Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye


Nefes- veya -Eter ve Hava



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə10/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
lobsang rampa Üçüncü Göz


Nefes-
veya -Eter ve Hava 
YASAMA ATESi 
ERMiSLiK BASAMAK­
LARI 
TİBETTEKi ANITLAR MODELi 
142 
Biz yeryüzünde bir şeyler öğrendiğimize ve yalnızca yer­
yüzünde ıstırap çektiğimize inanıyoruz. Bizim için Öteki 
Dünya, bedenimizin dışına çıktığımız zaman gittiğimiz bir 
yer, bizim gibi bedenlerinden sıyrılmış gerçek varlıklarla 
karşılaşabileceğimiz bir yerdir. Bizim bu değişik boyutların, 
erişilebilecek en yüksek noktasına verdiğimiz isim,"Altın 
Işık Ülkesi"dir. Öldükten sonra ya da uyurken, astral varlığı­
mızda bulunduğumuz sürece, sevdiğimiz insanlarla birlikte 
olabileceğimizden eminiz, çünkü onlarla (titreşim olarak) 
belli bir uyum içindeyiz. Hoşlanmadığımız kimselerle kesin­
likle karşılaşmayız, çünkü bu bir uyumsuzluk durumu orta­
ya çıkarır ve Altın Işık Ülkesi'nde bu gibi durumlara yer yok­
tur. 
Bütün bu olaylar zamanında kanıtlanmışlardır ve aslın­
da Batı kuşkuculuğunun ve maddeciliğinin, bu bilimin ge­
rektiği biçimde incelenmesini önlemiş olması oldukça üzücü 
bir durumdur. Zamanında inanılmamış, olamaz denilen pek 
çok şey kanıtlanmıştır. Telefon, radyo, televizyon, uçak ve 
daha pek çok şey gibi. 
143 

11 
TRAPPA 
Genç kararlılığım içinde, sınavı ilk girişimde kazanma­
ya karar vermiştim. On ikinci doğum günüm yaklaştıkça ça­
lışmalarımı yavaşlattım; sınavlar doğum günümün ertesi 
günü başlayacaktı. Geçen yıllarım son derece yoğun bir çalış­
mayla geçmişti. Astroloji, bitkisel ilaçlar, anatomi, dini töre­
ler ve tütsülerin doğru bileşimleriyle, güzel yazı yazma sana­
tı, Tibet ve Çin dilleri ve matematikle. Tüm bu yıllar bo­
yunca Judo'dan başka zaman ayırabildiğimiz pek az oyun oy­
namıştık. Üç ay kadar önceydi, bir gün Lama Mingyar Don-
dup bana, "Bildiklerini çok fazla tekrar etme Lobsang. Bu 
kafanı iyice karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Sınavda 
önemli olan rahat olmaktır; şimdi olduğun gibi olursan, o 
zaman bütün bildiklerini hatırlarsın" demişti. 
Böylece sınav günü geldi. Sabah saat altıda ben ve ben­
den başka on beş aday daha, sınav salonunda toplandık. Ka­
famızı doğru düşünebileceğimiz bir rahatlığa kavuşturmak 
için yapılan kısa ayinden sonra, bize verilen temiz elbiseleri 
giyip, yol gösteren Baş Müfettiş'in ardından sınav salonunun 
küçük tapınağından çıkıp, her yanı kapalı hücrelerin önüne 
geldik. Bu hücreler, bir metreye üç metre genişliğinde, iki 
buçuk metre yükseklikte taştan yapılmış kutulardı. Polis ra­
hipler kutuların dışında sürekli olarak devriye geziyorlardı. 
Her birimiz birer hücrenin önüne götürüldük. İçeri girmemiz 
söylendi. Kapılar ardımızdan kapatıldı, kilitlendi ve mühür­
lendi. Sonra rahipler duvarda bulunan ufak bir kapaktan, 
yazı yazabilmemiz için gerekli malzemeyi ve birinci grup so-
144 
Trappa 
ruları dağıttılar. Yağlı çay ve tsampa da getirmişlerdi. Bu iş­
le görevli rahip, günde üç öğün tsampa ve istediğimiz kadar 
da çay verebileceğini söyledikten sonra gitti. Artık birinci 
grup sorularla uğraşmaya başlayabilirdik. Her gün bir konu 
olmak üzere, altı gün süreyle, sabahın ilk ışıklarından çevre 
seçilemeyecek kadar karanlık olana dek çalışmak zorunday­
dık. Hücrelerimizin tavanı açıktı, sınav salonuna ne kadar 
ışık geliyorsa bizim de o kadar ışığımız vardı. 
Sınav boyunca herkes kendisine ayrılmış olan hücrede 
oturmak zorundaydı, dışarı çıkmamıza her ne nedenle olursa 
olsun, izin verilmiyordu. Günün son ışıkları da kararmaya 
başladığında, duvardaki kapak açıldı ve bir rahip kâğıtları­
mızı istedi. Ertesi sabaha kadar hücrelerimizde uyumak üze­
re yere uzandık. Bana kalırsa, herhangi bir konu üzerinde, 
yanıtlanması on dört saat süren bir sınav kâğıdı, kişinin si­
nirlerini ve bilgisini ölçmek için gerçekten yeter de artardı 
bile. Altıncı günün akşamı yazılı sınavlar tamamlanmıştı. 
Fakat o geceyi de hücrelerimizde geçirecektik. Sabah olunca 
da hücrelerimizi temizlememiz ve bulduğumuz gibi bırakma­
mız gerekiyordu. Günün geri kalan kısmı ise, istediğimiz gibi 
geçirmek üzere bizimdi. Üç gün sonra, yazılı kâğıtlarımızın 
okunması tamamlanıp, eksiklerimiz ortaya çıkarıldığında, 
sıra ile sınav görevlilerinin karşısına çağrıldık. Yalnızca sı­
nav kâğıtlarımızdaki eksik bölümlerle ilgili sorular bütün 
gün boyunca sürdü. 
Ertesi sabah on altımız birden, eskiden Judo derslerinin 
yapıldığı odaya götürüldük. Bu kez de bastırma pozisyonları, 
yakalama usulleri, incinmeden düşüş, yere atmalar, kendini 
tutma konusunda bildiklerimizi ortaya koyacaktık. Her biri­
miz, diğer adaylardan üçü ile birden çarpışacaktı. Kısa bir 
süre sonra başarısızlar ayıklanıp çıkarıldı. Yavaş yavaş di­
ğerleri de elendi ve en sonunda, Tzu'dan öğrendiklerim saye­
sinde, bir tek ben kaldım geriye. En azından Judo'dan birin­
cilikle geçmiştim! Fakat sadece ve sadece bir zamanlar in­
safsız ve haksız bulduğum o ilk öğretmenim sayesinde. 
Zor geçen sınav günlerinden sonra, kendimizi toparla-
145 

mamiz için ertesi gün serbest bıraktılar bizi, öbür gün de 
sınav sonuçlarını öğrendik. Benimle birlikte dört kişi daha 
geçmişti. Şimdi Trappa, yani doktor rahip olacaktık. Sınav­
lar boyunca hiç görmemiş olduğum Lama Mingyar Dondup 
haber gönderip beni çağırtmıştı yanına. Odasına girdiğimde 
sevinçle yerinden kalktı: "İşini iyi becerdin, Lobsang. Liste­
nin ilk sırasında sen varsın. Soylu Reis, En Değerli Kişi'ye 
özel bir rapor gönderip, senin hemen lamalığa yükseltilmeni 
önerdi fakat ben buna karşı çıktım." Biraz şaşırdığımı görün­
ce açıkladı: "Çalışıp hakkıyla geçmen daha doğru olur. Sana 
lamalık statüsünün hemen verilmesi demek, pek çok şeyi at­
layıp, ileride çok gerekli bulacağın pek çok şeyi öğrenmemen 
demektir. Fakat yine de benim odamın yanındaki odaya taşı­
nabilirsin, çünkü zamanı gelince o sınavı da vereceksin." 
Böyle düşünmekte haklıydı. Rehberim'in en iyi olarak 
düşündüğü her şeyi yapmaya her zaman için hazırdım. Be­
nim başarımın onun başarısı olduğunu, beni bütün konular­
da birinci olarak geçebileceğim şekilde eğitmek istediğini 
fark etmek büyük zevk verdi bana. 
Hafta sonuna doğru bir gün, En Değerli Kişi'nin gön­
dermiş olduğu bir haberci geldi. Dili dışarıya sarkmış, soluk 
soluğaydı; görünüşe bakılırsa yorgunluktan neredeyse ölmek 
üzereydi! Bu haberciler, kendilerine emanet edilmiş olan me­
sajı ulaştırmak için koşabildikleri kadar hızlı koşup, büyük 
zorluklara katlandıklarını anlatabilmek için bütün aktörlük 
yeteneklerini kullanırlardı. Potala ise buraya yalnızca bir 
mil uzaklıkta olduğundan, rolünü gerektiğinden de iyi başar­
mış olduğunu düşündüm. 
En Değerli Kişi, göstermiş olduğum başarıdan ötürü 
beni kutluyor ve bu günden sonra bir lama olarak kabul edil­
diğimi bildiriyordu. Artık lama elbiseleri giyecek ve bu statü­
nün sağladığı tüm haklara ve üstünlüklere sahip olacaktım 
Rehberimle birlikte, lama sınavlarına on altı yaşıma geldi 
ğim zaman girmeme karar vermişlerdi. 
Artık bir lama olduğumdan, çalışmak için sınıfa bağlı 
değildim ve eskisinden daha çok serbesttim. Böyle lama ol-
146 
mam aynı zamanda, ileri derecede bilgili herkesin bana iste­
diği zaman bir şeyler öğretmekte serbest olduğu, böylece bir 
sürü şeyi yeterince çabuk öğrenebileceğim anlamına da geli­
yordu. 
Öğrenmek zorunda olduğum başta gelen konulardan bi­
ri de bedeni gevşetme sanatıydı; bunu bilmeden gerçek meta­
fizik çalışmalar yapılamazdı. Bir gün, bazı kitaplar üzerinde 
çalıştığım bir sırada Lama Mingyar Dondup geldi yanıma. 
"Lobsang, oldukça gergin görünüyorsun. Rahatlamadığın sü­
rece, sakin bir düşünceye dalıp ilerleyemezsin. Bunun nasıl 
yapıldığını göstereyim sana" dedi. 
Sonra yere yatmamı söyledi. İnsan oturarak, hatta 
ayakta bile rahatlayabilir, fakat başlangıçta sırtüstü yatarak 
duruma alışmak daha iyidir. "Bir uçurumdan aşağı düştüğü­
nü düşün" dedi. "Aşağıda, uçurumun dibinde yatıyorsun; bü­
tün kasların gevşemiş, üzerine düştüğün bacakların çarpıl­
mış, karmakarışık bir yığın halindesin. Ağzını rahat bırak, 
hafif aralanmış olsun, çünkü yüz kasları ancak bu şekilde 
gevşetilebilir." Bedenimi onun istediği biçime sokana dek 
epey kımıldandım. "Şimdi, bedeninin üzerinde ufacık bir sü­
rü insan olduğunu düşün. Kollarını ve bacaklarını çekiştirip, 
kaslarını gerip rahatsız ediyorlar seni. Bu küçük insanlara 
ayaklarından çekilmelerini söyle, böylece hiçbir his, hiçbir 
hareket, hiçbir kasılma kalmasın orada. Hiçbir adalenin kul­
lanılmadığından emin ol." Üzerimde gezinen küçücük insan­
ları düşlemeye çalışarak öylece yattım. Ayak tabanlarımın 
içinde kımıl kımıl oynaşan yaşlı bir Tzu düşündüm! Oh, on­
dan kurtulmayı ne kadar da çok isterdim. "Sonra aynı şeyi 
bacaklann için yap. Baldırlarında sürekli iş başında olan 
ufacık bir yığın insanın olması gerekir Lobsang. Sabahleyin 
sen zıplarken epey sıkı çalışıyordu onlar. Şimdi söyle onlara, 
artık dinlensinler. Yukarıya kafana doğru yürüsünler. Hepsi 
çıktı mı yukarı? Emin misin? Ortalığı bir daha yokla baka­
lım. Kaslarını serbest bırak ki gevşek ve yumuşak olsunlar." 
Birdenbire durup, işaret etti, "Bak!" dedi, "kalçanda birisini 
unutmuşsun. Ufak bir adam bacağının üst kısmında sımsıkı 
147 

tuttuğu bir kası bırakmıyor. Onu dışarı çıkar Lobsang, onu 
dışarı çıkar." En sonunda, onun istediği şekilde gevşemişti 
bacaklarım. 
Sonra, "Şimdi aynı şeyi kolların için de yap" dedi, "Par­
maklarından başlayarak. Kolların hiçbir gerilme ya da kasıl­
ma, hiçbir his duymayana dek. Bütün ufak insanları dışarı­
ya çıkardığını düşün." Söylediklerini yapmak için var gü­
cümle çalışıyordum. "Şimdi gövdenin kendisine geliyoruz. 
Gövdenin bir manastır olduğunu varsay. İçeride, seni çalış­
tırmak için, kaslarını yoran o rahipleri düşün. Artık gitmele­
rini söyle onlara. İlk önce gövdenin alt kısımlarından başla, 
bütün kaslarını gevşet. Dikkat et, neyle uğraşıyorlarsa o işi 
derhal bırakmalarını ve gitmelerini söyle onlara. Kaslarını 
serbest bıraktır, bütün kaslarını, öyle ki gövden yalnızca bir 
örtü gibi kalsın üzerinde; öyle ki her yeri çöksün bu örtünün, 
sarksın ve kendi düzlüğünü bulsun. İşte o zaman bütün ada­
lelerin gevşemiş demektir." 
İlerleme hızından hoşnut görünüyordu, devam etti: "Ka­
fanın rahatlatılması çok önemlidir. Bakalım onun için neler 
yapabileceğiz. Ağzına dikkat et, her iki kenarında da geril­
miş birer kas var. Onları serbest bırak Lobsang, her ikisini 
de serbest bırak. Ne konuşacaksın ne de yemek yiyeceksin, 
onun için ağzını hiç germe lütfen. Gözlerin kısılmış, ama on­
ları rahatsız edecek bir ışık yok burada, hafifçe kapat gözle­
rini, çok hafif, hiç kasmadan." Sonra arkasını döndü ve açık 
pencereden dışarı baktı. "Rahatlamayı en iyi biçimde yapan 
bir örnek var dışarıda, güneşleniyor. Evet, bir kediyi örnek 
alabilirsin, bu işi daha iyi becerebilen bir başka varlık yok­
tur dünyada." 
Tüm bunları birer birer yazmak oldukça vakit alıyor ve 
okunduğu zaman da hiç kuşkusuz epey karışık gibi görünü­
yor; fakat sadece birkaç denemeden sonra, yalnızca bir sani­
ye içinde gevşeyebilmek çok basit bir olaydır. Yukarıda söz 
ettiklerim, her zaman için sonuç alınabilecek bir rahatlama 
sistemidir. Uygarlığın sorunlarıyla gergin bir yaşam süren 
kimseler bu satırlarda yazılanları ve aşağıda anlattığım dü-
148 
şünce sistemini uygularlarsa, bedenlerini biraz olsun gevşe­
tip, rahat edebilirler. Lama Mingyar Dondup anlatıyordu: 
"Eğer kafaca gerginsen, bedensel olarak gevşemiş olman hiç­
bir yarar sağlamaz sana. Bedenin rahatlamış bir biçimde ya­
tarken, kafanı da bir dakika için bırak ne düşünüyorsa orada 
kalsın. Sonra kendini hiç sıkmadan izle bu düşünceleri ve 
gerçekte neler düşündüğünü bir gör. Sonra bütün düşüncele­
rini durdur, hiçbir şey düşünmemeye çalış ve yalnızca hiçlik­
ten oluşan bir karanlık getir gözünün önüne; içinde bulun­
dukları yerde durmaya zorladığın düşünceler bu karanlığı 
aşıp ötesine geçmeye uğraşacaklardır. Hatta bu düşüncelerin 
bir kısmı, başlangıçta bu karanlığa yenilmeyecekler ve onu 
aşarak devinimlerini sürdüreceklerdir. İşte o zaman bu akıp 
giden düşüncelerin ardından git, onları yakala, yeniden ka­
ranlığın berisine getir ve tut onları orada. Bütün bu söyledik­
lerimi gerçekten yaşamaya çalış kafanın içinde. Çok geçme­
den bu karanlığı zorlayabilecek güçte bir düşünce kalmaya­
cak ve hem bedeninde hem kafanda mutlak bir rahatlığın 
hazzını duyacaksın." 
Evet, anlatmaya çalışmak, yapmaktan çok daha zor ger­
çekten. Oysa insanın kendini böyle rahatlatması hiç de öyle 
uzun çalışmaları gerektirmez. Aslında insanların büyük bir 
çoğunluğu düşüncelerini durdurup kafalarını dinlendirmez­
ler. Bizim için bu gibi insanların gece gündüz çalışıp bedenle­
rini gereğinden fazla yoran insanlardan hiçbir farkı yoktur. 
Bize öğretilenlerin en büyük amacı, kafamızı, düşüncelerimi­
zi kendi kontrolümüz altına, alıp, terbiye edebilme olanağı 
vermekti. Judo da tüm inceliklerine dek öğretilirdi bize, çün­
kü Judo, insanın kendi keîföîni kontrol edebilmesine yardım 
eden çok önemli bir spordur. Judo öğretmenimiz olan lama, 
kendisine hep birlikte saldıran on kişiyi rahatça yenebilirdi. 
Adeta aşıktı Judo'ya ve bu sporu mümkün olduğu kadar ilgi 
çekici bir hale sokabilmek için elinden geleni yapardı. Daha 
önce de sözünü ettiğim gibi, boyuna yapılan hafif bir temas, 
insanları, ne olduklarını bile anlamaya fırsat bırakmadan bir 
anda bayıltabilirdi. Aslında insana bir zararı da yoktur bu 
149 

hareketin. Yalnızca hafif bir basınç, beyni zararsız bir biçim­
de felce uğratmıştır. Anestezi diye bir şeyin bilinmediği 
Tibet'te, çürük bir dişi çekerken ya da kırık bir kemiği yeri­
ne yerleştirirken sık sık kullanılırdı bu özel dokunma sanatı. 
Hasta bir anda her şeyden kopar, hiç acı çekmezdi. Bu sis­
tem aynı zamanda, astral seyahat yapabilmek üzere astral 
bedenin fiziksel bedenden rahatça ayrılabilmesi için de kul­
lanılırdı. 
Gördüğümüz bu Judo dersleri sayesinde, en kötü düş­
melere karşı bile bağışıklık kazanmıştık. Judo'nun temel ku­
rallarından biri de, yere nasıl zararsızca düşülebileceğini öğ­
renmektir. Biz çocuklar için dört, dört buçuk metrelik duvar­
lardan atlamak bir eğlence vesilesiydi! 
Her iki günde bir yapılan Judo çalışmalarımıza başla­
madan önce, Budizm'in esası olan Orta Yolun Basamakla­
rını ezbere okumamız gerekirdi; bunlar şöyleydi: 
Güzel Görüşler: Kişisel çıkarlardan ve düşlerden uzak 
olan görüş ve düşünceler. 
Güzel İstekler: Kişinin yüksek ve değerli amaç ve dü­
şüncelerle sahip olduğu istekler. 
Güzel Konuşma: Kişinin nazik, saygılı, samimi olduğu 
konuşmalar. 
Güzel Davranış: Kişinin barışsever, dürüst, başkalarını 
da düşünen bir insan olması. 
Güzel Geçinme: Kişinin insanları ya da hayvanları in­
citmemesi, yaşayan birer varlık olarak hayvanlara da gerçek 
değerini vermesi. 
Güzel Çaba: Kişi kendini kontrol etmeyi bilmeli ve sü­
rekli olarak kendisini eğitmelidir. 
Güzel Düşünce: Güzel fikirlere sahip olmak, doğru ola­
rak bilineni yapmaya çaba göstermek. 
Güzel Vecit: Bu, hayat ve Gerçek Beri üzerinde yapılan 
meditasyonla mümkün olabilir. 
Eğer içinizden biri bu basamaklara aykırı bir davranış-
150 
ta bulunmuşsa; tapınağın ana girişinde, yüzükoyun yere ya­
tar, içeri girip çıkanlar da onun üzerine basıp geçerlerdi. 
Suçlu burada şafaktan, karanlık basıncaya dek hiç kıpırda­
madan, hiçbir şey yiyip içmeden yatmak zorundaydı. Evet, 
aslında epey utanılacak bir durumdu bu. Artık bir lamay­
dım. "Yüksek Kişiler'den biri. Bayağı iyi bir şeydi bu. Ancak 
uyulması gereken o kadar çok kural vardı ki... Daha önceleri 
bir rahibe yakışır yüz sekiz davranış kuralına uymak zorun­
daydım; ama bir lama olarak uymam gereken kuralların iki 
yüz elli üç tane olduğunu dehşetle öğrendim. Chakpori'de ya­
şayan akıllı bir lama hiçbir zaman bozmazdı bu kuralları. 
Dünyada ne kadar çok öğrenilecek şey varmış; kafam sanki 
şişip de patlayacakmış gibi geliyordu bana. Fakat damın üze­
rinde oturup, Dalay Lama'nın tam aşağıda bulunan Norbu 
Linga'ya ya da Mücevher Parkı'na gelişini izlemekten çok 
hoşlanıyordum. En Değerli Kişi'yi böyle yukarıdan seyreder­
ken gizlenmek zorundaydım, çünkü hiç kimse ona daha yük­
sek bir yerden bakamazdı. Yine aşağılarda, Demir Dağ'ın öte 
yanında bulunan çok güzel iki bahçeyi de görebiliyordum bu­
lunduğum yerden. Biraz daha kuzeyde bulunan Batı Kapı-
sı'nı da seyredebiliyordum. Bu görkemli anıtın, Drebung'dan 
gelen ve Shö Kasabası'nı geçip, kentin merkezine giden yo­
lun her iki yanında yükselen ayakları gerçek bir sanat şahe­
seriydi. Daha yakında, hemen hemen Chakpori'nin eteğinde, 
Budizm ve barış Tibet'e gelmeden önce, o savaş dolu günler­
de yaşamış olan tarihi kahramanlarımızdan birinin, Kral 
Kesar'm anısına dikilmiş bir anıt daha vardı. 
Çalışma! En çok yaptığımız şey buydu. Ancak, harcadı­
ğımız çabaya karşılık aldığımız ödüller ve zevkler de vardı. 
Lama Mingyar Dondup gibi insanlarla birlikte çalışmak, ça­
lışmanın yeterli, hem de fazlasıyla yeterli bir ödülüydü. Bu 
lamalar, tek idealleri "barış" ve diğer insanlara yardım et­
mek olan kişilerdi. Böyle yukarılarda bir yerde durup, ba­
kımlı ağaçlarla bezenmiş bu yemyeşil vadiyi seyredebilmek 
bile bir zevkti aslında. Sıra sıra dağların arasındaki vadiden 
akıp giden mavi sulan, güneşin altında parıldayan anıtları, 
151 

güzel manastırları, ulaşılması olanaksız gibi görünen dik ve 
kayalık uçurumları, bize bu kadar yakın olan Potala'nın al­
tın kubbelerini, Jo-Kang'ın pırıldayan damlarını seyretmek 
gerçekten çok güzeldi. İnsanların arasındaki dostluk, küçük 
rahiplerin haşarı arkadaşlıkları ve tapınaklardan yükselen 
tütsü kokuları dolduruyordu hayatımızı ve bunların hepsi de 
güzel şeylerdi. Peki hiç zorlukla karşılaşmıyor muyduk? 
Evet, hem de fazlasıyla zordu hayatımız. Ama yaşadığımız 
bu güzel hayatın değerini ancak güçlükler anlatabilirdi bize. 
Üstelik her toplulukta kıt anlayışlı, zayıf inançlı kişiler bulu­
nur. Fakat burada, Chakpori'de gerçekten epey azdı bunla­
rın sayısı. 
152 
12 
BiTKiLER VE UCURTMALAR 
Haftalar geçip gitti. Yapılacak, öğrenilecek ve planla­
nacak o kadar çok şey vardı ki! Artık yüksek olaylarla ilgili 
konulara daha derinliğine dalabilir, bunlarla ilgili özel bir 
eğitim görebilirdim. Ağustos başlarında bir gün rehberim, 
"Bu sene ot toplama grubu ile beraber biz de gideceğiz. Doğa­
da gördüğün otlardan pek çok şey öğreneceksin. Sonra ger­
çekten uçurtma uçurmanın ne demek olduğunu da öğretece­
ğim sana" dedi. Bundan sonraki iki hafta boyunca herkes çok 
meşguldü. Yeni deri torbaların yapılması, eskilerin temizlen­
mesi gerekiyordu. Çadırlar gözden geçirilmeli, hayvanlar 
uzun bir yolculuğa katlanabilecek şekilde bakılmalı, gerekli 
kontroller yapılmalıydı. Grubumuz iki yüz rahipten oluşa­
caktı. Hareket merkezimizi eski bir manastır olan Tra Yerpa' 
da kuracak ve her gün buradan, yöredeki otları incelemek 
üzere gruplar halinde dağılacaktık bölgeye. Ağustosun so­
nunda büyük bir şamatayla yola çıktık. Bizimle gelmeyip, 
manastırda kalacak olanlar, duvarların dibine kümelenmiş, 
tatile ve yeniliğe gidenlere imrenerek bakıyorlardı. Bir lama 
olarak, beyaz bir ata biniyordum artık. Aralarında benim de 
bulunduğum birkaç kişi, bütün grup gelmeden Tra Yerpa'da 
rahat birkaç gün geçirebilmek için, ancak çok gerekli aletleri 
yanımıza alarak önden gidecektik. Atların günde on beş ya 
da yirmi mil yol alabilmelerine karşın, yak öküzleri, sekiz-on 
milden fazla gidemiyorlardı. Gideceğimiz yere daha çabuk 
varmak istediğimiz için yükümüz oldukça hafifti. Ağır ağır 
ardımızdan gelen yak öküzü konvoyunda bulunan hayvanla-
153 

rın her birinin sırtında ise en azından yetmiş beş kilo vardı. 
Yirmi yedi kişilik öncü grup olarak birkaç gün sonra 
manastıra ulaştığımızda gerçekten sevinmiştik. Oldukça zor 
bir yolculuk geçirmiştik. Aslında ata binmekten hoşlanma­
yan bir tek ben vardım galiba; artık dörtnala giderken bile 
kolaylıkla durabiliyordum atın üzerinde fakat hepsi o kadar­
dı. Diğer birçok kişinin yaptığı gibi eğerin üzerinde ayağa 
kalkamıyordum kesinlikle, oturduğum yere yapışıp kalmış 
gibiydim. Ama olsun, pek öyle zarif bir binici olarak görün-
mesem de, hiç değilse güvenlik içindeydim. Manastırda yaşa­
yan rahipler, dağ yamacından yukarı doğru tırmandığımızı 
görmüşler, yağlı çay, tsampa ve sebze hazırlamışlardı bize. 
Bizden hem yeni haberleri, hem de onlara getirdiğimiz gele­
neksel armağanları bekliyorlardı dört gözle. Manastır tapı­
nağının düz damının üzerinde bulunan tütsü mangalların­
dan, yoğun duman sütunları yükseliyordu havaya. Yolculu­
ğun sonuna geldiğimizi düşünerek yeniden kazandığımız ta­
ze bir güçle atlarımıza yüklendik. Yanımda bulunan lamala­
rın çoğunun kavuşacak eski dostları vardı burada. Üstelik 
Lama Mingyar Dondup'u herkes tanıyordu anlaşılan. Rehbe­
rim, bizi karşılayan kalabalığın arasında yitip gitmişti. Yine 
her zamanki gibi dünyada tek başıma, yapayalnız kaldığımı 
düşünürken, rehberimin sesini duydum: "Lobsang, nerede­
sin?" Hemen yanıt verdim ve daha ne olduğunu anlamadan 
kalabalık yarıldı. Bir girdap gibi dönerek içine aldı ve yuttu 
beni. Rehberim çok yaşlı bir reisle konuşuyordu. Reis bana 
döndü ve"Demek bahsettiğin bu. Güzel, güzel! Hem de çok 
genç!" dedi. 
İlgilendiğim tek şey, her zamanki gibi yemekti. Ama 
başkaları da ilgileniyordu bu konuyla ki, daha fazla vakit yi­
tirmeden hep birlikte yemekhaneye doğru yola koyulduk. 
Sanki hâlâ Chakpori'deymişiz gibi büyük bir sessizlik içinde 
yendi yemek. Chakpori'nin Tra Yerpa'nın bir kolu ya da Tra 
Yerpa'nın Chakpori'nin bir kolu olup olmadığı hakkında bir 
kararsızlık vardı. Aslında her iki manastır da Tibet'in en 
eski manastırları arasındaydı. Tra Yerpa, bitkisel ilaçlar 
154 
hakkında çok değerli el yazması kitaplarıyla ünlüydü. Çok 
güzel bir fırsattı bu benim için; bütün bunları okuyabilecek, 
gerekli notları alabilecektim. Kitapların arasında, Chang 
Tang dağlık bölgesine yapılmış olan ilk geziyle ilgili, bu garip 
yolculuğa katılmış olan bir rahip tarafından yazılmış bir de 
rapor vardı. Ancak o an için ilgimi en çok çeken şey, manastı­
rın hemen yanı başında bulunan, uçurtma havalandıracağı­
mız yaylaydı. 
Arazi son derece garipti burada. Göz alabildiğine sürek­
li olarak yükselen topraktan sivri tepeler fırlıyordu yukarıya. 
Gittikçe yükselen geniş basamakları andıran tepelerin etek­
lerinde, teraslanmış bahçeleri andıran düz yaylalar vardı. 
Aşağılarda kalan yaylalar binbir çeşit bitkiyle örtülüydüler. 
Yalnızca buralarda bulunan sarı taneli bir bitkinin, şaşıla­
cak derecede güçlü bir ağrı kesici özelliği vardı. Rahipler ve 
oğlanlar bu bitkileri toplar, yere serip kuruturlardı. Ben ar­
tık bir lama olarak rahiplerin çalışmalarını kontrol etme 
hakkına sahiptim. Fakat çok fazla ilgilendirmiyordu bu beni; 
beni esas ilgilendiren, özelliklerini rehberimden öğreneceğim 
değişik otlardı. Ama şu anda tek düşündüğüm, bir fırsatını 
bulup, uçurtma uçurabilmekti. Manastır binasının az ileri­
sinde sıra sıra ladin ağacı kütüğü vardı. Bu ağaçlar uzak bir 
ülkeden getirilmişlerdi. Tibet'te bu cins ağaçlar büyümezdi. 
Bunun özelliği, tahtasının hafif ve sağlam olması, bu yüzden 
de uçurtma için ideal kabul edilmesiydi. Uçurtmaların işi 
bittiği zaman tahtalar kontrol edilir ve zamanı gelince yeni­
den kullanılmak üzere depoya kaldırılırlardı. 
Disiplin pek gevşek değildi burada. Biz de dahil olmak 
üzere hemen herkes tüm ayinlere katılıyordu. Ama aslında 
daha iyiydi bu tabii, çünkü eğer işleri iyice gevşetirsek, 
Chakpori'ye döndüğümüzde nasıl katlanırdık o sert disipline. 
Aşağılarda uzanan toprak mor gölgelerle kaplanmışken, 
biz burada bir dağın yamacına yapışmış gibi duran bu ma­
nastırda hâlâ pırıl pırıl gün ışığındaydık. Ancak akşam rüz­
gârı yavaş yavaş uğuldamaya başlamıştı bile. Az sonra güneş 
uzaklardaki dağların ardından battı ve biz de alacakaranlığa 
155 

gömüldük. Aşağılarda bulunan kasaba simsiyah bir göl gibi 
görünüyordu. Hiçbir yerde tek bir ışık pırıltısı bile yoktu. 
Burada, dağın tepesinde bir manastırda kümelenmiş bizler 
hariç, göz alabildiğine uzanan dağların arasında herhangi 
bir canlıya rastlamak olanaksızdı. Güneşin batışıyla birlikte 
şiddetlenen akşam rüzgârı, tanrıların görevine, yeryüzünün 
köşelerinin tozunu alma işine başladı. Aşağıdaki vadiyi boy­
lu boyunca süpürdükten sonra, dağ yamacı ile engelleniyor 
ve ayine çağrıda bulunan dev bir gong gibi kasvetli bir inil­
tiyle gürleyerek, bizim bulunduğumuz yamaca çıkmak üzere 
kayaların arasındaki yarıklardan, yukarı doğru adeta patlı­
yordu. Hava sıcaklığı şimdi iyice düşmüştü. Soğuyan ve bü­
zülen kaya parçalarının çıkardığı gıcırtılar geliyordu her ta­
raftan. Gökyüzünde yıldızlar parlak ve canlıydı. 
Birdenbire, uğuldayan rüzgârı bastıran yeni bir ses du­
yuldu. Tapınakta bulunan ve bir başka günün daha bittiğini 
haber veren davulların sesiydi bu. Başımı kaldırıp baktığım­
da, yukarıda, damın üzerinde duran rahiplerin siluetlerini 
fark edebiliyordum. Elbiseleri sert rüzgârda uçuşuyorlardı. 
Davulların çağrısı, bizim için gece yarısına dek sürecek bir 
uyku vakti demekti. Binaların ve tapınakların çevresinde 
benek benek toplanmış küçük rahip kümeleri, Lhasa'nın ve 
onun ötesindeki dünyanın sorunlarını tartışıyordu. Gong se­
siyle yavaş yavaş ayrıldılar birbirlerinden ve her biri kendi 
yoluna gitti. Sonra sesler de yavaş yavaş azaldı ve nihayet 
huzur dolu bir sessizlik kapladı ortalığı. Küçük bir pencere­
den dışarısını seyrederek sırtüstü uzandım. Bu gece uyuya-
mayacak kadar meşguldü kafam. Yukarıda yıldızlar, önüm­
de uzun bir hayat vardı. Önceden bildirilmiş pek çok şey bi­
liyordum gelecekteki hayatım hakkında. Tibet hakkında ön­
ceden verilen haberleri düşündüm. Niçin, niçin işgal edilme­
miz gerekiyordu? Biz kime ne yapmıştık? Ruhen ve aklen ge­
lişmekten başka hiçbir hırsı olmayan barışsever bir ülkey­
dik. Niçin topraklarımıza göz dikmişti başka ülkeler? Bizim 
olandan başka arzu ettiğimiz bir şey yoktu ki. Sonra, öteki 
insanlar niçin bizi yenmek, esir etmek istiyorlardı? Tüm iste-
156 
dığimiz kendi hayatımızı yaşamak, rahatsız edilmemekti. 
Üstelik benden, ileride ülkemizi işgal edecek olan bu insanla­
rın arasına karışmam, hatta daha başlamamış bile olan bir 
savaşta bu istilacıların hastalarını iyileştirmem, yaralılarına 
yardım etmem bekleniyordu. Olacakları önceden biliyordum, 
olayların nasıl gelişeceğini, dönüm noktalarını da biliyor­
dum, ama yine de arkalarda sürüklenen bir yak öküzü gibi 
devam etmek zorundaydım bu yola. Evet, tam bir yak öküzü 
gibi duracağım yerleri, iyi ya da kötü otlakların yerlerini ön­
ceden bilerek, belli bir hedefe doğru ağır ağır, zahmetle iler­
lemem gerekiyordu. Ama Hürmetle Selâm Bayırı'nı aşan bir 
öküz, Kutsal Kent'i ilk gördüğü anda, karşılaştığı tüm güç­
lükleri yaşamaya değer bulmuştu. 
Tapınak davullarının gümbürtüsüyle sıçrayarak uyan­
dım. Farkında bile değildim uyumuş olduğumun. Kafamda 
rahiplere hiç de yakışmayan bir düşünceyle, uykudan uyuş­
muş ellerimin arasından kayıp giden giysimi tutabilmek için 
zorlukla kalkabildim ayağa. Gece yarısı  m ü m k ü n ü yok uya­
nık duramayacağım, inşallah şu merdivenlerden aşağı yu­
varlanmam. Oh! Ne kadar soğuk burası! Bir lama olarak 
uyulması gereken iki yüz elli üç kural mı? Eh, bunlardan bir 
tanesi şimdiden bozulmuş durumda! Bu kadar ani bir şekilde 
uyandırılınca, düşüncelerimin şiddetinden alıkoyamadım 
kendimi. Manastıra benimle birlikte yeni gelmiş ve aynı şaş­
kınlığın içinde olan diğerlerine katılmak üzere sendeleyerek 
çıktım odadan dışarı. Zorlukla tapınağa gidip ilahi söyledik. 
Şöyle bir soru sorulmuştu: "Madem başınıza gelecek 
zorluk ve felaketleri biliyorsunuz, peki niçin önlemiyorsunuz 
bunları?" Bunun en açık yanıtı şudur: "Eğer kehanetleri ön-
leyebilseydim, o zaman bunların doğru olmadığını yalnızca 
bu önleme olayı kanıtlardı!" Aslında önceden verilen haber­
ler sadece olasılıklardır, bu demek değildir ki insanların özel 
isteği olmayacak. Aksine, örneğin bir adam Darjeeling'den 
Washington'a gitmek isteyebilir. Başlangıç noktasını ve he­
definin ne olduğunu bilir. Eğer bir haritaya bakmak zahme­
tine katlanırsa, hedefine ulaşmak için normal olarak geçmesi 
157 

gereken belirli yerler olduğunu görür. Bu belirli yerlerden 
geçmeden gitme olanağına sahipse de, bu her zaman tercih 
edilen bir yol olmaz. Çünkü sonuç olarak yolculuk daha uzun 
ve masraflı olabilir. Aynı şekilde bir adam otomobille Lon­
dra'dan Inverness'e gitmek istediğinde, eğer tedbirli bir sü-
rücüyse haritaya başvurur ya da bir seyahat şirketinden bir 
rehber alır. Sürücü böyle yapmakla kötü yollardan kaçınmış 
ya da geçmek zorunda olduğu inişli çıkışlı arazide hazırlıklı 
olur ve daha güvenli gider. Önceden bildirilen olaylar için de 
durum aynıdır. Kolay yolu seçmek her zaman için doğru ol­
maz. Bir Budist olarak ben yeniden dünyaya gelindiğine ina­
nıyorum; öğrenmek için yeryüzüne geldiğimize inanıyorum. 
İnsan öğrenciyken her şey çok zor ve acı gelir. Tarih, coğraf­
ya, aritmetik, hangisi olursa olsun dersler kasvetlidir, sıkıcı­
dır, gereksizdir. Ama bu zor okul bittikten sonra onun özle­
mini çektiğimiz de olur. Bir rozet, bir kravat ya da bir rahip 
elbisesinin belli bir rengi, o çektiğimiz sıkıntılarla gurur 
duyduğumuzu anlatır bize. Hayat ta böyledir. Güç ve acıdır, 
öğrenmemiz gereken şeyler yalnızca bizi denemek için hazır­
lanmıştır. Fakat okuldan ayrıldığımızda, rozetimizi gururla 
takarız. İşte ben de öldüğüm zaman rozet olarak, çektiğim 
sıkıntıları belirleyen o rengarenk hâlemi takmak istiyorum! 
Evet, şaşılacak bir şey yok. Ölmek yalnızca eski ve boş kabu­
ğumuzu terk edip yeniden daha iyi bir dünyaya doğmaktır. 
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ayaklanmış, keşfe çık­
mak için sabırsızlanıyorduk. Daha büyükler bir önceki ak­
şam karşılaşamadıkları dostlarını arıyorlardı. Ben ise her 
şeyden çok, hakkında pek çok şey duymuş olduğum o insan 
uçuran uçurtmaları görmek istiyordum. İlk önce manastırı 
baştan başa gezerek, çevremiz hakkında bilgi edinmeliydik. 
Tapınağın damına çıkıp, çevremizde yükselen sivri tepelere 
baktık, aşağılarda uzanan ve incecik bir şerit gibi görünen 
dereleri seyrettik. Çok uzaklarda, suların sürüklediği çamur­
la yüklü, sarı renkte, kabarmış bir ırmak görüyordum. Daha 
yakınlarda, üzerleri hafif dalgacıklarla çırpinan gök mavisi 
nehirler vardı. Az ötemizde şırıldayan incecik bir dere ya-
158 
maçtan aşağı çağlıyor, öteki ırmaklara karışıp, Hindistan' 
daki kutsal Ganj Nehri'ne, oradan da Bengal Körfezi'ne ak­
mak için sabırsızlanıyordu. Güneş yavaş yavaş dağların te­
pesinde yükseliyordu, çok geçmeden hava ısınmaya başla­
mıştı. Uzaklarda, kendisine bir sabah kahvaltısı bulabilmek 
için oraya buraya saldırıp çullanan, yalnız bir akbaba görü­
nüyordu. Yanı başımda duran bir lama çevreyi tanıtıyordu. 
Bana karşı çok saygılıydı, çünkü ben herkes tarafından sevi­
len Lama Mingyar Dondup'un koruması altındaydım; çünkü 
doğruluğu kanıtlanmış bir Yeniden Bedenlenmiş Kişi, ya da 
bizim deyimimizle bir Trülku'ydum. 
Yeniden bedenlenmiş bir kişinin nasıl tanınacağı hak­
kında bazı kısa açıklamalarda bulunmam belki ilginizi çeke­
bilir. Bazen bir anne ve baba, çocuklarının davranışlarından, 
onun olağanüstü bir bilgiye, ya da herhangi bir biçimde izah 
edilemeyen belirli "hatıralara" sahip olduğunu düşünebilir. 
O zaman anne ve baba, çocuğun incelenmesi için bir komis­
yon kurulmasını sağlamak amacıyla, yaşadıkları bölgede bu­
lunan bir manastırın reisine başvurur. Bunun üzerine ilk 
olarak, çocuğun doğmadan önceki horoskopları hazırlanır ve 
bazı belirli işaretlerin bulunup bulunmadığı araştırılmak 
üzere çocuğun bedeni muayene edilir. Örneğin ellerinin üze­
rinde, kürek kemiğinin civarında ya da bacaklarında bazı 
özel işaretleri olabilir. Bunlara rastlandığı takdirde, çocuğun 
bundan önceki hayatında kim olduğunu anlamak için birta­
kım ipuçları araştırılır. Bu durumlarda, örneğin bende oldu­
ğu gibi, bazen birkaç lama birden çocuğun eski kişiliğini or­
taya çıkarabilir ve bu takdirde bundan önceki hayatında sa­
hip olduğu bazı eşyalara başvurulur. Bunlar, görünüşte ken­
disinden farklı olmayan benzerleriyle birlikte ortaya çıkarı­
lır; çocuk geçmiş hayatında kendisine ait olan bu eşyalardan 
dokuz tanesini tanımak zorundadır. Çocuk üç yaşına geldiği 
zaman bu doğrulamayı yapabilmelidir. 
Üç yaşındaki bir çocuk, anne ve babasının eşyalar hak­
kında yapmış olduğu tariflerin etkisinde kalamayacak kadar 
küçüktür. Üstelik bu doğrulama sırasında çocuk kendi eşya-
159 

larını, otuz kadar benzer eşya arasından seçer, anne ve baba 
bu törene katılamazlar. Yanlış seçilen iki eşya, yapılan tah­
minlerin doğru olmadığını ortaya koyar. Çocuk eğer başarılı 
olmuşsa, o zaman Yeniden Bedenlenmiş bir kişi olarak büyü­
tülür ve bilgisi zorlanır. Yedinci doğum gününde geleceği 
hakkında tahminler açıklanır ve bu yaştan sonra ona söyle­
nen ve ima edilen her şeyi yeterince iyi anlayabildiği kabul 
edilir. Aslında kendi deneyimlerimle bunun böyle olduğunu 
biliyorum. 
Yanımdaki saygılı lama, bölgeye ait özellikleri gösterir­
ken, hiç kuşkusuz tüm bunları hatırında tutuyordu. Tâ ötede 
çağlayanın sağında, nasır ve siğilleri yok etmek, sarılığı ha­
fifletmek için suyundan yararlanılan Noil-me-tangere topla­
maya çok uygun bir yer vardı. Orada, şu ufak gölün içinden, 
aşağı sarkmış dikenleri ve pembe renkli çiçekleriyle su altın­
da yaşayan yabani bir ot, Polygorum Hydropiper toplayabi­
lirdik. Bunun yapraklarını romatizma ağrılarının tedavisin­
de ve kolera nöbetlerini kesmek için kullanırdık. Burada 
seyrek rastlanan türde otlar topladık. Zor bulunan bitkiler 
ancak çok yüksek bölgelerde yetişirdi. Okuyucular arasında 
otlarla yakından ilgili olanlar varsa, onlar için bizde çok 
rastlanan türde bazı otlar ve bizim bunlardan nasıl yarar­
landığımız hakkında birkaç ufak bilgi veriyorum. İngilizce 
isimleri, eğer varsa, bana tamamen yabancı olduğundan, La­
tince isimlerini kullanıyorum. 
Allium Sativuz çok iyi bir antiseptik olup, ayrıca astım 
ve diğer göğüs rahatsızlıklarının hepsinde kullanılır. Bir 
başka antiseptik de, sadece küçük dozlarda verilen Balsa-
modronmyrrha'dır. Bu özellikle diş etleri ve mukoza tedavi­
sinde kullanılırdı. Ağızdan alındığında isteriyi yatıştırır. 
Krem renginde çiçekleri olan, uzun bir bitkinin insanı 
böcek ısırmasından koruyucu bir özü vardır. Bu bitkinin La­
tince ismi Becconia Cordata'dır. Göz bebeklerini büyütmek 
için kullanılan Epherde Snica'nın Atropin'e çok yakın bir et­
kisi vardır. Hem astım hem düşük tansiyon için Tibet'te en 
çok kullanılan bitkiydi bu. Sap ve kökünü kurutup, toz hali-
160 
ne getirdikten sonra kullanırdık. 
Kolera, ülserleşmiş kısımlardaki kötü koku nedeniyle, 
hasta ve doktor için genellikle epey rahatsız edici olurdu. Li-
gusticum Levisticum bütün bu kokuyu yok ederdi. Ateşli 
hastaların bedenlerini soğutmak için, kaynatılmış yapraklar­
dan yapılmış bir losyon vardır. Tigrinum, hanımların yumur­
talıklarla ilgili şiddetli ağrılarına hakikaten iyi gelir; bu 
arada Flacourtia İndica'nın yaprakları geri kalan "özel" şika-
ayetlerin çoğunu ortadan kaldırmakta kadınlara yardım 
eder. 
Samachs Rhus grubundan olan Vernicifera da Çinliler 
ve Japonlar tarafından "Çin verniği" imalinde kullanılır. 
Aromatica, deri hastalıkları, idrar yolu şikayetleri ve sistit 
durumlarında yararlı olurken, Glabra'yı da şeker hastalığı­
nın tedavisinde kullanırdık. İdrar torbasındaki iltihaplanma­
larda kullanılan, hakikaten çok güçlü bir başka pekiştiriri 
ilaç da Arctestaphylos Uvaursi'nin yapraklarından elde edi­
lirdi. Çinliler ise bunun yerine her türlü şikayetlerde kullanı­
labilen bir pekiştirici ilaç yaptıkları Bignania Grandiflora'yı 
tercih ederlerdi. Daha sonraki yıllarda bulunduğum esir 
kamplarında, Tibet'te de aynı amaçla kullandığımız Polygo-
num Bistorta'nın kromatik dizanterilerin tedavisinde gerçek­
ten çok yararlı olduğunu gördüm. 
Tedbir almadan sevişmiş olan kadınlar genellikle Poly-
gonum Erectum'dan hazırlanmış bir ilaç kullanırlardı. Do­
ğum kontrolü için çok yararlı bir bitkiydi bu. Biz Tibet'te 
yanmış derilerin üzerine yeni bir deri yapabilirdik. Sieges-
beckia Orientalis hemen hemen bir metreden yüksek, uzun 
bir bitkidir. Çiçekleri sarıdır. Özü, yaralara ve yanıklara sü­
rüldüğünde, tıpkı kolodiyona benzer bir biçimde yeni bir deri 
geliştirir. Dahili olarak kullanıldığında sarı papatyanınkine 
eş bir etkisi vardır. Yaralardan akan kanın pıhtılaştırılması 
için Piper Augu Stifolium'dan yararlanırdık. Bu iş için en işe 
yarar kısmı, kalp biçimindeki yapraklarının alt yüzeyleridir. 
Bütün bunlar çok bulunan otlardır. Geri kalan pek çoğunun 
ise Latince karşılıkları yok, çünkü bu isimleri koyan Batı 
161 

dünyasınca hiç bilinmiyorlar. Burada bunlardan söz etme­
min tek nedeni, bitkisel ilaçlar konusunda az da olsa bir bil­
gimiz olduğunu göstermek içindir! 
Bu parlak güneşli günde, görüş açısı hayli geniş tepeye 
çıkmış, kırları, yamaçları seyrederken, bütün bu bitkilerin 
yetiştiği vadileri, gözden uzak kalmış cennet gibi köşeleri gö­
rebiliyorduk. Uzaklarda, bu küçük yaylanın ötesinde, arazi 
gittikçe daha ıssızlaşıyordu. Söylediklerine göre, manastırın 
kurulduğu bu yamacın dışında, tepenin bu tarafı tamamen 
kıraç bir bölgeydi. Bütün bunları hafta içinde bir gün, insan 
uçuran bir uçurtmanın içinde çok yükseklere çıktığım zaman 
kendi gözlerimle de görecektim. 
Sabahın geç bir saatinde, Lama Mingyar Dondup beni 
çağırtarak, "Haydi gel Lobsang, uçurtmaların havalandırıla-
cağı yeri incelemeye gidecek olan gruba katılacağız. Aslında 
bugün senin günün," dedi. Hemen fırladım ayağa. Manastı­
rın giriş kapısında, kırmızı giysili bir grup rahip bizi bekli­
yordu; hep birlikte basamaklardan aşağı, rüzgârlı yayla bo­
yunca yürüdük. 
Bitki yetişmiyordu bu kadar yükseklerde. Kayaların 
üzerinde pek ince bir toprak tabakası vardı. Tek tük birkaç 
çalı, sanki uçurumdan aşağı kayıp yuvarlanmaktan ve tâ de­
rinlerdeki derenin içine düşmekten korkuyormuş gibi bir ka­
yanın yamacına kümelenmişti. Tam tepemizde yükselen ma­
nastırın damında bulunan dua bayrakları, haşin rüzgâra 
karşı dimdik duruyorlar, direkler bu zorlanmayla arada sıra­
da çatırdıyor, inliyor, fakat yine de dayanıyorlardı. Az ötede 
küçük bir rahip adayı botlarını yere sürterek tembel tembel 
yürüyor, kalkan toz, esen rüzgârla birlikte sanki bir üfleme-
lik dumanmış gibi döne döne savruluyordu. Hafifçe eğimli 
yayladan, derin bir uçurumun kenarına dek yürüdük. He­
men yanı başımızdan zirveye doğru dimdik yükseliyordu ka­
yalar. Giysilerimizin arkası sırtımıza yapışmış, ön tarafı ise 
kabararak dışarı fırlamıştı. Rüzgâr bizi itiyor, sürüklenme-
meye, zorunlu bir koşu tutturmamaya çalışıyorduk. Uçuru­
mun kenarından sekiz-dokuz metre içeride, kayaların ara-
sında, oldukça geniş bir yarık vardı. Rüzgâr zaman zaman 
buradan yukarıya, ok gibi giden sivri taş ve kaya parçalan 
fırlatıyordu. Çok aşağılarda kalan vadiyi boydan boya hızla 
tarayan rüzgâr, kaya kümeleriyle karşılaşınca sıkışıyor ve 
kayada bulunan bir çatlak boyunca ve de büyük bir basınçla 
yukarı doğru fışkırıyor, en sonunda özgürlüğe kavuşmanın 
sevinç çığlıklarıyla yaylaya akıyordu. Anlattıklarına göre, 
fırtınalar mevsimi sırasında bu ses bazen en derin cehen­
nemlerden kaçak ve aç bir kurt gibi avını yiyen şeytanların 
gürlemesine benzermiş. Tâ aşağılardaki derin dere boyunca 
esen, patlayan, kabaran rüzgârla bu çatlaktaki basınç deği­
şir ve buna bağlı olarak çıkan ses de alçalır, yükselir, kulağa 
gerçekten de hoş gelen değişiklikler gösterirdi. 
Kayaların arasındaki yarıktan fışkıran hava akımı ol­
dukça düzenliydi bu sabah. Anlattıklarına göre, zaman za­
man bazı küçük çocuklar, dikkatsizliklerinden dolayı böyle 
yarıkların üzerine yürür ve kendilerini bir anda havada bu­
larak, altı yedi yüz metre derinliğindeki uçuruma düşerler, 
paramparça olurlardı. Bununla birlikte, uçurtma havalandır­
mak için çok elverişli bir yerdi burası. Çünkü öyle bir itici 
güç vardı ki, uçurtma bir anda yükselebilirdi havaya. Bunu 
ufak bir çocukken evde kullandıklarıma çok benzeyen küçük 
uçurtmalarla gösterdiler bize. İpi tuttuğumda, en küçük bir 
oyuncak uçurtmanın bile insanın kolunu büyük bir güçle yu­
karıya kaldırdığını görünce çok şaşırdım. 
Buraları çok iyi bilen rahipler, bütün bu kayalık arazi 
boyunca bize kılavuzluk edip, sakınmamız gereken tehlikele­
ri, birdenbire ortaya çıkabilen hava akımlarının bulunabile­
ceği yerleri ya da insanı hiç farkına varmadan uçuruma çe­
kebilecek eğimli yerleri gösterdiler. Uçacak olan her rahibin, 
yanında bir taş taşıması gerekiyordu. Bu taşların üzerine 
birtakım dualar yazılır ve hava tanrılarının, kendilerine 
gelen bu ziyaretçiyi tehlikelerden korumaları beklenirdi. 
Taşların bir ucuna da khata dediğimiz birer ipek eşarp bağ­
lanırdı. Uçurtmaya binen rahip, yeterince yükseldiğinde taşı 
boşluğa bırakırdı. Eşarp açılıp da havada bir ırmak gibi ak-
163 

maya başladığında, "Rüzgâr Tanrıları" duayı okuyacaklar ve 
uçurtmayı kullanan rahibi her türlü tehlikeden koruyacak­
lardı. Evet, işte biz de buna inanıyorduk. 
Manastıra geri dönüp, uçurtmaların bir araya getirile­
cek parçalarını dışarı taşımaya koyulduğumuzda, oradan 
oraya müthiş bir koşuşturma kapladı ortalığı. Her şey dik­
katle gözden geçirildi. Ladin ağacından direkler, üzerlerinde 
gözden kaçmış herhangi bir çatlak ya da başka bir hasar ol­
maması için sıkı bir kontrolden geçtiler. Uçurtmaların kap­
lanacağı ipekli kumaşlar, düz ve temiz bir zemine serildiler. 
Çömelerek bunların üzerinde gezinen rahipler, kumaşın her 
metrekaresini büyük bir dikkatle gözden geçirdiler. Bu araş­
tırmacılar her şeyden iyice emin olunca, uçurtmanın çatısı 
birbirine bağlandı, takozlar yuvalara çakıldı. Uçurtma iki 
metre en ve boyunda, üç metre yüksekliğinde bir kutu şek­
lindeydi. İki yanında üç metre uzunluğunda iki kanadı var­
dı. Altında ise havalanma ve iniş anlarında kanatları koru­
ması için bambudan yapılmış birer kızak bulunuyordu. Ta­
vanı da bizim Tibet botlarımızın uçları gibi kıvrık bir bambu 
parçasıyla sağlamlaştırılmıştı. Özel olarak yapılmış bu sırı­
ğın kalınlığı bileğim kadar vardı ve öyle bir şekilde destek­
lenmişti ki, ipekli kaplama, bu kalas ve kanatları koruyan 
kızaklar sayesinde uçurtma yerde dururken, bile hiçbir bi­
çimde toprağa değmiyordu. Yak öküzü kılından yapılmış ipi 
ilk gördüğümde hiç de memnun olmadım. Pek sağlammış gi­
bi gelmedi bana. İpin uçları, kanat diplerine bağlanmış, 
uçurtmanın ön tarafında birleşiyordu. İki rahip uçurtmayı 
yukarı kaldırıp yaylanın sonuna, uçurumun kenarına dek ta­
şıdılar. Uçurtmayı, yukarıya doğru fışkıran hava akımına 
karşı havada tutabilmek gerçekten büyük bir sorundu. 
İlk önce bir deneme yapılacaktı ve bu sırada atlar değil, 
biz tutacaktık uçurtmanın ipinden. Uçurtma Şefi dikkatle iz­
liyordu çalışmaları. Verdiği işaret üzerine rahipler uçurtma­
yı arkalarından sürükleyerek koşabildikleri kadar hızlı koş­
maya başladılar. Uçurtma kayadaki yarıktan yükselen 
akımla karşılaştığında, bir anda koca bir kuş gibi yükseldi 
Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin