Ali Rıza Yalkın bu söylenceyi Kara Hasan Efendi'den dinlemiştir. Kara Hasan'a göre Bozgeyikli, aşiret arasında tüm sayrılık ve yaralara deva ve şifa dağıtan bur ocaktır. Sayrılar, deliler, çocuğu olmayanlar bu ocağın kutsallığına sığınıp kurban keserler. Ali Rıza Yalkın, Türkmenlerin en büyük yeminleri: Bozeyikli babaların ellerindeki yüzlerce çubuktan atlamakla olur. Buna Türkenler "çöven atlama" derler. Bir Türkmen çöven atladıktan sonra kesinlikle yalan söylemez. Her yıl "Ülger doğumu" zamanında Bozgeyikli'de ve "Kuyruklu Yıldız" doğumunda Yelbaba yatırında büyük şölenler yapılır.
Yelbaba
Yelbaba yatırı da Türkmenlerin önemli ziyaret yerlerinden. Yatır büyük bir tepe üzerine yığılmış taşlardan oluşur. İki ay süreyle her salı günü Yelbaba'da şölen yapılır. Bu yatır, günümüzde Suriye sınırları içindedir. Şölen akşamlara dek sürer. Yüzlerce kişi burada krbanlar keser. Davullar, zurnalar çalınır. Höyükte yığılı taşlar arasında iki delikli taş vardır. İnanca göre bu deliklerden elini geçirenlerin elleri dert görmez. Ve yine yatırın dışında bulunan küp biçimindeki taşın üzerinde yüzükoyun ve yüzü yukarı yatan yatıp fırıldak gibi çevrilen adamın üstüne o yıl hastalık gelmez. Yatır çevresinde bulunan küçük delikli taşlar kutsal takı olarak kullanılır. Ziyarete giderken yol üzerindeki pınar suları ile yıkanıp arınılır. Yıkanma kerpiç korunaklar içinde yapılır. Kadın ve erkekler için iki göz ayrı korunak vardır. Yelbaba'yı öven şu deyiş halk arasında yaygındır:
Evvel bahar yaz ayları doğunca,
Oğlan kıza nergiz verir gül alır
Çıkarma perçemi festen dışarı
Arpa kesmez Yelbaba'nın sırası
Sağalmıyor şu sinemin yarası
Aha da iğdenin kaşı karası
Kirazdır dudakların arası
Kefergan yerde seyran kurulur
Yelbaba'da derde deva verilir,
Esen'de de yeşil yaprak bürünür
Dedeler şenliği falı görünür
Orada seyrettim Titip evini
Söylencelerden çıkan toplu sonuç şu: Bozgeyikli söylencesi Bektaşi geleneğine dayanıyor. Anadolu'ya yerleşen Oğuz boylarında Şamanik inançalar yoğun biçimde yaşıyor. Rakka'da yerleşime zorlanan Türkmen boyları arasında da bu inançlar egemen. Kurban törenleri sırasında, yöredeki kaynak suyu ile yıkanma, davul zurna ile şenlikler yapmak, doğrudan Türk töresindeki sığır şölenlerini anımsatıyor.
Başka bir Ebülvefa Mehmet bin Mehmet Bozcani'dir. Ünlü islam bilgelerindendir.
Tâcu'l-Årifûn Hâce Ahmed
Dede Kargın
Baba İlyas Horasan
Muhlis Paşa
Aşık Ali Paşa
Elvan Çelebi
Halk arasında yaygın söylentiye göre Emir Sultan Hacı Bektaş'ın post verdiği erenlerdendir. Ne ki sonradan Hacı Bektaş ocağından kopar.
Dede Kargın Oğullarından Yusuf Kargın'n elinde bulunan Soykütüğünün en eskisi H. 950, (M. 1543) yılına dayanır. Bu soykütüğü Arapçadır. Sonradan alına Türkçe bir ek yazılmış.
Baş bölümünde
"Nasrun min Allah-i ve fethün karib. Ve beşşiril müminine ya Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman ya Ali, ya Hasan, ya Hüseyin" tümcesi bulunur.
Şeyh Muhammed Bin Şeyh el Karkını
Dede Kargın'ın Soyağacı
Numanoğlu katilgazi Kargınlı
(İmam Cafer Sadık kızı Fatime ile H. 120/ M. 737 yılında evlenir ve dört oğlu olur.)
Cafer Kargınlı
Salih Kargınlı
Hasan Kargınlı
Seyid Numan
Şeyh Mehmet
Bahaddin
Numan
Şerafeddin
İlyas
Şeref
Numan
Otman Dede
Günan
Hasan
Numan
Abdullah
Hasan
Balı
Ahmet ve kardeşi Hacı Tufan
Kargın Baba
Yusuf
Numan
Hasan
Mehmet
(H. 952/ M. 1545 yılındaki icazetnamede)
Ali Dedekargınlı
Hasan Dede oğlu Bayram
Abdülgaffar ( H. 971 tarihli icazetnameden)
Cafer (M. 1591 tarihli ilama göre)
Cafer oğlu Vefa
İsa (1653 yılı beratından)
Vefa (1112 tarhli fermanda, Konar-göçer Seyid Numan kabilesi büyüğü olarak adı geçiyor.)
Hasan, Mustafa, Hızır, Mehmet, İsmail, Ali, Hasan, Abdal, Cafer, İsa, Mehmet, Nesimi, Ali, Numan (H. 1131 tarihinde adları anılır)
Ali, İbrahim, Mehmet (1148 tarihli dillekçe üzerinde adları geçer)
Mustafa Mehmet, Veliyeddin, Abdal, Cafer, İsa, Mehmet, Nesimi, Ali, Abidin, Numan, Hüseyin, İbrahim, Hasan, Mustafa
(Adları 1228-1230 tarihli fermanlarda geçer. Bunlardan Numan'ın erkek çocuğu olmadığı için, soy son halife Veliyeddin'den yürür.)
Yusuf Beg Ağa
(1250 tarihli belgede Çorum'un Hüseyinabad ilçesinde, kömürkeş olan Dedekargın oymağının boybeyi olarak adı geçer. Malatya'daki ocak ise, aşağıda gösterildiği biçimde Veliyeddin'den gelir.)
Veliyeddin Efendi ve Zavedar
İbrahim Bey
Mustafa Bey
Hacı Ahmet Ağa
Yusuf Bey Kargın (1888)
Ahmet Rıza Kargın (1915 doğumlu)
Numan Kargın (1947 doğumlu)
Dede Kargın Ocağı ve Çepniler
Çepniler Oğuz'un Gökhan soyundan dördüncü boydur. Divan'da damgaları da verilir. Ancak Divan'da Verilen damga ile Vambery'nin verdiği damga değişiktir. Boy, Üçoklar kolundandır. Av kuşları Sungurdur. Şölen etleri sol but etidir. Secere-i Türk yazarı Ebülgazi Bahadır Han'a göre, 'çepni' "Bahadır" anlamına gelir. Türkiye'nin birçok yerinde Çepni yerleşim birimi adı olarak kullanılır.
Çepniler üzerine bir kitap yazan İsmail Hakkı Akay, Çepnileri yedi oymağa ayırır. Bunlar İlyaslı, Eyne Hocalı, Karili, Yayınayaklı, Karalar, Avanlar, Nusratlı oymaklarıdır.68
Çepniler, öbür Oğuz boylarında olduğu gibi XI-XIV yüzyıllarda Doğudan ve Karadeniz'in kuzeyinden Dobruca yöresine geçerek Anadolu'ya yayılmışlardır. Kendileri Kızılbaş Türkmenlerdir. Ocak olarak Dede Kargın'a bağlılardır. Kimi yerlerde Dede Kargın oğullarının ilgisizliği yüzünden ocak bağı kopmuştur. Osmanlı baskısı ile Trabzon yöresindeki Harşit Deresi boyundaki Çepni köyleri ise, sünnileşmiştir. Bu sünnileşme olayını, Naci Kum dede Kargın ocağının ilgisizliğine, taliplerine sahip çıkmamasına bağlar ama gerçek Naci Kum'un sandığı gibi değildir. Çepnileri sünnileşmelri Yavuz dönemine uzanır. Aleviliğin Toplumsal Boyutları adlı kitabımızda olayın gerçek nedenleri şöyle açıklanmıştır:
"Kızılbaş Türkmeni ağır biçimde cezalandıran Yavuz Selim, Şah İsmail ve Kızılbaşa karşı bir denge kurabilmek, sınırların savunmasında destek sağlamak için Kürt aşiret beylerini ödüllendirir. Çaldıran seferinde yanında bulunan Kürt bilginlerinden İdrisi Bitlisi'yi Urimiye gölünden Malatya ve Diyarbakır'a dek uzanan bölgeyi, Şah İsmail'e karşı ayaklandırıp Osmanlı'ya bağlamakla görevlendirir. İdris, güçlü Kürt beylerini yanına çeker. Safavi yanlısı Kürt beylerini de zorla Osmanlı'ya bağlar. Şah İsmail'in elindeki Diyarbakır'da halkı ayaklandırır. Kentteki Kızılbaşlar öldürülür ya da kentten kovulur. Diyarbakır Osmanlı'ya bağlanır. Yine İdris Bitlisi öncülüğü ile Mardin alınır. Tellallarla şeriatın yeniden egemen olduğu duyrulur. Ne kadar Kızılbaş külahı varsa toplanıp lağım çukuruna atılır. Türkmen beyi Karaman ile savaşa girilişilir. Kürt aşiret askerleri ve iki bin Yeniçeri'nin katıldığı savaş Karaman Bey'in bir kurşunla ölmesi sonucu kolayca kazanılır. Bölge Osmanlı'ya bağlanır. Beylikler küçük bağımlı hükümdarlar sayılabilecek Kürt ailelerine mülk olarak verilir.
Buna karşı Osmanlı Türkmeninin durumu yürekler acısıdır. Sözgelimi Doğu Karadeniz bölgesinin türkleşmesinde baş rolü oynayan Çepnilerin 16. yüzyılın ikinci yarısında dirlikleri kesilir. Van, Erciş, Ahlat ve Bitlis kalelerinde hizmet gören Çepnilerin tümü çıkarılır. Çepniler, Kızılbaş oldukları için askeri hizmete alınmazlar. Önceden alınmış olanlar da askerlikten çıkarılır69. Sipahi Türkmen beylerinin yükselmelerine engel olunulur. Safevi ordusu ise Türkmen boylarına dayanır. Osmanlıda vergi yükümlüsü (reaya) olan Türkmen, İran'a geçince askeri hizmete girerek vergiden kurtulur. Hele boy beyi ya da Sipahi ise Safevi devletinin en yüksek katlarına yükselir."
Balıkesir, Aydın yöresi Çepni yaşlıları 50'li yıllarda Dede Kargınlılara bağlı olduklarını bilirler ve bu ocağı Pir kapısı sayarlar. Öte yandan Ardahan, Kars, Amasya ve Zile yöresinde de Çepniler vardır. Bunlar da Balıkesir yöresi Çepnilerinde olduğu gibi, Gaziantep Milelis Köyünde yaşayan Dede Kargın oğullarından Kazım oğullarına bağlılardır. Kazım Oğulları bunlar arasına yol görmeye giderler.
Antep'deki Kargınoğullarının elinde Halife Hüseyin Baba oğlu Cura Mehmet Baba'ya verilen bir icazetnamede yukarıdaki yedi boydan küçük bir ayrım var: İlyaslı, Eyne Hocalı, Yalınayaklı, Nusratlı, Karalar, Anıklı, Zeynili. Yetki belgesi şöyle bitiyor:
"İş bu yedi oymak Çepni aşiretleri kadimen kütüğü ve kaydı bulunan Dede Kargın evlatlarına malum. Eğer bu yedi boy Çepni muhib evlatlarını bilerek mallarına ve canlarına ve her hususlarına el uzatıp sirkat ederlerse iki cihanda yüzü kara, ipi çürük, maazallah, iki cihanda yüzü kara olur. Dertlerine derman olmayacağı malum ve veballeri boynuna."
Yine Gaziantepli Dede Kargın ocağının elinde eski bir mektup var. (7 zilkade 1238) 1822 tarihli mektubu Hacı Bektaş Postnişinı Feyzullah Efendi, Kavakbaşlı Bektaş ve Mehmet Ağa'ların büyük dedeleri Köse Süleymanoğlu İsmail Dedeye yazılmış. Mektubun özgün yanı II. Mahmut'un Yeniçeri ocağını kaldırmış olmasının ardından yazılmış olması. Bu arada kimi Bektaşi tekke ve ocaklları da dağıtılmış. Ama belgede açıkça, Anadolu'daki Alevi ocaklarının ve Çepnilerin Hacı Bektaş çelebileri yönetiminde sıkı düzen içinde tutulması istendiği vurgulanıyor. Gerçekte Dede Kargın ocağı, Hacı Bektaş tekkesine bağlı olmamasına karşın bu tarihte Hacı Bektaş'tan izin almaya başlıyor; ya da izin iletiliyor. İletilen icazetnameleri Çelebilerle Dedebabalar birlikte onaylıyorlar. Oysa kökende Dedebabalarla Çelebiler arasında eskiden beri bir iktidar savaşı olduğu biliniyor. Büyük olasılıkla 1822'de Çelebilerle Dedebabalar arasındaki bu uyum; devlet baskısına dayanıyor. Nitekim daha sonra uyum iyiden iyiye bozulacak kin ve düşmanlıuğa varan bir kavgaya dönüşecek ve tekke ve zaviyelerin kapanmasına değin sürecektir.
DEDE KARGIN- ŞAH İBRAHİM İLİŞKİSİ
Dede Kargın ocağı İle Şahİbrahim ocağı arasında sıkı bir bağlantı var. El ele el hakka ilkesine göre Dede Kargın Şah İbrahim'in dedesi sayılıyor. Nitekim bu ilişki tarihsel belgelerle de vurgulanıyor. Şeyh Safiyattin Risalesinin başlangıcı olan Vasiyetname'de şöyle anlatılıyor:
(Miladi 1563) tarihli icazetnamede Dede Kargın'ın soyu içinde Seyid Ebülvefa adı geçiyor. Bu, büyük olasılıkla, Şeyh Safi'nin de adını andığı Seyyit Ebülvefa Muhammet olmalıdır. 1039-1119 yılları arasında Bağdat'ta yaşamıştır. Kitab`ül Fünun adlı yapıtı ile ünlüdür.
Malatya'da Kargınoğlu ocağının elinde bulunan Şeyh Safiyeddin risalesinin girişinde şöyle denir:
Şeyh Safiyeddin Hazretleri vasiyetnamesinde mübarek nefesi ile buyurmuştur: Benim oğlum Seyid Sultan Sadrettin, onun oğlu Seyid Sultan Hace Ali, onun oğlu seyid Sultan İbrahim, onun oğlu Cüneyd, Onunoğlu Haydar, onun oğlu Sultan Şah İsmail, onun oğlu Şah Tahmasb, onun oğlu Hüdavend, Hamza'i Mirza, Abbas, Safiyeddin Safi, Zatı Ali, Haydar, onun oğlu sultan Hatemi Mehdi -i vilayyetidir."
Karabağ toprağına ayak basıp ve de Rum ilinde
Şeyh Nusret Sultan Veli
bin Emir Hamza,
Şah Hasan Veli
bin Nurettin Hamza,
Şah Nimetullah Veli ve de
Hacı Bektaşi Veli
bin Hacı Bayram Veli Sultan
bin Hidayetullan ve Seyyid Ebul Vefa
bin Seyid Mehmet
Sultan Mehmet bin Abdullah Horasani
bin Mahmut ve de Halil Divani
bin Mehmet Cihangir
ve Şeyh Mehmet
bin Badahşani ve Seyyid Ahmet Kebir ve Seyyid Selahaddin Mehmet Ekberi fani
ve Seyyd Acepşir bin Hasan Ali
gözlerimde nurumdur ve cesedimde canımdır ve cümle karındaşımdır. Ve de biat demeatı Zulkadirli ve Karakoyunlu ve Ustacalı ve Harmandalı ve Oymanlı ve Avşarlı ve Beydilli ve Bekçükenli ve Gündeşli ve Hacıhüseyinli ve Karamanlı ve Cihanbekli ve Şadılı ve İlyad cemaatları; tümü bahçemde yemişimdir, soframda ekmeğimdir ve sürümde koyunumdur. Ve de demişlerdir ki, gelmeden gelecekleri; olmadan olacakları mürşid-i kamil bilip velayet ve keramet göstermiştir, zira gözlüden gizli yer olmaz.
H. 971 tarihli belgede Dede Kargın soyu arasında Seyyid Ebülvefa adı geçer. Bu, yukarıda verilen Şeyh Safi adını andığı Seyyid Ebülvefa Muhammet olmalı. Ebülvefa Ali bin Ukayl M. 1039-1119 yılları arasında Bağdat'ta yaşamış, Kitab'ül-fünun adlı yapıtı ile ünlü yapmış biri.
Çankırı'nın Daylasan köyünden Ali Osman Efendi, Naci Kum'a kendisinin Dedekargın talibi olduğunu söyler ve sonra Dedekargın'ın el verdiği ocakları sıralar: Şah İbrahim, Garip Musa. Garip Musa Hızır Abdal'a; Hızır Abdal Gani Sultan'a; Gani Sultan İdris Softalı oğluna el verir. Gani Sultan tekkesi, Divriği'nin Anzahar köyündedir.
Dedekargın ocağı sofiyan süreğini sürer. Bu nedenle, doğrudan olmasa bile uygulama bakımından Safevi ocağına yakındır.
Şah İbrahim Veli Ocağı
Dede Kargı soyu ile yakın ilişkisi olan ocak Şah İbrahim ocağıdır. Şah İbrahim ocağının Malatya'nın Mezirme köyünden dağıldığına inanılır. Ocağın, Kangal ilçesine bağlı Mamaş köyünde Yıldırım, Şimşek, Bozkurt, Yüzübenli soyadını almış dört ailenin bu ocaktan geldiği söylenir. Bozkurt ailesinin elinde bulunan soyağacı şöyledir:
Şah İbrahim Veli'nin Soyağacı
Hz. Ali
Hz. Hüseyin
Hz. Zeynel Abidin
Muhammed Bakır
Cafer Sadık
Musa Kazım
Ebul Kasım
Seyyid Hamza
Muhammet Kasım
Ahmed-ül Arabi
Muhammed
İsmail
Muhammed
Cafer
İbrahim,
Muhammed
Hasan
Muhammed
Şeref Şah
Muhammed
Firüz Şah
'Avz el Havas
Muhammed'ül Hafız
Selehaddin Reşid
Kutbettin
Selahaddin
Cebrail Emineddin
Safiyettin İshak
Sadrettin Musa
Hace Şah Ali
Sadrettin İbrahim
Şeyh Cüneyd
Şeyh Haydar
Şah İsmail
Şah Tahmasp
Hüdavend Abbas
Seyyid Süleyman
Seyyid Şah Abbas
Seyyid Şah Hüseyin
Seyyid İbrahim
Seyyid Hasan
Kurt Hüseyin
Kurt Yusuf
Kurt Veli
Ali Efendi (1850-1924)
Vahap (1890-1945) - Kurt Veli (1895-1967) - Abbas (1908-1994)
Bozkurt (1935)
Ali Rıza (1927-1983) - Mehmet Fuat (1946) - Vahap Ruhi (1949)- Ali Rıza (1941) -Vahap (1946)- Ertuğrul (1944)- Hüseyin Cengiz (1948)-
Yusuf Ziya (1951)- Özgür (1980)- Alp (1980)- Eren(1979)- Salahi (1981)
Nejat Birdoğan'a göre Şah İbrahimlilerin atası, Hacı Bektaş'ın el verdiği bu İbrahim Hacı'dır. İbrahim Hacı'nın adı o dönemden kalan kaynaklarda geçer. Hotanlı bir kadı oğlu olan ve Niğde'de doğan Kadı Ahmet 1333 yılında tamamladığı kitapta Anadolu'nun birçok özelliklerini ve özellikle batıni akımları anlatır. Kendisi koyu Sünni olduğu için batıni akımlara şiddetle karşıdır. Kadı Ahmet, bu konuda özetle şu bilgileri verir:
Niğde yöresinde bulunan Taptuklu denen Türk şeyhleriyle bunlara uyanlarda, sevicilik alışkanlığı vardır. Eve gelen saygın konuğa ev sahbi karısını, kızını ve kızkardeşlerini sunar. Kadı Ahmet, bu bilgileri Taptuklular içinde bulunmuş Mekkeli Nureddin'den duyduğunu vurgular. Mekkeli Nurettin şaşılacak daha çok şeyler görmüş ve anlatmıştır. Göçebeler, Gökbörü oğullları İlmin ve Turgut boyları ile Loluva (Aksaray'ın güney kesimi) ilindeki Tahtacılar, bu ilde madende çalışan kişiler ve kömürcüler Batinidir. Niğde yöresinde kötü eylemleri olan Batıniler çoktur. Taptuklu Türk şeyhleri çam ağacına taparlar. Bu şeyhlerin en büyüğü "Kerameti" adlı Ereğlili biridir. Hatta içlerinden Şah İbrahim adlı biri çıkmıştır ve öldürülmüştür. Niğde, Söküncür bölgesinde yaşayan Şah İbrahim Hacı, yöresindeki Müslümanları 'zındıklık ve sihir fermanı' ile baskı altında tutar.
Bir kadı, kulaktan duyduğu şeyleri olmuş gibi gösterir. Mekkeli Nurettin evinde yemek yiyip barındığı kişiler için akla sığmayan iftiralar uydurur.
Faruk Sümer'e göre de bu Şah İbrahim, Şah İbrahimlilerin atası olması gerekir.70 Nejat Birdoğan'a göre, Şah İbrahim Moğolların ve yardakçılarının bol bol adam kestirip astırdıkları bir dönemde ayaklanmış ve idam edilmiştir. Oğulları ve yandaşları bu olaydan sonra Niğde yöresinde barınamayacaklarını anlayınca toplu bir göçle Kangal yöresine gitmişlerdir. Ne olursa olsun, Şah İbrahim ocağı Asya geleneklerinin en güzel yaratıcılarından biridir ve tam bir Türkmen soyudur. İçinde bulundukları koşullar zorladığı için, soyağaçlarını Kerbela'ya bağlamışlardır. Bu durum, Anadolu Alevi ocaklarının çok büyük çoğunluğu, belki de tüm ocaklar için geçerlidir.71
Nejat Birdoğan'ın bu görüşüne katılmamak olanaksız. Ancak Birdoğan hoca, burada küçük bir noktayı atlamış: Şah İbrahim ocağının merkezi Kangal yöresi değil, Malatya'nın Hekimhan yöresidir. Şah İbrahim Ocağının tüm kolları atalarının Hekimhan'ın Mezirme köyünden (yeni adı Ballıkaya'dır) Anadolu'ya yayıldığını söylerler.
Ballıkaya
Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Mezirme köyü kayalar arasına gömülmüş bir kaleyi andırır. Geçmişin derinliklerinde kendini saklamak ister gibi iki derenin arasına gizlenmiştir. 80'li yıllarda toprak kayması yüzünde köy yukarıya düzlüğe taşınıncaya dek dik vadiler arasına sıkışmıştır. Her tür meyve sebze ağaçlarının doldurruğu verimli topraklar, Şah İbrahim Ocağı dedelerinin kazancını oluşturur.
Soyumun olası izlerini aramak üzere, bir bozkır yazında Malatya yolundayım. Sivas'tan Malatya'ya uzanan yolu otobüsle alıyorum. Hemen yanımda Aşık Ali Kurt oturuyor. Ali Kurt ile aile bağlarımız yüz elli yıl öncelere iniyor. İki ailenin de ortak yanları Malarya kökenli olmaları. Atalarımız üç kuşaktır Malatya-Sivas-Tokat dolaylarında Alevi köylerinde cem yürütmüşler. Benim soyum "dede" olarak posta oturmuş, Aşık Ali'nin soyu ise zakirlik deden aşık hizmetini yerine getirmiş. O dönemlerde çağcıl taşıtların işlemez. Dede ile aşık atlarına binmişler kara kılıflı bağlamaları sırlarına sarmışlar. Sarkık bıyıklar kış soğuğunda buz tutarak kendi ocaklarına bağlı köylere doğru yola çıkmışlar. Şah İbrahim Veli ocağın köylerinde Türkçe adı ile "görgü" ya da "görüm", Arapça adı ile cem törenlerini yerine getirmişler. Ali Kurt ile böylesine eski geçmişe uzanan aile bağımız şimdi dördüncü kuşakta başka bir amaca yönelik olarak sürüyor. Alevi töre ve törenlerindeki motiflerin gerçek kökenlerine ilişki, yöre insanının geçmişi ile ilgili kopuk halkaları bulmaya çalışacağım. Dağılıp giden. unutulmaya yüz tutan bir kültürün izlerini arayacağım.
Prof. Dr. İlhan Başgöz ile Halkbilimci, fotoğrafçı Oğuz Aktan önlerde oturuyorlar. Aşık Ali Kurt kara kılıflı sazını ayaklarının arasına yaslamış, dağları bozkırları izliyor. Oğuz Aktan çekim gereçleri, uzak alıcılar, görüntü ayarlayıcılarla dolu çantasını iki gözü gibi koruyor. 20 Temmuz 1986 gününün kızgın yaz sıcağını yaşıyoruz. Ballıkaya'ya yaapacağımız sözlü kültür derleme gezisi başlamıştır.
Mezirme, Malatya'nın 35 km kuzeydoğusuna düşer. Dağlar arasında yol aşmaz, kervan geçmez bir kuytuda yer alır. Alevi köyleri arasında özgün bir yeri var. İlerde ayrıntı ile anlatacağımız kutsal Karadirek tekkesi köyü süsler.
Şimdi 21 Temmuz 1986 günündeyiz. Malatya kızgın yaz sıcağını yaşıyor. Boğucu yaz sıcağı altındaki kent Kaysı bayramına hazırlanıyor. Ama bizim için önemli olan Ballıkaya. Ocağımıza bağlı Eğribük köyünden son talipler (Minnet Koluaçık, eşi Nadire ve yakınları) Hekimhan garajına gelmişler, bizi yolcu ediyorlar. Geleneksel giysiler içinde aydınlık yüzlü Anadolu insanları. Minnet Amcanın üzerinde yörede giyilen şalvar ve yelek var. Bıyıkları sarkık, yüzü dingin. Prof. Dr. İlhan Başgöz, sözü bir özü bir bu insanlara hayran hayran bakıyor. Dudaklarından yavaşça "biz aydınlar, bu insanlara yaraşır kimseler olamadık. Bu insanların içtenliklerini bizlerde bulmak olası değil" sözcükleri dökülüyor.
Malatya-Ballıkaya arasında uzanan 35 kmlik yolu bir köy minibüsü ile üç saatte alacağız. Dağlar aşıp dereler geçeceğiz. Dağ yamaçlarına kurulmuş bağ evlerini, yeşillikleri izleyeceğiz. Çıplak dağ yamaçları yer yer kaysı bahçeleri, üzüm bağları ile süslü. Yeşillikler boz dağlara serpiştirilmiş gibi. Göz alabildiğine uzanan yaşlı ve yorgun dağlarda, tekdüzeliği bozan biricik öge bu yeşillikler. Yaşlı dağlara kurulmuş binlerce yıllık uygarlıklar geçmişe gömülmüş. Şimdilerde yapılan Karakaya barajının altından izleri toplanıyor ve Malatya Müzesinde sergilenmeye çalışılıyor. Anadolu büyük uygarlıklar anası. Çok değişik oğulları kucağında büyütmüş. Şimdi Türk insanına bağrını açmış.
Yeni adı ile Ballıkaya, eski adı Mezirme dağlar arasına sıkışmış bir köy. Eski dönemlerde kış aylarında kent ve köylerle bağlantısı kesilirmiş. Yazın bile ulaşılması zor bir yerleşim birimiymiş. Gerçekte köyün yerinin çok bilinçli seçildiği anlaşılıyor. Karadirek tekkesi Sulucakaraöyük'teki Hacı Bektaş tekkesine karşı kurulmuş bir ocak.
Tekkelerin Anadolu Türkleri üzerinde önemli bir işlevi olduğu bilinen bir gerçek. Osmanlı'nın kuruluş döneminde sayısız katkıları olan alp erenlerin çoğu bu tekkelerde yetişmiş dervişler. Geyikli Baba, Abdal Musa, Koyun Baba ve daha niceleri derviş oldukları ölçüde, savaşçı gaziler. Bunlar Türkmenler arasında gezerler. Öğretilerini özgürce yayarlar. Öğretileri genelde Şaman kökenli gizemci islamlıktır. İlk Osmanlı Sultanları Urum erenlerine hoşgörülü davranırlar.
Şah İbrahim soyundan Hüseyin Yılmaz ocağın soy kütüğünü 1986 yılında yeni yazıya çevirtip Ankara'da 11. Notere onaylatmış. (No: 44178). Bu soykütüğü şöyle ilerliyor:
Ebu Talip
Abdul Muttalip
Abdullah
Hz. Muhammet
Hz. Ali- Fatımatuz Zehra
İmam Hüseyin
İmam Zeynel Abidin
İmam Muhammed Bakır
İmam Cafer Sadık
İmam Musa Kazım
Ebullkasım Hamza
Abdulkasım Muhammet
Ahmet-el Ababi
Seyit Muhammet
Seyit İsmail
Seyit Muhammet
Seyit Cafer
Seyit İbrahim
Seyit Muhammet
Seyit Hasan
Seyit Muhammet
Seyit Şeref Şah
Seyit Muhammet
Firuz Şah
Avaz-el Havas
Muhammet el- Hafız
Selehattin Reşit
Kutbettin
Şeyh Salih
Eminettin Cebrail
Saffettin İshak
Sadrettin Musa
Hacı Hoca Ali
Sadrettin İbrahim > Şah Hüseyin, Şah Veli, Şah Mustafa, Ali
Şah Cüneyt
Şah Haydar
Şah İsmail Safevi
Şah Tahmasb
Şah Hudavendigar
Şah Abbas
Şah Veli
Şah Hüseyin
Şah İsmail
Şah Murtaza
Şah Murtaza
Şah Beşir
Şah Hacı Ali
Şah Paşa (Paşoğ Dede)
(1935 sonrası Öztürk/ Oktay/ Kutlu ve Yılmaz aileleri)
Hacı Ali (1935 Yılmaz)
Hüseyin, Haydar, Paşa, Burhanettin, Selman
Soykütüğü, tüm soykütüklerinde olduğu gibi, birbirini tutmayan pekçok adla dolu. İçinde sıcak bilgi yok denecek ölçüde az. İşte pek az işe yarar kesitler:
"Bay Selalul-el- Saddet el-azem, Mir Haydar oğlu Hacı Seyit Ali Dergaha, Kutb-el- arifin Burhan Salkın hazretlerinin huzuruna geldiler. Büyük dedesi, Şeyh Safiyettin Seyit İshak ve babası Seyit Cebrail Eminettin ve Sultan Haydar ve Sultan Cüneyt ve Sadrettin ve Şah İsmail ve Sultan İbrahim ve Şeyh büyüklerini saygıyla ziyaret etti ve birkaç gün mübarek dergahta misafir kaldılar. Dergahta bulunan bütün kişiler bu misafiri ağırlamakta herhangi bir hizmeti eksik bırakmadılar ve Hazreti Mir Haydar'ın dergaha gelmesinden çok menmun ve hoşnut oldular. Selam ve dua yaptık. Bütün amcalar ve yakınları Mir Haydar'ın emrinde ve itatinda ve sizlerden de talep ediyoruz ki, Mir Haydar'ın müridi ve ona saygı gösteriniz ve onun hakkında saygısızlık ve kusur işlemeyiniz ki, Allah ve onun resulü razı olsun. 6 Sefer 1321 Hicri. Muhammed el Musevi.
"Bu yazıdan hedef, mütevelli başı, Mir Haydar hazretleri huzurunda kendilerini ağa iltifat ve merhamet eyleyip kendilerine halife unvanı verdiler. Ve Mir Haydar hazretlerini Halife lakabiyle onurlandırdılar. Sizlerden talepte bulunuyoruz ki, kendisi halife unvanıyle çağrılsın. Kendileri mübarek dergahın halifesi ve bu onur için verilen şerbet ve tatlı sarf olundu. 6 Sefse 1321."
"Mubarek dergahın kapılarından olan kıble semtindeki gümüş, giriş kapısı saf altın, giriş kapısı yanındaki pencere 20 ayar gümüş, Şah İsmail hakk-ı türbenin kapısı gümüş, Şeyh Safiyetti, eşi ve çocuklarının defin olduğu haremin kapısı gümüş, (tür). Gümüş kapıların yazı masrafı fazla olduğu için yazılması mümkün değil. İçerideki birinci kapı gümüş ayardır. Türbenin ve Şah İsmail, Şeyh Safi evin kubbesi 4 ayardır. Birinci avlu kapısı ... ayar, ikinci avlu kapısı ... ayar, üçüncü avlu kapısı ... ayar. Ana giriş kapısı ve Şeyhin evi 2 ayar. Şeyh Safiyettin'in babası Seyit Cebrail'in kapısı 4 ayar.
Ne altından ne de gümüşten, erkeklerin çetininden
Kadınların merhametlisinden, adı peygamber adı olan
Dağları korkuyla dolduran kırmzı çete gibi
Gördüğümüzde onu geçmeyeceğiz.
Her konuda öğreneceksiniz, bilgilerin sultanı, doğru yolu tutanlara en büyük isbat olan Şeyh Safiyettin İshak Aleyhullah. Bu yazıları Hacı Mir Gafur Şeyh Safiyettin Hazretleri (yazdı). Sefer ayı 1321 Hicri.
Kangal'ın Hamal köyünde Akın72 soyadlı ocağın elinde bulunan Şahibrahim soyağacında kimi ayrılıklar var. Ballıkaya 'dan başlayan sözkonusu soykütüğü şöyle:
Şah Veli
Şah Hüseyin
İbrahim Cüre
İsmail Zade
Büyük Abbas dede
Veli Dede (1776)
Kocaman Celal Abbas (1820-1885) Eşi Senem Ana,
Ali Efendi (1863-1927), (Eşi Şehriban Ana) İsmail, Mahmut
Celal Ağa, Kocaman Ağa, İsmail Akın (1898-1973), Hüseyin Akın, Mahmut Akın
Süleyman Akın (1928-1996)
Ali Akın (1962), Veli Akın (1960)
Şah İbrahim ocağının bir ayağı Aydın iline dek uzanıyor. Malatya Ballıkaya'da elimize geçen bir belgede söyle sesleniliyor:
1. Aydın Vilayeti dahilinde bulunan babalara
2. Harmanlı'da Eymirli Mehmet Efendi'ye
3. Sarıcaova'da Çakır Baba'ya
4. Gelenbe'de Hasan Baba'ya ve umum talibâna
Ankara vilayeti dahilinde mütemekkin Şah İbrahim Veli evladından Deli Musa'nın Cemal Efendi tarafından halife çıkarılarak, icazetnâme tesmiyesiyle yedine verilmiş olan fuzili bir varakaya istinaden, oğlunun Aydın havalisinde bulunan müridan içinde gezüp dolaştığı ve gezisinde teklif-i bi'atle varaksız varanları tanımak vadisinde haylüce fesad ve hatalara uğrattığı ma'ateessüf istihbar kılındı. Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin velayet ve keramet-i hali masiva edüp yalnız ibadet-i Hak'la iştigal eylemekde iken, âb u dâne-i hayatı nihayet bulduğu dahi kabil-i inkar olamıyacağına nazaran; Cemal Efendi'ye mülk-ü mevrus gibi Hünkar tekyesinin hadim ve mütevellisi demek olur.
Haşa estağfurullah o zat-i uluvvu'l-kadrün şefeati dilerse ümmetine bi şey'en dinlemez zatı tesiriyle neden ki, kimi çağrılan oğulları nefi evladıdır; yani atasız vücuda geldi. Dinde ise bî emr-i Huda, Cebrail Aleyisselamın nefesi ile Meryem'ül azadan atasız yalnız Hazreti İsa vücuda gelmiştir ve atası bu mânâya gelüb şu kadar ki, müstecab u daveti olan yani niyaz ve ricasını isal kabulkâre, rububiyyetine ibtidan Aslab,i Tahire'ye bazı Veliyullah tarafından ihda olunan şürb-i şsrbet de vesile-i bünyad-i vücud olduğu Kütüb-i Menakıb'da muharrer ise de; bu cahetin dahi muamelatı mücam'a icrasıyle olacağı cay-i inkar değildir.
Kadıncık Ana ise, İdris'in menkuhesi ve Hünkarın Hadime ve muhibbesi idi. Cemal Efendi, sulbi evladı olsa bile Şah İbrahim Veliş Hazretleri talibini, kendi mucizatıyle kazandığı ve ehlinin içinde Hünkar Vergüsi bir tek talip bulunmadığı içün, bizden çıkacak Halife olsa olsda Ceddimiz nişangahı olan ve senevi şu kadar züvvârı geldiği, emr-i gayrimünker bulunan bir namece tayin ve tensib edilür. Nitekim ki. bildiği mealen de faragan kılındığı kalem kalem medhet ve şahsına mukarreren muhib ceddi bizden kalma birkaç yüz sene-i tavaf vesilesiyle namede bile ayin ve umuru tarıkına icrası kabuldarda bil. Şahının vechi mukarreren yadigar-ı nazargahı olan ve evladının hu-u mekan asliyesi bulunan gaziyemiz (mizadde neni hanak hangahında....)
...teşkilen camiyet edecek tarikatı Hakka edildi. Gine nazaran Cemal Efendi kendini muhabbetle ihtibet ve kadrini bilse idi, talp ve müridleri kim ise onda, hakkında hükmü icra edip Şah İbrahim Veli evladına seni senin müridine halife etti diye böyle methine hatayı azm etmezdi. Deli Mustafa da kendini ve mesebnamesini şerefini bilse idi, .... dedem olsa idi, ceddinden utanıp efali ve sırrı malum aliye olan Cemal Efendi hakkından ıkılmak için, ne kendi rahmet eder, ne de emin ali mürid eyler.
Ve ümmetlü füzüli ve hazrete bir varaka ile talib içinde gezer ve fediniz idi. Babaları sizlere ... ve nasibimiz olan bu mülk ve milletin hamisi ve sahibi şerri tabiyyesi olan padişah hünkarımrz efendimiz hazretlerinin devam ömrü ve sultanı için her an ve her zaman size tarikat cemiyetlerin dua-ı güheriyye ve mükellef olunaz. Hizmet, devlet ve tarikata sabit, kaim olunuz. Saniyen birisini icrası ile atafet nebiden olan ayn-i tarikatı dahi daireten edeb mühürün ifa ediniz. Cemal Efendi'nin bizim ..... emr-i hükmü ne kadar ve mutaber değildir. Deli Mustafa'nın da teklif-i hilafete, tarikata bir hakkı selahiyeti yoktur. Ve hüdamıza binaen haber bu mesellü ...... elamet eden merdut ve melundur. Ve anlar cemiyyeti aliye duhul ve tecevviz edilemez.... ve düşkünler işite; dedegandan hüvviyet ve liyakatı malum ve sabit evlatların ve ehli hal ..... bulunanın iç sınıfa taksimen .... derahatle buradan çıkabileceği ve mihr-i mahsus-u muahabbetle ellerine evrak, refikına verilecek akdimce bildirilmiş ise de .... bu varakamız melalen babalar, talibanın malumun olduğunu; birinci sınıf ricalden Başağa zadelerden bu ses camiamıza Hacı Ağa ile Hasan Ağa, habib azrak mukadderen ol tarafa göndermiştir.
Musa'ya haddizatında Hasib .... hücub şahsiyetine ve rağbet olmakla hakkında mahalde riayet kabiliniz matlubunuzdur. Canab-ı hak muaffak-ı bil-hayr eylesün.
Fî- sâni 317 (1898)
Bu dahi Veli Ağazade, bu dahi Ali Ağazade
Hanedan-ı mürdime Mahmut Ağazade
Hanedan-ı mürdime Selman Ağazade
Hanedan-ı mürdime Ebuseyf Ağazade
Hanedan-ı verese Ahmed Ağazade (Mühür)
Belgeden, 19. yüzyıl sonlarında Şah İbrahim ocağının kitle denetimini sürdürdüğü anlaşılıyor. Ege bölgesi yerleşim merkezine yazılması da ayrı bir önem taşıyor. Şah İbrahim Ocağı genellikle Orta ve Doğu Anadolu'da yaygın bir ocak. Ege bölgesi Alevileri genellikle Tahtacı diye bilinirler ve Yanyatır ocağına bağlıllar. Büyük olasılıkla Anadolu'ya Malazgirt utkusundan önce gelmişler. Kendi içlerinde geleneklerini yaşatmışlar ve şamanik ögelere en sıkı bağlı kalan Alevi kolunu oluşturmuşlar. Şah İbrahim ocağının bu bölgeye dek sızmış olması, dikkate değer bir durum. 1989 yılında Oğuz Aktan'la Ege bölgesi araştırma gezimizde Kuyacak'ın Sarıcaova köyüne de gittik. Köy, uygarlıktan çok uzak bir yerde, bir dağın tepesinde yer alır. Köye ilk kez gelen araştırmacılar olarak kuşku ile karşılandık. Konuk olduğumuz Şah İbrahim ocağından yaşlı karıkoca bizi adeta bir Alevilik sınavından geçirdi. On iki imamların adlarını ezbere saymamız istendi. Bu işi yeterince başaramadık. Yanımda 1982'de bastırdığım Buyruk'tan okuduysam da bilgi birikimim yetmedi. Ondan sonra, doğru düzgün bir bilgi alamadan köyden ayrıldık. İşte 7 Temmuz 1989 günü Sarıcaova köyü ile ilgili günlüğüme şunları yazmışım:
"Saat 9 gibi kalktık. Şöyle bir kahvaltı edelim, biraz bilgi alalım dedik ki, sabah dolmuşları gitmiş. Allah'ın attığı bu yerde günde yalnız bir dolmuş var. Bir an önce kaçıp gitmek istediğim bu köyde yedi saat daha çakılıp kaldık. 'Köy içinde birkaç ilginç görüntü yakalarız' diye dolaştık. Çeşme başında tokaçla kilim yıkayan bir kadın, yıkık birkaç ev, iki kahve, birkaç bakkal, berber, PTT ve televizyon. Dağın tepesinde, kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyün 1987 yılındaki genel görünümü. Yaşar Kemal'in Ferruh Doğan'a söylediği "Kardeşim, Türkiye jet hızıyla ilerliyor. Ege ve Akdeniz'de benim anlattığım Yörüklerden eser kalmammış." sözünü anımsadım. İlerlediğimizi söyleyemem ama, değiştiğimiz açık. Sarıcaova'da öğrenim gören genç pek yok. Tütün işçiliği, fasulya ekimi ve tarımla geçiniyorlar. Köy üç bölümden oluşuyor: Şah İbrahimliler, Yanyatırlılar, Hacı Emirliler. Hacı Emirli ve Yanyatırlılara 'Evciler' deniyor. Yanyatır ocağının dedeleri Narlıdere'den gelmesine karşı, erkanı bozulmuş. Edremit'teki törenleri bilen yok. Aşina, peşine, çeğildeş erkanları yitip gitmiş. Şah İbrahim erkanı tıpkı bizimki gibi. Tümü sözlü anlatıya dayanıyor. Zaten hep Mezirmeli dedelerin (Hacı Ali dedenin uğrak yeriymiş) yönetiminde kalmışlar. 16.15'te DSİ'nin arabasına binip Kuyucak'a doğru yola çıktık. Yüksek tepeler çam ağaçları ile dolu ormanlarla kaplı. Uzaktan Avusturya'yı anımsatıyor. Yolda Yörük yurtları ile karşılaştık. Oğuz bol bol görüntü aldı. 24 saatlik zaman yitiminin tek kazancı bu görüntüler oldu. Nazilli'de otelin banyosunda üzerimden sanki çamur akıyordu. Yol boyu, ter ve toz içinde kalmışız."
1986 yazında, İlhan Başgöz / Oğuz Aktan'la araştırma gezimiz, bize kimi çağrışımlar yaptırıyor. Dede ocağının yapısı, bir vadinin iki yamacına yerleşmiş renkli taşlardan yapılmış evler, evler arasında yer yer meyve bahçeleri. Eski Mezirme bu. Bir bir yitip giden yaşlılar gibi, Eski Mezirme de ölüyor. Köyün yerleştiği iki dağ yamacında kayma olmuş, devlet köyü hemen yukarıdaki tepenin üzerine yerleştirme kararı almış. Önümüzdeki yıl Ballıkaya köyü, tepenin üzrendeki çinko çatıluı evlerden kurulu yerleşim merkezinde olacak. Eski tandırlar, toprak damlı evler üzerinde kaysı kurutma dönemleri bitecek. Yeni olanaklarda yeni yaşam biçimi başlayacak. Karadirek tekkesi de yemi yerleşim alanında yerine almıış. Yeğenim Yusuf Ziya Bozkurt'un çizdiği yapıçizime göre yapımı sürüyor. Ama geçmiş nasıldı? Dedelik nasıldı? Bir taşlama bize geçmişte dedeliğin ve dedelerin dururmu üzerine ilginç bilgiler veriyor:
Aç kurt gibi birleşip gezerler
Zemheri kurdına döndü dedeler
Ne yapsın talipler sanki yırtıcı
Hep canavar oldu gitti dedeler
Talip tavuk oldu dedeler tilki
Bir tavuk kalmadı talipte belki
Elgük erek derken hep yedi tilki
Bundan sonra sikimi yer dedeler
Bu ne iştir, ne gidiştir erenler
Böyle m etti sizden önce gelenler
Söylerlerdi eskilerden kalanlar
Buna derler kepazelik dedeler
Düşünmez dedeler bu ne gidiştir
Ne al, ne amel ne gibi iştir
Ne derler bahardır, ne güz, ne kıştır
Şimdi olup Seterekli dedeler
Sanmayın aşıktır söyleyen dertli
Kimisi piyade kimisi atlı
Şimendifer hareketli, süratli
Dağıldı köylere seyyar dedeler
Kimisi şeyh olmuş, kimisi arif
Her biri, bir sürek ediyor tarif
Kemal nedir, irfan nedir maarif
Mürşid oldu delikanlı dedeler
Şeyhlenmesin her kim bilmezse sözün
Dilenci talibe çevirtti yüzün
Ne kışındır, ne güzündür, ne yazın
Seçilmiyor kalburcudan dedeler.
Ne kürtlüktür, ne seyyarlık dedelik
Ne zorbalaık ne ayyarlık dedelik
Gitti elinizden bilin dedelik
Edersiniz sonra eyvah dedeler
Bilmezsiniz nedir ehli halimi
Gücüm yetmez nidem, hüküm galibi
Bin senelik Şah İbrahim talibi
Çundurdunuz yörüklere dedeler
Yeter ettiğiniz, dedeler yeter
Hıdır Abdallıdan ettiniz beter
Bülbül olmaz ötmeyle kartal
......
İçmeye bulmayan bir kaşık katık
Ayağı çarıklı, şalvarı yırtık
Yeter ettiğiniz, yetmez mi artık
Bal şerbeti, çay isteyen dedeler
Talip yüzünüzden bezdiği için
Rakip bu hali sezdiği için,
Etmeyi, tutmayın dediği için
Dede demez Yemenli'ye dedeler.
Soykütüklerinin karmaşık dili, sürekli yinelenen ad sıralaması yanında deyişler bir soluk aldırıyor ve çok daha fazla bilgi veriyor yaşamdan, yaşantıdan. Yukardaki deyiş de öyle. 19. Yüzyıl sonlarında yaşamış Yemenli. Yemene asker gitmiş, uzun yıllar Yemende kalmış. Okur-yazar, zeki bir kişi olduğu için subaylığa yükselmiş. Kimilerine göre Yemende de evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Askerlik görevi bittikten sonra -bu sürenin sekiz-on yıl olduğu söylenir- köyüne dönmüş. Yemenli mahlası ile deyişler yazmış. Halkın sorunlarına çözümler aramış. Bilgisine kimse erişemezmiş. Deyişleri yitip gitmiş. Elde kalan kırık dökük deyişlerinden biri yukardaki hiciv.
Ballıkaya'daki üçüncü akşamımız pek canlı ve içten söyleşilerle dolu geçiyor. Tüm köylü konuk olduğumuz Encümen Hüseyi (Yılmaz)'ın konağına toplamış. Gündüz kesilen kurbanın eti pişip yer sofrasına yerleştirilmiş, rakılar açılmış, Rakı bir Anadolu içkisi. Şu sofradaki tadını, sanırım en lüks lokantada veremez. En azından bizim için böyle. Okumuş okumamış Ballıkayalı dostlarla söyleşimiz sürüyor. Ev sahibimiz Encümen Hüseyin, Şah İbrahim Veli soyunun son temsilcisi olmanın onuru ile hizmet görüyor. Anılar anlatılıyor, söylenceler aktarılıyor. Çöküp gidiveren bir kültürün son kalıntılarını topluyoruz.
Söyleşini boyutları değişik düzeylerde sürüp gidiyor. Geleneksel kültürden gelen yaşlılar bir başka inançlı, yeni kuşak aydınlar bir başka inanmış. Söyleşi iki kesimin sorunlarını karşılamaktan uzak. Yanıtlar doyurucu olamıyor. Her düşünen baş kendi sorusuna yanıt istiyor. Koca kurban sofrası yüzyıllara dayalı inançları açıklayacak ölçüde büyük değil. Ekibimiz açısından ise, bilinmeyen geçmişi aydınlatacak güçte değil!...
Ev sahibimiz Encümen Hüseyin, kulağıma eğiliyor:
"Şu karşıda oturan dedeye, 'Muhammet, Ayşe ile evlenmiş' de bak sana ne karşılık verecek" diyor. Encümen'in söylediklerini doksanlık dedeye aktarıyorum. Kısa boylu, sakalı beline de uzayan Hüseyin Dede -dedenin görüntüsü şimdilerde Alevliğin Toplumsal Boyutları kitabımın kapağını süslüyor- tatlı bir öfkeye kapılıyor:
"Tövbe... Eti etine değmedi. Amaaa, bu da nereden çıktı?" diye bağırıyor.
Yanıt, Aleviliğe, Şii etkilerinin bir uzantısı. Cemel savaşında, Talha ve Zübeyr ile bir olup Ali'ye karşı savaştığı için Anadolu Alevisi Ayşe'yi bağışlamıyor. Hüseyin dede Anadolu Alevisinin bu öfkesini yansıtıyor.
Söyleşimizde asıl çelişki, çoğu öğretmen, müfettiş gibi geçmişini araştıran kuşaktan görülüyor. Ballıkaya, Akaçadağ köy enstitüsünün kuruluşu ile çağdaşlaşmaya açılmış. Her evden bir iki genç bu halk okulunda okuyup öğretmen olmuş. Alevi aydınlanma süreci böyle başlamış. 1986-87 ziyaretlerimizde geleneksel Alevilik içinde büyümüş yaşlı kuşak öğretmenlerle tartışıyoruz.
Ballıkaya'nın köye enstitülü kuşağı 60'lı yaşları aşmış. Şimdilerde eski keskin görüşleri törpülenmiş. Çağdaşlıktan yanalar. Tutucu eğilim ve düşünceleri geleneksel bir tutumla mahkum etmişler. Gel gelelim soylarının -aynı kökten geliyoruz- Hz. Ali'de geldiğine inanıyorlar. Ellerinde Erdebil'de düzenlenmiş soy kütükleri var. Bu soy kütüklerini Ankara'da bir yeminli çeviri bürosuna Osmanlıcadan çevirtmişler. (Belgelerde bu çeviriler verildi). Sıkı sıkıya bu belgelerin doğruluğuna inanıyorlar. Adem’den başlayan ve 12 imamlara uzanan soy kütüğünü Karadirek tekkesine asmışlar. İkinci bir soykütüğü ise Muhammet'ten Öğretmen İbşir'e uzanıyor. Bu soykütüklerini tartışmasız sağlam belge sayıyorlar.
Sabah namazında çıktım Hozan’dan
Devah edin Mezirme’ye varınca
Arif olan özün sözden ayıra
Devah edin Mezirme’ye varınca
Şeyh Safi’nin gediğine çıkınca
Erdebil’in gonca gülün kokunca
Ballıkaya’nın balı akınca
Devah edein Mezirme’ye varınca
Belini vermiş taşa kayaya
Şah İbrahim dersi verip okuta
Yılan boğazından buğday akıta
Devah edin Mezirme’ye varınca
İsyani’nin dideleri kan ağlar
Üçyüz dörte kadem bastığı çağlar
Şah İbrahim yaramıza em bağlar
Devah edin Mezirme’ye varınca
Bir zamanlar çağdışı buldukları görüşleri kesik kesik bile olsa şimdi kendileri savunuyorlar. Bana ve Prof. Dr. İlhan Başgöz'e eleştiriler getiriyorlar. Bana:
"Baban Kurt Veli dede gelir, bize inanç aşlardı, sen nasıl bu görüşleri savunursun?" diyorlar.
"Size ikiyüzlülük edip yalan söylememi mi istiyorsunuz? Babam kendi çağı ve boyutları içinde bildiği doğruları söyledi, bense, kendi ufkum ölçüsünde doğruları söylemeye çalışıyorum. Babamdan ileri, oğlumdan geriyim" diye karşılık veriyorum.
Tümü Atatürkçü aydın görüşlü insanlar. Ama bir türlü geleneksel şartlanmayı kıramamışlar. Belli bir yerde tıkanma başlıyor. Sözgelimi köyün yetiştirdiği Vaylöğ Dede'nin kerametlerini anlatıyorlar. Bir yandan da Türklük bilinci içindeler. Hem öz Türk olduklarını söylüyorlar, hem Muhammet Ali'nin soyundan geldiklerini savunuyorlar. O çevredeki köy adlarının Oğuzun yirmi iki (ya da yirmi dört) boyunun adı olduğuna dikkatleri çekiyorlar. Iğdır, Beydilli, Kızık, gibi köy adlarını sayıyorlar. Gerçekten o çevrede adı Türkçe olmayan tek köy Mezirme idi, onu da bu genç beyinler türkçeleştirip "Ballıkaya" yapmışlar.
Sonunda İlhan Başgöz'le dayanamayıp soruyor;
"Peki tümü iyi ama siz, Türk müsünüz, Arap mısınız?"
Tümü büyük bir övünçle "Türk'üz" karşılığını veriyor.
"Öyleyse nasıl Muhammet soyundan gelirsiniz? Öz Türkseniz Muhammet Ali soyundan gelmiyorsunuz; Muhammet Ali soyundan geliyorsanız, Türk değilsiniz."
Ama aynı soydan geldiğim akrabalarım ne serden geçiyor ne yardan...
"Hayır Muhammet ve Ali Türktür" diyorlar.
Uzun uzadıya tartışıyoruz. Okumuşundan hiç okumamışına tüm köylüler Muhammet ve Ali'nin Türk olduğuna inanıyorlar.
"Nasıl olur? O çağda Arabistan'a Türkler gelmemişti" diyoruz.
1930'lu yılların romantik tarih dönemi bilgilerini bize kanıt gösteriyorlar. Şemsetti Günaltay'ın savlarını getiriyorlar:
Muhammet, İbrahim Peygamber'in soyundan geliyor. İbrahim Peygamber Türktü. Hitit Türklerindendi. Kur'an'da Muhammet 'Arap bendaen, ama ben Araptan değilim demiştir" biçiminde savunuyorlar.
Ne Hititlerin Türk olmadıklarını söylemek, ne de Muahammet'e dayandırılan o tümcenin ayet deği hadis olduğunu ve başka anlama geldiğini açıklamak bir çözüm getiriyor tartışmamıza. Bu kez ben bir soru yöneltiyorum onlara:
"Böylesine çağdaş ve bilinçli düşümüyorsunuz, ancak neden illa Muhammet ile Ali'yi Türk yapmak istiyorsunuz?"
Ve aynı onurla karşılık veriyorlar:
"Onları o pislikten çıkarmak istiyoruz" Ardından Öğretmen İbşir ekliyor:
"Dünyada tüm insanların inançları var. İnsanlar onsuz yapamıyor. İnsan inançla daha huzurlu oluyor. Bizim inançlarımız bunlar. Daha fazla deşmeyin."
Vaylöğ dede ise ayrı bir olay. Asıl adı Mustafa. Bu dedeyi çoçukluğumdan düş gibi anımsarım. Tam şaman özellikleri gösteren delidolu bir dede idi. Çocuğu olmayanlara çoçuk tapşırırdı. Töreye göre, doğan çocuğa onun adı verilirdi. Çocukluk arkadaşlarımdan birini de onun tapşırdığı söylenirdi. Mustafa adının yanı sıra Vaylöğ lakabını da taşır onun duası ile doğan çocuklar. Şamanik bu inanca Aleviliğin Toplumsal Boyutları kitabımda değindim. Ancak Fuzuli Bayatın Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı kitabı çağdaş bilime eşsiz bir tövhedir. Ne yazık ki ben kitabımı yazdığım zamanda o yayımlanmamışdı.
Ballıkayalılar bu mantık içinde inanıyorlar. Hz. Ali'yi göçebe Türkmen geleneğindeki insanüstü kahramanı ile özseşleştirmişler. Kimileyin Oğuz Kağan, kimileyin Dede Korkut. Ama en çok bilge Dede Korkut'tur o. Arap Ali, gerçek yaşamdan sıyrılmış. Eti ile kemiği ile bir Ail değil. Arap kültürü ile hiç ilgisi olmayan bir Hz. Ali yaşıyor Ballıkaya Alevileri arasında. Halk tarihçilerinin yazdığı, gerçeklere dayanmayan, söylencelerden kurulu tartışmasız doğru sayıyorlar. Ziya Şakir, Murat Sertoğlu gibi yazarların kitaplarını bilimsel doğrular kabul ediyorlar. Bu çağdaş (!) destek, bize karşı inatlarını pekiştiriyor.
Uzun söyleşinin ardından, Aşık Ali sazını eline alıyor. Deyişler, tevhitler çalıyor. Semah ezgisi vurmaya başlayınca, yaşı altmışın üzerindeki köylüler semaha giriyorlar. Yüzlerinde, inançlı bir anlam, pos bıyıklar yukarı kıvrılmış, kollar aynı düzeyde havada, eller havaya açık.Art arda dönüyorlar semahı. Görülmeye değer bir oyun. Aşık Ali, sazı ile sunduğu bu şöleni, Zihni'ye mal edilen Sebamülkü deyişi ile bitiriyor. Seba mülkü deyişinin Malatya, Sivas, Tokatn yöresi Alevileri arasında ayrı bir yeri var. İnanca göre bu deyiş, Şah İsmail'in utkularını anlatıyor. Daha sonraki dönemlerde Safavilerin savaşlarında askerleri coşturmak için "ceng-i harbi" Türkçe söyleyişle "savaş ululaması" olarak çalıp okunmuş. Savaş ululaması uzun bir yol katederek günümüze ulaşmış. İşte Dede Korkut'ta ve Şah Hatayi'de izleri:
Dede Korkut'ta hemen her kahramanın elinden kolça kopuz düşmez. Kolça kopuzun sapı kol boyunca uzanır73.
Dede Korkut'un Kanturalı destanında Kanturalı er meydanına çıktığında kırk yiğidi kopuz eşliğinde onu öğerler:
"Kanturalı sağına baktı, kırk yiğidini ağlar gördü; soluna baktı öyle gördü. Hey kırk eşim, kırk yoldaşım, neye ağlarsınız? Kolca kopuzumu getirin, öğün beni dedi.
Burada kırk yiğit Kanturalı'yı öğmüşler, görelim hânım, nice öğmüşler?:
Sultanım Kanturalı!
Kalkıp yerinden doğrulmadın mı?
Yelesikara Kazılık atına binmedin mi?
Arku beli, aladağı,
Avlayarak, kuşlayarak aşmadın mı?
Babanın ak ban eşliğinde,
Karavaşlar inek sağar, görmedin mi?
Boğa, boğa dedikleri,
Kara inek buzağısı değil midir?
Alp erenler karımındın döner mi olur?
Sarı donlu Selcen Hatun köşkten bakar,
Kime baksa aşkla oda yakar,
Kanturalı sarı donlu kız aşkına bir hu! 74
Şah İsmail yiğit, disiplinli bir insan olduğunca büyük bir ozandır. Tebriz meydanında beyleri ile birlikte ok atarken Dede Korkut öykülerinden Kanturalı destanında olduğu gibi, ozanlar kopuzların eşliğinde onun yiğitliğini öğen türküler söylerler75.
Şimdi Ballıkaya'da bu Koçaklamanın ezgilerini dinliyoruz. Gerçekten deyişin ezgisi insanın tüyünü ürperten türde. Çalınması çok zor bir parça. Nitekim
Saba mülkün verir bade
Dağıttıkça saba zülfün
Yıkar Çin mülkünü ahır
Harap eyler hata zülfün
Gence ile Karabağ'ı
Semerkant, Buhara dağı
Kurup Keşmir'de otağı
Horasan'dan yağa zülfün
Diyar-ı zulmette seyran
Eder İskenderi devran
Nebildir çeşmei hayran
Hızırdır rahmına zülfün
Olanı olmasa asker
Çekildi şamahan asker
Habeşte kesti çok serler
O Mehdi sahip zaman da zülfün
Erişti hükmü şevkanı
Kızıl elmayı fermenı
Çekip bende Tatar Hanı
Şahı Rüstem Şam'a Zülfün
Buhara ile Kerman'a
Haber gitti Horasan'a
Düşüp pazar-ı büyrana
Senin ile baha zülfün
Boyun selvi revan ettin
Duhanın enduha ettin
Acem mülkün yağma ettin
İran üzre Huıda zülfün
Şeyda bülbül, garip bülbül
Şeyda bülbül deli bülbül
Gel bizim ellere de bülbül
Giden aşıkların dadı
Elinde Zihni feryadı
Yeniden sahnı Bağdad'ı
Vuruptur Kerbela zülfün
Sekizli seslem ölçeğine göre yazılmış koçaklama çok yönlü ilginç. Kızılbaş inançlarına göre, bu deyiş Şah Hatayi'nin utkularını yansıtır. Alevi aşıklar çevresi, Zihni'yi Şah Hatayi'nin otağında yaşamış bir ozan olduğuna inanırlar. Zihni'nin "Vardım ki yurdundan ayak götürmüş" deyişini de Şah Hatayi'nin ölümü üzerine yazdığını söylerler. Deyişin "Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı" dizesi Alevi aşıklarca "Şahım gitmiş, ıssız kalmış otağı" biçiminde söylenir. Bayburtlu Zihni büyük bir halk şairidir, ama tarihsel bakımdan Şah Hatayi ile bir ilgisi bulunmaz. Bu bakımdan, yukardaki şiir, ya Bayburtlu Zihninin değildir, ya da Şah Hatayi için yazılmamıştır.
Ama deyiş gerçek bir koçaklama. Türk-İslam motifleri iç içe işlenmiş. Mehdi motifi yanında Kızıl elma yer alıyor. Peki ama nedir Kızıl elma:
Kızıl Alma, Türk düşününde bir ülkünün sembolü. Ülkü demek, yaklaştıkça uzaklaşan serabın, susuzlar üzerindeki etkisini anımsatan çekici bir ışık. Kızıl Elma, geçmişten günümüze birçok söylenceye konu olmuş. Eski Türk söylencelerine dayanıyor. Orta Asya Türkleri arasında doğmuş. Ergenekon destanında Ergenekon'dan çıkış ve yeniden dirilişin ülküsü. Oğuzlar için, hangi yöne giderlerse ulaşacakları utkunun adı. Sonuçta Türk ülkücülüğünde Kızıl elmanın ne olduğu bir türlü belirlenememiş bir sembol. Yüzyıllarca ona herkes, kendi düş dünyasında dilediği gibi anlam vermiş. Sonuçta Ziya Gökalp Kızıl Elma'yı bir bilim kenti, bir üniversite kenti olarak çizmiş.
Kökende, Erdebil Tekkesi ile Hacı Bektaş Tekkesinin rekabet ve çekişmesi eskilere iner. Anadolu'da okunan Hatayi deyişlerinde Hacı Bektaş hep büyük pir olarak saygı ile anılır. Ama bu deyişlerin izi sürüldüğünde Hatayi'ye doğru yaklaşıldıkça, Hacı Bektaş adı daha seyrak geçer. Böyle olası da doğal. Bir, koca Şah Hatayi'nin Anadolu'da yaşamış bir ereni kendinden öne çekmesi, düdnülemez. Dahası, Hatayi'nin deyişlerinden birinde "Erenler Sultan Balm'ın nazar ettiği yoldur bu" gibi bir dize bulunur. Bu dizenin Şah Hatayi'nin olması kesinlikle olanaksızdır. Hatayi kendisine karşı Osmanlı'nın yanında yer almıış birini yolun kuucusu sayamaz, övemez. Alan çalışmalının küçük ipuçları bu savımızı pekiştiriyor.
Öte yandan, Bektaşiler de Şah Hatayi'yi pek sevmezler. Gerçi yedi ulular arasında sayılır hatayi. Ama Hatayi Sultan'ın Türk yazınındaki konumu Nazım Hikmet'in konumuna benzer. Gerçekte Hatayi Sultan ile Pir Sutan Abdal, Nazım Hikmet'in öncüleridir. Düşünceleri yadsınmasına karşın şairlik gücüyle direnmiş, ayakta kalmıştır üçü de. Hatayi Sutan'ın Bektaşi şiiri içinde pekişmesi de 1826'de Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonradır. Öyle ki, Şah Hatayi'nin deyişleri bile başka şairlere mal edilmiş. Bunun son örneği, A. Celaletti Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, Hacıbektaş 1986 kitabında Hatayi'nin Miraçlama'sını dedelerinden Feyzullah Efendinin şiiri olarak vermiş.
Bektaşilere karşı, Şah İbrahim ocağı daha soğuk. Aşık Ali, deyiş söylemeye başladığında Encümen Hüseyin şu tümcelerle uyardı:
"Aşık, Hatayi'den, Pir Sultan'dan söyle. Balım Sultan falan yok. Balını da ...erim, pekmezini de. Ben kendi atamı dedemi överim!
Halktan bir insanın dudaklarından bu tümcelerin dökülmesi, beni şaşırdı.
"Dede yoksa benim yazdıklarımı mı okudun?"
"Yok imanım, senin ne yazdığından haberim bile yok."
O tarihlerde ben, Bektaşi-Kızılbaş ayrılmasını ilk kez saptamış ve bu bölünmenin Balım Sultan döneminde olduğunu biraz da çekinerek ortaya atmıştım. Ve hiç haberi olmayan Encümen Hüseyin Yılmaz dede, gelenekten gelen birikimle benim savlarımı doğruluyordu.
Özetle Anadolu Aleviliği bir sır bohçasıdır. Çağdaş bilim dünyasında tasavvufi yaşama ışık tutuan bütün bu görüşler Aleviliğe ve tasavvufa farklı yaklaşımı ile seçilen Fuzuli Bayatın kanaatleri doğrultusunda ele alındı.
Dostları ilə paylaş: |