78
rar, tekrar. Başka bir şey hatırlamıyorum.
Solgun bir güneş vuruyordu gözlerime. Gözlerimi kır
pıştırarak uyandım ve uzun zamandan beri ilk kez kendime
gelirken, herhalde uyandırmak için yine birisi tekmeliyor be
ni diye düşündüm, yine bir yerlerde uyuyup kalmıştım her
halde! Ayine katılmak üzere yerimden fırlamaya davrandım,
fakat büyük bir acıyla yeniden yatağa düştüm. Bacağım! Ra
hatlatıcı bir ses işittim o sırada:"Kımıldama Lobsang, bugün
senin dinlenme günün." Güçlükle başımı çevirdiğimde, bü
yük bir şaşkınlıkla lamanın odasında olduğumu ve onun da
yanı başımda oturduğunu gördüm. Hayretle baktığımı gö
rünce güldü. "Peki bu şaşkınlık niye? Bir tanesi hastalansa
bile iki dostun birlikte olması doğru değil mi?" Oldukça belir
siz bir biçimde şöyle karşılık verdim: "Ama siz bir Baş Lama'
siniz, bense yalnızca bir çocuk..."
"Lobsang, biz yine birlikte yaşadığımız öteki hayatları
mızda oldukça ileriye gittik. Sen henüz bunları hatırlamıyor
sun ama ben hatırlıyorum. Son bedenlenmemizde birbirimi
ze çok yakındık. Fakat şimdi senin dinlenmen ve gücünü
yeniden kazanman gerek. Bacağını kurtaracağız, onun için
hiç merak etme."
Sonsuz Varoluş Çarkı'nı, Kutsal Budist Yazıları'mızda-
ki öğretileri düşündüm:
- Vermesini bilmeyen kişi, kendisini rahatlatacak bir
olay bulamaz, oysa cömert kişinin mutluluğu süreklidir.
- Kudretli kişi kendisinden bir istekte bulunanlara kar
şı cömert olsun. Yaşamların uzun yolunu görebilsin. Çünkü
zenginlik, bir kağnının dönen tekerleğine benzer; şimdi bu
rada, az sonra ötededir. Bugünün dilencisi belki yarının
prensi, bugünün prensi ise yarının dilencisi olabilir.
O günlerde bile, artık tüm gücümle yolundan gideceğim
bir rehber olan lamanın, gerçekten iyi bir insan olduğuna
inanıyordum. Benim hakkımda benden çok şey bildiği açıktı.
Yeniden birlikte çalışacağımız günleri sabırsızlıkla bekliyor
dum. Bundan böyle artık hiçbir lamanın öğrencisi, onunki
79
kadar başarılı olamayacaktı. İkimizin arasında, benim de
berrak bir biçimde algıladığım güçlü bir elektrik akımı vardı.
Kaderin beni böyle onun himayesine bırakan işleyişine şaşı
yordum.
Başımı çevirip pencereden dışarı baktım. Minderlerim,
dışarısını rahatça görebilmem için bir masa üzerine yerleşti
rilmişlerdi. Yerden bir metre yükseklikte yatmak bana epey
garip geldi. Çocuksu kafama göre, dala tünemiş bir kuştan
farksızdım! Yine de seyredilecek çok şey vardı dışarıda. Çok
uzaklarda, gittikçe alçalarak uzanan damların da ötesinde,
bulutların arasından parıldayan güneşin altında uzanan
Lhasa'yı görebiliyor, gittikçe küçülen evleri, o enfes donuk
renkli gölgeleri seyredebiliyordum.
Dümdüz uzanan vadinin ortasından akıp giden Kyi Ir
mağı, yemyeşil otlarla sarılmıştı iki yandan. Daha da ötede
yükselen dağların mor gölgeli sarp kayaları, tepelerde parıl
dayan karların oluşturduğu ak başlıklarla süslenmişlerdi.
Yakında bulunan dağların etekleri, altın damlı lama manas-
tırlarıyla benek benekti. Sol tarafta, o görkemli yapısıyla bir
dağ gibi yükseliyordu Potala. Hafif sağımızda, tapınak ve
okulların kendilerini gizli gizli ağaçların arasından göster
dikleri bir koru vardı. Burası, hayattaki tek görevi maddi
dünya ile ruhsal alemi birbirine bağlamak olan saygıdeğer
bir kişinin, Tibet Devlet Kâhininin eviydi. Aşağıda, ön avlu
da, çeşitli sınıflara mensup rahipler kalabalığı, bir aşağı bir
yukarı akıp gidiyordu. Bir kısmı koyu kahverengi cübbeler
giymişlerdi; bunlar işçi rahiplerdi. Ufak bir manastırdan bu
rayı ziyarete gelmiş olan küçük öğrenci rahipler beyazlar
içindeydiler. Daha üst sınıflara mensup rahipler de vardı av
luda: Kırmızı ve mor renkli cübbeler giymişlerdi. Mor cübbe-
lilerin çoğu, daha yüksek yönetime mensup olduklarını belir
tecek biçimde, omuzlarından aşağı altın renkli uzun ipek at
kılar sallandırmalardı. Bir diğer grup da midillilerin üzerin
de dolaşıyordu. Rahipler sadece beyaz atlara binerlerdi, ra
hip olmayanların hayvanları ise değişik renklerdeydi. Tüm
bunları düşünmek, duyduğum büyük acıyı dindiriyordu bi-
80
raz. Şimdi benim için önemli olan iyileşmek ve bir an önce
yeniden ortalıkta dolaşacak hale gelmekti.
Üç gün sonra, ayağa kalkıp dolaşmanın benim için
daha iyi olacağına karar verildi. Bacağım bir kütük gibi kas
katıydı ve dayanılmaz bir biçimde ağrıyordu. Tüm yara, te-
mizlenememiş demir pası parçalarının neden olduğu iltihap
la kaplıydı. Yardımsız yürüyemediğim için bir koltuk değne
ği yapılmıştı bana. Bunun üzerinde, yaralı bir kuş gibi seke
seke geziniyordum ortalıkta. Bedenim kızgın küllerin neden
olduğu yanık ve sıyrıklarla kaplıydı. Fakat tüm bunların
hepsi bile bir arada, bacağımın verdiği acıyı vermiyordu.
Oturmam söz konusu değildi, ya yüzükoyun ya da sağ yanı
ma yatabiliyordum. Bu durumda tabii ayin ve derslere katıl
mıyordum; ancak rehberim Lama Mingyar Dondup bütün
gün bir şeyler öğretiyordu bana. Son birkaç yıl içinde evde
öğrenmiş olduklarımın çokluğu karşısında duyduğu memnu
niyeti belirtti; "Fakat bunların çoğunu, bundan önceki be-
denlenmenden, belli belirsiz hatırlıyorsun" dedi.
81
6
MANASTIRDA YASAM
Aradan iki hafta geçti, yanıklarım biraz iyileşmişlerdi.
Bacağım hâlâ rahat vermiyordu bana ama hiç olmazsa iyiye
doğru gidiyordu. Ortalıkta biraz daha fazla gezinebilmek is
tediğimden, normal günlük yaşama yeniden başlayıp başla-
yamayacağımı sordum ve başlamam gerektiğine karar veril
di. Üstelik dersler sırasında nasıl rahat ediyorsam o şekilde
oturmama, hatta yüzükoyun uzanıp yatmama bile izin veril
di. Tibetliler bizim lotus duruşu dediğimiz şekilde bağdaş
kurup otururlar; fakat bacağımdaki bu sakatlıkla öyle otura
bilmem olanaksızdı tabii.
Manastırdaki normal yaşama dönüşümün ilk günü, öğ
leden sonra, mutfaklarda yapılacak iş vardı. Benim görevim
elime bir kara tahta alıp, kavrulmuş arpaların konduğu çu
valların sayısını tutmaktı. Arpa, üzerinden sıcak dumanlar
yükselen taş bir zemin üzerine seriliyordu. Bunun altında
bacağımı yakmış olan o fırın vardı. Arpalar kavrulurken, biz
de koridorun öte ucunda bulunan ve daha önceden kavrul
muş olan arpaların parçalandığı odaya girdik. Burada kaba
taştan yapılmış, en geniş yeri iki buçuk metreyi bulan koni
biçiminde bir leğen vardı. Bu leğenin iç tarafına, arpa tanele
rini tutması için kertik ve oyuklar açılmıştı. İçine de serbest
çe dönebilecek biçimde, yine koni şeklinde büyük bir taş par
çası yerleştirilmişti. Bu taş, tam ortasından geçen ve yıllar
dır kullanılmaktan aşınmış bir direğe bağlanmış, bu direğe
de kenarsız bir tekerleğin parmaklıkları gibi daha küçük sı
rıklar raptedilmişti. Kavrulmuş arpa bu leğene boşaltıldık-
82
tan sonra rahip ve çıraklar, tonlarca ağırlıktaki bu taşı dön
dürmek üzere hep birlikte sırıklara asılıyorlardı. Tekerlek
bir kez dönmeye başladı mı iş kolaylaşıyor ve hep birlikte
şarkılar söyleyerek çevresinde dönüyorduk. Burada kimse
den azar işitmeden, rahatça şarkı söyleyebiliyordum! Ufa
lanmış arpa taneleri leğenin alt tarafına dökülürken, yukarı
dan da çuval çuval kavrulmuş arpa boşaltılıyordu. Parçalan
mış arpalar daha sonra toplanıyor ve sıcak taşların üzerine
serilerek biraz daha kavruluyordu. Bu işlem tsampanin te
meliydi. Biz bir haftalık tsampa ihtiyacımızı, daha doğrusu
ufalanıp kavrulmuş arpamızı yanımızda taşırdık. Yemek
vakti geldiğinde, deri torbalarımıza doldurmuş olduğumuz
arpadan bir miktar çıkarır, kâselerimize boşaltırdık. Sonra
buna biraz tereyağlı çay katar, topak hamur gibi olana dek
parmaklarımızla yoğurduktan sonra da yerdik.
Ertesi gün, bu kez de çay hazırlamak üzere çalışmamız
gerekiyordu. Mutfakların bir başka bölümüne gittik; burada
yedi yüz litrelik kocaman bir kazan vardı. Daha yeni kumla
ovulup temizlendiğinden, yeni bir metal gibi pırıl pırıl parlı
yordu. Sabah erkenden kazanın yarısına dek doldurulan su,
ancak şimdi buharlar çıkararak kaynamaya başlamıştı. Bi
zim, tuğla gibi bloklar halinde bulunan çayları taşıyıp parça
lamamız gerekiyordu. Her birinin ağırlığı altı-yedi kilo ka
dar olan bu çay blokları tâ Çin ve Hindistan'a açılan dağlar
aşılarak getirilmişlerdi Lhasa'ya. Ufalanan parçalar, kayna
yan suyun içine atılıyorlardı. Rahiplerden biri bunun içine
koca bir kalıp tuz, bir başkası da bir parça soda katacaktı.
Bu karışım biraz daha kaynadıktan sonra, içine kürekler do
lusu temizlenmiş tereyağ atılacak ve hepsi birden saatlerce
kaynatılacaktı. Bu karışımın besin değeri oldukça fazlaydı
ve tsampayla birlikte içildiğinde insanın yaşayabilmesi için
yeterliydi. Kazandaki çay sürekli olarak sıcak tutulur, bittiği
zaman yeniden su doldurulup yeni çay hazırlanırdı. Çay ha
zırlamanın en sıkıcı yanı, ateşlerin bakımıydı. Yakacak ola
rak kullandığımız yak öküzü tezekleri, kalın yuvarlak dilim
ler halinde kurutulurlardı ve tezek stoğumuz her zaman
83
sanki hiç bitmeyecekmiş kadar bol olurdu. Bunlar ateşe atıl
dıklarında bulut gibi, iğrenç kokulu keskin bir duman çıka
rırlar, dumanın yayıldığı alan içinde bulunan her şey yavaş
yavaş siyaha dönüşür, tahta eşyalar abanozlaşır ve uzun
süre açıkta kalan bir yüz, is dolu gözenekleriyle kapkara
olurdu.
Bütün bu işlere, çalışan insan sayısının azlığından de
ğil, aramızda katı bir sınıf farkı oluşmasın diye bizim de yar
dım etmemiz gerekirdi. Biz tek düşmanımızın, tanımadığı
mız, bilmediğimiz insan olduğuna inanırız. Bir insanla bir
likte yürüyün, onunla konuşun ki o sizin için bir yabancı ol
maktan çıksın der bir Atasözü. Tibet'te her yıl belirli bir gün
de, yetki sahibi herkes yetkisini bir yana bırakır ve o gün o
kişinin emri altındaki herhangi bir kişi, neler düşündüğünü
açıkça söyleyebilir. Eğer bir reis o yıl boyunca çok insafsız
davranmışsa, bu kendisine açıkça söylenir ve eğer bu eleştiri
haklıysa, hiç kimse eleştiriyi yapan bu küçük memura bir kö
tülük yapamaz. Bu oldukça iyi işleyen bir sistemdir ve kötü
amaçlarla kullanıldığı çok enderdir. Bu sistem güçlü olana
karşı bir çeşit hak sağlar ve alt sınıftan olanlara her şeye
karşın yine de söz hakkına sahip olduklarını hissettirir.
Derslerden öğrenilecek pek çok şey vardı. Yanyana dizi
lip yere otururduk ve eğer öğretmen ders anlatıyorsa ya da
tahtaya bir şeyler yazıyorsa yüzümüz ona dönük olurdu. Fa
kat bir şeyler çalışıyorsak, o arkamızda dururdu ve böylece
hangimizi gözetlediğini bilmediğimizden, sürekli ve sıkı bir
biçimde çalışırdık. Muazzam büyüklükte bir sopa taşırdı
elinde ve bunu içimizden birine indirmekte hiç tereddüt et
mezdi.
Matematiğe büyük önem verilirdi, çünkü astroloji çalış
maları için bilinmesi gerekli bir konuydu bu. Astrolojik so
nuçlar, bilimsel kurallara yüzde yüz uyularak alınırdı. Ben,
astrolojiyle ilgili, kafama zorla sokulmuş pek çok şey biliyor
dum, çünkü doktorlukla ilgili çalışmalarda mutlaka kullanıl
ması gereken bir konuydu bu. Hasta bir kimseyi, "bundan
öncekini iyileştirdi, buna da iyi gelebilir" umuduyla bir şey-
84
ler tavsiye ederek tedavi etmektense, onun astrolojik özellik
lerini göz önünde tutarak tedavi etmek daha iyidir. Sınıfın
duvarlarında, bir kısmı astrolojiyle ilgili, diğerleri çeşitli ot
ların resimlerini taşıyan kocaman şemalar vardı. Otlarla il
gili şemalar her hafta değiştirilir ve bizden tüm bitkilerin dış
görünümlerini tam olarak bilmemiz istenirdi. Daha sonrala
rı bu otlan toplamak ve hazırlamak üzere gezilere çıkacak
tık; fakat bu konuda gerçekten tam bir bilgiye sahip olunca
ya ve toplanması gereken cinsi toplayacağımıza iyice k a n a a t
getirilinceye kadar buna izin verilmedi. Sonbahar aylarında
yapılan bu "ot toplama" gezintileri, bizi manastırın günlük
katı yaşamından uzaklaştıran, herkesin çok sevdiği bir çeşit
dinlenceydi. Bazen bu gezintiler üç ay kadar sürer ve bizi
dağlık bölgelere, deniz düzeyinden altı-yedi bin metre yük
seklikte bulunan kalın buz tabakalarının yer yer, sıcak su
kaynaklarıyla ısınan yemyeşil ovalarla bezendiği, cennet gi
bi yerlere götürürdü. İnsan buralarda, belki de dünyanın
başka hiçbir yerinde eşine rastlayamayacağı olaylarla karşı
laşırdı. Örneğin insan sıfırın altında kırk derecede gezinir
ken, kırk beş-elli metre ilerledikten sonra kendini bir anda
sıfırın üstünde otuz sekiz derecelik bir yerde buram buram
terlerken bulabilirdi. Bu bölge, aralarında benim de bulun
duğum birkaç rahipten başka, hemen hemen hiç kimse tara
fından tümüyle keşfedilip, yakından incelenmemiştir.
Din konusundaki eğitimimiz gerçekten çok yoğundu; bir
kez her sabah dersten önce Yasalar'ı ve Orta Yol'un Basa
maklarını ezbere okumamız gerekirdi. Bu Yasalar şunlardı:
1. Ülkenin ve manastırların önderlerine karşı inanç
besleyiniz.
2. Dinin gereklerini yerine getiriniz ve çok çalışınız.
3. Anne ve babanıza saygılı davranınız.
4. Doğru ve dürüst kişilere saygı duyunuz.
5. Yaşlılara, üst yaşam boyutunda doğmuş olanlara
saygı gösteriniz.
6. Ülkenize yararlı olunuz.
85
7. Yaptığınız her işte dürüst ve samimi olunuz.
8. Arkadaşlarınıza ve akrabalarınıza dikkat ediniz.
9. Yiyeceğinizi ve sağlığınızı en iyi biçimde kullanınız.
10. Kendinize iyi insanları örnek alınız.
11. İyilik biliniz ve karşılığında şefkat veriniz.
12. Her şeye lâyık olduğu değeri veriniz.
13. Kendinizi haset ve kıskançlıktan kurtarınız.
14. Dedikodudan kaçınınız.
15. Konuşma ve davranışlarınızda yumuşak olunuz,
kimseyi incitmeyiniz.
16. Acılara, zorluklara sabır ve alçak gönüllülükle kat
lanınız.
Herkes bu yasalara uyduğu zaman her türlü çekişme ve
uyumsuzluğun ortadan kalkacağı, durmadan yinelenirdi bi
ze. Bizim manastır, sertliği ve insafsız disipliniyle ün salmış
tı. Öteki manastırlardan buraya gelen rahipler, bir süre son
ra kendilerine daha rahat yaşam koşulları aramak üzere gi
derlerdi. Biz ise bunlara başarısız kimseler gözüyle bakar,
kendimizi de seçkin kişiler olarak görürdük. Öteki manastır
ların pek çoğunda gece ayinleri yapılmazdı; rahipler ortalık
kararınca yatar, şafak sökene dek yataklarından çıkmazlar
dı. Biz onları nazik ve dayanıksız insanlar olarak görürdük.
Aslında her ne kadar halimizden yakınıyorduksa da, eğer bi
ze uygulanan program, bizi de diğerlerinin bu yetersiz düze
yine indirecek bir biçimde değiştirilmiş olsaydı, hoşnutsuzlu
ğumuz herhalde azalmaz, artardı. Manastırda geçen ilk yıl
özellikle çok ağırdı, bu yılın sonunda dayanıksızları ayıkla
ma zamanı gelirdi. Bitkileri incelemek üzere buz tutmuş böl
gelere yaptığımız yolculuklara ancak en güçlü olanlar daya
nabilirlerdi." Aslında biz Chakporili'ler, buraya gidebilen ye-
• gâne kişilerdik. Rehberlerimiz geziye çıkmadan önce tedbirli
davranarak, bu işe uygun olmayanları, kendilerinden başka
larını da tehlikeye atabilecek duruma gelmeden önce aramız
dan çıkartmaya karar verirlerdi. İlk yıl boyunca hemen he
men hiç rahat, eğlence ve oyun yüzü görmedik. Gelen her ye-
86
ni an, ağır bir çalışma ve işle yüklüydü.
Şimdi bile öğrendiğime çok memnun olduğum şeylerden
biri de, öğrenilenleri akılda tutmayı öğreten yöntemdi. Tibet-
Hler'in pek çoğunun belleği güçlüdür, fakat doktor rahipler
olmak üzere yetiştirilen bizler, çok sayıda bitkinin ismini ve
doğru cinsini bilmenin yanı sıra, birbirleriyle nasıl karıştırıl
dıklarını ve nasıl kullanıldıklarını da iyice öğrenmek zorun
daydık. Astroloji hakkında pek çok şey bilmemiz, kutsal ki
tapların hepsini ezbere okuyabilmemiz gerekiyordu. Yüzyıl
lar boyunca, belleğin eğitilmesiyle ilgili bir yöntem geliştiril
mişti. İçinde binlerce, on binlerce çekmecenin sıra sıra dizil
diği bir odada bulunduğumuzu düşünürdük. Her bir çekme
ce kolayca görünebilecek biçimde etiketlenmişti ve her bir
etiketin üzerindeki yazı da bizim bulunduğumuz yerden ra
hatlıkla okunabiliyordu. Bizden, anlatılan her konuyu sınıf
landırmamız ve bu konuyla ilgili çekmeceyi açıp konuyu bu
nun içine koymamız istenirdi. Bunu, sanki olayı gerçekten
yaşıyormuşuz gibi gayet açık bir biçimde görmemiz, "odayı"
ve çekmecenin bulunduğu yeri kafamızda canlandırmamız
gerekiyordu. Bir parça deneyimle, kafamızın içindeki odaya
girmek, doğru çekmeceyi açmak ve istenilen konuyu, onunla
ilgili olan tüm konularla birlikte çekip ayırmak şaşılacak de
recede kolay geliyordu bize.
Öğretmenlerimiz, belleklerimizi yoklamak için bizi sık
sık soru yağmuruna tutar ve bu soruların birbirleriyle tü
müyle ilgisiz olmalarına da dikkat ederlerdi. Çoğunlukla
Kutsal Kitaplar'ın anlaşılması güç, karanlık sayfalarıyla ilgi
li bu soruların arasına, birkaç da bitkilerle ilgili soru serpiş-
tirilirdi. Cezaların en şiddetlisi, unutkanlık cezasıydı; unut
mak, bağışlanması olanaksız bir suçtu ve şiddetli bir dayak
la cezalandırılırdı. Aslında tanınan süre, soruları hatırlama
ya çalışacak kadar bile uzun olmazdı. Öğretmenin sorusu
şöyle olabilirdi: "Oğlum, ben Kangyur'un yedinci cildinin on
sekizinci sayfasının beşinci satırını öğrenmek istiyorum.
Çekmeceyi aç ve anlat bakalım, neymiş bu?" Soru sorulan
öğrenci eğer on saniye gibi kısa bir sürede yanıtlayamazsa,
87
soruyu yanıtsız bırakması daha hayırlı olurdu; çünkü ne ka
dar ufak olursa olsun, herhangi bir yanlış yapıldığı takdirde
verilecek ceza çok daha ağırdı. Her şeye karşın yine de iyi bir
sistemdir bu ve belleği gerçekten eğitir. Derslerimizle ilgili
kitaplar taşıyamazdık yanımızda, çünkü bunlar çoğunlukla
doksan-doksan beş santimetre eninde ve yarım metre boyun
da, tahta kapaklar arasında, birbirlerine tutturulmadan ayrı
ayrı duran kâğıtlardı. Yıllar sonra, bence değeri çok büyük
olan iyi bir belleğim olduğunu fark ettim.
İlk on iki ay boyunca, manastır sınırlarının dışına çık
mamıza izin verilmedi. Dışarı çıkanlar ise bir daha alınmadı
lar manastıra. Bu Chakpori'ye özgü bir kuraldı. Buradaki di
siplin öylesine sıkıydı ki, dışarı çıkmamıza izin verildiği tak
dirde geri dönmeyeceğimizden korkuluyordu. Eğer kaçabile
cek bir yerim olsaydı, hiç kuşkusuz bütün hızımla koşardım.
İlk yıl sona erdiğinde ise artık alışmıştık bu duruma.
Bu ilk yıl boyunca, herhangi bir biçimde oyun oynama
mıza kesinlikle izin verilmedi; tüm çalışmalarda her zaman
çok sıkı tutulduk, bu da zayıf olanları ve zorluklara karşı ko
yamayanları kolaylıkla aramızdan ayıkladı. Bu ilk haşin ay
lardan sonra, nasıl oyun oynandığını neredeyse tümüyle
unutmuş olduğumuzu fark ettik. Bütün oyun ve çalışmalar,
bizi güçlendirecek ve ileride işimize yarayabilecek biçimde
düzenlenmişti. Sırık üstünde yürümeye karşı eskiden duydu
ğum ilgiyi hâlâ yitirmemiştim ve şimdi de zamanımın bir
kısmını ayırabiliyordum buna. Boyumuzu bir kat daha yük
selten sırıklarla başladık işe. Biraz alıştıktan sonra da, kul
landığımız sırıkların boyu uzayıp üç metreyi buldu. Bunların
üzerinde kurumlu kurumlu avlularda geziniyor, pencereler
den içerisini gözetliyor ve çoğu zaman da başımıza iş açıyor
duk. Dengeyi sağlamak için ayrı bir sırık kullanmazdık; be
lirli bir yerde kalmak istediğimiz zaman, bir ayağımızı yer
den kaldırıp, ötekini indirerek sanki yerimizde sayıyormuş
gibi sallanırdık. Bu hareket dengeyi sağlamamıza yardım
ediyordu. Akıllı davranılıp tetikte bulunulduğu takdirde her
hangi bir düşme tehlikesi yoktu. Sırıkların üzerinde dövüş
J U
bile yapardık. Çoğunlukla onar kişiden oluşan iki takım, bir
birinden otuz metre kadar uzaklıkta sıraya dizilir ve sonra
verilen bir işaretle hep birlikte, gökyüzü şeytanlarını korku
tup kaçıracağına inandığımız vahşi çığlıklarla birbirimize
saldırırdık. Daha önce de söylemiş olduğum gibi, ben ken
dimden hem yaşça, hem de bedence büyük çocukların bulun
duğu bir sınıftaydım. Ama sırık dövüşlerine sıra geldiğinde,
bu durum üstünlük sağlıyordu bana. Hantal hantal ilerleyen
çocukların arasından hafif adımlarla kayarak, orada bir sırı
ğı çekip, burada bir diğerini itekleyerek, binicilerini aşağıya
yuvarlıyordum. At üstünde bu denli becerikli değildim, fakat
bu oyuncakların üzerinde durduğum ya da saldırıya geçti
ğim zaman, hiçbir güçlükle karşılaşmadan, rahatça ilerleye
biliyordum yolumda.
Bu sırıkların bir işlevi de, ırmaklarda karşıdan karşıya
geçerken kullanılmalarıydı. Ağır ağır, dikkatle ilerleyerek sı
rıkların-üzerinde karşı tarafa geçiyor, böylece ırmağın geçit
veren en yakın sığ bölgesine gidinceye kadarki uzun ve do
lambaçlı yolda vakit yitirmiyorduk. Hatırlıyorum, bir sefe
rinde iki metreye yakın yükseklikte bir sırığın üzerinde ke
yifli keyifli dolaşıyordum. Sular, daha ırmağın kenarından
itibaren derindi ve sığ yer yoktu. Setin üzerine oturup, sırık
larım bacaklarımda, suya indim. Dizlerime dek yükselen
sular, ırmağın ortasına yaklaştığımda neredeyse belime gel
mişti. Tam bu sırada koşan ayak sesleri işittim. Patika bo
yunca aceleyle gelen bir adam, suyu aşan bu çocuğa yalnızca
şöyle bir bakış fırlattı. Anlaşıldığına göre, ırmağın belime
bile ulaşmadığını görünce, "Ah! İşte burada sığ bir yer var"
diye düşünmüştü. Sonra birdenbire şapırdayan sularla bir
likte adam gözden kayboldu. Birazdan telaşlı bir çırpıntıdır
başladı suda ve adamın başı göründü, uzanan elleri bir pen
çe gibi seti kavradı, kendisini zorlukla yukarı çekti. Gözleri
müthiş bir dehşetle doluydu, bana neler yapacağını anlatan
tehditleri ise neredeyse kanımı donduracaktı. Acele acele
karşı kıyıdaki sete doğru ilerlemeye başladım. Oraya vardı
ğımda, sırıkların üzerinde şimdiye dek hiç bu kadar sürat
89
yapmamış olduğumu düşünüyordum.
Sırıkların üzerindeki bu tür gezintilerde karşılaşılacak
tek ciddi tehlike, Tibet'te hemen her zaman esen rüzgârdı.
Avluların birinde, sırıkların üzerinde oynarken, oyunun ver
diği heyecanla rüzgârı unutur ve o uzun adımlarımızla, bize
siper olan duvardan öteye geçerdik. Ama aniden patlayan bir
rüzgâr ilk önce giysilerimizi şişirir, hemen sonra karmakarı
şık olmuş kollar, bacaklar, sırıklar halinde duvarın öbür ta
rafına yuvarlanırdık. Ciddi kazalara çok ender rastlanırdı.
Judo çalışmalarımızda kendimize zarar vermeyecek şekilde
yere düşmeyi öğrenmiştik. Çoğu zaman bir yerimiz çürür
veya dizlerimiz sıyrılırdı fakat böyle ufak tefek şeylere pek
aldırış etmezdik. Tabii arada sırada yavaşça düşmeyi öğrene
meyecek kadar hantal çocukların, gövdeleri üzerinde yuvar
lanıp, bir süre kırık bir kol ya da bacakla dolaştıkları olurdu.
Sırıkların üzerinde yürürken, bu iki direk arasında tak
la atabilen bir çocuk vardı. Sırıkların tepesine tutunur, ayak
larını basamaklardan kaldırır, kafasının üzerine gerisin geri
inerdi. Adımlarını hiç aksatmadan ya da yürüyüşündeki
uyumu hiç bozmadan, defalarca tekrarlardı bu hareketi. Ben
sırıkların üzerinde sıçrayabiliyordum, fakat onun- yaptığını
ilk deneyişimde doğruca yere indim; çünkü iki basamak da
anında parçalanmıştı. O günden sonra sırığın basamakları
nın yerlerine sıkıca takılmış olmalarına çok dikkat ettim.
Lama Mingyar Dondup sekizinci doğum günümden he
men önce, astrologların yıldızların durumlarını inceledikleri
ni ve doğum günümden sonraki ilk günün, "Üçüncü Göz"ün
açılması için en uygun zaman olduğunu haber verdiklerini
söyledi. Bu hiç endişelendirmedi beni, onun da orada olacağı
nı biliyor ve tüm kalbimle güveniyordum rehberime. Bana
sık sık söylemiş olduğu gibi, Üçüncü Göz'ün açılmasıyla artık
insanları oldukları gibi görebilecektim. İnançlarımıza göre
beden, insan uykuya daldığı ya da bu yaşamı sona erdiği
zaman ortaya çıkan daha büyük bir Ben'le harekete geçebi
len bir kabuktan başka bir şey değildir. Kişinin bu zayıf
maddi ben'e, bir şeyler öğrenebilsin ve daha mükemmelleşe-
90
bilsin diye yerleştirildiğine inanırız. Kişi uyurken, ruh ken
disini fiziksel bedenden ayırır ve daha değişik bir varoluş bo
yutuna gider. Ruh, bu arada ölüm anına dek mevcut olan bir
"gümüş ip"le sürekli olarak maddi bedene bağlıdır. Görülen
rüyalar, uyanan kişinin ruh boyutunda geçirdiği deneyimler
dir. Ruh gövdeye girdiğinde, eğer kişi bunun için özel bir eği
tim görmemişse, rüya belleği, aniden uyanmanın yarattığı
sarsıntıyla bozulur ve bu yüzden uyanma anında görülen
(rüya) insana olması olanaksız gibi görünebilir. Daha sonra
konuyla ilgili deneyimlerimden daha ayrıntılı olarak söz ede
ceğim.
Bedeni çevreleyen ve uygun koşullar altında nasıl görü
lebileceği herkese öğretilebilecek manyetik alan, aslında be
denin içinde yanan Yaşama Gücü'dür. Biz bu gücün elektrik
olduğuna inanırız, tıpkı şimşek gibi. Şimdi, Batı dünyasının
bilim adamları beynin elektrik dalgalarını ölçebiliyor ve bun
ları kaydedebiliyorlar. Bu gibi şeylerle alay eden kimseler,
bu örneği hatırlasınlar ve bir de güneşin etrafında görülen
parlak hâleyi (koronayı) unutmasınlar. Alevler güneşin mer
kezinden milyonlarca mil öteye fırladığından, bu hâleyi her
insan göremez, fakat tam güneş tutulması sırasında herkes
görebilir. İnsanların buna inanıp inanmamaları aslında pek
o kadar önemli değildir. İnançsızlık, güneşin çevresindeki
hâleyi kaldırmaz. O yine yerindedir. İnsanın manyetik alanı
da tıpkı böyledir. Üçüncü Göz açıldığı zaman, diğer bazı şey
lerin yanı sıra, bu manyetik alanı da görebilecek duruma ge
lecektim.
91
7
ÜCÜNCÜ GÖZÜN ACILMASI
Doğum günüm gelmişti, tüm gün boyunca özgürdüm,
derslerden, ayinlerden uzak, dilediğimi yapabilirdin^ Lama
Mingyar Dondup, sabah erkenden bana, "Neşeli bir gün ge
çir Lobsang, akşam karanlık olunca seni görmeye geleceğiz"
demişti. Güneşin altında sırtüstü yatıp tembel tembel vakit
geçirmek çok hoştu doğrusu. Biraz altımda, pırıl pırıl damla-
nyla Potala'yı görebiliyordum. Arkamda kalan Mücevher
Parkı'nın mavi sularına bakınca, deriden bir kayık bulup ne
hir boyunca sürüklenip gidebilmek istedim içimden. Güney
de, Kyi Chu geçidini aşmaya çalışan bir tüccar kafilesini se
çebiliyordum. Gün çok çabuk geçti!
Sona eren günle birlikte hava yavaş yavaş kararıyordu.
Lama Mingyar Dondup'un bana gitmemi söylemiş olduğu
küçük odaya girdim. Dışarıdaki taş zeminden yumuşacık
keçe botların fısıltıları geliyordu. Hemen ardından, yüksek
rütbeli üç lama girdi içeri. Alnıma otlardan yapılmış bir
kompres koyup, yerinden oynamasın diye sıkıca bağladılar
ve gittiler. Hava iyice karardığında bu üç lama tekrar geldi
yanıma. Bu kez yanlarında Lama Mingyar Dondup da vardı.
Kompres dikkatle alındı ve alnım temizlenip kurulandı. Son
ra sert bakışlı bir lama arkama oturarak başımı dizlerinin
arasına sıkıştırdı. İkinci bir lama açtığı kutudan, çelikten
yapılmış parlak bir alet çıkardı. Bu alet bir bizi andırıyordu.
Tek farkı, ince sapının yuvarlak değil de "U" şeklinde olu
şuydu; bu "U"nun kenarında diş gibi ufak ufak çıkıntılar
vardı. Lama, aleti birkaç dakika inceledikten sonra, sterilize
92
etmek için lamba alevine tuttu. Lama Mingyar Dondup ise
ellerimi tutmuştu, "Bu iş oldukça acı verir Lobsang ve ancak
sen tamamen uyanık olduğun sürece yapılabilir. Çok da
uzun sürmez, bu yüzden elinden geldiğince sakin durmaya
çalış" dedi. Ortaya dizilmiş birkaç çeşit alet ve otlardan ya
pılmış bir losyon koleksiyonu görebiliyordum. Kendi kendi
me, "Haydi bakalım Lobsang, şu ya da bu şekilde senin işini
bitirecekler ve bunu önlemek için yapabileceğin bir şey de
yok; iyisi mi sesini kes, otur!" diye düşündüm.
Elinde alet bulunan lama diğerlerine şöyle bir bakıp,
"Her şey hazır mı? Haydi başlayalım, güneş henüz battı," de
di. Sonra aleti alnımın ortasına bastırdı ve sapını çevirdi.
Kısa bir süre, sanki birisi alnıma diken batırıyormuş gibi bir
his duydum. Benim için zaman durmuştu sanki. Alet deriyi
ve eti yararken belirli bir acı hissetmedim, fakat ucu kemiğe
değdiği anda hafif bir sarsıntı oldu ve lama, aletin dişleri
alın kemiğini delip geçebilsin diye biraz daha kuvvetli bastır
dı. Acı o kadar büyük değildi, sadece bir zorlama ve sıkıcı bir
ağrı duyuyordum. Lama Mingyar Dondup'un gözleri üzerim
deydi, hiç kıpırdamadım; herhangi bir harekette bulunmak
ya da feryat etmektense ölmeyi yeğlerdim. Benim ona inan
dığım gibi, o da bana inanıyordu. O ne söylerse ve ne yaparsa
hepsi doğruydu benim için. Dudaklarının kenarındaki kaslar
duyduğu gerilimle hafifçe büzülmüş, olanca dikkatiyle seyre
diyordu beni. Aniden küçük bir "çatırtı" oldu ve alet kemiği
delip geçti, aynı anda da, gayet dikkatli olan operatör de
durdu ve Lama Mingyar Dondup kendisine, çelik kadar sert-
leşebilmesi için ateş ve bitkilerle muamele görmüş çok sert,
sterilize edilmiş ince bir t a h t a parçası verirken, elleriyle sıkı
ca tutuyordu aletin sapını. Bu ince t a h t a parçası, aletin "U"
şeklindeki kısmına sokuldu ve tam kafamın içindeki deliğe
girecek şekilde aşağıya kaydırıldı. Operasyonu yapan Lama,
Mingyar Dondup'un da görebilmesi için hafif bir hareketle
yana kaydı. Lama Mingyar Dondup baktı ve başını eğerek
verdiği işaret üzerine operatör, tahta parçasını adeta sonsuz
bir dikkatle ileriye, daha da derinlere kaydırdı. Aniden, sanı-
93
rım burun kemiğimde, iğne batması gibi gıdıklayıcı bir his
duydum ve ne olduklarını teşhis edemediğim birtakım kes
kin kokuların farkına vardım. Sonra bu da kayboldu ve yeri
ni sanki esnek bir zara karşı bir şey itiliyormuş gibi zorlama
hissine bıraktı. Birdenbire göz kamaştırıcı bir parıltı yanıp
söndü kafamda ve hemen o anda Lama Mingyar Dondup'un
"durun" diyen sesini işittim. Acı, bir an kavurucu bir kor
ateşi gibi çok şiddetlendi. Sonra azaldı ve yerini rengarenk
helezonlar, küçük kürecikler aldı. Ardından madeni alet dik
katle yerinden çıkarıldı. İnce tahta parçası alnımda duruyor
du, iki-üç hafta kalacaktı orada; çıkarılana kadar da, benim
sürekli olarak bu hemen hemen zifiri karanlık olan küçük
odada kalmam gerekecekti. Günü gününe eğitimime devam
edecek olan bu üç lamanın dışında da kimseyle görüşmeye
cektim. Bunlardan başka, bu süre zarfında bana sadece öl
meyecek kadar yiyecek ve içecek verilecekti. Ucu dışarıda
olan bu ince tahta çubuk yerinden oynamasın diye bağlandı.
Sonra Lama Mingyar Dondup bana döndü ve "Şimdi sen de
bizlerden birisin Lobsang. Bundan böyle insanları olmaya
çalıştıkları gibi değil de, oldukları gibi göreceksin" dedi.
Karşımdaki lamaların altın renkli bir alevle çevrelenmiş ol
duklarını gördüğümde çok şaşırdım. Fakat sonradan, man
yetik alanlarının, çok iyi insanlar oldukları ve güzel bir ha
yat yaşadıkları için altın renginde olduğunu, çoğu kimsenin
manyetik alanının aslında bundan çok daha farklı göründü
ğünü öğrenecektim.
Bu yeni ortaya çıkarılmış duygum, lamaların hünerli
çalışmalarıyla gelişirken, en içte bulunan manyetik alanın
ötesine yayılan diğer başka dalgaları da görebildim. Bir süre
sonra, manyetik alanın rengine ve yoğunluğuna bakarak, bir
kimsenin sağlık durumunu anlayabilecek hale gelmiştim.
Ayrıca manyetik alanın renginde oluşan dalgalanmalarla
karşımdakinin ne zaman yalan, ne zaman doğru söylediğini
de anlayabiliyordum. Fakat, bu normal olarak gözle görül
meyen şeyleri görme yeteneğimin tek konusu insan bedeni
değildi. Hâlâ sakladığım bir kristal küre vermişlerdi bana.
Dostları ilə paylaş: |