16
LAMALIK
Astral bedenin fiziksel bedenden ayrıldığı ve yalnızca
gümüş kordonla yeryüzündeki hayata bağlı kaldığı astral se
yahat sanatı üzerine, oldukça iyi bir eğitim görmüştüm ar
tık. Pek çok kimse, bizim bu yolla seyahat edebildiğimize
inanmakta güçlük çekiyor. Aslında bu her uyuyan insanın
yaptığı bir şey, yalnız pek az kimse bunun farkındadır. Do
ğuda ise lamalar bu gezi sırasında yaptıklarını, gördüklerini,
nerelere gittiklerini tümüyle hatırlarlar. Batılı insanlar bu
yeteneklerini yitirmiş olduklarından, uyandıkları zaman, bir
düş görmüş olduklarını sanırlar.
Astral seyahat etme olayı, bütün ülkelerde bir bilimdir.
İngiltere'de büyücülerin uçabildikleri söylenir. ABD'de Kızıl-
derililer'in ruhlarının uçtuğu söylenir. Bütün ülkelerde, her
yerde, bu gibi şeylerle ilgili kıyıda köşede kalmış kimi bilgi
ler vardır aslında. Astral seyahat bana öğretildi. Herkese de
öğretilebilir.
Öğrenilmesi ve kişi tarafından kontrol altına alınabil
mesi mümkün bir başka sanat da telepatidir. Fakat bir sah
ne gösterisi olarak kullanılacaksa değil. Bu sanatın Batı'da
yavaş yavaş ilgi görmeye başlaması sevindirici bir olay. Do-
ğu'nun bir başka sanatı da hipnotizmadır. Ben hipnotize
edilmiş hastalar üzerinde, bacağın kesilmesi ya da bunun
kadar ciddi bazı büyük ameliyatlar yaptım. Hasta hiçbir şey
hissetmez, hiçbir acı duymaz ve üstelik bu günlerde çok sık
başvurulan anestezinin yol açtığı yan etkilere katlanmak zo-
211
runda kalmadığı için de uyandığında kendisini çok daha iyi
hisseder. Bana söylendiğine göre, İngiltere'de yapılan ameli
yatlarda hipnotizma belli ölçüde kullanılıyormuş artık. *
Doğuda uğraştığımız bir başka konu da, görünmezlik
olayı. Kural basit, fakat uygulaması zor. İlginizi uyandıran
bir şey düşünün. Bir ses? Ani ve hızlı bir hareket ya da çarpı
cı bir renk? Sesler ve ani hareketler insanları uyandırır, kar
şılarındaki kişiyi fark etmelerine yol açar. Hareketsiz duran
bir insan gibi, "her yerde rastlanan" tipte sıradan bir insan
da kolayca fark edilmez. Postacınızı düşünün. Onun için sık
sık, "Onu buralarda pek gören olmamıştır" denir, fakat yine
de mektupları kapıya bırakmıştır. Nasıl, görünmeyen bir
adam mı bıraktı bunları kapıya? Yoksa "görünmeyecek" ya
da fark edilmeyecek kadar yakından tanıdığınız bir çehre mi
bu? Evet, insanda suçluluk duygusu ne kadar fazlaysa, çev
resinde de o kadar çok polis varmış gibi gelir ona! Bu da gö
rünmezlik olayının tam tersidir.
Başkalarınca fark edilmeyecek bir duruma girebilmek
için, hareketlerin ve beyin dalgalarının durdurulmaları gere
kir! Eğer bir madde olarak, beynin görevini sürdürmesine,
yani düşünmesine izin verilirse, yakınlarda bulunan herhan
gi bir kişi telepatik olarak bu düşünceleri alır, sahibini görür
ve böylece görünmezlik hali ortadan kalkar. Tibet'te istedik
leri zaman görünmezlik durumuna girebilen kişiler vardır.
Ancak bunlar aynı zamanda beyin dalgalarını gizleyebilecek
güce de sahiptirler.
Düşünce gücü ile havaya yükselebilen kişiler de vardır,
ama bu yola yalnızca teknik uygulamalar için arada sırada
başvurulabilir. Çevrede dolaşmak için pek öyle tercih edilen
bir yöntem değildir. Grerçek ustalar, gerçekten de çok basit
bir iş olan astral seyahat yöntemini kullanırlar. Tabii, insa
nın, çok iyi bir öğretmenin yanında olması koşuluyla. Benim
böyle bir öğretmenim vardı ve ben astral seyahat yapabili
yordum, halen de yapıyorum. Ama en içten çabalarıma kar
şın yine de kendimi görünmez hale sokamıyordum. Benden
tatsız bir iş yapmam istendiği zaman bir anda ortadan kay-
212
bolabilmek, herhalde çok büyük bir mutluluk olurdu, fakat
müzikle ilgili yetenek gibi, bu yetenek de benden esirgenmiş
ti. Şarkı söylediğim zaman sesim müzik ustasının tüm öfke
sini üzerime çekmişti, fakat bu öfke, müzik aletlerini herke
sin kullanabileceğini sanarak, zilleri çalmaya çalıştığım ve
tamamen bir kaza sonucu talihsiz bir rahibin kafasını iki ta
raftan kıstırdığım zaman neden olduğum patırtının yanında
bir hiçti. Öğretmenim pek o kadar nazik olmayan bir dille
bana, kendimi tıbba ve olağanüstü görme yeteneğimi güçlen
dirmeye vermemi tavsiye etmişti!
Biz Batı dünyasında yoga olarak adlandırılan spora da
oldukça fazla zaman ayırırdık. Bu hiç kuşkusuz, insanı tah
min edilemeyecek kadar geliştiren, oldukça önemli bir bilim
dalıdır. Benim kişisel görüşüm, büyük değişiklikler yapılma
dığı takdirde yoganın Batılı insanlara göre olmadığıdır. Bu
bilim yüzyıllardan beri bilinmektedir bizde; hareketler ço
cuklara daha çok küçük yaşta iken öğretilir. Eklemlerimiz,
kemiklerimiz ve kaslarımız, kısacası tüm bedenimiz yoga ya
pabilecek bir biçimde eğitilmiştir. Batılılar ve daha çok orta
yaşta olanlar, bu hareketlerle hiç kuşkusuz bir yerlerini ko
laylıkla sakatlayabilirler. Basit bir Tibetli olarak benim gö
rüşüm bu, fakat bazı değişikliklere uğramış şekliyle bir ha
reket çalışması olarak yapılsa bile, bunları rasgele denemeye
kalkışmaması için, herkesin uyarılması gerektiğine inanıyo
rum. Bir kez daha yinelemek istiyorum, herhangi bir kaza
nın önüne geçmek için, yanınızda erkek ve kadın anatomisi
ni çok iyi bilen ve bu işte gerçekten usta bir öğreticiye ih
tiyaç vardır. Sadece hareketler değil, yanlış yapıldığında so
luk alma çalışmaları bile zararlı olabilir!
Tibet'e özgü pek çok olağanüstü olayın kilit noktası, be
lirli bir şekilde soluk alıp verebilmektir. Fakat burada da,
akıllı ve deneyimli bir öğretmen gereklidir, aksi halde zorla
malar ölümle sonuçlanmasa bile, insanı ağır şekilde hasta
edebilir.
Pek çok turist, "koşucular", yani beden ağırlıklarını
kontrol edebilen ve toprağın üzerinde, ayaklan toprağa hiç
213
değmeden büyük bir hızla saatlerce koşabilen lamalar hak
kında yazılar yazmışlardır. Bu çok deneme gerektiren bir iş
tir ve "koşucunun" yarı uyku durumunda olması gerekir. En
uygun zaman, gökyüzünün yıldızlarla dolu olduğu, mehtap
sız bir gecedir. Arazi düz olmalı, üzerinde de koşucunun yarı
uyku durumunu bozabilecek herhangi bir engel bulunmama
lıdır. Bu hızla koşan bir kimse, aynen uykuda gezinen biri
nin bulunduğu durumdadır. Gideceği yolu görür, bunu sü
rekli olarak Üçüncü Gözünün önünde bulundurur ve hiç
durmadan belli bir mantrayı tekrarlar içinden. Saatler boyu
koşar ve gideceği yere vardığında, en ufak bir yorgunluk da
hi hissetmez. Bu sistemin, astral seyahatten daha üstün bir
yanı vardır. Astral seyahatte kişi ancak astral bedeniyle do
laşır ve bu yüzden de maddi eşyaları yerlerinden oynatamaz;
örneğin kendine ait eşyaları beraberinde taşıyamaz. Arjopa
adı verilen bu "koşucular", normal zamanda taşıyabilecekleri
kadar yük taşıyabilirler, fakat o zaman da yorulabilirler.
Tibetli ustalar, düzgün soluk alma sayesinde, deniz dü
zeyinden beş bin metre ya da buna yakın bir yükseklikte,
çıplak olarak buz üstünde oturabilir ve beden sıcaklıklarını
koruyabilirler. Hatta öyle sıcak olurlar ki, çevrelerindeki
buzlar eriyebilir ve kişi rahatça terleyebilir,
Ciğerlerinizdeki havayı tamamen boşalttıktan sonra
ağır bir cismi kaldırmayı denediniz mi hiç? Deneyin, bunun
hemen hemen olanaksız olduğunu göreceksiniz. Bu defa ci
ğerlerinize çekebildiğiniz kadar hava doldurun, soluğunuzu
tutun ve cismi kolayca yerden kaldırın. Veya korktuğunuzda
ya da bir şeye kızdığınızda, mümkün olduğu kadar derin bir
soluk alın ve on saniye kadar içinizde tutun. Sonra ciğerleri
nizdeki havayı yavaş yavaş boşaltın. Bu işlemi en azından üç
kez yineleyin, kalp atışlarınızın yavaşladığını, kendinizi da
ha sakin hissettiğinizi göreceksiniz. Bunlar, herkes tarafın
dan denenebilecek, hiçbir zararı olmayan hareketlerdir. Ja-
ponlar'ın ve ellerine esir düştüğüm zaman Çinliler'in bana
yapmış oldukları daha büyük işkencelere katlanabilmemde
bu nefes kontrolü hakkında bildiklerimin büyük yararı oldu.
214
Lamahk için sınava girme zamanı gelmişti artık. Yalnız
daha önce, Dalay Lama tarafından kutsanmam gerekiyordu.
Dalay Lama, her yıl Tibet'te bulunan tüm rahipleri teker te
ker kutsardı, ama bu işi Roma'daki Papanın yaptığı gibi top
tan yapmazdı. En Değerli Kişi, üzerine püsküller bağlanmış
bir asayla herkese teker teker dokunurdu. Özel bir ilgi duy
duğu, ya da yüksek sınıfa mensup kişilerin başlarına tek
eliyle de dokunurdu. Daha çok sevdiklerini ise başlarına iki
eliyle dokunarak kutsardı. Bana da öyle yaptı ve alçak bir
sesle,"İyi gidiyorsun oğlum. Sınavda daha da başarılı ol. Sa
na olan inancımızı haklı çıkart" dedi.
On altıncı yaş günümden üç gün önce, diğer on dört
adayla birlikte sınavlar için kendimizi öğretmenlere takdim
ettik. 'Sınav hücreleri, bu kez daha bir küçülmüş gibi geldi
bana; belki de ben biraz büyümüş olduğum içindi bu. Ayak
larımı bir duvara değdirip yere uzandığımda, ellerimi karşı
duvara değdirebiliyordum. Hücrenin tavanı yoktu, böylece
en azından bol bol hava alabiliyorduk! Bu kez de hücreye gir
meden önce arandık. Yanımızda içeriye sokmamıza izin veri
len tüm eşya, tahta kâselerimiz, tespihlerimiz ve yazı yaz
mak için gerekli malzemeydi. Denetçiler durumdan memnun
olunca, hepimiz teker teker hücrelerimize götürüldük. Kapı
lar kapandı, sürgüler sürüldü. Arkadan Reis ve Baş Sınava
geldiler ve kapının açılmaması için sürgülerin üzerine koca
man birer mühür bastılar. Kırk beş santimetrekare büyüklü
ğünde olan kapak şeklindeki kapı sadece dış taraftan açılabi-
liyordu. Her günün başında sorular veriliyor, bütün gün üze
rinde çalıştığımız kâğıtlar da akşam olunca toplanıyordu.
Günde bir kez tsampa veriliyordu ama, istediğimiz kadar
çay içebiliyorduk. "Pö-cha kesho" (çay getirin) diye bağırma
mız yeterliydi. Bununla birlikte, hiçbir nedenle dışarı çıkma
mıza izin verilmediğinden, pek fazla çay içmemeyi uygun bu
luyorduk.
Ben on gün kalacaktım bu hücrede. Şifalı otlar, anato
mi ve olağanüstü güçler konularında sınavdan geçiriliyor-
dum. Günün ilk ışıklarından akşam karanlığına dek, bana
215
sanki bitmek tükenmek bilmezmiş gibi gelen beş gün boyun
ca hep bu konularla uğraştım. Altıncı gün bir değişiklik, bir
kargaşalık getirdi beraberinde. Yakındaki bir hücreden inil
tiler, çığlıklar duyuldu. Birisi için sınav sona ermişti artık,
ama benim için ikinci yan başlamak üzereydi. Bir saat sonra
altıncı günün kâğıtları getirildi; metafizik, yoga ve yoganın
dokuz dalı. Bütün bu derslerin hepsinden geçmem gerekiyor
du.
Yoganın dallarindan beşi Batı dünyasında çok az tanı
nır. Hatha Yoga, yalnızca fizik beden ya da bizim deyişimizle
"araç" üzerinde hakimiyet kurmayı öğretir. Kundalini Yoga
kişiye düşünceyle ilgili (zihinsel) güçler kazandırır. Laya Yo
ga düşüncenin üzerine çıkabilmeyi öğretir. Bunun bir dalı da
bir kez okunmuş ve duyulmuş olan bir şeyi her zaman için
hatırlayabilmektir. Raja Yoga kişiyi sonsuz bir bilinçlilik ve
uyanıklığa hazırlar. Samadhi Yoga insanı mükemmel bir ay-
dınlanışa götürür ve kişinin bir an için yeryüzündeki hayatın
ötesindeki amacı görebilmesini sağlar. Bu yoga dalı, maddi
yaşamdan ayrılış anında kişinin En Büyük Gerçeği anlama
sına ve eğer bu kişi diğerlerine yardım etmek gibi kutsal bir
amaçla yeryüzüne geri dönmeye karar vermişse, onun Yeni-
dendoğuş Çarkı'ndan dünyaya geri gelmesine yardım eden
bir bilimdir. Yoganın diğer şekilleri, bu tür bir kitapta tartı
şılamaz hiç kuşkusuz.
Hücrede beş gün daha kaldım, tıpkı bir kutunun içinde
kuluçkaya yatmış bir tavuk gibi. Onuncu günün gecesi, lama
son kâğıtları da toplarken keyifli keyifli gülümsedi bana. O
gece tsampanın yanında sebze de vardı yemekte. Sınavlan
geçmek konusunda bir an bile endişe duymamıştım, yalnızca
alacağım derece düşündürüyordu beni, çünkü başlarda ol
mam istenmişti benden. Sabah olunca mühürler kırıldı, sür
güler açıldı; dışarı çıkabilmemiz için ilk önce sınav hücreleri
mizi temizlememiz gerekiyordu. Hücrelerden çıkınca bir haf
ta dinlendirildik ve eski gücümüzü yeniden kazandık. Sonra
bildiğimiz bütün kavrama numaralarını ortaya koyduğumuz
ve "anestezik vuruşlarla" birbirimizi bayılttığımız judo sınav-
216
larına geldi sıra. İki gün süren judodan sonraki iki gün için
de de, sınav kâğıtlarımızdaki zayıf noktalarımızın arandığı
bir sözlü sınava girdik. Sonra yine keyfimizce hareket ettiği
miz bir hafta daha geçti ve sınav sonuçları açıklandı. Bir kez
daha listenin en başında oluşumu gürültülü bir biçimde ifa
de ettiğim bir sevinçle karşıladım. Sevincimin iki nedeni
vardı: Bu sonuç Lama Mingyar Dondup'un herkesten daha
iyi bir öğretmen olduğunu kanıtlamıştı. Sonra Dalay Lama
'nın öğretmenimden ve benden memnun kalacağını biliyor
dum. Birkaç gün sonra, Lama Mingyar Dondup'un odasında
ders yaptığımız bir sırada kapı hızla açıldı ve dili dişari sark
mış, gözleri yuvalarından uğramış soluk soluğa bir haberci,
üzerimize atılırcasına girdi odaya. Habercilere has ucu yarık
bir sopa taşıyordu elinde; "En Değerli Kişi'den" dedi bir so-
lukta,"Saygıdeğer Doktor Lama Lobsang Rampaya." Ve he
men ardından, elbisesinin içinden ipekli kutlama eşarbına
sanlmış olan mektubu çıkardı. "Saygıdeğer efendim, olanca
hızımla buraya koştum."
Rehberim arkasına yaslanmış gülüyordu bana. Bunun
üzerine mektubu, eşarbı ve ne varsa hepsini ona uzattım.
Aldı ve eşarbı açtı. İçinde katlanmış iki kâğıt parçası vardı.
Beni daha da fazla merak ettirmek için bilhassa ağırdan ala
rak bunlan birbirinden ayırdı, yavaş yavaş açtı ve nihayet,
"İşler yolunda Lobsang, rahat bir soluk alabilirsin. Vakit yi
tirmeden Potala'ya gidip Dalay Lamayı görmemiz gerekiyor.
Hemen şimdi demek istiyorum Lobsang. Burada benim de
gitmem gerektiği yazıyor" dedi. Yanındaki gonga dokundu ve
içeri giren hizmetkâra beyaz atlanmızın derhal eğerlenmesi
için talimat verdi. Çabucak giysilerimizi değiştirip, beyaz
eşarplarımızdan en iyi iki tanesini aldık ve Reis'e gidip, En
Değerli Kişi'yi görmek üzere Potala'ya gitmemiz gerektiğini
haber verdik.
Seyis rahipler, atlarımızla birlikte avluda bekliyorlardı
bizi. Atlara atlayıp, dörtnala dağ yolundan aşağı indik. As
lında gideceğimiz yol ata binmeye değmeyecek kadar yakındı
ama hiç değilse merdivenleri de at üzerinde çıkacaktık. Hiz-
217
metkârlar kapıda bekliyorlardı bizi. Aşağı iner inmez atları
mız ahıra götürüldü ve biz de vakit yitirmeden En Değerli
Kişi'nin özel konağına koştuk. Tek başıma içeri girdim, yere
kapanıp onu selâmladım ve eşarbımı sundum.
"Otur, Lobsang" dedi, "senden çok hoşnutum. Senin ba-
şarındaki rolünden dolayı Mingyar'dan da çok hoşnutum. Sı
nav kâğıtlarının hepsini bizzat okudum."
Bunu duyunca dehşetle ürperdim. Benim bir sürü kusu
rumdan biri de, söylediklerine göre, biraz yerli yersiz kullan
dığım bir espri anlayışına sahip olmamdı ve bu huyumdan,
zaman zaman sınav kağıtlarındaki soruları yanıtlarken de
vazgeçmemiştim; çünkü soruların bir kısmı ancak bu çeşit
yanıtları akla getiriyordu! Dalay Lama düşündüklerimi oku
muştu herhalde, birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı
ve"Evet, vaktini yanlış seçtiğin bir espri anlayışın var"dedi;
müthiş bir korku içinde geçirdiğim uzun bir sessizlikten son
ra, "ama, yazmış olduğun her sözcükten ayrı bir zevk aldım"
diye ekledi.
Onunla birlikte iki saat geçirdim. Başbaşa geçirdiğimiz
ilk saatten sonra Lama Mingyar Dondup da içeri çağrıldı ve
En Değerli Kişi benim bundan sonraki öğrenimimle ilgili ba
zı talimatlar verdi ona. Küçük Ölüm Töreni'ne katılacak, La
ma Mingyar Dondup'la birlikte, öteki manastırları dolaşacak
ve Ceset Parçalayıcılarımla birlikte çalışacaktım. Dalay La
ma bana yazılı bir kâğıt verdi. Bu kâğıtta, Ceset Parçalayıcı
larından, bedenlerin gizli yönlerinin açık olarak ortaya seri-
lebilmesi ve böylelikle bedenin hangi fiziki nedenlerle işe ya
ramaz hale geldiğinin anlaşılabilmesi için bana her türlü
yardımın gösterilmesini istiyordu. "Kendi çalışmaları için ge
rekli görebileceği herhangi bir cesedi ya da bir cesedin kısım
larını almakta serbesttir." Sonra onu selâmlayıp ayrıldık.
Ölü bedenlerin ortadan kaldırılması işlemine geçmeden
önce, ölüm hakkındaki Tibet inançları üzerine biraz daha
bilgi vermem iyi olur sanırım. Bizim bu konudaki davranışla
rımız, Batılı insanların davranışlarından oldukça farklıdır.
Bizim için beden, ölümsüz bir ruhu içinde barındıran bir
218
maddeden, bir kabuktan başka bir şey değildir ve ölü bir
beden de, giyilmekten yıpranmış eski bir elbiseden daha de
ğersizdir. Burada kendi eceliyle ölmekte olan bir insanın du
rumu söz konusudur, ani ve beklenmedik bir dış olayla mey
dana gelen bir ölüm değil. İlk durumda beden hastalıklı ve
kusurludur; ruh için öylesine rahatsız bir duruma gelmiştir
ki artık hiçbir ders öğrenilemez. Bu yüzden de bedeni terk
etme zamanı gelmiştir. Ruh yavaş yavaş geri çekilir ve mad
di bedenin dışına çıkar. Ölüm anında, fiziksel ve ruhsal be
denleri birleştiren kordon, yani Hristiyanlar'm Incili'ndeki
"gümüş kordon" incelir incelir, nihayet kopar ve ruh uzakla
şır gider. İşte ölüm hali budur. Fakat bu aynı zamanda yeni
bir hayata doğmak demektir; çünkü "gümüş kordon" tıpkı
yeni doğmuş bir bebeğin kendi başına bir varlık olmasını
sağlamak üzere anneden koparılan göbek kordonuna benzer.
Ölüm anında kişinin başında bulunan Yaşama Gücü Işıması
ortadan kaybolur. Bu ışımanın olağanüstü görüş gücüne sa
hip kişiler tarafından görülebilmesi mümkündür. Hâle şek
lindeki bu ışımaya, İncil'de, "altın kâse" adı verilir. Bir Hris-
tiyan olmadığım için Kutsal Kitabı pek iyi bilmiyorum, fakat
sanırım orada da, 'Gümüş kordon kopmasın, altın kâse kırıl
masın" diye bir deyiş bulunmaktadır.
Bize göre bedenin ölmesi, fiziksel faaliyetin tamamen
durması ve ruhun ya da canın etten yapılmış kabuğundan
tamamen kurtulabilmesi üç gün sürer. Bir bedenin, yaşadığı
süre boyunca, kendisinden başka bir de eterik bir eşi oluşur.
Bu "eş" bir hayalet halini alabilir. Herhalde hemen herkes,
kuvvetli bir ışığa bakıp da sonra başını başka yöne çevirdi
ğinde, aynı ışığı görmeye devam etmiştir. Biz hayatı bir elek
trik, bir güç alanı olarak kabul ederiz. Öldükten sonra geride
kalan eterik eş, güçlü bir kaynağa baktıktan sonra kişinin
görmeyi sürdürdüğü ışığa benzer; ya da elektrik terimleri
kullanırsak, güçlü kalıtımlı bir manyetik alan gibidir. Bede
nin eğer hayattan ayrılamayacak kadar güçlü nedenleri var
sa, o zaman bir hayalet oluşturacak ve alışılmış yerlere sık
sık uğrayacak kadar güçlü bir eterik meydana getirecektir.
219
Cimri bir kişinin para keselerine karşı öyle bir bağlılığı var
dır ki, tüm dikkatini onların üzerinde toplamıştır. Ölürken
yaşayacağı son şey de büyük bir olasılıkla paralarının akıbe
tinin ne olacağı korkusudur. Bu yüzden ölüm döşeğinde ete-
rik varlık büyük bir güç kazanacaktır. Bu para keselerinin
talihli yeni sahibi, gece yansından sonra geç saatlerde hafif
bir huzursuzluk hissedebilir ve "İhtiyar falanca paracıklan-
nın peşinde yine" diye de düşünebilir kendi kendine. Evet,
aslında haklıdır, İhtiyar falanca'nın hayaleti ellerini paracık-
larma dokunduramadığı için belki epey aksileşmiştir.
Üç ana beden vardır; fiziksel beden, ki ruh hayatın zor
derslerini bunun içinde öğrenir; eterik (astral) beden, ya da
arzularımız, tutkularımız ve korkularımızla oluşturduğumuz
"manyetik" beden; üçüncüsü ise ruhsal beden, yani Ölümsüz
Ruh'dur. Biz Lamalar'm inancı budur, ama gerçek bir Budist
buna inanmayabilir. Bize göre, ölmekte olan bir kişi üç aşa
madan geçer: Fiziksel bedenin terk edilmesi, eterik alanın
yok edilmesi ve Ruhlar Dünyası'na giden yolda ruha yardım
edilmesi. Eski Mısırlılar da eterik eşe, Ölüm Rehberleri'ne,
Ruhlar Dünyası'na inanırlardı. Tibet'te insanlara daha ölme
den önce yol göstermeye başlardık biz. Bu olayı iyi bilen kişi
lerin böyle bir yardıma ihtiyaçları olmazdı tabii; fakat sıra
dan bir kadına ya da erkeğe veya bir trappaya, bütün yol bo
yunca rehberlik edilmesi gerekirdi. Bunun için neler yaptığı
mız konusu da ilginizi çekebilir sanınm.
Saygıdeğer Ölüm Öğretmeni bir gün beni yanına ça
ğırttı. "Ruhun kurtulması için başvurulan yöntemleri incele
me zamanın geldi artık Lobsang. Bugün bana eşlik edecek
sin" dedi.
Uzun koridorlardan yürüdük, kaygan merdivenlerden
aşağıya indik ve trappalann bölümüne girdik. Burada bulu
nan "hastane odalan'ndan birinde yatan yaşlı bir rahip, he
pimizin bir gün ulaşmak zorunda kalacağı o sınıra epey yak
laşmıştı. Beyin kanaması geçirmiş ve son derece zayıf düş
müştü. Onu incelediğimde yaşama gücünün tükenmiş, renk
lerinin de yavaş yavaş solmakta olduklannı gördüm. Yaşama
220
durumunu sürdüren hiçbir canlılık belirtisi kalmayıncaya
dek, ne pahasına olursa olsun bilincini yitirmemesi gereki
yordu. Yanımdaki lama, yaşlı rahibin elini avuçlarının içine
aldı ve gayet yumuşak, öylece tuttu."Yakında bedeninin bağ
larından kurtulacaksın yaşlı adam. Sözlerime kulak ver ki,
doğru yolu bulabilesin. Ayakların yavaş yavaş soğuyor. Öm
rün sona eriyor ve nihai kurtuluşa iyice yaklaşıyorsun. Kafa
nı rahatlat yaşlı adam, korkulacak bir şey yok. Bacakların
canlılığını yitiriyor ve bakışlann gitgide donuklaşıyor. So
ğuk, artık kaybolmakta olan canlılığının ardından yavaş ya
vaş yukan doğru yayılıyor. Kafanı rahatlat yaşlı adam, çün
kü hayatın en büyük gerçeğinde korkulacak bir şey yoktur.
Gözlerinde, sonsuz gecenin gölgeleri dolaşıyor, soluğun boğa
zını tırmalıyor. Boğazın da özgürlüğe kavuşacak yakında.
Ruhunun, dünya ötesinin zevklerini tadabilmesi, özgürlüğü
ne kavuşması için vakit yaklaşıyor. Kafanı rahatlat yaşlı
adam. Özgürlüğüne kavuşman yakındır."
Lama tüm bunlan söylerken, bir yandan da ruhun fazla
acı çekmeden serbest kalabilmesini sağlamak için, ölmekte
olan adamı, köprücük kemiğinden kafasına doğru hafif hafif
okşuyordu. Ona sürekli olarak yolda karşılaşabileceği tehli
keleri ve bunları nasıl atlatabileceğini anlatıyordu. İzleyece
ği yol, göçüp gitmiş olmalanna karşın öbür dünyadan bile te
lepati yoluyla konuşmayı sürdüren telepat lamalar tarafın
dan en ince ayrıntısına dek tarif edildi.
"Görme gücün kayboldu yaşlı adam, soluğun bedenini
terk ediyor. Bedenin soğuyor, kulakların bu dünyanın sesle
rini duyamıyor artık. Kafanı rahatlat, huzura kavuş yaşlı
adam, çünkü ölüm üzerine çöktü artık. Sana bildireceğimiz
yolu izle, huzur ve mutluluk seninle olur."
Yaşlı adamın manyetik alanı daha da küçülmeye başla
yıp, nihayet tamamen söndüğünde, lamanın okşayışları hâlâ
sürüyordu. Lama çok eski bir ibadet usulümüz gereğince,
çıkmaya çabalayan ruhun tamamıyla serbest kalabilmesi
için birdenbire patlayan, tiz bir ses çıkardı. Yaşama Gücü,
adeta bir şaşkınlık içerisindeymiş gibi burulup, bir girdap gi-
221
bi döndükten sonra, gümüş kordonla hâlâ bağlı bulunduğu
gövdenin dumandan bir kopyası halini aldı ve bir bulut yığı
nı gibi, devinimsiz duran bedenin üzerinde kümelendi. Ar
dından gümüş kordon yavaş yavaş inceldi ve yaşlı adam gö
bek kordonu kesilen bir bebek gibi, bir sonraki hayatına
doğmaya hazırlandı. Sonra kordon incelmeye devam etti, in
ce bir tutam halini aldı ve nihayet yavaşça eriyerek koptu ve
gökyüzünde sürüklenip giden bir bulut, ya da bir tapınakta
ki tütsü dumanı gibi ağır ağır akıp gitti. Lama yolculuğunun
ilk aşaması boyunca ruha rehberlik etmek üzere, telepati yo
luyla gerekli bilgileri vermeyi sürdürüyordu. "Sen bir ölüsün.
Burada senin için bir şey yok artık. Etle olan bağların koptu.
Sen Bardo'sun. Sen kendi yoluna devam et, biz de kendi yo
lumuza devam edelim. Sana verilmiş yolu izle. Bu düşler
dünyasını terk et ve En Büyük Gerçeğe gir. Sen ölüsün. Ken
di yolunda ilerlemeye devam et."
Tütsü bulutları, sıkıntılı havayı dinginlik veren titre
şimleriyle yumuşatarak, döne döne yükseldiler. Uzaktaki da
vullar, alçalıp yükselen bir mırıltı tutturmuşlardı. Manastır
damının tepesinde bir yerlerde boğuk sesli bir boru, kırlara
yayılan bir haber yolluyordu. Dışarıdaki koridorlarda hare
ketli yaşamın çeşitli sesleri, keçe botların hışırtıları, uzaklar
dan bir yerden bir yak öküzünün homurtusu geliyordu. Bu
rada, bu ufak odada ise sessizlik vardı. Ölüm sessizliği. Bu
sessizliğin yüzeyinde yalnızca telepat lamanın direktifleri
dalgalanıyordu hafif hafif...
Ölü bedeni lotus duruşunda oturtup, cesetleri hazırla
yan rahipleri çağırttık. Sonra bu dünyadan ayrılmış olan ru
ha yol gösterebilmeleri için öteki telepat lamalar geldiler ve
bu iş nöbetleşe üç gün sürdü. Dördüncü günün sabahı, Ling-
hor Yolunun Dechlen Dzong'a ayrıldığı yerde bulunan Ceset
Parçalayıcıları Kolonisinden bir Ragyab geldi. Lamaların
ruha yol göstermek için verdikleri direktifler son buldu ve
ceset Ragyab'a verildi. Ceset taşıyıcısı, bu ölü bedeni eğip
büküp sımsıkı bir top haline getirdi, beyaz bir kumaşa sardı;
sonra bu bohçayı hafif bir hareketle döndürüp kaldırdı ve
222
omuzlarının üzerine yerleştirdikten sonra, uzun adimlarla
uzaklaştı. Dışarıda bekleyen bir yak öküzü vardı. Adanı hiç
duraksamadan beyaz torbayı savurarak hayvanın sırtına
vurdu ve uygun adım uzaklaştılar. Parçalama yerine geldi
ğinde yükünü ceset parçalayıcılarına bırakacaktı. Burası, or
tada büyük ve düz bir kaya parçası bulunan tenha bir düz
lüktü. Taş parçası dört köşesinden delinmiş ve bu delikler
den içeri kazıklar sokulmuştu.
Gövde kayanın üzerine yerleştirilecek ve üzerindeki ör
tü kaldırılacaktı. Cesedin elleri ve ayakları, taşın üzerinde
bulunan kazıklara bağlanacak ve sonra parçalayıcı şefi uzun
bıçağını alıp, gövdeyi boylu boyunca yaracaktı. Derinin şerit
ler halinde yüzülebilmesi için bıçakla uzun yarıklar açılacak
tı. Daha sonra kollar ve bacaklar kesilerek ufak parçalara
ayrılacaktı. En sonunda baş da kesilecek, sonra da kırılıp
açılacaktı.
Ceset taşıyıcısının uzaktan görünmesiyle birlikte akba
balar da tıpkı bir açık hava tiyatrosundaki seyirciler gibi, ge
niş daireler çizerek belireceklerdi gökyüzünde. Bu kuşların
gayet katı bir toplumsal düzenleri vardı ve içlerinden biri li
derlerinden önce aşağıya inmeye kalkışırsa, hepsi birden
üzerine çullanarak didik didik ederlerdi onu.
Bu arada ceset parçalayıcısı cesedin gövdesini açacak,
ellerini oyuktan içeri daldırarak kalbi dışarı çıkaracaktı. Bu
nu gören en kıdemli akbaba, kanatlarını ağır ağır çırparak,
kollarını uzatmış olan parçalayıcının elindeki kalbi almak
üzere aşağıya inecekti. İkinci yaşlı akbaba da karaciğeri al
mak için uçuşa geçecek, sonra da bir kayanın üzerine çekilip
yiyecekti onu. Böbrekler, bağırsaklar bölünecek ve "lider"
kuşlara verilecekti bunlar. Sonra da geri kalan etler şeritler
halinde koparılıp, öteki akbabalara dağıtılacaktı. İçlerinden
biri beynin bir kısmını ve belki de gözün birini almak üzere
geri gelecek, bir diğeri lezzetli yeni bir lokma için kanat çır-
pacaktı. İnsanı şaşırtacak kadar kısa bir süre sonra, tüm or
ganlar ve etler yenmiş olacak ve geriye, taşın üzerindeki çıp
lak kemiklerden başka bir şey kalmayacaktı. Parçalayıcılar
223
bu kemikleri tıpkı yakacak odun gibi uygun büyüklükte par
çalar halinde kıracak ve parçalan kayanın üzerinde bulunan
bir deliğe dolduracaklardı. Sonra da kemiklerin ince bir toz
haline gelebilmesi için ağır tokmaklar kullanılacaktı. Niha
yet kuşlar bunları da yiyeceklerdi.
Bu ceset parçalayıcıları epey cesur adamlardı. Yaptıkla
rı işten gurur duyarlar ve sırf kendi meraklan için, ölüm ne
denini anlamak üzere bütün organlan incelerlerdi. Bu işi
müthiş bir rahatlıkla yapmalannın nedeni, uzun yılların ver
diği bir alışkanlık ve deneyimdi. Hiç kuşkusuz, bu işe bu ka
dar merak salmalannı gerektiren elle tutulur bir neden yok
tu, fakat ruhun bu araçtan ayrılmasına neden olan hastalığı
ya da olayı araştırmak bir gelenek haline gelmişti. Eğer kaza
ile ya da kasıtlı olarak biri zehirlenmişse, durum kısa za
manda ortaya çıkardı. Hiç kuşkusuz, onlarla birlikte çalıştı
ğım sürede edindiğim deneyimlerin büyük yaran oldu bana.
Çok geçmeden, ölmüş bedenleri parçalara ayırmakta epey
usta oldum. Baş Parçalayıcı yanımda durur, dikkate değer
noktaları işaret ederdi: "Bu adam, Saygıdeğer Lama, kalbe
kan gitmemesi sonucu ölmüş. Bakın. Bu atardamarı ikiye ke
seceğiz, işte ve evet, görüyorsunuz, kanın akmasını önleyen
bir pıhtılaşma var." Ya da şöyle derdi: "Şimdi sıra bu kadın
da Saygıdeğer Lama, tuhaf bir görünüşü var. Şurada bir sal
gı bezinde bir aksaklık olmalı. Kesip açalım ve görelim." Ke
sim işlemi sürerken bir sessizlik olur ve sonra devam ederdi,
"İşte, tamam, evet, sert bir ur var içinde."
Bu böyle devam ederdi. Bildiklerini bana göstermekten
büyük gurur duyuyorlardı adamlar; çünkü benim doğrudan
doğruya En Değerli Kişi'nin emriyle onlarla birlikte çalıştığı
mı biliyorlardı. Eğer ben orada yoksam ve cesetlerden biri
özellikle incelenmeye değer görülmüşse, ben gelene dek sak
lıyorlardı onu. Bu şekilde yüzlerce ceset inceleme olanağım
oluyordu. Aslında tıp öğrencilerinin, hastanelerin morg oda
larında kadavralan parçalamak zorunda kaldıklan sistem
den çok daha iyi bir öğrenim yoluydu bu. Anatomi hakkında,
ceset parçalayıcılarinın yanında, sonradan katıldığım tam
224
teçhizatlı bir tıp okulunda öğrendiklerimden daha fazlasını
öğrenmiş olduğumu biliyorum.
Cesetler Tibet'te toprağa gömülmezler, çünkü kayalık
arazi nedeniyle bu işlem çok zor olurdu. Ekonomik nedenler
yüzünden, ölünün yakılması da olanaksızdı; odun kıttı ve bir
cesedi yakmak için gerekli olan kerestenin ta Hindistan'dan,
yak öküzlerinin sırtında dağlar aşılarak Tibet'e taşınması
gerekirdi. Cesetlerin su aracılığıyla yok edilmesi de mümkün
değildi, çünkü cesetlerin ırmak ve derelere atılması, yaşayan
halkın içme suyunun kirlenmesine yol açardı. Bu nedenle biz
de cesetleri hava yoluyla yok ederdik. Bu sistem, Batılıların
yönteminden yalnızca iki noktada farklılık gösterir. Birinci
si, Batılılar cesetleri gömerler ve burada kuşlann yerini
kurtlar alır. İkinci farklılık ise, Batı dünyasında ölüm nede
ninin cesetle birlikte gömülmesi ve ölüm vesikasının gerçek
ölüm nedenini belirtip belirtmediğini kimsenin bilmemesi-
dir. Halbuki bizim ceset parçalayıcılanmız bir kimsenin han
gi nedenle öldüğünü kesin olarak bilirler!
Önceden yaşamış ve yeniden bedenlenmişler arasında
bulunan en yüksek lamalar hariç, Tibet'te ölen herkes bu
yolla yok edilir. Sözünü ettiğim ilk gruba giren lamalar ise
mumyalanır ve bir tapmakta, herkesin görebileceği bir bi
çimde ön tarafı camla kaplı bir kutuya konurlar, ya da mum
yalandıktan sonra altınla kaplanırlar. Bu son işlem oldukça
ilgi çekicidir. Ölünün bu şekilde hazırlanışına pek çok kez
katıldım. Bu konudaki notlanmı okuyan bazı Amerikalılar,
gerçekten altın kullandığımıza inanamıyorlar bir türlü. Bel
ki biz bir dolara satılan saatler yapamadık, ama ölülerimizin
bedenlerini altınla kaplayabiliyoruz.
Bir akşam üzeri Reis'in huzuruna çağrıldım. "Önceden
yaşamış kişilerden birisi bedenini terk etmek üzere. Şimdi
Yabani Gül Bahçesinde bulunuyor. Kutsiyet İçinde Muhafa-
za'yı görebilmen için senin de orada olmanı istiyorum."
Böylece bir kez daha tahta bir eğerin ve Sera yolculuğu
nun zorluklarına katlanmak zorunda kaldım. Manastıra var
dığımda Yaşlı Reis'in odasına götürüldüm. Manyetik alanı-
225
nın renkleri neredeyse tamamen solmuşlardı. Ruhu bir saat
kadar sonra bedeninden ayrılıp, özgürlüğüne kavuştu. Bir
reis ve bilgin olduğundan, Bardo'ya giden yol boyunca kendi
sine yol gösterilmesine gerek yoktu. Bu nedenle bizim de üç
günlük süreyi beklememiz gerekmiyordu. Gövde yalnızca o
gece lotus duruşunda oturtuldu ve lamalar da ölünün başın
da nöbet tuttular.
Sabahleyin günün ilk ışıklarıyla birlikte manastırın alt
tarafında bulunan dehlizlere inildi. Önümde yürüyen iki la
ma, bir tahtanın üzerine konulmuş olan cesedi taşıyorlardı.
Hâlâ lotus duruşunda oturuyordu. Arkadan gelen rahipler
den boğuk bir ilahi ve ilahi sustuğunda da gümüş bir çıngıra
ğın titrek sesi geliyordu. Üzerimizde kırmızı giysilerimiz ve
bunların üstünde de uzun, sarı ipekli atkılarımız vardı. Alev
alev yanan meşalelerin ve yağ kandillerinin ışığıyla büyü
müş, eğri büğrü olmuş gölgelerimiz, dans eden, titreşen çizgi
ler halinde duvarlarda geziniyorlardı. Aşağıya, yer altındaki
gizli bölmelere doğru indik bir süre. Nihayet yerin on beş-
yirmi metre altında, taştan yapılmış bir kapının önüne gel
dik ve içeri girdik. Oda buz gibi soğuktu. Rahipler cesedi bü
yük bir dikkatle yere koydular ve sonra üç lama ile benden
başka herkes odadan çıktı. Ardından yüzlerce yağ lambası
birden yakıldı, ortalığa keskin sarı bir pırıltı yayılıyordu. Ce
set soyuldu ve özenle yıkandı. Bedende bulunan tabii delik
lerden çıkarılan iç organlar kavanozlara yerleştirildiler ve
dikkatle mühürlendiler. Cesedin içi baştan aşağıya yıkanıp
kurulandı ve özel bir çeşit vernik döküldü içine. Bu vernik
gövdenin içinde sert bir kabuk oluşturacak, beden de böylece
sanki canlıymış gibi duracaktı. Vernik kuruyup sertleştikten
sonra, gövde boşluğu pamukla sıkıca dolduruldu ve pamuk
da sertleşsin diye biraz daha vernik döküldü. Bedenin dış
kısmı ise yine vernikle kaplanarak kurumaya bırakıldı. Katı-
laşan beden üzerine zar gibi ince bir ipek tabakası kaplandı.
Bu iş de tamamlanınca, ipeğin üzerine bir başka çeşit vernik
daha sürüldü; beden, hazırlıkların bir sonraki aşaması için
hazırdı artık. Sonra iyice katılaşsın diye, olduğu gibi bir gün
226
bir gece bırakıldı. Bu sürenin sonunda odaya geri döndüğü
müzde cesedi lotus duruşunda, kaskatı olmuş, kalıp gibi bul
duk ve onu alıp daha da aşağılarda bulunan bir başka odaya,
daha doğrusu bir fırına taşıdık.
Döşeme özel bir çeşit tozla kalın bir tabaka halinde kap
lanmıştı. Ceset odanın orta yerine yerleştirildi. Sonra rahip
ler ateş yakma hazırlıklarına giriştiler. Geri kalan birkaç
kişi odayı, Tibet'in çeşitli bölgelerinden gelmiş özel bir cins
tuz ve çeşitli otlarla tıka basa doldurdular. Nihayet herkes
koridorun dışında toplandıktan sonra kapı kapatılıp, manas
tır m ü h ü r ü ile mühürlendi ve fırının yakılması için gerekli
emir verildi. Odunlar az sonra çatırdayarak yanmaya başla
dılar; alevler yayılıp sıcaklık arttıkça eriyen reçineler cızır
cızır parlıyorlardı. Ateş artık tezek ve işe yaramaz yağ par
çalarıyla sürekli olarak beslenecekti; bir hafta boyunca öfkeli
öfkeli yandı durdu.Yedinci günün sonunda beslenmesine son
verildi. Nihayet yavaş yavaş söndü, titreşen ufak pırıltılar
kayboldular. Soğumaya başlayan ağır taş duvarlar gıcırtılar
çıkararak inlediler. Koridor tekrar içeri girilecek kadar soğu
muştu. Odanın da soğuması için üç gün daha bekledik. Niha
yet mühürlenme gününden sonraki on birinci gün, büyük
m ü h ü r kırıldı ve kapı açıldı. Rahipler nöbetleşe nöbetleşe,
bütün odayı dolduran ve artık sertleşmiş olan bileşimi elle
riyle kazıdılar. Bedenin' zedelenmesini önlemek için herhan
gi bir alet kullanılmadı. Rahipler iki gün süreyle bu gevrek-
leşmiş tuzlu bileşimi ellerinde ufalayarak kazıyıp durdular.
En sonunda hâlâ lotus duruşunda ve odanın tam orta yerin
de oturan cesetten başka bir şey kalmadı içeride. Onu özenle
yerinden kaldırıp, yağ kandilleriyle aydınlatılmış bir başka
odaya taşıdık.
Sonra bedene kaplanmış olan ipek kaplamalar soyuldu.
Beden mükemmel bir biçimde korunmuştu. Yalnız rengi çok
daha koyulaşmıştı ve sanki aniden gözlerini açacakmış gibi
canlı görünüyordu. Uyuyordu sanki. Rahiplerden biri bedeni
bir daha vernikledi ve sonra kuyumcular iş başına geçtiler.
Bunlar işlerinde son derece usta kişiler olup, gerçek birer sa-
227
natkârdılar. En ince, en yumuşak altını kat kat, üst üste
kaplayarak yavaş yavaş, büyük bir dikkatle çalışıyorlardı.
Tibet'in dışında bir servet değerinde olan altın, burada yal
nızca kutsal bir maden olarak daha özel bir değer kazanıyor
du. Bozulmayan bir maden olduğundan, insanın ebedi ruh
evresinin bir sembolüydü. Kuyumcu rahipler en küçük bir
ayrıntıda bile titiz, olağanüstü bir özenle çalışıyorlardı, öyle
ki işlerini tamamladıklarında, geriye ustalıklarının kanıtı
olarak her çizgisi ve kıvrımı sanki gerçekten canlıymış gibi
duran, altından yapılmış bir insan bırakmışlardı. Ceset şim
di üzerine kaplanmış olan altınla iyice ağırlaşmış olarak,
"Yeniden Bedenlenenler Salonu"na taşındı ve orada bulunan
diğerleri gibi altın bir tahtın üzerine yerleştirildi. Bu salonda
çok eski zamanlara ait mumyalar vardı; yarı kapalı gözlerle
şimdiki neslin zayıflıklarını, kusurlarını gözetleyen ciddi bi
rer yargıç gibi, sıra sıra oturuyorlardı. Bu kutsal odada fısıl
tıyla konuşuyor, yaşayan ölüleri rahatsız etmemek için dik
katle yürüyorduk. İçlerinden biri özellikle dikkatimi çekti;
garip bir güç beni onun önünde büyülenmiş gibi tutuyordu.
Mumya sanki her şeyi bilen bir tebessümle süzüyor gibiydi
beni. Tam o anda biri hafifçe koluma dokundu, korkumdan
havaya sıçradım. "Bu sendin Lobsang, senin bundan önceki
bedenlenmen. Onu tanıyacağını tahmin etmiştik."
Rehberim beni bir sonraki mumyanın önüne götürdü ve
"İşte bu da bendim" dedi.
Sessizce, ikimiz de heyecanlanmış, salondan dışarı sü
züldük ve kapı ardımızdan mühürlendi.
Bundan sonra pek çok kez bu salona girmeme ve altın
kaplamalı figürleri incelememe izin verildi. Bazı zamanlar
tek başıma gidiyor, meditasyon yaparak oturuyordum önle
rinde. Hepsinin de çok büyük bir ilgiyle okuduğum, yazılı
geçmişleri vardı. Burada, Rehberim'in, yani Lama Mingyar
Dondup'un oldukça ayrıntılı bir öyküsü de vardı; geçmişte
neler yaptığı, kişiliğinin ve yeteneklerinin bir özeti, ona ve
rilmiş bulunan onur payeleri ve unvanları, nasıl öldüğü gibi.
Kendi geçmişimi de büyük bir dikkatle okudum. Kaya-
228
dan oyulmuş gizli bir bölümde bulunan bu Kutsal Salon'da,
doksan sekiz tane altın mumya oturuyordu. Tibet'in tarihçe
si önümdeydi. Ya da o an için ben öyle sanıyordum, çünkü
Tibet'e ait en eski tarihçe daha sonraları gösterilecekti bana.
229
|