Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə6/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15
lobsang rampa Üçüncü Göz



MÜRiT YASAMI 
Chakpori'deki "günlerimiz" gece yarısı başlardı. Gece 
yarısını bildiren boru, loş bir biçimde aydınlatılmış koridor­
larda yankılanırken, minder yataklarımızdan uykulu uykulu 
kalkar ve karanlıkta el yordamıyla, beceriksizce giysilerimizi 
arardık. Yapay utangaçlıkların olmadığı Tibet'te çıplak uyu­
mak adetti. Eşyalarımızı, giysilerimizin bir torba gibi göğsü­
müze çektiğimiz ön tarafına sokuşturup dışarı çıkardık. Son­
ra, o saatte kalkmış olmaktan hiçbir hoşnutluk duymadan, 
buz gibi koridorlardan aşağı titreyerek inerdik. Bize verilen 
bir başka öğüt de şöyleydi: "Kızgın olduğunuz zaman Buda 
gibi oturup dua etmektense, sakin bir kafayla dinlenmek da­
ha iyidir." Sık sık saygısızca düşünürdüm: "Pekâlâ, niçin biz 
sakin bir kafayla dinlenemiyoruz öyleyse? Gecenin bu vak­
tinde ayağa kalkmaktan hiç hoşlanmıyorum!" Fakat hiç kim­
se bana doyurucu bir yanıt vermiyordu ve ben de diğerleriyle 
birlikte Dua Salonu'na gitmek zorunda kalıyordum her sefe­
rinde. Burada bulunan sayısız yağ kandili, ışıklarını tütsü 
dumanlarının sürüklenen bulutları arasından saçmak için 
adeta çırpınır dururdu. Kocaman kutsal heykeller, titreşen 
ışığın altında oynaşan gölgeler oluşturur, sanki ilahilerimizi 
yanıtlar gibi eğilip bükülerek adeta canlı gibi görünürlerdi. 
Büyüklü küçüklü yüzlerce rahip, yerdeki minderlerin 
üzerinde bağdaş kurup, salon boyunca uzanan sıralar halin­
de otururlardı. Her sıra, yüzleri birbirine dönük olarak otu­
rurdu, böylece birinci ve ikinci sıralar yüz yüze, ikinci ve 
68 
üçüncü sıralar sırt sırta otururlar ve öteki sıralarda da dü­
zen böyle giderdi. İlahilerimizi ve kutsal şarkılarımızı, sesle­
rimize özel bir gam vererek söylerdik; çünkü Doğu'da sesle­
rin de bir güce sahip olduğunu biliyorduk. Tıpkı bir müzik 
notasının bir camı darmadağın edebildiği gibi, seslerin belir­
li bir düzeni, belirli bir güç geliştirebilir. Bu ayinlerimizde 
ayrıca, Kan-gyur'dan alınmış parçalar da okunurdu. Kiminin 
üzerinde kan kırmızı elbiseler, kiminin boynunda altın renk­
li atkılarıyla yüzlerce rahibin, küçük zillerin çıngırtıları ve 
davulların gümbürtüsüyle bir bütün halinde ilahi okuyup, 
hafif hafif sağa sola sallanışını seyretmek gerçekten çok etki­
leyiciydi. Tütsü dumanının oluşturduğu mavi bulutlar, tanrı 
heykellerinin dizlerinin çevresinde kıvrılır, bir çelenk gibi 
birbirinin içine geçerdi. Bazen bu figürler, soluk ışık altında, 
sanki gözlerini bize dikmiş bakıyor gibi görünürlerdi. 
Ayin yarım saat sürer, sonra sabah dörde kadar uyu­
mak üzere minder yataklarımıza dönerdik. Dördü çeyrek ge­
çe bir başka ayin başlardı. Beşte de, tsampa ve yağlı çaydan 
ibaret olan ilk yemeğimizi yerdik. Okuyucu bu ilk yemekte 
bile tekdüze bir sesle sözcükleri mırıldanır ve gözcü de onun 
yanında tetikte durarak çevreyi gözlerdi. Herhangi bir özel 
emir ya da haber varsa, bu ilk yemekte iletilirdi bizlere. Ör­
neğin, Lhasa'ya gidip bir şey alınması gerekebilirdi ve isteni­
lenleri gidip alacak ya da toplayacak olan rahiplerin isimleri 
bu kahvaltı sırasında bildirilirdi. Dışarı gidecek olanlara ay­
rıca, hangi saatler arasında manastır dışında olacaklarını ve 
hangi ayinlere katılamayacaklarını belirten özel bir izin kâ­
ğıdı verilirdi. 
Saat altıda, günlük derslerimizin ilkine başlamaya ha­
zır, sınıflarımızda toplanmış olurduk. Tibet'te İkinci Yasa­
mız şöyle derdi: "Dini adetleri yerine getirecek ve çalışacak­
sınız." Yedi yaşımın bilgisizliğiyle, "Büyüklerinize ve soylu 
doğmuş olanlara saygı göstereceksiniz," diyen Beşinci Yasa, 
ihlâl edilirken, bu ikinciye niçin uymamız gerektiğini bir 
türlü anlayamıyordum. O güne kadarki deneyimlerim beni, 
yüksek ve soylu doğmuş olmakla utanç verici bir şey yapmış 
69 

olduğum inancına götürmüştü. Asıl önemli olanın bu doğum­
la belirlenen düzeyin değil, fakat o insanın karakteri olduğu­
nu henüz kavrayamamıştım o zamanlar. 
Çalışmalarımıza kırk dakika kadar ara vererek, sabah 
dokuzda bir başka ayine katılırdık. Aslında oldukça iyi vakit 
geçirdiğimiz bir ara olurdu bu, fakat yine de ona çeyrek kala 
yeniden sınıfta olmamız gerekiyordu. Bu kez bir başka konu 
başlar ve saat bire kadar sürekli çalışmamız gerekirdi. Saat 
bir olduğunda dahi yemek için hemen serbest bırakılmazdık; 
ilk önce yarım saat süren bir ayine katılır, daha sonra yağlı 
çayımızı içer, tsampamızı yerdik. Bunu bir saat süren ağır 
bir iş takip ederdi; bedenimizi çalıştırsın ve bize alçak gönül­
lülüğü öğretsin diye. En hoşa gitmeyen işlerin içinde, en kar­
maşık olanını seçmemek için özel bir çaba harcardım. 
Saat üç olduğunda, bir saatlik zorunlu bir dinlenme için 
odalarımıza çekilirdik; dinlenme boyunca konuşmamıza ve 
hareket etmemize izin verilmezdi, hiç kımıldamadan öylece 
yatmak zorundaydık. Hiç kimsenin hoşuna gitmezdi bu ara, 
çünkü uyumak için çok kısa ve hiçbir şey yapmadan tembel 
tembel oturmak için de çok uzundu. Yapılacak çok daha iyi 
şeyler düşünebilirdik! Saat dörtte, bu dinlenme süresi sona 
erer ve yeniden çalışmaya dönerdik. Bu, günün en korkunç 
devresiydi; hiç ara vermeden geçirdiğimiz bu beş saat, en şid­
detli cezalara çarptırılmadıkça hiçbir biçimde sınıftan dışarı 
çıkamadığımız bir süreydi. Öğretmenlerimiz kalın değnekle­
rini kullanmakta oldukça cömert davranırlardı, üstelik içle­
rinden bir kısmı suçluların cezalarını büyük bir istekle yeri­
ne getirirlerdi. Yalnızca çok fena sıkışmış ya da en çılgın öğ­
renciler, dönüşte cezanın kaçınılmaz olduğu "mazeret izni" 
için talepte bulunurlardı. 
Saat dokuzda, günün son yemeğini yemek üzere serbest 
bırakılırdık. Bu yemek de yine yağlı çay ve tsampadan iba­
retti. Ara sıra, ancak ara sıra, sebze verirlerdi bize. Sebzeden 
kastım da genellikle dilimlenmiş şalgam ya da çok ufak tane­
li bir parça fasulyeydi. Çiğ olarak verilen bu sebzeler yine de 
aç oğlanlar tarafından büyük bir memnuniyetle midelere in-
70 
dirilirdi. Hiç unutmam, sekiz yaşımdayken bir seferinde ce­
viz turşusu vermişlerdi bize. Evdeyken sık sık yerdik ceviz 
turşusunu ve özellikle benim çok hoşuma giderdi bu. Onun 
için bir aptal gibi çocuğun birine, onun turşusuna karşılık 
yedek giysimi vermeyi teklif ettim. Gözcü'nün kulağından 
kaçmamıştı bu ve suçumu itiraf etmek üzere salonun ortası­
na çağrıldım. "Açgözlülüğümün" cezası olarak yirmi dört 
saat aç ve susuz bırakılacaktım. Üstelik yedek giysimi de al­
dılar. Gerekli olmayan bir şeyle değiş tokuş etmeye kalkıştı­
ğım için, artık ihtiyacım yoktu ona. 
Saat dokuz buçukta yataklarımıza giderdik. Uyku için 
hiç kimse geç kalmazdı! Bitmez tükenmez saatlerin beni öl­
düreceğini zanneder, her an düşüp ölebileceğimi ya da derin 
bir uykuya dalıp bir daha hiç uyanamayacağımı düşünür­
düm. İlk günlerde ben ve diğer yeni oğlanlar bir köşeye gizle­
nir, kaçamak bir güzel kestirirdik. Kısa bir süre sonra bu 
uzun geçen saatlere alıştım ve günün uzunluğunu hiç fark 
etmedim bile. 
Sabahleyin beni uyandıran çocuğun yardımıyla kendimi 
Lama Mingyar Dondup'un kapısı önünde bulduğumda, saat 
henüz altı oluyordu. Henüz kapıya vurmadan, girmem için 
seslendi bana içeriden. Odası çok güzeldi; duvarlar harikula­
de resimlerle kaplanmıştı. Alçak sehpaların üzerine ufak 
heykeller yerleştirilmişti; bunlar tanrı ve tanrıçaların yeşim 
taşı, altın ve emayeden yapılmış şekilleriydi. Duvarda ise ko­
caman bir dua değirmeni asılıydı. 
Lama ben içeri girdiğimde, bir minderin üzerinde lotus 
duruşunda oturmuş, önündeki alçak masanın üzerinde du­
ran kitabı okuyordu. 
"Gel buraya, yanıma otur Lobsang" dedi. "Seninle konu­
şacak pek çok şeyimiz var; fakat ilk önce büyümekte olan bir 
adam için önemli bir soru sorayım sana: Yeteri kadar yiyip 
içtin mi?" Onu tok olduğuma güçlükle inandırdım. "Soylu 
Reis seninle birlikte çalışabileceğimizi söyledi. Senin bundan 
önceki bedenlenmeni araştırdık, güzeldi. Şimdi biz senin o 
zamanlar sahip olduğun güç ve yetenekleri yeniden geliştir-
71 

mek ve birkaç yıllık bir süre içinde, bir lamanın ömür bo­
yunca edinebileceği bilgilerden daha fazlasına sahip olmanı 
istiyoruz." Durakladı ve uzun uzun, sert sert baktı bana. 
Gözleri deliciydi. "Bütün insanlar kendi yollarını seçmekte 
özgür olmalıdırlar" diye sürdürdü sözlerini, "eğer doğru yolu 
seçersen, kırk yıllık ömrün boyunca oldukça zor yaşayacak­
sın; fakat bu bir sonraki hayatta yarar sağlayacak sana. 
Yanlış yol ise bu hayatta sana geçici bir rahatlık ve zenginlik 
sağlayacak, fakat gelişemeyeceksin. Yolunu sadece ve sadece 
kendin seçebilirsin." Durdu ve bana baktı. 
"Efendim," diye karşılık verdim, "babam bana kesin ola­
rak, manastırda başarılı olamadığım takdirde eve dönmeme­
mi söyledi. Eğer geri dönebilecek bir evim olmazsa, o zaman 
ben nasıl rahatlık isteyebilirim ki? Ve eğer bu yolu seçersem, 
bana kim doğruyu gösterir?" Güldü ve yanıtladı: "Şimdiden 
unuttun mu? Senin önceki bedenlenmeni inceledik. Eğer 
yanlış yolu, rahatlık yolunu seçsen bile, o zaman "Yeniden 
Bedenlenmiş" biri olarak manastırdaki yerini alacaksın ve 
birkaç yıl sonra da reis olup burayı yöneteceksin. Baban ba­
şarısızlık saymaz bunu!" 
Konuşma tarzında öyle bir şey vardı ki, ona bir soru da­
ha yönelttim: "Peki, siz bunu başarısızlık olarak değerlendi­
rir miydiniz?" 
"Evet," diye yanıtladı, "ne bildiğini bildiğim için buna 
başarısızlık derdim." 
"Peki, bana kim yol gösterecek?" 
"Eğer doğru yolu seçersen, senin rehberin ben olacağım, 
fakat seçecek olan sensin, hiç kimse senin kararını etkileye­
mez." 
Ona baktım, uzun uzun inceledim. Ve gördüğüm şeyi 
sevdim. Keskin siyah gözlü, kocaman bir adam. Geniş ve 
açık bir yüz, geniş bir alın. Evet, gördüğümü sevmiştim. Yedi 
yaşında olmama karşın zor bir hayat geçirmiş, birbirinden 
farklı bir sürü insanla karşılaşmıştım; karşımdaki insanın 
iyi olup olmadığını tartabiliyordum kafamda. 
72 
"Efendim" dedim, "sizin öğrenciniz olmayı ve doğru yolu 
seçmeyi isterdim." Kederli bir biçimde ekledim, "Fakat yine 
de çalışmayı sevmiyorum!" 
Güldü, derin ve sıcaktı gülüşü. "Lobsang, Lobsang, as­
lında hiçbirimiz çok çalışmaktan hoşlanmayız, fakat pek azı­
mız bunu kabul edecek kadar doğrucuyuzdur." Kâğıtlarına 
bir göz attı, "Madde ötesi görüşünü zorlamak için pek yakın­
da alnına bir operasyon yapmamız gerekecek, ondan sonra 
da hipnotizma yoluyla, çalışmalarını hızlandıracağız. Tıpta 
olduğu kadar, metafizikte de pek çok şey öğreteceğiz sana." 
Biraz keyfim kaçmıştı, demek daha da çok çalışma bek­
liyordu beni. Bana, sanki bütün yedi yılım boyunca çok sıkı 
çalışmış, yeteri kadar oyun oynamamış, uçurtma uçurmamı-
şım gibi geliyordu. Ama Lama ne düşündüğümü biliyordu 
sanki. "Oh, evet, genç adam. İleride bol bol uçurtma uçurma 
fırsatın olacak, hem de gerçek uçurtmaları, içinde insan taşı­
yanları. Fakat ilk önce bütün bu çalışmaları en iyi biçimde 
nasıl düzenleyebiliriz, ona bakalım." Kâğıtlarına döndü ve 
onları biraz karıştırdıktan sonra, "Dur bakayım" dedi, "saat 
dokuzdan bire kadar. Evet başlangıç için bu iyi. Her sabah 
dokuzdaki ayine katılmak yerine buraya gel, ilginç ne gibi 
konular tartışabileceğimizi görelim. Yarından itibaren başlı­
yoruz. Annene ve babana göndermek istediğin bir mesajın 
var mı? Bugün onları göreceğim. Senin saç örgünü verece­
ğim de!" 
Oldukça iyi başarmıştım. Bir oğlan çocuğu manastıra 
kabul edildiğinde örgüsü kesilir ve kafası usturaya vurulur­
du; bu örgü de, oğullarının kabul edilmesinin bir sembolü 
olarak küçük bir rahip yardımcısı tarafından anne ve babası­
na gönderilirdi. Benimkini ise Lama Mingyar Dondup'un 
kendisi götürüyordu. Bu onun beni "manevi oğul" olarak ka­
bul ettiğini gösteriyordu. Bu lama oldukça önemli bir kişiydi, 
bütün Tibet'te en çok geçerli bir saygınlığa sahip, zeki bir 
adamdı. Böyle bir insanın yanında başarısızlığa uğramaya­
cağımı biliyordum. 
Sınıfa geri döndüm. O sabah dersin en dikkatsiz öğren-
73 

cisi bendim; düşüncelerim bambaşka yerlerdeydi. Öğretme­
nimin ise beni cezalandıracak bol vakti oldu. 
Öğretmenlerin hepsi de çok sertti, her şey o kadar zor 
geliyordu ki bana! Fakat zaman geçtikçe, buraya bu amaçla, 
yani eğitilmek için geldiğimi düşünerek kendimi avutmaya 
çalıştım. Bunun için mi yeniden bedenlenmiştim? Biz Tibetli­
ler, yeniden bedenlenmeye kuvvetle inanırız. Bu inanca göre, 
gelişiminin ileri bir devresine ulaşmış kişi, ya bir başka bo­
yutta varolmayı istediği için, ya da biraz daha öğrenmek ve­
ya diğerlerine yardım etmek için yeryüzüne geri dönmeyi se­
çer. Kendisine yeryüzünde yapması gereken belirli bir görev 
seçmiş olan akıllı bir kişi, görevini tamamlayamadan ölmüş 
olabilir. Bizim inancımıza göre bu durumda, diğer insanlara 
yararlı olacak bir sonuca varmak kaydıyla, görevini tamam­
lamak üzere yeryüzüne yeniden gelebilir. Ancak, önceki be-
denlenmelerinin nasıl olduğunu araştırıp bulabilen kimsele­
rin sayısı pek azdı, çünkü bunun için belli birtakım belirti­
lerin olması gerekirdi; zaman ve bedeli ise çoğu kez buna en­
gel olurdu. Benim gibi bu belirli işaretlere sahip olanlara, 
"Yeniden Bedenlenenler" denirdi. Bu kimselere gençliklerin­
de, aynen bana yaptıkları gibi sertliğin de üstünde bir sert­
likle davranılır, yaşlandıklarında ise en çok saygı gösterilen 
kişi olurlardı. Bana gelince, gizli bilgilerimi "zorlayıp", onları 
"beslemek" için özel bir işlemden geçecektim. Niçin, ben de 
bilmiyordum o zamanlar! 
Omuzlanma inen sille tokat yağmuruyla birlikte bir an­
da silkinip, gerçeğe, sınıfa döndüm. "Aptal, budala, ahmak! 
Aklı çelen şeytanlar o kalın kafanı delmeyi başardılar mı? 
Doğrusu ben bile bu kadarını beceremiyorum. Dua et ki ayi­
ne katılma vakti geldi!" Kızgınlıktan köpürmüş öğretmen, bu 
ihtarla birlikte müthiş bir tokat daha atarak, kurumla kapı­
dan dışarı çıktı. Yanımdaki oğlan, "Unutma bu akşam üzeri 
mutfak işleri sırası bizde. Tsampa torbalarımızı doldurabile­
ceğimiz bir fırsat çıksa keşke" dedi. Mutfak işleri ağırdı, üs­
telik oranın "devamlıları"da biz küçüklere esir muamelesi 
yaparlardı. Mutfakta sürekli çalışarak geçirilen iki saat so-
74 
nunda dinlenmek için bir beş dakika bile verilmezdi bize. 
Ağır çalışmayla geçen iki tam saat, sonra yine doğru sınıfa. 
Bazı zamanlar geç vakte kadar mutfakta tutulur ve bu yüz­
den sınıfa da geç kalırdık. Karşımızda, öfke içinde bizi bekle­
yen bir öğretmen bulurduk, öyle ki onun o kalın sopası, daha 
geç kalış nedenimizi açıklamaya fırsat bırakmadan sağımıza 
solumuza inmeye başlardı. 
Mutfakta çalıştığım ilk gün, az kalsın hayatımın son 
günü oluyordu. İri ve yassı taşlarla döşenmiş koridorlarda 
bir sürü halinde mutfağa doğru isteksiz isteksiz ilerledikten 
sonra, mutfağın kapısında kızgın bir rahip karşıladı bizi: 
"Haydi çabuk, sizi tembel, işe yaramaz haylazlar sizi," diye 
haykırdı. "Baştan on kişi, şuraya girin ve ateşleri besleyin." 
Ben onuncuydum. Bir kat daha aşağı indik. Sıcak kavuru­
cuydu. Önümüzde, gürleyen ateşlerin kıpkırmızı ışığı parlı­
yordu. Dört bir yana, fırınlarda yakacak olarak kullanılan 
Yak Öküzü tezekleri dizilmişti. "Şu demir kepçeleri alın ve 
gücünüzün yettiği kadar çabuk besleyin ateşi" diye haykırdı 
bu işi yöneten rahip. Benim sınıfımdan olanların hiçbiri on 
yedi yaşından küçük değildi. Bunlann arasında, yedi yaşın­
da, çelimsiz bir tek ben vardım. Güçlükle havaya kaldırabil-
diğim kepçeyi, gübreyi ateşe atmak üzere götürürken rahi­
bin ayağına düşürdüm. Kızgınlıktan adeta gürleyerek beni 
boğazımdan yakaladı, çevresinde şöyle bir döndürüp bıraktı. 
Uçarak arkaya savruldum. Ok gibi müthiş bir sızı kapladı 
içimi, yanık et kokusu yayıldı ortalığa. Bir çığlık atarak ye­
re, sıcak küllerin ortasına düşmüştüm. Kızgın demir sol ba­
cağımı mafsala yakın bir yerde, kemiğe değene kadar yaktı 
geçti. Beni şimdi bile zaman zaman rahatsız eden bu ölü de­
risi gibi bembeyaz izi hâlâ taşırım. Sonraki yıllarda bu iz, 
Japonların kimliğimi ortaya çıkarmalarına yardım edecekti. 
Bir kargaşalık başladı. Her taraftan koşarak rahipler 
geldiler. Ben hâlâ kızgın küllerin ortasında yatıyordum, az 
sonra kaldırdılar. Bedenimin büyük bir kısmı, pek derin ol­
mamakla birlikte, yanmıştı. Fakat bacağımdaki yanık ger­
çekten çok ciddiydi. Beni derhal yukarı katta bulunan bir la-
75 

manın odasına taşıdılar. Doktor olan bu lama bacağımı kur­
tarmaya çalışıyordu. Demir paslıydı ve girdiği yerden çıkar­
ken bir pas tabakası bırakmıştı ardında. Lama yarayı mua­
yene ederek, bu pas parçalarından iyice temizlenene kadar 
kazıdı. Sonra toz haline getirilmiş bir ot kompresiyle baca­
ğım sıkı sıkı sarıldı. Bedenimdeki diğer yanık kısımlar, otlar­
dan hazırlanmış ve alev alev yakan acıyı rahatlatan bir los­
yonla silindi. Bacağım zonkluyor, zonkluyordu; bir daha hiç 
yürüyemeyeceğimden emindim. Lama işini bitirdiği zaman 
bir rahip çağırdı ve yandaki küçük odaya taşınıp, minderle­
rin üzerine yerleştirildim. Birazdan içeri giren yaşlı rahip, 
yere, yanı başıma oturarak dualar mırıldanmaya koyuldu. 
Kaza olduktan sonra sağlığım için dua etmenin hiç de fena 
bir şey olmadığını düşündüm kendi kendime. 
Rahiplerin acımasız insanlar oldukları düşünülebilir, 
aslında hiç de öyle değillerdi. "Rahipler" kimlerdi? Bizde bu 
sözcüğün anlamı, lamalığa hizmet yolunda yaşayan erkekler 
demektir. Bu kimsenin dini bir hizmette bulunması gerek­
mez. Tibet'te hemen herkes rahip olabilir. Genellikle oğlan 
çocukları, başka hiçbir seçim hakları olmadan, birer rahip ol­
maya gönderilirler. Ya da herhangi bir çoban, yeteri kadar 
sürü güttüğüne karar verip, ısı sıfırın altında kırk derece ol­
duğu zamanlar başını sokabileceği bir çatı altını garantile­
mek isteyebilir. Bu kişi dini inançları yüzünden değil, beden­
sel rahatlığı için rahip olmuş demektir. Lama manastırla­
rında, manastırın ev işlerini yapanlar, kalfalar, işçiler ve 
çöpçüler yine "rahipler"dir. Dünyanın diğer ülkelerinde oldu­
ğu gibi bizde de bu kişilere "hizmetkâr" ya da benzeri bir ad 
verilmiştir. Bizim rahiplerin çoğu, oldukça zor bir yaşam ge­
çirmiş olurlardı, çünkü üç bin yedi yüz metreden altı bin iki 
yüz metreye dek yükselen bir ülkede yaşamak bile başlı başı­
na bir zorluktur. Bizim için "rahip" sözcüğü, "adam" sözcü­
ğüyle eş anlamlıydı. Din adamlarına verdiğimiz isimler ise 
oldukça farklıydı. Mürit demek, öğrenci, acemi ya da rahip 
adayı demekti. Genellikle herkesin "rahip" olarak adlandırdı­
ğı kimselere bizde trappa denir. Lama manastırlarının ço-
76 
ğunluğunu trappalar oluştururdu. Bundan sonra lamalar ge­
lirdi. 
Lamalar ustalar, bizim deyimimizle gurular'dır. Lama 
Mingyar Dondup benim gurum, ben ise onun müridi olacak­
tım. Lamalardan sonra abbotlar gelirdi. Bunların hepsi de 
manastırları yönetmiyordu ama pek çoğu, yüksek düzeyler­
deki yönetimin genel hizmetlerini yerine getirmekle görevli 
kişilerdi. Bir kısmı ise manastırdan manastıra dolaşırdı. 
Bazı durumlarda, belirli özelliği olan bir lamanın statüsü, 
bir abbotunkinden daha yüksek olurdu. "Yeniden Bedenle-
nenler," benim olduğum gibi, on dört yaşındayken bile abbot 
olabilirlerdi; bu da yapılan zorlu denemelerde gösterdikleri 
başarıya bağlıydı. "Rahipler" adı altındaki gruba dahil bir 
başka örnek de "polis rahipler'di. Bunların tek görevi düze­
nin kurallarına uyulmasını sağlamaktı. Tapınaklardaki 
ayinlere katılmazlardı. Polis rahipler genellikle insafsızdılar 
ve az önce belirtmiş olduğum gibi, manastırın bakımıyla uğ­
raşanlar da aynı onlar gibiydiler. Maiyetindeki bahçıvanın 
yanlış bir davranışından ötürü hiç kimse baş rahibi suçlaya­
mazdı! Ya da, sadece bir baş rahibin emrinde çalıştığı için 
kimse bahçıvanın bir aziz olmasını bekleyemezdi. 
Manastırda bir de hapishanemiz vardı. İçinde olmanın 
hiçbir biçimde güzel olmadığı bir yer, fakat oraya gönderilen­
lerin kişilikleri de pek güzel sayılmazdı. Burayı yalnızca bİT 
kez, o da hasta bir mahkûmu tedavi etmek üzere gittiğim za­
man gördüm. O gün hapishane hücresine çağrıldığımda, tam 
manastırdan ayrılmak üzereydim. Arka avlunun ötesinde, 
daire şeklinde dizilmiş, hemen hemen birer metre yüksekli­
ğinde birkaç duvar vardı. Duvarların yapılmış olduğu muaz­
zam taşların genişlikleri, yüksekliklerine denkti. Üstleri, bir 
adam kalçası kadar kalın, taştan çubuklarla örtülmüştü. Bu 
duvarlar üç metre çapında daire şeklinde bir alanı çevreli­
yorlardı. Dört polis rahip, çukurun ortasına doğru uzanan 
bir sırığı kenara çektiler. Sonra içlerinden biri, yerden yak 
öküzü kılından yapılmış bir halat aldı. Halatın ucunda sanki 
pek dayanıksızmış gibi görünen bir ilmek vardı. Kederli ke-
77 

derli baktım; Kendimi buna mı emanet edecektim? "Şimdi 
Saygıdeğer Doktor Lama," dedi polis, "eğer şuraya çıkar ve 
ayağınızı buraya geçirirseniz, sizi aşağıya indiririz." Suratı­
mı asıp razı oldum. "Işığa ihtiyacınız olacak efendim" dedi iç­
lerinden biri ve yağa batırılmış pamuk ipliğinden yapılma, 
alevler saçan bir meşale verdi bana. Sıkıntım biraz daha art­
mıştı; hem ipe tutunup hem de meşaleyi taşımam ve bu ara­
da kendimi ve beni zorlukla taşıyan bu ince ipi yakmamam 
gerekiyordu. Her şeye karşın, su damlacıklarıyla parıldayan 
duvarların arasından, sekiz-dokuz metre aşağıya, dipteki pis 
taş zemine inebildim. Meşalenin ışığında, duvarın dibine iki 
büklüm çökmüş, kötü görünümlü bir zavallı vardı. Tek bir 
bakış yetti, manyetik alanı yoktu, yaşamıyordu artık. Varo­
luşun değişik boyutlarında gezinen ruhu için dua ettim ve 
vahşi, sabit bakışlı gözlerini kapattım; ardından beni yukarı 
çekmeleri için seslendim. Benim işim bitmişti, bundan sonra­
sı ceset parçalayıcılara aitti. Suçunun ne olduğunu sordu­
ğumda, onun ordan oraya dolaşan bir dilenci olduğunu, 
yemek yemek ve barınmak için manastıra gelip, gece olunca 
da birkaç parça eşyası için bir rahibi öldürdüğünü söylediler. 
Kaçarken yakalanmış ve suç işlediği yere geri getirilmişti. 
Fakat tüm bunlar, mutfak işlerindeki ilk günümde başı­
ma gelen kazadan biraz uzaklaştırdı bizi. 
Serinletici losyonların etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Ve 
ben sanki derim kavrularak gövdemden ayrılıyormuş gibi 
hissediyordum. Bacağımdaki zonklama daha da artmıştı, ya­
ra şişip şişip de aniden patlayacakmış gibiydi sanki. Ateşler 
içindeki hayallerime bakılırsa, yanan bir meşale tıkanmıştı 
demirin açtığı deliğe. Zaman geçiyor, manastırdan, kimileri­
ni iyi tanıdığım, çoğunu ise anlamadığım sesler geliyordu. 
Acı, alev alev yanan ufak dalgalar halinde tarıyordu bedeni­
mi. Yüzükoyun yatıyordum, fakat kızgın küllerden bedeni­
min ön tarafı da yanmıştı. Hafif bir hışırtı duydum, hemen 
yanı başıma birisi oturmuştu. Yumuşak, sevgi dolu bir ses, 
Lama Mingyar Dondup'un sesi, "Küçük dostum, bu kadarı 
fazla. Uyu" dedi. Yumuşak parmaklar dolaştı sırtımda. Tek-
Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin