Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə5/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15
lobsang rampa Üçüncü Göz


55 

uzaklaştı. Ayağa kalkıp bacaklarımı gerdim, sonra yan yatıp 
tsampamı bitirdim. Şimdi gerçekten çok yorgundum; kalça 
kemiğimi yerleştirmek için toprakta küçük bir çukur kaz­
dım, yedek elbisemi başımın altına koydum ve uyudum. 
Yedi yılı pek o kadar rahat geçirmemiştim. Babam her 
zaman aşırı katı davranmıştı bana; fakat her şeye karşın, yi­
ne de, evimden uzakta geçirdiğim ilk geceydi bu, üstelik bü­
tün günümü aç, susuz ve kımıldamadan, tek bir pozisyonda 
oturarak geçirmiştim. Yarının ne getireceği ya da benden ne 
isteneceği hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Şu anda, 
bu dondurucu gökyüzünün altında, karanlıktan duyduğum 
korku ve gelecek günlere olan güvensizliğimle birlikte tek 
başıma uyumak zorundaydım. 
Bir boru sesiyle uyandığımda, gözlerimi sanki daha yeni 
kapatmıştım. Kafamı kaldırdım, yaklaşan günün ilk ışıkları 
dağların ardındaki göğe yansıyordu, sahte şafaktı bu. Hemen 
doğrulup, yeniden meditasyon duruşuna geçtim. Az ilerideki 
manastır yavaş yavaş uyandı, hareketlendi. Başlangıçta çok 
sessizdi ortalık. Sonra uykudan uyanan birinin hafif hafif iç 
çekişi gibi bir ses başladı, yavaş yavaş çoğaldı; ve bir mırıltı, 
sonra da gittikçe artarak, sıcak bir yaz gününde vızıldayan 
arıların sesi gibi bir uğultu kapladı çevreyi. Arada bir, uzak­
lardaki bir kuşun boğuk cıvıltısını andıran bir boru sesi, se­
def kabukların bağıran kurbağalara benzeyen derin hırıltısı 
geliyordu. Ortalık aydınlandıkça, biraz evvel şafak öncesi 
ışıklarının altında kurumuş kafatasındaki boş göz çukurları­
nı andıran açık pencerelerin ardında, küçük gruplar halinde 
bir aşağı bir yukarı dolaşan kazınmış parlak kafalar görün­
dü. 
Gün biraz daha ilerledi ve ben biraz daha katılaştım; yi­
ne de ne yerimden kımıldamaya, ne de uyumaya cesaret ede­
biliyordum. Kımıldadığım, sınavı veremediğim takdirde gide­
cek yerim yoktu. Babam gayet açık konuşmuştu, eğer bu ma­
nastır kabul etmezse, o da kabul etmeyecekti beni. Çevredeki 
binalardan, benim için meçhul olan işlerine başlamak üzere, 
gruplar halinde rahipler çıkmaya başladılar. Çevrede küçük 
56 
oğlan çocukları dolanıyor, bana doğru ya tekmeleriyle ufak 
bir toz bulutuyla karışık taşlar, ya da pek hoş olmayan laflar 
atıyorlardı. Benden hiçbir tepki göremeyince, kısa bir süre 
sonra bu tek takımlı oyundan bıktılar ve kendilerine karşılık 
verecek kurbanlar aramak üzere uzaklaştılar yanımdan. Ak­
şam güneşi giderek zayıfladıkça, manastır binalarının için­
deki küçük yağ kandilleri titreşe titreşe yeniden canlandılar. 
Az sonra, hafif hafif parlayan yıldızlar dışında, ortalık tama­
men kararmıştı. Ayın geç saatlerde yükseldiği günlerdeydik, 
bizim deyişimizle ay bu zamanlarda çok gençti ve hızlı hare­
ket edemiyordu. 
Birden büyük bir endişeye düştüm; beni unutmuşlar 
mıydı yoksa? Yoksa bu da başka bir deneme miydi, tümüyle 
yemek yemekten yoksun bırakılacağım bir deneme? Bütün 
gün boyunca yerimden kımıldamamıştım ve şimdi de açlık­
tan neredeyse bayılmak üzereydim. İçimde aniden alevlenen 
bir umutla yerimden fırlamamak için zor tuttum kendimi. 
Hafif bir hışırtı duymuştum, karanlık bir şekil yaklaşıyordu 
bana doğru. Birazdan bunun, yerde bir şey sürükleyen koca­
man, siyah bir çoban köpeği olduğunu gördüm. Benim varlı­
ğımın farkına bile varmadan karanlıktaki işine devam etti. 
Umudum boşa çıkmıştı, işte o anda ağlayabilirdim. Kendimi 
bu denli güçsüz hissetmemek için, aslında yalnızca kadınla­
rın ağlayacak kadar aptal olduklarını düşünmeye çalıştım. 
Nihayet yaşlı adamın yaklaşan ayak seslerini duydum. 
Bakışları bu akşam biraz daha sevgi doluydu, "İşte sana ye­
mek ve çay oğlum, fakat 'son' henüz gelmedi. Yarın yine aynı 
şey, kımıldamamaya dikkat et, çünkü pek çoğu bu saatlerde 
kaybeder," dedi ve hemen arkasını dönüp uzaklaştı. O ko­
nuştuğu sırada çayımı içmiş, tsampayı da yine kendi kâse­
me boşaltmıştım. Kendimi bir önceki geceden kesinlikle da­
ha keyifli hissetmeden tekrar yattım. Yattığım yerde şaşı­
yordum bu işin insafsızlığına. Bir dağ geçidine sürülen yük 
hayvanlarından daha fazla şansım yoktu. Bu düşüncelerle 
uyuyakaldım. 
Ertesi ve üçüncü gün, yine öyle meditasyon duruşunda 
57 

oturduğum sırada, dayanma gücümün gittikçe azaldığını, ba­
şımın döndüğünü hissedebiliyordum. Manastır artık bana bi­
naları, parlak ışıkları, oraya buraya cömertçe serpiştirilmiş 
rahipleri, dağları, alacalı bulacalı ışık-gölge oyunlarıyla san­
ki zehirli ve mikroplu bir hava içinde yüzüyormuş gibi geli­
yordu. Kararlı bir çabayla bu baş dönmesi krizini atlatmayı 
başardım. Gösterdiğim bunca dayanıklılıktan sonra, bir anda 
yıkılabileceğimi düşünmek çok rahatsız etmişti beni. Altım-
daki küçücük taşlar şimdi en rahatsız yerlerime sürtülen bir 
bıçak kenarı haline gelmişlerdi sanki. Aklım biraz daha ba­
şımda olduğu bir anda, iyi ki kuluçkaya yatmış bir tavuk de­
ğilim diye düşündüm, şimdi oturduğumdan daha uzun bir 
süre oturmaya mecbur kalmayacağım için mutlu olmam ge­
rekirdi. 
Güneş hiç hareket etmiyordu sanki; gün hiç bitmeyecek 
gibiydi. Nihayet ışık azalmaya, akşam rüzgârı geçip giden 
bir kuşun düşürdüğü küçük bir tüyle oynaşmaya başladı. 
Pencerelerde yine küçük küçük ışıklar beliriyordu. "Artık bu 
akşam ölsem de kurtulsam, daha fazla dayanamayacağım" 
diye düşünürken, uzaktaki kapının ardından Rahip Adayları 
Reisi'nin o uzun boylu silueti göründü. "Hey, oğlum buraya 
gel!" diye bağırdı. Katılaşmış bacaklarımın üzerinde doğrul­
maya çalışırken öne doğru yüz üstü düştüm. "Eğer biraz da­
ha dinlenmek niyetindeysen bir gece daha kalabilirsin orada, 
daha fazla bekleyemem!" Bunu duyunca, çabucak çıkınımı 
kaptığım gibi, sendeleyerek, büyük bir çabayla ilerledim. 
"Gir" dedi, "ve akşam ayinine katıl, sabahleyin de beni gör." 
İçerisi sıcacıktı, tütsünün o rahatlatıcı kokusu kapla­
mıştı ortalığı. Açlığın iyice keskinleştirdiği nişlerim, bana ye­
meğin çok yakınlarda bir yerde olduğunu söylüyorlardı. Böy­
lece, sağ tarafa doğru ilerleyen kalabalığı izlemeye koyul­
dum. Sanki bu işte bir ömür boyu deneyimim varmış gibi, 
yavaş yavaş önlere doğru kayıyordum. Bacaklarının arasın­
dan hızla geçtiğim rahipler boş yere saç örgülerimden yaka­
layarak durdurmaya çalıştılar; ama yemek peşindeydim 
şimdi ve hiçbir şey durduramazdı beni. 
58 
Midemde bir parça yemekle kendimi biraz daha iyi his­
sederek, iç tapınağa doğru, akşam ayinine giden kalabalığın 
ardına takıldım. Ayinle ilgili herhangi bir olayı fark edeme­
yecek kadar yorgundum, zaten kimse de ilgilenmiyordu be­
nimle. Rahipler yerlerini aldıkları sırada, dev bir sütunun 
arkasına kayıp, çıkınım kafamın altında, taş zeminin üzeri­
ne boylu boyunca uzandım. 
Sersemletici bir gürültü ve insan sesleri kafamı parçalı­
yorlardı sanki. "Yeni çocuk! Soylu doğmuşlardan biri! Hay­
di, boğazını sıkalım!" Rahip Adayları kalabalığından birisi, 
başımın altından çekip aldığı yedek giysimi havada sallıyor­
du, bir diğeri de keçe botlarımı kapmıştı. Yumuşak, pelte gi­
bi bir tsampa yığını yapıştı suratıma. Üzerime tekme ve to­
kat yağıyordu. Ama belki de beni sınıyorlar diye hiç karşılık 
vermedim. Yasalar'ın on altıncı hükmü, ıstıraplara ve sıkın­
tılara, sabır ve alçak gönüllülükle dayanın diyordu. Sonra 
aniden böğürtü gibi bir ses duyuldu. "Neler oluyor burada?" 
Ürkek bir fısıltı, "Oh! Denetleme gezisine çıkmış Yaşlı Titre­
yen Kemikler bu" dedi. Gözümdeki tsampayı kazımaya çalı­
şırken, Rahip Adayları Reisi uzanıp beni örgülerimden kav­
radı ve sürükleyerek ayağa kaldırdı. "Pelte! Çelimsiz! Sen, 
geleceğin liderlerinden biri olacaksın ha! Al şunu, şunu da 
al!" Tokatlar, hem de oldukça ağır tokatlar bir sağanak gibi 
yağıyordu üzerime. "İşe yaramaz, çelimsizin birisin sen, ken­
dini koruyamıyorsun bile!" Tokatlar hiç bitmeyecek gibiydi. 
İhtiyar Tzu'nun vedalaşırken söylediklerini duyar gibi ol­
dum: "Görevini yap, haydi sana öğrettiklerimi hatırla!" Hiç 
düşünmeden döndüm ve Tzu'nun öğretmiş olduğu cinsten 
küçük bir saldırıya geçtim. Reis şaşkınlıktan taş kesilmişti 
adeta; acı bir solumayla kafamın üzerinden uçtu, taş zemine 
çarptı, derisi tamamen sıyrılan burnunun üzerinde biraz 
kaydıktan sonra, kafası müthiş bir gümbürtüyle taş sütun­
lardan birine çarpınca, devinimsiz kaldı. "İşte bana ölüm," 
diye düşündüm, "tüm endişelerimin sonu bu." Dünya dur­
muştu sanki. Öteki çocukların solukları kesilmişti. Burnun­
dan kanlar boşanan uzun boylu, iri kemikli rahip, korkunç 
59 

bir gürlemeyle ayağa fırladı. Fakat epey güzel bir gürlemey-
di bu, kahkahalarla gürlüyordu. "Genç bir dövüş horozu, ha? 
Ya da köşeye sıkıştırılmış bir sıçan; hangisi acaba? Ah, işte 
ortaya çıkarmamız gereken mesele de bu!" Arkasına dönüp, 
on dört yaşlarında, uzun boylu tuhaf bir çocuğa işaret ede­
rek, "Sen, Ngavvang, bu manastırın en büyük kabadayısı sen­
sin; iş dövüşmeye geldiğinde bir sığır çobanının oğlu, bir 
prens çocuğundan daha mı iyi görelim bakalım" dedi. 
Hayatımda ilk kez o polis rahibe, Tzu'ya minnettar kal­
dım. Gençlik günlerinde Kham'ın şampiyon olmuş bir jndo 
ustasıymış o. Söylendiğine göre, tüm bildiklerini öğretmişti 
bana. Yetişkin adamlarla daha önceleri de birkaç kez dövüş­
mem gerekmişti; güç ve yaşın hiçbir önem taşımadığı bu spor 
dalında oldukça usta olmuştum. Şimdi ise geleceğim bu dö­
vüşün sonucuna bağlıydı; doğrusu oldukça keyiflenmiştim bu 
işe. 
Ngawang güçlü ve iri bir çocuk olmasına karşın, olduk­
ça hantaldı. Düzensiz, gelişigüzel dövüşmeye alışık olduğu 
rahatça görülebiliyordu. Böyle olunca da gücü epey işime ya­
rıyordu. Beni kıskıvrak yakalayıp, hareketsiz kılmak üzere 
üzerime atıldı. Şimdi hiç korkmuyordum, artık Tzu'ya ve 
onun arada sırada acımasız olan eğitimine şükrediyordum 
içimden. Ngavvang üzerime atıldığı sırada yana kayıp, hafif­
çe kolunu büktüm. Ayakları kaydı, havada yarım bir daire 
çizdi ve kafasının üzerine, yere düştü. Homurdana homurda-
na bir süre düştüğü yerde yattı, sonra yay gibi ayaklarının 
üzerinde sıçrayıp, yeniden üzerime atıldı. Yere çömeldim ve 
o hızla üzerimden geçerken bir ayağını kavrayıp büktüm. Bu 
sefer olduğu yerde şöyle bir dönüş yapıp, sol omuzunun üze­
rine düştü. Hâlâ doymamıştı. Temkinli bir biçimde çevremde 
dolandı, sonra yana sıçrayarak zincirinden kaptığı bir tütsü 
buhurdanlığını bana doğru savurmaya başladı. Böyle bir si­
lah oldukça ağır, bu yüzden de yavaştı; rahatlıkla önlenebi­
lirdi. Onun için de hızla davranıp, buhurdanlığın ağırlığı ile 
hâlâ dönmekte olan kollarının altına sıçrayıp, Tzu'nun bana 
sık sık göstermiş olduğu gibi parmağımı hafifçe ense köküne 
60 
sapladım. Uçurum kenarında bulunan bir kaya parçası gibi 
düştü yere, sıkıca kavradığı zincir, gevşeyen parmakların­
dan kurtulunca, buhurdanlık sapandan fırlamış gibi, doğru 
bizi izleyen çocukların ve rahiplerin üzerine uçtu. 
Ngavvang yarım saat kadar öylece kendini bilmeden 
yerde yattı. Aslında bu "özel" dokunuş, çoğunlukla astral se­
yahat ya da buna benzer amaçlarla, ruhun bedenden kurtul­
ması için kullanılır. Rahip Adayları Reisi bana doğru birkaç 
adım ilerledi ve sırtıma öyle bir şaplak indirdi ki, neredeyse 
yüz üstü yere düşecektim. Ama nedense bu davranışına tam 
tezat bir biçimde konuşuyordu: " Aferin oğlum, sen bir er­
keksin!" Yanıtım oldukça cüretkârdı: "Öyleyse efendim, aca­
ba yiyecek hafif bir şeyler hak ettim mi acaba? Son günlerde 
çok az yemek yedim de." "Doyana kadar ye, iç evladım, sonra 
da şu sokak çapkınlarına, tabii onların başısın artık, seni ba­
na getirmelerini söyle." 
Manastıra alınmadan önce bana yemek getirmiş olan 
yaşlı rahip yanıma yaklaştı ve "Çok iyi basardın oğlum. Nga­
vvang rahip adaylarının içinde en kabadayısıdır. Şimdi onun 
yerini ve yönetimini yumuşaklık ve sevgiyle sen alıyorsun. 
Çok iyi yetiştirilmişsin, umut ederim bilgin de böyle iyi kul­
lanılır ve yanlış ellere düşmez. Gel benimle de sana yiyecek 
içecek bir şeyler bulayım" dedi. 
Odasına girdiğimde, Rahip Adayları Reisi beni dostça 
karşıladı. "Otur oğlum, otur. Şimdi eğitimin de fiziki yiğitli­
ğin kadar güçlü mü onu görelim. Seni yanıltmaya çalışaca­
ğım, haberin olsun evlat!" Kimi yazılı, kimi sözlü yığınla 
soru sordu bana. Minderlerimizin üzerinde altı saat sürekli 
karşı karşıya oturduktan sonra, verdiğim yanıtların onu tat­
min ettiğini açıkça söyledi. Kötü tabaklanmış bir sığır derisi 
gibi hissediyordum kendimi, sırılsıklam ve gevşemiş. Ayağa 
kalktı. "Oğlum," dedi, "beni izle. Manastırın Soylu Reis'ine 
götüreceğim seni. Bu oldukça ender verilen bir onurdur, ne­
denini de az sonra öğrenirsin, gel haydi." 
Geniş koridorlar boyunca onun ardından yürüdüm; dini 
daireleri, iç tapınakları, sınıfları geride bıraktıktan sonra, 
61 

merdivenlerden yukarı çıkıp, daha da dolambaçlı koridorlar­
dan, Tanrıların Salonları'ndan ve bitkilerin korundukları de­
polardan geçtik. Biraz daha merdiven tırmanıp, nihayet düz 
dama çıktık. Soylu Reis'in bu damın üzerine kurulmuş evine 
doğru ilerledik. Altın kaplamalı kapıdan içeri girip, altından 
yapılmış Buda'yı geçtik. Tıp Sembolü'nün çevresinden dola­
nıp Soylu Reis'in özel odasına girdik. "Eğil oğlum, eğil ve be­
nim yaptıklarımı aynen tekrarla. Soylu Reis, Lobsang Ram­
pa adlı çocuk burada." Rahip Adayları Reisi böyle söyleyerek 
üç kez eğildi ve yere yatıp Soylu Reis'in ayaklarına kapandı. 
Yapılması gerekeni doğru olarak yapabilme arzusuyla, solu­
ğum kesilmiş, ben de tekrarladım aynı hareketi. Soylu Reis 
çok rahattı, bize baktı ve "Oturun" dedi. Tibet geleneğine gö­
re, bağdaş kurarak minderlerin üzerine yerleştik. 
Soylu Reis uzun bir süre hiçbir şey söylemedi, gözlerini 
benden ayırmıyordu. Sonunda konuştu: "Sah Lobsang Ram­
pa, senin hakkında her şeyi biliyorum. Seninle ilgili, önceden 
haber verilmiş her şeyi. Dayanıklılığını ölçmek için yapılmış 
deneme oldukça insafsızdı, fakat bunun iyi bir nedeni vardı. 
Bu nedeni daha ileride öğreneceksin. Şimdi şunu bil ki, her 
bin rahibin arasından ancak bir tanesi daha yüksek yerlere 
gelmeye lâyıktır. Diğerleri bir yerde tıkanıp kalırlar ve gün­
lük işlere hizmet ederler. Niçin yaptıklarını bile merak etme­
den, gün boyunca dua değirmenlerini çeviren işçiler vardır. 
Fazla ihtiyacımız yok bunlara. Bizim daha ileride, ülkemiz 
yabancı bir bulutun altındayken bilgimizi, becerilerimizi sür­
dürecek kimselere ihtiyacımız var. Sen özel olarak eğitilecek, 
katı bir şekilde yetiştirileceksin ve birkaç yıl içinde, bir lama­
nın ömrü boyunca elde edebileceğinden çok daha fazla şey 
öğretilecek sana. Yol çetin ve sık sık da acı verici olacak. 
Madde ötesi görüşü zorlamak güçtür. Başka boyutlarda seya­
hat edebilmek için, hiçbir şeyin tahrip edemeyeceği kadar 
güçlü sinirlerin ve kaya kadar sert bir inancın olması gere­
kir." 
Söylediklerinin hepsini tüm dikkatimle, her şeyi kafa­
mın içine alarak dinledim. Bunlar bütünüyle zor şeylerdi 
62 
benim için, bu kadar hızlı değildim ben. Sözlerini sürdürdü: 
"Sen burada tıp ve astroloji üzerine eğitileceksin. Elimizden 
gelen her türlü yardım yapılacak sana. Ezoterik sanatlarda 
da eğitim göreceksin. İşte senin yolun, ayrıntılarıyla belir­
lendi Sah Lobsang Rampa. Ancak yedi yaşında olmana kar­
şın, seninle büyük bir adamla konuşur gibi konuşuyorum, 
çünkü böyle yetiştirilmişsin." Başını öne eğdi ve Rahip Aday­
ları Reisi ayağa kalkarak saygıyla eğildi önünde. Ben de tek­
rarladım aynı hareketleri ve ayrıldık. Reis, odasına dönünce-
ye dek sessizliği bozmadı. "Oğlum, hiç durmadan sıkı bir şe­
kilde çalışman gerekecek. Ama elimizden geldiğince yardım 
edeceğiz sana. Şimdi seni, kafanı kazıtmaya göndermem ge­
rekiyor." Tibet'te bir çocuk rahiplik devresine girmişse, tek 
bir tutam hariç, kafasındaki tüm saçlar kazıtılır. Eski ismi 
bir kenara atılıp, kendisine yeni bir "rahip ismi" verildiği za­
man bu tutam da kazıtılır. 
Rahip Adayları Reisi, dolambaçlı yollardan küçük bir 
odaya, berber odasına götürdü beni. Burada yere oturmam 
söylendi. "Tam-chö" dedi Reis, "bu oğlanın kafasını kazı. 
İsim tutamını da kazı, çünkü yeni ismi hemen verilecek 
ona." Tam-chö öne doğru birkaç adım attı, sağ eliyle tuttuğu 
örgülerimi yukarıya doğru kaldırdı. "Ah oğlum! Güzel bir 
örgü, iyi yağlanmış, iyi bakılmış. Bunları kesmek büyük bir 
zevk." Ardından kocaman bir makas çıkardı bir yerlerden. 
Bizim hizmetkârların otları biçerken kullandıkları makasa 
benziyordu bu. "Tishe" diye gürledi, "buraya gel ve tut şu ha­
latın ucundan." Tishe, yani yardımcısı koşarak geldi ve örgü­
me öyle bir sıkı sarıldı ki, olduğum yerden havalandım ade­
ta. Tam-chö, örgümü kesene dek, o acınacak derecede kör 
makası, dilini dışarı uzatmış, hırıltılar çıkararak, fakat bü­
yük bir ustalıkla kullandı. Ama daha yeni başlamıştık. Yar­
dımcısı bir kâse sıcak su getirdi. Su öylesine sıcaktı ki, kafa­
ma döküldüğünde acıyla fırladım yerimden. "Ne var oğlum, 
haşlandın mı?" "Evet" diye yanıtladım. "Aldırma, bu saçın 
daha kolay kesilmesini sağlıyor!" dedi ve üç kenarlı bir jilet 
aldı eline. Bizim evde yerleri kazımak için kullandığımız ale-
63 

te çok benziyordu bu. Bir türlü geçmek bilmeyen bir süreden 
sonra nihayet kafamda saç kalmamıştı. 
Reis, "Benimle gel" dedi ve odasına gittik. Büyük bir ki­
tap çıkardı. "Şimdi sana ne isim takacağız bakalım?" Bir sü­
re kendi kendine mırıldandı; sonra, "Ah! İşte" dedi, " bundan 
sonra sen Yza-mig-dmar Lah-lu diye çağrılacaksın." Yine de, 
okuyucuya kolay geleceği düşüncesiyle, bu kitapta Salı Lob-
sang Rampa adını kullanmaya devam edeceğim. 
Sınıflardan birine götürülürken, kendimi yeni yumurt-
lanmış bir yumurta gibi çıplak hissediyordum. Evde çok iyi 
bir eğitim görmüş olduğumdan, kendi sınıfımın düzeyinden 
daha çok bildiğim dikkate alınarak on yedi yaşındaki adayla­
rın bulunduğu sınıfa verilmiştim. Bu devlerin arasında ken­
dimi bir cüce gibi hissediyordum. Diğerleri Ngavvang'ın hak­
kından nasıl geldiğimi görmüşlerdi, bu yüzden iri ve aptal 
bir oğlanın yarattığı bir olaydan başka bir iş gelmedi başıma. 
Bu çocuk arkamdan yaklaşıp kocaman, pis elini sızlayan ka­
famın üstüne koymuştu. Şöyle hafifçe uzanıp, parmaklarımı 
dirseğinin ucundaki sinire bastırmak ve onu acıyla bağırta­
rak yanımdan uzaklaştırmak hiç de zor olmadı. Dirsekteki 
bu "garip kemikler'in ikisine birden aynı anda vurmayı bir 
deneyin de görün! Tzu gerçekten çok iyi öğretmişti bana. O 
hafta sonunda karşılaşacak olduğum Judo öğretmenlerinin 
hepsi de Tzu'yu çok iyi tanıyor ve onun Tibet'teki en iyi Judo 
ustası olduğunu söylüyorlardı. Diğer çocuklarla bir daha ba­
şım derde girmedi. Oğlan elini kafama koyduğu sırada arka­
sını dönmüş olan öğretmenimiz, kısa bir süre sonra ne olup 
bittiğinin farkına vardı. Sonuca öyle çok güldü ki, bizi ders 
bitmeden bıraktı, gezelim diye. 
Şimdi saat akşamın sekiz buçuğuydu, dokuz onbeşteki 
ayine kadar üç çeyrek saatlik boş vaktimiz vardı. Sevincim 
pek uzun sürmedi; tam sınıftan çıkarken, bir lama yanına 
çağırdı beni. "Benimle gel," dedi. Beni yine nasıl bir derdin 
beklemekte olduğunu merak ederek peşine takıldım. Benim 
gibi yeni olduklarını bildiğim yirmi kadar çocuğun bulundu­
ğu bir müzik odasına girdi. Üç tane müzisyen çalgılarının ba-
64 
sına oturmuştu; bir tanesinin önünde davul, bir tanesinde 
sedef kakmalı, bir diğerinde ise gümüşten bir boru vardı. La­
ma, "Şimdi şarkı söyleyeceğiz, ben de koro için seslerinizin 
uygun olup olmadığına bakacağım" dedi. Müzik başladı, mü­
zisyenler herkesin söyleyebileceği, iyi bilinen bir parça çalı­
yorlardı. Seslerimizi yükselttik. Müzik Başkanı kaşlarını 
kaldırdı. Yüzündeki şaşkınlık ifadesi giderek yerini gerçek 
bir acıya bıraktı. İtiraz eden elleri havaya kalktı. "Durun! 
Durun!" diye haykırdı. "Bu Tanrıları bile acıdan kıvrandırır 
herhalde. Şimdi baştan başlayın ve doğru dürüst söyleyin." 
Yeniden başladık. Bir kez daha susturulduk. Bu defa Müzik 
Başkanı doğruca yanıma geldi. "Ahmak!" diye bağırdı, "be­
nimle alay etmeye çalışıyorsun galiba. Şimdi müzisyenler 
tekrar çalacaklar, toplu halde söyleyemediğin için tek başına 
söyleyeceksin!" Müzik bir kez daha başladı. Bir kez daha se­
simi yükselterek şarkıya başladım. Fakat bu da çok uzun 
sürmedi. Müzik Başkanı çılgın gibi bana doğru ellerini kolla­
rını sallıyordu. "Salı Lobsang! Yeteneklerinin arasında mü­
zik yok. Burada geçirdiğim elli beş yıl boyunca uyumu bu 
kadar bozuk bir ses duymadım hiç. Uyumu bozuk ne kelime! 
Hiç uyumsuz daha doğrusu! Evlat, sen bir daha şarkı söyle­
meyeceksin. Müzikle uğraştığımız sürece sen başka şeyler 
çalışacaksın. Ayinlerde de şarkı söylemeyeceksin, yoksa bu 
uyumsuzluğun her şeyi berbat edecek. Şimdi git. Seni 
uyumsuz yıkıcı seni!" Gittim. 
Son ayine katılma zamanının geldiğini bildiren boru 
seslerini duyana dek avare avare dolaştım ortalıkta. Dün 
gece -aman Allahım!- ben manastıra dün gece mi girmiştim? 
Yüzyıllar geçti gibi gelmişti bana. Sanki uykuda yürüyor gi­
biydim, üstelik yine acıkmıştım. Aslında tabii, karnımı do­
yurmuş olsaydım hemen uykuya dalardım. Birisi elbisele­
rimden kavrayıp havaya kaldırdı beni. Kocaman, dost ba­
kışlı bir lamanın geniş omuzlan arasındaydım. "Haydi gel 
oğlum, ayine geç kalacaksın. Biliyorsun, eğer geç kalırsan 
akşam yemeğini de kaçırırsın ve bütün gece kendini bir da­
vul kadar boş hissedersin." Beni kucağında taşımayı sürdü-
65 

rerek tapınağa girdi; oğlanların minderlerinin tam arkasın­
da bulunan kendi yerine geçti. Önünde bulunan minderin 
üzerine özenle yerleştirdi beni. "Bana bak ve söylediğim par­
çaları aynen tekrar et, fakat ben şarkı söylemeye başladığım­
da, sen sesini çıkarmadan otur." Onun bu yardımı beni ger­
çekten çok memnun etti, şimdiye dek pek az kimse bana bu 
kadar iyi davranmıştı; daha önceleri bana verilen talimatlar 
ya acı acı bağrılarak ya da suratıma vurularak bildirilmişti. 
Hafif uyuklamış olmalıydım, çünkü ani bir sıçrayışla 
kendime geldiğimde ayin bitmiş, o kocaman lamanın da beni 
yemekhaneye taşımış olduğunu gördüm. Önüme çay, tsampa 
ve biraz da haşlanmış sebze koymuştu. "Ye bunları oğlum, 
sonra da uyumaya git. Sana nerede yatacağını göstereyim. 
Çünkü bu gece ancak sabah beşe kadar uyuyabilirsin, sonra 
kalkınca bana gel." Bu, bir gün önce dostça davranmış bir 
oğlan tarafından sabahleyin beşte güçlükle uyandırılıncaya 
dek işittiğim son sözdü. Çok büyük bir odada, üç minderin 
üzerinde yatmakta olduğumu gördüm. "Lama Mingyar Don-
dup bana seni saat beşte kaldırmamı söylemişti." Ayağa 
kalktım ve diğer çocuklardan gördüğüm şekilde minderleri­
mi duvarın kenarına, üstüste yığdım. Herkes dışarı çıkıyor­
du, benimle birlikte olan oğlan, "Kahvaltı için acele etmeli­
yiz, sonra seni Lama Mingyar Dondup'a götürmem gereki­
yor" dedi. Şimdi biraz daha yatışmaya başlamıştım, burayı 
sevdiğimden ya da burada kalmak istememden değildi bu. 
Fakat başka şansım olmadığı için, hiç telaş etmeyip rahat 
edersem, kendi kendimin en iyi arkadaşı olacaktım. 
Kahvaltı ettiğimiz sırada, okuyucu tekdüze bir sesle, 
Kutsal Budist Yazıları'ndan Kan-gyur'un on iki cildinden bi­
rinden bir bölüm okuyordu. Benim başka bir şey düşünmüş 
olduğumu anlamış olmalı ki şiddetle atıldı: "Sen, orada otu­
ran yeni gelen çocuk, en son ne söyledim ben? Çabuk!" Ani 
bir alev gibi ve hiç düşünmeden yanıtladım: "Şu oğlan dinle­
miyor, onu yakalayacağım dediniz efendim!" Bu yanıt bir 
kahkaha tufanının kopmasına yol açtı ve beni dikkatsizliğim 
yüzünden gizlenmekten kurtardı. Okuyucu güldü ve Kutsal 
66 
Yazılar'dan okuduğu metnin ne olduğunu sorduğunu açıkla­
dı. Bu seferlik kurtarmıştım paçayı. 
Yemeklerde, okuyucular ayakta durarak, bir rahle üze­
rine yerleştirilmiş bir kutsal kitaptan parçalar okurlar. Ye­
mek yenirken rahiplerin konuşması ya da yedikleri yemeği 
düşünmeleri yasaktır. Yedikleri yemekle birlikte kutsal bil­
gileri de sindirmelidirler. Hepimiz minderlerin üzerinde yer­
de oturur ve kırk-kırk beş santimetre yüksekliğindeki masa­
larda yemeğimizi yerdik. Yemek sırasında en küçük bir ses 
çıkarmamıza izin verilmezdi, dirseklerimizi masaya dayama­
mız da yasaktı. 
Disiplin, Chakpori'de gerçekten demir gibiydi. Chakpori 
"Demir Dağ" anlamına gelir. Öteki manastırların çoğunda, 
disiplin ve günlük işler oldukça yumuşak düzenlenmiştir. 
Rahipler istedikleri zaman çalışırlar ya da boş gezerlerdi. 
Bin rahip içinde ancak bir tanesi yükselmeyi isterdi ve başa­
rırsa lamalığa yükselirdi. Lama aslında "üstün kişi" anlamı­
na gelir ve bu sıfat herkese verilmez. Bizim manastırda ise 
disiplin çok sıkı, hatta son derece sertti. Bizler birer uzman, 
sınıfımızın liderleri olacaktık, bu yüzden de mutlak bir dü­
zen ve eğitimden geçmemizin gerekli olduğu düşünülürdü. 
Rahip adaylarının giydiği beyaz renkli elbiseleri giymemiz 
yasaktı; bunun yerine kabul olunmuş bir rahibin koyu kırmı­
zı giysisini giyerdik. Manastırın ev işlerini gören işçilerimiz 
de vardı, bunlar manastırın bakımını üstlenmiş hizmetkâr-
rahiplerdi. Bu nedenle, çok kesin bir ayrım yapılmasını önle­
mek için herkes sırayla bu işleri yapardı. Şu eski Budist sö­
zünü daima hatırlamamız gerekirdi: "Senin örnek olman, di­
ğerlerine ancak yarar sağlar, zarar değil. Buda öğretisinin 
temeli budur." Bizim Soylu Reis, Lama Cham-pa La da ba­
bam kadar katı ve kesin bir itaat yanlısıydı. Onun şöyle bir 
sözü vardı: "Okuma ve yazma bütün niteliklerin kapısıdır;" 
doğrusu, bu konuda yapacak çok işimiz vardı. 
67 

Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin