi canlı türlerinin sahip oldukları hayatı kapsamaktadır.
Quranı Kerim'de, hayat kısımlarına ilişkin ifadeler də vardır: "Dün-ya hayatına razı olanlar və bununla tatmin olanlar." (Yunus 7)
"Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün və iki kere dirilttin." (Mömin, 11) İki kere diriltme ifadesi, iki hayatı, yani ölüm-haşir arası berzah hayatını və ahiret hayatını kapsamaktadır. Buna göre, tıpkı hayat sahibi olan canlılar gibi, hayatın kendisi də kısımlara ayrılır.
Yüce Allah, insanların dünya hayatına ilişkin bu algılayışlarını onaylamakla birlikte, bir çox ayette onu düşük, basit və önemsiz bir değer olarak niteler: "Oysa ki dünya hayatı, ahirette bir metadan başkası değildir." (Rə'd, 26) "Dünya hayatının geçiciliğini isteyerek." (Nisa, 94) "Dünya hayatının süsünü isteyerek..." (Kəhf, 28) "Dünya hayatı yalnızca bir oyun və oyalanmadan başkası değildir." (Ən'am, 32) "Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başkası değildir." (Hadid, 20)
Görüldüğü gibi, yüce Allah dünya hayatını bu şekilde nitelendiriyor və onu bir meta konumuna indirgiyor. Meta isə, başka bir şeyi elde etmeye yönelik bir araçtır. Yine, bir ayette "geçici" olarak niteliyor. Bir görünüyor, sonra də kaybolup gidiyor. Sonra "bəzək" olarak tanımlıyor. Bəzək isə, onu çekici kılmak üçün bir şeye eklenen güzelliktir. Böylece kastedilmeyen gerçekleşir, gerçekleşmeyen kastedilmiş olar. Bir ayette də "oyalanma" olarak nitelemiştir. Oyalanma isə, insanı önemsediği şeylerden alıkoyar, oyalar. "Oyun" olarak də tasvir ediyor dünya hayatını... Bilindiği gibi, oyun, gerçekliği bulunmayan hayali bir amaca yönelik fiilin adıdır. Bir ayette də "aldanış metaı", yani insanı aldatıp yoldan çıkaran meta olarak nitelendiriyor.
Aşağı alacağımız bu ayetse, yukarıdaki ayetlerin tefsiri və açıklaması niteliğindedir: "Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun və 'tutkulu bir oyalanma'dır. Gerçekten ahiret yurdu isə, əsl hayat odur. Bir bilselerdi." (Ankebut, 64) Dünya hayatının, gerçek hayat olmadığı, mükemmel bir yaşayış olarak değerlendirilmeyeceği belirtiliyor və ardından ahiret hayatının gerçek və mükemmel hayat olduğu vurgulanıyor.
Ahiret hayatının ardından ölüm gelmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Orada güvenlik içindedirler; onda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 55-56) "Orda diledikleri hər şey onlarındır; ka-tımızda daha fazlası də var." (Qaf, 35) Ahiret hayatında ölmemek üzere yaşarlar. Ən kiçik bir eksiklik bir üzüntü hissetmezler. Amma ahiret hayatı ilə ilgili olarak gündeme getirilen niteliklerden ilki, yani ahiret hayatının güvenli oluşu, yaşamanın gerçek və zorunlu bir özelliğidir.
Bu halda, əsl hayat ahiret hayatıdır. Çünkü dünya hayatının aksine, orada ölüm diye bir şey yoktur. Yüce Allah, bir çox ayette, ahiretteki gerçek hayatı bahşettiğini, insanları ölümden sonra o hayatı yaşamak üzere dirilteceğini, hər şeyin kontrolünün kendi elinde olduğunu vurgulamaktadır. Bu da gösteriyor ki, ahiret hayatı da mülktür, malik değil. Boyun eğdirilmiştir, kendi başına bırakılmış değildir. Yani, söz mövzusu özellikleri yüce Allah ona kazandırmıştır, o kendisi bu özellikleri elde etmemiştir.
Bundan də anlaşılıyor ki, gerçek hayatta ölümün qeyri-mümkün olması gerekir. Bu, söz mövzusu hayatın temel niteliğinden kaynaklanmalıdır. Bu isə, ancak adı geçen hayatın, kendisini yaşayanın zatının aynısı olması, ona arıq olmamış, bir anda ortaya çıkmamış yani başkasının mülk edindirmesi və bağışı sonucu olmaması durumunda tasavvur edilebilir. Yüce Allah bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyuruyor: "Sən, asla ölmeyen və daima diri olan Allah'a tevekkül et/ət." (Furkan, 58) Buna göre gerçek hayat, vacip nitelikli hayattır. Yani, varlığı öyle bir biçimdir ki zatı ilə bilen və zatı ilə hər şeye güc yetirendir.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Ancak O, diridir, ONdan başka i-lah yoktur." (Ğafir, 2) ifadesindeki özgü kılma, gerçektir, izafi değil. Do-layısıyla, ölümün ulaşmadığı, yokluk və tükenişle buluşmayan gerçek hayat, yüce Allah'ın hayatıdır.
Bu durumda "Allah'tır ki, ONdan başka ilah yoktur. Diridir, koruyup yöneticidir." ayeti ilə "Əlif, Lam, Mim. Allah'tır ki, ONdan başka ilah yoktur. Diridir, koruyup yöneticidir." (Al/götürü İmran, 1-2) ayetinde yer alan "Diridir." ifadesinin, haberden sonra gelen ikinci haber olması daha uygundur. Böyle olunca də hayatın özgü kılınışını, hasredilişini ifade etmiş olar. Çünkü ifadenin açılımı; Allah'tır ki diridir... şeklindedir. Bu halda ayə, hayatın tamamen Allah'a özgü olduğunu ifade etmektedir. ONun başka canlılara bahşettiği hayat başka.
"Kaimdir", (Keyyum) sıfatına gelince; dilbilimcilere göre, bu kelime, "fey'ul" veznindedir. Tıpkı, "keyam" kelimesinin "fey'al" vezninde olması gibi. Kökü "kıyam"dır və mübaliğəyə delalet edən bir sıfattır. "Kıyam" kavramı, bir şeyi koruma yapıp-etme, yönetme, terbiye etme, denetleme və güc yetirme anlamını ifade edər ki, bütün bunlar, dikilme anlamında "kıyam" dan alınan anlamlardır. Çünkü bu anlamlarla dikilme arasında birbirini gerektirme söz konusudur.
Yüce Allah, yarattığı varlıkları ilgilendiren işler üzerinde kaim olmayı (denetleme, evirip çevirme, yönetme, eğitme, güc yetirme yetkisini) zatına özgü kılıyor: "Hər nefsin bütün kazandıkları üzerinde gözetici olanmı?" (Rə'd, 33) Bir diğer ayette isə, daha kapsamlı bir ifade kullanılıyor: "Allah, adaleti dəstək olaraq gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler və elm sahipleri də O'ndan başka ilah olmadığına şahidlik etdilər. Mütləq güç və hikmet sahibi Allahdan başqa ilah yoxdur." (Al/götürü İmran, 18) Bu ayette yüce Allah'ın bütün varlıkları adaletle denetlediği, varlık aleminde alıp-verdiği (varlık, bir alıp-vermeden başka bir şey değildir) hər şeyi adalet ilkesine göre gerçekleştirdiği, herkese və her şeye hak ettiğini verdiği anlatılıyor. Ardından, adalet ilkesine dayalı bu denetimin, ONun iki sıfatının gereği olduğu vurgulanıyor: Əziz və Hakim... O, üstün gücüyle hər şeyi denet-liyor və hikmetinin gereği olarak bu denetimi adalet ilkesi doğrultusunda gerçekleştiriyor.
Kısacası, yüce Allah, bütün varlıkların varlıkları, nitelikleri və etkinlikleriyle kaynaklandıkları ilk güçtür. Hiçbir kaynak, heç bir başlangıç yoktur ki, ONDA son bulmasın. Bu halda O, bütün yönleriyle və gerçek anlamda hər şeyin kontrolünü elinde tutmaktadır. Bu denetim və kontrol asla gevşemez və savsaklanamaz. ONun bir şekilde icazə ver-miş olması dışında heç bir varlığın böyle bir yetkisi və gücü yoktur. O, zayıflamaz və gevşemez bir denetimi tekelinde tutmaktadır. Başkaları isə, bu denetimin altındadır.
Burada iki növ hasr və özgü kılma gözümüze çarpıyor: ONun kıyama özgü kılınışı və kıyamın ONA özgü kılınışı... Birincisine, ayəs(n)i kerimedeki "sürüşüm" sıfatının "Allah" isminin haberden sonraki haberi oluşu delalet etmektedir. (Allahu'l-kayyum=Allah kayyumdur). İkincisine də, bundan sonra gelen cümle delalet ediyor: "ONU uyuklama və uyku tutmaz."
Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, "sürüşüm" sıfatı, yüce Allah hakkında ispat edilen bütün nisbi sıfatların temelidir. Nisbi sıfatlardan kastettiğimiz, bir şekilde, yüce Allah'ın zatının dışındaki anlamlara delalet edən isimlerdir. Yaratıcı, rızk veren, mubdi (ilk dəfə var eden), muid (yaratmayı tekrarlayan), dirilten, öldüren, bağışlayan, rahim və vedud (seven, rahmeti çox olan) gibi.
ONU uyuklama və uyku tutmaz.
ayənin orijinalında keçən "es-sinetu" kelimesi, canlıların uyumaya başladıkları sırada vücutlarında baş gösteren gevşemeyi ifade edər. "ən/en-Nevm" isə, canlının duyu organlarının doğal işlevlerini yerine getirmeyecek şekilde durgunlaşmasını ifade edər. "Rüya" isə, bundan farklıdır. Uyuyan kimsenin, uyku halindeyken gördüğü şey demektir.
Bazıları, "ONU uyuklama və uyku tutmaz" sözünü, bəlağət sanatının öngördüğü tertibe aykırı bulmuştur. Çünkü konu ilerleme niteliklidir. Müspet yönde ilerleyişse, zayıftan güçlüye doğru bir hareketi, bir ilerlemeyi öngörür. "Falan adam on hatta yirmi ölçek yük taşıyabilir." "Falan adam yüzlerce, hatta binlerce lira harcayacak kadar cömerttir." ifadelerinde olduğu gibi. Menfi yönde ilerleyişteyse bunun aksi bir durum geçerlidir. "Falan adam nə yirmi, nə də on ölçek taşıyabilir."... "Falan adam, nə binlerce lira, nə də yüzlerce lire harcayacak kadar cömerttir." ifadelerinde olduğu gibi. Dolayısıyla, "Onu uyku və uyuklama tutmaz." şeklinde bir ifade kullanılmalıydı.
Buna vereceğimiz cevap şudur: Sözü edilen tertip hər zaman müsbət veya menfi oluşa göre gerçekleşmez. Nitekim: "Falan adamı yirmi ölçeklik hatta on ölçeklik yük yoruyor." denilebilir, amma aksi söylenemez. Dolayısıyla kastedilen, ilerleme olgusunun sahih oluşudur. Bu da yerine göre değişir. Uyku tutması halı, uyuklamaya göre "sürüşüm" olma açısından daha büyük etkili və daha çox zararlı olduğu üçün, önce uyuklamanın etkisinin nefyi gerekmiştir. Ardından daha güçlü olanın etkisinin nefyine doğru bir ilerleyiş kaydedilmiştir. Dolayısıyla, "ONU uyuklama və uyku tutmaz." ifadesi, şuna benzer bir anlam içermiş oluyor: Bu zayıf etken, işini gevşetecek şekilde ONA etki edemez, daha güçlü və etkili olanı də.
Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın ONun katında şefaatte bulunacak kimdir?
Yüce Allah'ın "sürüşüm" oluşu, ancak göklere, yere və ikisinin arasında bulunan canlı-cansız bütün varlıklara sahip və egemen oluşu ilə mümkün olduğundan, ardından, göklerin və yerin egemenliğinin ONun tekelinde olduğu vurgulanıyor. Nitekim, ilahlık makamının gerçek anlamda tekliği və ortaksızlığı (tevhid) ancak, bu makama sahip olanın bütün evren üzerinde kaim və egemen olması ilə gerçekleşen bir durum olduğu üçün, ayəs(n)i kerimede Allah'ın ilahlıkta tekliği vurgulandıktan hemen sonra "kaim" oluşu də gündeme getirilmiştir.
Son olarak yer/yeyər verilen iki cümlenin hər biri kayıtlıdır ya da yanlış algılamaları dışlayan bir növ anlamsal kayıt içermektedir. "Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur." ifadesiyle, "izni olmaksızın ONun katında şefaatte bulunacak kimdir?" ifadesi ayrıca, "O, önlerindekini və arkalarındakini bilir." ifadesi ilə "Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar." ifadesini kastediyorum.
"Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur." ifadesine gelince; yüce Allah'ın sahip (malik) oluşu və sahip olduğu şeyler üzerindeki egemenliğinin (melik oluşunun) ifade ettiği anlamı, daha önce açıklamaya çalıştık. Yüce Allah'ın varlıklara sahip olması, bütün varlıkların, bütün vasıf və etkinlikleriyle, yüce Allah ilə kaim olmaları anlamını ifade edər. Malik oluşu "Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur." cümlesinde vurgulanıyor. Dolayısıyla cümle, ulu Allah'ın varlıkların zatına və zata tabi olan sıfat və özelliklere sahip olduğunu anlatmaktadır.
"...Koruyup yöneticidir. ONU uyuklama və uyku tutmaz. Göklerde və yerde nə varsa hepsi O'nundur." ifadesiyle, varlık üzerindeki tək və mutlak egemenliğin yüce Allah'a aid olduğu, evrendeki bütün tasarruf yetkisinin ONun olduğu, ONdan kaynaklandığı vurgulanıyor. Bu gerçek karşısında, insanın zihninde şöyle bir soru uyanıyor: Durum bundan ibaret olduğuna göre, evrende rol oynayan sebepler nə işə yarar? Bütün etkinlik Allah'ın tekelinde olduğuna göre, sebepler üçün evrensel yasalar sistemi içinde bir etkinlik hangi gerekçeyle tasavvur edilebilir?
Buna verilecek cevap şudur: Malul konumundaki varlıklar üzerinde, sebep və illetlerin oynadığı rol, tasarrufta aracılık yapmaktan öteye geçmez. Diğer bir ifadeyle, sebepler Allah'ın izni doğrultusunda malullerle ilgili olarak aracılık (şəfaətçilik) yapmaktadırlar. Sebepler bir anlamda şefaatçilerdir. Hayrı ulaştırmada ya da kötülüğü bertaraf etmede aracılık yapmak veya şefaatçinin, şefaat dileyen kimse hakkında yaptığı hər türlü girişim anlamına gelen şefaat isə, ancak Allah'ın izni doğrultusunda gerçekleşmediği, ONun iradesine dayanmadığı, tersine bağımsız və bağlantısız olduğu zaman ilahi otoriteyle, sınırsız Rabbani tasarrufla çelişir.
Bu bakımdan, evrende işlev görmekte olan hiçbir sebep, heç bir illet yoktur ki, Allah sayesinde etkinlik göstermesin, tasarrufta bulunması Allah'ın iznine bağlı olmasın. Bu halda sebeplerin etkinliği və tasarrufu, yüce Allah'ın etkinliği və tasarrufta bulunması anlamına gelir. Varlıklar aleminde yüce Allah'ın egemenliğinden başka egemenlik yoktur. Evren üzerindeki tək yönetim, evirip-çevirme yetkisi ONA aittir.
Bu açıklamalarımıza göre şöyle bir sonuç çıkıyor karşımıza; şefaat, sebepler və aracılar alemindeki mutlak aracılık demektir. Bu, ister oluş evresinde sebeplerin aracılığı anlamındaki yaratma şefaat olsun, ister teşrii şefaat, yani, kitap və sünnetin, kıyamet günü gerçekleşeceğini haber verdikleri yargı aşamasındaki şefaat olsun. Nitekim; "Elə bir gündən qorxun ki, o gün heç kimse başqasının yerinə bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini incelerken gerekli açıklamalarda bulunmuştuk. Şefaat, hər iki kısmı kapsamaktadır. "İzni olmaksızın ONun katında şefaatte bulunacak kimdir?" cümlesinden önce, yüce Allah'ın otoritesinden və egemenliğinden söz ediliyor. Ulu Allah'ın bu nitelikleri həm tekvini (oluşsal), həm də teşrii (hukuksal)dir. Hatta tekvin (meydana gəl süreci) ilə ilintileri daha belirgindir. Dolayısıyla, konunun devamı olarak, kıyamet gününe özgü şefaatten söz etmenin bir anlamı olabilsin diye bunları teşrii (hukuksal) otorite və egemenlikle sınırlandırmaya gerek yoktur.
Bu halda, bu ayeti şəfaətin hər iki kısmını kapsaması açısından, aşağıdaki ayetlerin kategorisine sokup inceleyebiliriz: "Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri və yeri yaratan, sonra arşa istiva edən, işleri evirip-çeviren Allah'tır. ONun izni olmadıktan sonra heç kimse şefaatçi olamaz." (Yunus, 3) "Allah; gökleri, yeri və ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin ONun dışında bir yardımcınız və şefaatçiniz yoktur." (Secde, 4) Şefaat konusunu incelerken, bu gerçeği ortaya koyduk: Şefaat olgusunun tanımı, teşrii aracılığı kapsadığı gibi, yaratma (evrensel) nedenselliği də kapsar. Çünkü hər sebep, Allah katında müsebbebi üçün şefaatçi olar. Nimetin ona ulaşması üçün Allah'ın fazlına, cömertliğine və rahmetine sarılır. Dolayısıyla, nedensellik sistemi, tıpatıp şefaat sistemine də uygundur. Dua və dilek sistemine uyduğu gibi: "Göklerde və yerde olan nə varsa, ONdan ister. O, hər gün bir iştedir." (Rahman, 29) "Size hər istediğiniz şeyi verdi." (İbrahim, 34) Bu konuyla ilgili "Kullarım beni sana soracak olursa..." (Bakara, 186) ayetini incelerken geniş açıklamalar sunduk.
O, önlerindekini və arkalarındakini bilir. Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden heç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.
Hər nə kadar, öncesinde, şefaat meselesi ilə ilgili bir ifade yer/yeyər alıyorsa də, ayəs(n)i kerimenin bu cümlesinin akışı, "Hayır, onlar ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözle ONun önüne geçmezler və onlar ONun emriyle yapıp-etmektedirler. O, önlerindekini və arkalarındakini bilir; Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler. Və onlar, ONun korkusundan içleri titremekte olanlardır." (Ənbiya, 26-28) ayetlerinin akışını və içeriğini andırmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla "beyne eydihim ve ma halfehum (=önlerindekini və arkalarındakini)" kelimelerinde geçen gaip çoğul zamiri, önceki cümlenin anlamsal olarak delalet ettiği şefaatçilere dönüktür.
Bu halda, yüce Allah'ın onların önlerindekini və arkalarındakini bilmesi, ONun onları eksiksiz bir şekilde kuşatmış olmasından kinayedir. Onlar, ilahi izinle sahip oldukları şefaatçilik və aracılık yetkisini kullanarak yüce Allah'ın egemenliği açısından istemediği, razı olmadığı bir işi gerçekleştiremezler. Başkaları də onların bu şefaatçilik və aracılık yetkilerini kötüye kullanamaz, dolayısıyla Allah'ın güc yetiremeyeceği bir şeyi ONun mülkünde gerçekleştiremez.
Aşağıya alacağımız ayetler də, benzeri bir anlamı pekiştirici niteliktedir: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda və bunlar arasında olan hər şey O'nundur. Senin Rabbin kesinlikle unutkan değildir." (Meryem, 64) "O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açıq tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka. Çünkü, O', bunun önüne və arkasına izleyiciler dizer. Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. Allah, onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış və hər şeyi sayı olarak də sayıp-tespit etmiştir." (Cin, 26-28)
Bu ayetler, yüce Allah'ın melekleri və peygamberleri sarıp-kuşattığını ifade etmektedir. Dolayısıyla, Allah'ın istemediği bir şeyi yapmaları mümkün değildir. Ancak ONun emriyle inerler, ancak ONun istediği mesajı duyururlar. Buna göre, "önlerindekini..." deyiminden maksat, onların içinde bulundukları an və durumdur. "Arkalarındakini..." deyimi ilə də, göremedikleri, uzaq gelecekteki durumlarıdır. Neticede anlam, gözlemlenebilir və gözlenemez (qeyb) anlamına dönük olar.
Kısacası, "O, önlerindekini və arkalarındakini bilir." deyimi, yüce Allah'ın onların içinde bulundukları durumu və konumu və gelecekte alacakları durumu sarıp-kuşattığından kinayedir. Ardından bu değerlendirmenin yapılmış olması də bunu gösterir: "Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden heç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar." Rabbani kuşatıcılığı və ilahi otoriteyi açıklayıcı bir ifadedir bu. Ulu Allah bilendir, onları və bilgilerini kavrayıp-kuşatmıştır. Onlar isə, ONun dilediği kadarının dışında ONun bilgisinden bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.
Ayəs(n)i kerimenin üç yerinde (beyne eydihim, ma halfehum, yuhi idinə) keçən və ağıl sahibi varlıklar üçün kullanılan "hum (=onlar)" zamirinin şefaatçilere dönük olması, daha önce yaptığımız: "Şefaat, yaratma nedensellikten və teşrii aracılıktan daha genel kapsamlıdır və şefaatçilerden maksat, mutlak olarak sebep və illetlerdir." şeklindeki değerlendirme ilə çelişmez. Çünkü, şefaat, aracılık, tespih etme və hamdetme gibi durumlar daha çox ağıl və bilinç sahibi varlıklarla bağlantılı olarak düşünüldüğünden bu gibi durumları ifade etmek üçün, ilk planda ağıl sahibi varlıkları çağrıştıran ifadelerle anlatılmıştır. Bu, Qurana özgü ifade tarzının bir özelliğidir. Buna bu ayetleri örnek gösterebiliriz: "ONU övgü ilə təsbeh etmeyen heç bir şey yoktur, ancak siz onların tespihlerini kavramıyorsunuz." (İsra, 44) "Sonra, duman halında olan göğe yöneldi; böylece ona və yere dedi ki: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin.' İkisi də: 'İsteyerek geldik.' dediler." (Fussilet, 11) vs.
Dolayısıyla, "Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden heç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar." cümlesi, ilahi otoritenin, evrensel çaptaki tedbir və planlamanın kusursuzluğunu, tamamlığını ifade edər. İdare edilenin, kendisini idare edenin kendisinin durumu və geleceği ilə ilgili olarak nə növ planlar və tedbir tasarladığını bilmemesi, yönetimin, planlamanın mükemmelliğini gösterir. Böyle olunca idare edilen, geleceği ilə ilgili olarak hoşlanmadığı bir plandan kurtulma, dolayısıyla idare edenin tasarımını bozma imkanına sahip olamaz. Tıpkı arzuladıklarının tersine hareket eden bir qrup gibi, Bunların, basiretleri o derece bağlanmıştır ki, nereden geldiklerini, nerede konaklayacaklarını və nereye varmaları istendiğini bilmezler. Kuşkusuz bu durumları, kendilerini yönlendiren kimsenin kusursuz yönetiminin somut kanıtıdır.
Ulu Allah, bu cümle ilə bize şunu anlatıyor: Evrenin yönetimi Allah'ın tekelindedir. Varlıklar arasındaki bağlara ilişkin bilgisine dayanarak evreni yönetir. Çünkü bu bağları var eden də kendisidir. Diğer sebep və illetler, özellikle bunların arasında ağıl və bilgi sahibi olanlar, belli oranda tasarruf və bilgi yetkisine sahip olmakla beraber, yararlandıkları, istifade ettikleri bilgi, yüce Allah'ın ilminden, meşiyetinden və iradesinden kaynaklanmaktadır. Onların bilgi və tasarrufları də ilahi bilginin bir uzantısıdır. Yaptıkları tasarruflar, ilahi tasarrufun bir devamıdır. ONun evrensel çaptaki yönetim və planlamasının bir parçasıdır. İçlerinde heç biri, yüce Allah'ın mülkü üçün öngördüğü planın aksine bir durum sergileyemez. Bunun də ilahi yönetim və ön tasarımın bir parçası olması başka.
"Onlar isə dilediği kadarının dışında, ONun ilminden heç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar." cümlesi ilə bağlantılı bir değerlendirme olarak "elm" sözcüğü ilə məsdər (bilmek) anlamının ya da adı məsdər (bilgi) anlamının kastedildiğini, "bilinen şeyler" kastedilmediğini varsayarak, şöyle bir sonuç elde etmiş oluruz: "Bütün bilgi Allah'ındır. Heç bir bilgi sahibi yoktur ki, bilgisi Allah'ın bilgisinin bir parçası olmasın." Bu bakımdan söz mövzusu cümle, "güc" "üstünlük" və "hayat" gibi nitelikleri yüce Allah'a özgü kılan Quran ayetlerini çağrıştırmaktadır. "Zulmedenler, azabı görecekleri (və o zaman) muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'a aid olduğunu... anlayacakları günü keşke bir görselerdi." (Bakara, 165) "Onların yanında mı izzət (güc və şərəf) arıyorlar? Doğrusu, izzət bütün olaraq Allah'ındır." (Nisa, 139) "O, Hayy (diri) olandır. ONdan başka ilah yoktur." (Mömin, 65)
Bilginin tümüyle Allah'a özgü kılınışına kanıt olarak bu ayetler də örnek verilebilir: "Çünkü O, bilenin və hikmet sahibi olanın kendisidir." (Yusuf, 83) "Allah bilir, sizler bilmezsiniz." (Al/götürü İmran, 66) Bunun gibi daha bir çox ayə örnek gösterilebilir. "ONun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar." cümlesinde "bilemezler" yerine ihata (kavrayıp-kuşatma) ifadesinin kullanılışı açıq bir lütfu yansıtmaktadır.