Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə14/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
lobsang rampa Üçüncü Göz

16 
LAMALIK 
Astral bedenin fiziksel bedenden ayrıldığı ve yalnızca 
gümüş kordonla yeryüzündeki hayata bağlı kaldığı astral se­
yahat sanatı üzerine, oldukça iyi bir eğitim görmüştüm ar­
tık. Pek çok kimse, bizim bu yolla seyahat edebildiğimize 
inanmakta güçlük çekiyor. Aslında bu her uyuyan insanın 
yaptığı bir şey, yalnız pek az kimse bunun farkındadır. Do­
ğuda ise lamalar bu gezi sırasında yaptıklarını, gördüklerini, 
nerelere gittiklerini tümüyle hatırlarlar. Batılı insanlar bu 
yeteneklerini yitirmiş olduklarından, uyandıkları zaman, bir 
düş görmüş olduklarını sanırlar. 
Astral seyahat etme olayı, bütün ülkelerde bir bilimdir. 
İngiltere'de büyücülerin uçabildikleri söylenir. ABD'de Kızıl-
derililer'in ruhlarının uçtuğu söylenir. Bütün ülkelerde, her 
yerde, bu gibi şeylerle ilgili kıyıda köşede kalmış kimi bilgi­
ler vardır aslında. Astral seyahat bana öğretildi. Herkese de 
öğretilebilir. 
Öğrenilmesi ve kişi tarafından kontrol altına alınabil­
mesi mümkün bir başka sanat da telepatidir. Fakat bir sah­
ne gösterisi olarak kullanılacaksa değil. Bu sanatın Batı'da 
yavaş yavaş ilgi görmeye başlaması sevindirici bir olay. Do-
ğu'nun bir başka sanatı da hipnotizmadır. Ben hipnotize 
edilmiş hastalar üzerinde, bacağın kesilmesi ya da bunun 
kadar ciddi bazı büyük ameliyatlar yaptım. Hasta hiçbir şey 
hissetmez, hiçbir acı duymaz ve üstelik bu günlerde çok sık 
başvurulan anestezinin yol açtığı yan etkilere katlanmak zo-
211 

runda kalmadığı için de uyandığında kendisini çok daha iyi 
hisseder. Bana söylendiğine göre, İngiltere'de yapılan ameli­
yatlarda hipnotizma belli ölçüde kullanılıyormuş artık. * 
Doğuda uğraştığımız bir başka konu da, görünmezlik 
olayı. Kural basit, fakat uygulaması zor. İlginizi uyandıran 
bir şey düşünün. Bir ses? Ani ve hızlı bir hareket ya da çarpı­
cı bir renk? Sesler ve ani hareketler insanları uyandırır, kar­
şılarındaki kişiyi fark etmelerine yol açar. Hareketsiz duran 
bir insan gibi, "her yerde rastlanan" tipte sıradan bir insan 
da kolayca fark edilmez. Postacınızı düşünün. Onun için sık 
sık, "Onu buralarda pek gören olmamıştır" denir, fakat yine 
de mektupları kapıya bırakmıştır. Nasıl, görünmeyen bir 
adam mı bıraktı bunları kapıya? Yoksa "görünmeyecek" ya 
da fark edilmeyecek kadar yakından tanıdığınız bir çehre mi 
bu? Evet, insanda suçluluk duygusu ne kadar fazlaysa, çev­
resinde de o kadar çok polis varmış gibi gelir ona! Bu da gö­
rünmezlik olayının tam tersidir. 
Başkalarınca fark edilmeyecek bir duruma girebilmek 
için, hareketlerin ve beyin dalgalarının durdurulmaları gere­
kir! Eğer bir madde olarak, beynin görevini sürdürmesine, 
yani düşünmesine izin verilirse, yakınlarda bulunan herhan­
gi bir kişi telepatik olarak bu düşünceleri alır, sahibini görür 
ve böylece görünmezlik hali ortadan kalkar. Tibet'te istedik­
leri zaman görünmezlik durumuna girebilen kişiler vardır. 
Ancak bunlar aynı zamanda beyin dalgalarını gizleyebilecek 
güce de sahiptirler. 
Düşünce gücü ile havaya yükselebilen kişiler de vardır, 
ama bu yola yalnızca teknik uygulamalar için arada sırada 
başvurulabilir. Çevrede dolaşmak için pek öyle tercih edilen 
bir yöntem değildir. Grerçek ustalar, gerçekten de çok basit 
bir iş olan astral seyahat yöntemini kullanırlar. Tabii, insa­
nın, çok iyi bir öğretmenin yanında olması koşuluyla. Benim 
böyle bir öğretmenim vardı ve ben astral seyahat yapabili­
yordum, halen de yapıyorum. Ama en içten çabalarıma kar­
şın yine de kendimi görünmez hale sokamıyordum. Benden 
tatsız bir iş yapmam istendiği zaman bir anda ortadan kay-
212 
bolabilmek, herhalde çok büyük bir mutluluk olurdu, fakat 
müzikle ilgili yetenek gibi, bu yetenek de benden esirgenmiş­
ti. Şarkı söylediğim zaman sesim müzik ustasının tüm öfke­
sini üzerime çekmişti, fakat bu öfke, müzik aletlerini herke­
sin kullanabileceğini sanarak, zilleri çalmaya çalıştığım ve 
tamamen bir kaza sonucu talihsiz bir rahibin kafasını iki ta­
raftan kıstırdığım zaman neden olduğum patırtının yanında 
bir hiçti. Öğretmenim pek o kadar nazik olmayan bir dille 
bana, kendimi tıbba ve olağanüstü görme yeteneğimi güçlen­
dirmeye vermemi tavsiye etmişti! 
Biz Batı dünyasında yoga olarak adlandırılan spora da 
oldukça fazla zaman ayırırdık. Bu hiç kuşkusuz, insanı tah­
min edilemeyecek kadar geliştiren, oldukça önemli bir bilim 
dalıdır. Benim kişisel görüşüm, büyük değişiklikler yapılma­
dığı takdirde yoganın Batılı insanlara göre olmadığıdır. Bu 
bilim yüzyıllardan beri bilinmektedir bizde; hareketler ço­
cuklara daha çok küçük yaşta iken öğretilir. Eklemlerimiz, 
kemiklerimiz ve kaslarımız, kısacası tüm bedenimiz yoga ya­
pabilecek bir biçimde eğitilmiştir. Batılılar ve daha çok orta 
yaşta olanlar, bu hareketlerle hiç kuşkusuz bir yerlerini ko­
laylıkla sakatlayabilirler. Basit bir Tibetli olarak benim gö­
rüşüm bu, fakat bazı değişikliklere uğramış şekliyle bir ha­
reket çalışması olarak yapılsa bile, bunları rasgele denemeye 
kalkışmaması için, herkesin uyarılması gerektiğine inanıyo­
rum. Bir kez daha yinelemek istiyorum, herhangi bir kaza­
nın önüne geçmek için, yanınızda erkek ve kadın anatomisi­
ni çok iyi bilen ve bu işte gerçekten usta bir öğreticiye ih­
tiyaç vardır. Sadece hareketler değil, yanlış yapıldığında so­
luk alma çalışmaları bile zararlı olabilir! 
Tibet'e özgü pek çok olağanüstü olayın kilit noktası, be­
lirli bir şekilde soluk alıp verebilmektir. Fakat burada da, 
akıllı ve deneyimli bir öğretmen gereklidir, aksi halde zorla­
malar ölümle sonuçlanmasa bile, insanı ağır şekilde hasta 
edebilir. 
Pek çok turist, "koşucular", yani beden ağırlıklarını 
kontrol edebilen ve toprağın üzerinde, ayaklan toprağa hiç 
213 

değmeden büyük bir hızla saatlerce koşabilen lamalar hak­
kında yazılar yazmışlardır. Bu çok deneme gerektiren bir iş­
tir ve "koşucunun" yarı uyku durumunda olması gerekir. En 
uygun zaman, gökyüzünün yıldızlarla dolu olduğu, mehtap­
sız bir gecedir. Arazi düz olmalı, üzerinde de koşucunun yarı 
uyku durumunu bozabilecek herhangi bir engel bulunmama­
lıdır. Bu hızla koşan bir kimse, aynen uykuda gezinen biri­
nin bulunduğu durumdadır. Gideceği yolu görür, bunu sü­
rekli olarak Üçüncü Gözünün önünde bulundurur ve hiç 
durmadan belli bir mantrayı tekrarlar içinden. Saatler boyu 
koşar ve gideceği yere vardığında, en ufak bir yorgunluk da­
hi hissetmez. Bu sistemin, astral seyahatten daha üstün bir 
yanı vardır. Astral seyahatte kişi ancak astral bedeniyle do­
laşır ve bu yüzden de maddi eşyaları yerlerinden oynatamaz; 
örneğin kendine ait eşyaları beraberinde taşıyamaz. Arjopa 
adı verilen bu "koşucular", normal zamanda taşıyabilecekleri 
kadar yük taşıyabilirler, fakat o zaman da yorulabilirler. 
Tibetli ustalar, düzgün soluk alma sayesinde, deniz dü­
zeyinden beş bin metre ya da buna yakın bir yükseklikte, 
çıplak olarak buz üstünde oturabilir ve beden sıcaklıklarını 
koruyabilirler. Hatta öyle sıcak olurlar ki, çevrelerindeki 
buzlar eriyebilir ve kişi rahatça terleyebilir, 
Ciğerlerinizdeki havayı tamamen boşalttıktan sonra 
ağır bir cismi kaldırmayı denediniz mi hiç? Deneyin, bunun 
hemen hemen olanaksız olduğunu göreceksiniz. Bu defa ci­
ğerlerinize çekebildiğiniz kadar hava doldurun, soluğunuzu 
tutun ve cismi kolayca yerden kaldırın. Veya korktuğunuzda 
ya da bir şeye kızdığınızda, mümkün olduğu kadar derin bir 
soluk alın ve on saniye kadar içinizde tutun. Sonra ciğerleri­
nizdeki havayı yavaş yavaş boşaltın. Bu işlemi en azından üç 
kez yineleyin, kalp atışlarınızın yavaşladığını, kendinizi da­
ha sakin hissettiğinizi göreceksiniz. Bunlar, herkes tarafın­
dan denenebilecek, hiçbir zararı olmayan hareketlerdir. Ja-
ponlar'ın ve ellerine esir düştüğüm zaman Çinliler'in bana 
yapmış oldukları daha büyük işkencelere katlanabilmemde 
bu nefes kontrolü hakkında bildiklerimin büyük yararı oldu. 
214 
Lamahk için sınava girme zamanı gelmişti artık. Yalnız 
daha önce, Dalay Lama tarafından kutsanmam gerekiyordu. 
Dalay Lama, her yıl Tibet'te bulunan tüm rahipleri teker te­
ker kutsardı, ama bu işi Roma'daki Papanın yaptığı gibi top­
tan yapmazdı. En Değerli Kişi, üzerine püsküller bağlanmış 
bir asayla herkese teker teker dokunurdu. Özel bir ilgi duy­
duğu, ya da yüksek sınıfa mensup kişilerin başlarına tek 
eliyle de dokunurdu. Daha çok sevdiklerini ise başlarına iki 
eliyle dokunarak kutsardı. Bana da öyle yaptı ve alçak bir 
sesle,"İyi gidiyorsun oğlum. Sınavda daha da başarılı ol. Sa­
na olan inancımızı haklı çıkart" dedi. 
On altıncı yaş günümden üç gün önce, diğer on dört 
adayla birlikte sınavlar için kendimizi öğretmenlere takdim 
ettik. 'Sınav hücreleri, bu kez daha bir küçülmüş gibi geldi 
bana; belki de ben biraz büyümüş olduğum içindi bu. Ayak­
larımı bir duvara değdirip yere uzandığımda, ellerimi karşı 
duvara değdirebiliyordum. Hücrenin tavanı yoktu, böylece 
en azından bol bol hava alabiliyorduk! Bu kez de hücreye gir­
meden önce arandık. Yanımızda içeriye sokmamıza izin veri­
len tüm eşya, tahta kâselerimiz, tespihlerimiz ve yazı yaz­
mak için gerekli malzemeydi. Denetçiler durumdan memnun 
olunca, hepimiz teker teker hücrelerimize götürüldük. Kapı­
lar kapandı, sürgüler sürüldü. Arkadan Reis ve Baş Sınava 
geldiler ve kapının açılmaması için sürgülerin üzerine koca­
man birer mühür bastılar. Kırk beş santimetrekare büyüklü­
ğünde olan kapak şeklindeki kapı sadece dış taraftan açılabi-
liyordu. Her günün başında sorular veriliyor, bütün gün üze­
rinde çalıştığımız kâğıtlar da akşam olunca toplanıyordu. 
Günde bir kez tsampa veriliyordu ama, istediğimiz kadar 
çay içebiliyorduk. "Pö-cha kesho" (çay getirin) diye bağırma­
mız yeterliydi. Bununla birlikte, hiçbir nedenle dışarı çıkma­
mıza izin verilmediğinden, pek fazla çay içmemeyi uygun bu­
luyorduk. 
Ben on gün kalacaktım bu hücrede. Şifalı otlar, anato­
mi ve olağanüstü güçler konularında sınavdan geçiriliyor-
dum. Günün ilk ışıklarından akşam karanlığına dek, bana 
215 

sanki bitmek tükenmek bilmezmiş gibi gelen beş gün boyun­
ca hep bu konularla uğraştım. Altıncı gün bir değişiklik, bir 
kargaşalık getirdi beraberinde. Yakındaki bir hücreden inil­
tiler, çığlıklar duyuldu. Birisi için sınav sona ermişti artık, 
ama benim için ikinci yan başlamak üzereydi. Bir saat sonra 
altıncı günün kâğıtları getirildi; metafizik, yoga ve yoganın 
dokuz dalı. Bütün bu derslerin hepsinden geçmem gerekiyor­
du. 
Yoganın dallarindan beşi Batı dünyasında çok az tanı­
nır. Hatha Yoga, yalnızca fizik beden ya da bizim deyişimizle 
"araç" üzerinde hakimiyet kurmayı öğretir. Kundalini Yoga 
kişiye düşünceyle ilgili (zihinsel) güçler kazandırır. Laya Yo­
ga düşüncenin üzerine çıkabilmeyi öğretir. Bunun bir dalı da 
bir kez okunmuş ve duyulmuş olan bir şeyi her zaman için 
hatırlayabilmektir. Raja Yoga kişiyi sonsuz bir bilinçlilik ve 
uyanıklığa hazırlar. Samadhi Yoga insanı mükemmel bir ay-
dınlanışa götürür ve kişinin bir an için yeryüzündeki hayatın 
ötesindeki amacı görebilmesini sağlar. Bu yoga dalı, maddi 
yaşamdan ayrılış anında kişinin En Büyük Gerçeği anlama­
sına ve eğer bu kişi diğerlerine yardım etmek gibi kutsal bir 
amaçla yeryüzüne geri dönmeye karar vermişse, onun Yeni-
dendoğuş Çarkı'ndan dünyaya geri gelmesine yardım eden 
bir bilimdir. Yoganın diğer şekilleri, bu tür bir kitapta tartı­
şılamaz hiç kuşkusuz. 
Hücrede beş gün daha kaldım, tıpkı bir kutunun içinde 
kuluçkaya yatmış bir tavuk gibi. Onuncu günün gecesi, lama 
son kâğıtları da toplarken keyifli keyifli gülümsedi bana. O 
gece tsampanın yanında sebze de vardı yemekte. Sınavlan 
geçmek konusunda bir an bile endişe duymamıştım, yalnızca 
alacağım derece düşündürüyordu beni, çünkü başlarda ol­
mam istenmişti benden. Sabah olunca mühürler kırıldı, sür­
güler açıldı; dışarı çıkabilmemiz için ilk önce sınav hücreleri­
mizi temizlememiz gerekiyordu. Hücrelerden çıkınca bir haf­
ta dinlendirildik ve eski gücümüzü yeniden kazandık. Sonra 
bildiğimiz bütün kavrama numaralarını ortaya koyduğumuz 
ve "anestezik vuruşlarla" birbirimizi bayılttığımız judo sınav-
216 
larına geldi sıra. İki gün süren judodan sonraki iki gün için­
de de, sınav kâğıtlarımızdaki zayıf noktalarımızın arandığı 
bir sözlü sınava girdik. Sonra yine keyfimizce hareket ettiği­
miz bir hafta daha geçti ve sınav sonuçları açıklandı. Bir kez 
daha listenin en başında oluşumu gürültülü bir biçimde ifa­
de ettiğim bir sevinçle karşıladım. Sevincimin iki nedeni 
vardı: Bu sonuç Lama Mingyar Dondup'un herkesten daha 
iyi bir öğretmen olduğunu kanıtlamıştı. Sonra Dalay Lama 
'nın öğretmenimden ve benden memnun kalacağını biliyor­
dum. Birkaç gün sonra, Lama Mingyar Dondup'un odasında 
ders yaptığımız bir sırada kapı hızla açıldı ve dili dişari sark­
mış, gözleri yuvalarından uğramış soluk soluğa bir haberci, 
üzerimize atılırcasına girdi odaya. Habercilere has ucu yarık 
bir sopa taşıyordu elinde; "En Değerli Kişi'den" dedi bir so-
lukta,"Saygıdeğer Doktor Lama Lobsang Rampaya." Ve he­
men ardından, elbisesinin içinden ipekli kutlama eşarbına 
sanlmış olan mektubu çıkardı. "Saygıdeğer efendim, olanca 
hızımla buraya koştum." 
Rehberim arkasına yaslanmış gülüyordu bana. Bunun 
üzerine mektubu, eşarbı ve ne varsa hepsini ona uzattım. 
Aldı ve eşarbı açtı. İçinde katlanmış iki kâğıt parçası vardı. 
Beni daha da fazla merak ettirmek için bilhassa ağırdan ala­
rak bunlan birbirinden ayırdı, yavaş yavaş açtı ve nihayet, 
"İşler yolunda Lobsang, rahat bir soluk alabilirsin. Vakit yi­
tirmeden Potala'ya gidip Dalay Lamayı görmemiz gerekiyor. 
Hemen şimdi demek istiyorum Lobsang. Burada benim de 
gitmem gerektiği yazıyor" dedi. Yanındaki gonga dokundu ve 
içeri giren hizmetkâra beyaz atlanmızın derhal eğerlenmesi 
için talimat verdi. Çabucak giysilerimizi değiştirip, beyaz 
eşarplarımızdan en iyi iki tanesini aldık ve Reis'e gidip, En 
Değerli Kişi'yi görmek üzere Potala'ya gitmemiz gerektiğini 
haber verdik. 
Seyis rahipler, atlarımızla birlikte avluda bekliyorlardı 
bizi. Atlara atlayıp, dörtnala dağ yolundan aşağı indik. As­
lında gideceğimiz yol ata binmeye değmeyecek kadar yakındı 
ama hiç değilse merdivenleri de at üzerinde çıkacaktık. Hiz-
217 

metkârlar kapıda bekliyorlardı bizi. Aşağı iner inmez atları­
mız ahıra götürüldü ve biz de vakit yitirmeden En Değerli 
Kişi'nin özel konağına koştuk. Tek başıma içeri girdim, yere 
kapanıp onu selâmladım ve eşarbımı sundum. 
"Otur, Lobsang" dedi, "senden çok hoşnutum. Senin ba-
şarındaki rolünden dolayı Mingyar'dan da çok hoşnutum. Sı­
nav kâğıtlarının hepsini bizzat okudum." 
Bunu duyunca dehşetle ürperdim. Benim bir sürü kusu­
rumdan biri de, söylediklerine göre, biraz yerli yersiz kullan­
dığım bir espri anlayışına sahip olmamdı ve bu huyumdan, 
zaman zaman sınav kağıtlarındaki soruları yanıtlarken de 
vazgeçmemiştim; çünkü soruların bir kısmı ancak bu çeşit 
yanıtları akla getiriyordu! Dalay Lama düşündüklerimi oku­
muştu herhalde, birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı 
ve"Evet, vaktini yanlış seçtiğin bir espri anlayışın var"dedi; 
müthiş bir korku içinde geçirdiğim uzun bir sessizlikten son­
ra, "ama, yazmış olduğun her sözcükten ayrı bir zevk aldım" 
diye ekledi. 
Onunla birlikte iki saat geçirdim. Başbaşa geçirdiğimiz 
ilk saatten sonra Lama Mingyar Dondup da içeri çağrıldı ve 
En Değerli Kişi benim bundan sonraki öğrenimimle ilgili ba­
zı talimatlar verdi ona. Küçük Ölüm Töreni'ne katılacak, La­
ma Mingyar Dondup'la birlikte, öteki manastırları dolaşacak 
ve Ceset Parçalayıcılarımla birlikte çalışacaktım. Dalay La­
ma bana yazılı bir kâğıt verdi. Bu kâğıtta, Ceset Parçalayıcı­
larından, bedenlerin gizli yönlerinin açık olarak ortaya seri-
lebilmesi ve böylelikle bedenin hangi fiziki nedenlerle işe ya­
ramaz hale geldiğinin anlaşılabilmesi için bana her türlü 
yardımın gösterilmesini istiyordu. "Kendi çalışmaları için ge­
rekli görebileceği herhangi bir cesedi ya da bir cesedin kısım­
larını almakta serbesttir." Sonra onu selâmlayıp ayrıldık. 
Ölü bedenlerin ortadan kaldırılması işlemine geçmeden 
önce, ölüm hakkındaki Tibet inançları üzerine biraz daha 
bilgi vermem iyi olur sanırım. Bizim bu konudaki davranışla­
rımız, Batılı insanların davranışlarından oldukça farklıdır. 
Bizim için beden, ölümsüz bir ruhu içinde barındıran bir 
218 
maddeden, bir kabuktan başka bir şey değildir ve ölü bir 
beden de, giyilmekten yıpranmış eski bir elbiseden daha de­
ğersizdir. Burada kendi eceliyle ölmekte olan bir insanın du­
rumu söz konusudur, ani ve beklenmedik bir dış olayla mey­
dana gelen bir ölüm değil. İlk durumda beden hastalıklı ve 
kusurludur; ruh için öylesine rahatsız bir duruma gelmiştir 
ki artık hiçbir ders öğrenilemez. Bu yüzden de bedeni terk 
etme zamanı gelmiştir. Ruh yavaş yavaş geri çekilir ve mad­
di bedenin dışına çıkar. Ölüm anında, fiziksel ve ruhsal be­
denleri birleştiren kordon, yani Hristiyanlar'm Incili'ndeki 
"gümüş kordon" incelir incelir, nihayet kopar ve ruh uzakla­
şır gider. İşte ölüm hali budur. Fakat bu aynı zamanda yeni 
bir hayata doğmak demektir; çünkü "gümüş kordon" tıpkı 
yeni doğmuş bir bebeğin kendi başına bir varlık olmasını 
sağlamak üzere anneden koparılan göbek kordonuna benzer. 
Ölüm anında kişinin başında bulunan Yaşama Gücü Işıması 
ortadan kaybolur. Bu ışımanın olağanüstü görüş gücüne sa­
hip kişiler tarafından görülebilmesi mümkündür. Hâle şek­
lindeki bu ışımaya, İncil'de, "altın kâse" adı verilir. Bir Hris-
tiyan olmadığım için Kutsal Kitabı pek iyi bilmiyorum, fakat 
sanırım orada da, 'Gümüş kordon kopmasın, altın kâse kırıl­
masın" diye bir deyiş bulunmaktadır. 
Bize göre bedenin ölmesi, fiziksel faaliyetin tamamen 
durması ve ruhun ya da canın etten yapılmış kabuğundan 
tamamen kurtulabilmesi üç gün sürer. Bir bedenin, yaşadığı 
süre boyunca, kendisinden başka bir de eterik bir eşi oluşur. 
Bu "eş" bir hayalet halini alabilir. Herhalde hemen herkes, 
kuvvetli bir ışığa bakıp da sonra başını başka yöne çevirdi­
ğinde, aynı ışığı görmeye devam etmiştir. Biz hayatı bir elek­
trik, bir güç alanı olarak kabul ederiz. Öldükten sonra geride 
kalan eterik eş, güçlü bir kaynağa baktıktan sonra kişinin 
görmeyi sürdürdüğü ışığa benzer; ya da elektrik terimleri 
kullanırsak, güçlü kalıtımlı bir manyetik alan gibidir. Bede­
nin eğer hayattan ayrılamayacak kadar güçlü nedenleri var­
sa, o zaman bir hayalet oluşturacak ve alışılmış yerlere sık 
sık uğrayacak kadar güçlü bir eterik meydana getirecektir. 
219 

Cimri bir kişinin para keselerine karşı öyle bir bağlılığı var­
dır ki, tüm dikkatini onların üzerinde toplamıştır. Ölürken 
yaşayacağı son şey de büyük bir olasılıkla paralarının akıbe­
tinin ne olacağı korkusudur. Bu yüzden ölüm döşeğinde ete-
rik varlık büyük bir güç kazanacaktır. Bu para keselerinin 
talihli yeni sahibi, gece yansından sonra geç saatlerde hafif 
bir huzursuzluk hissedebilir ve "İhtiyar falanca paracıklan-
nın peşinde yine" diye de düşünebilir kendi kendine. Evet, 
aslında haklıdır, İhtiyar falanca'nın hayaleti ellerini paracık-
larma dokunduramadığı için belki epey aksileşmiştir. 
Üç ana beden vardır; fiziksel beden, ki ruh hayatın zor 
derslerini bunun içinde öğrenir; eterik (astral) beden, ya da 
arzularımız, tutkularımız ve korkularımızla oluşturduğumuz 
"manyetik" beden; üçüncüsü ise ruhsal beden, yani Ölümsüz 
Ruh'dur. Biz Lamalar'm inancı budur, ama gerçek bir Budist 
buna inanmayabilir. Bize göre, ölmekte olan bir kişi üç aşa­
madan geçer: Fiziksel bedenin terk edilmesi, eterik alanın 
yok edilmesi ve Ruhlar Dünyası'na giden yolda ruha yardım 
edilmesi. Eski Mısırlılar da eterik eşe, Ölüm Rehberleri'ne, 
Ruhlar Dünyası'na inanırlardı. Tibet'te insanlara daha ölme­
den önce yol göstermeye başlardık biz. Bu olayı iyi bilen kişi­
lerin böyle bir yardıma ihtiyaçları olmazdı tabii; fakat sıra­
dan bir kadına ya da erkeğe veya bir trappaya, bütün yol bo­
yunca rehberlik edilmesi gerekirdi. Bunun için neler yaptığı­
mız konusu da ilginizi çekebilir sanınm. 
Saygıdeğer Ölüm Öğretmeni bir gün beni yanına ça­
ğırttı. "Ruhun kurtulması için başvurulan yöntemleri incele­
me zamanın geldi artık Lobsang. Bugün bana eşlik edecek­
sin" dedi. 
Uzun koridorlardan yürüdük, kaygan merdivenlerden 
aşağıya indik ve trappalann bölümüne girdik. Burada bulu­
nan "hastane odalan'ndan birinde yatan yaşlı bir rahip, he­
pimizin bir gün ulaşmak zorunda kalacağı o sınıra epey yak­
laşmıştı. Beyin kanaması geçirmiş ve son derece zayıf düş­
müştü. Onu incelediğimde yaşama gücünün tükenmiş, renk­
lerinin de yavaş yavaş solmakta olduklannı gördüm. Yaşama 
220 
durumunu sürdüren hiçbir canlılık belirtisi kalmayıncaya 
dek, ne pahasına olursa olsun bilincini yitirmemesi gereki­
yordu. Yanımdaki lama, yaşlı rahibin elini avuçlarının içine 
aldı ve gayet yumuşak, öylece tuttu."Yakında bedeninin bağ­
larından kurtulacaksın yaşlı adam. Sözlerime kulak ver ki, 
doğru yolu bulabilesin. Ayakların yavaş yavaş soğuyor. Öm­
rün sona eriyor ve nihai kurtuluşa iyice yaklaşıyorsun. Kafa­
nı rahatlat yaşlı adam, korkulacak bir şey yok. Bacakların 
canlılığını yitiriyor ve bakışlann gitgide donuklaşıyor. So­
ğuk, artık kaybolmakta olan canlılığının ardından yavaş ya­
vaş yukan doğru yayılıyor. Kafanı rahatlat yaşlı adam, çün­
kü hayatın en büyük gerçeğinde korkulacak bir şey yoktur. 
Gözlerinde, sonsuz gecenin gölgeleri dolaşıyor, soluğun boğa­
zını tırmalıyor. Boğazın da özgürlüğe kavuşacak yakında. 
Ruhunun, dünya ötesinin zevklerini tadabilmesi, özgürlüğü­
ne kavuşması için vakit yaklaşıyor. Kafanı rahatlat yaşlı 
adam. Özgürlüğüne kavuşman yakındır." 
Lama tüm bunlan söylerken, bir yandan da ruhun fazla 
acı çekmeden serbest kalabilmesini sağlamak için, ölmekte 
olan adamı, köprücük kemiğinden kafasına doğru hafif hafif 
okşuyordu. Ona sürekli olarak yolda karşılaşabileceği tehli­
keleri ve bunları nasıl atlatabileceğini anlatıyordu. İzleyece­
ği yol, göçüp gitmiş olmalanna karşın öbür dünyadan bile te­
lepati yoluyla konuşmayı sürdüren telepat lamalar tarafın­
dan en ince ayrıntısına dek tarif edildi. 
"Görme gücün kayboldu yaşlı adam, soluğun bedenini 
terk ediyor. Bedenin soğuyor, kulakların bu dünyanın sesle­
rini duyamıyor artık. Kafanı rahatlat, huzura kavuş yaşlı 
adam, çünkü ölüm üzerine çöktü artık. Sana bildireceğimiz 
yolu izle, huzur ve mutluluk seninle olur." 
Yaşlı adamın manyetik alanı daha da küçülmeye başla­
yıp, nihayet tamamen söndüğünde, lamanın okşayışları hâlâ 
sürüyordu. Lama çok eski bir ibadet usulümüz gereğince, 
çıkmaya çabalayan ruhun tamamıyla serbest kalabilmesi 
için birdenbire patlayan, tiz bir ses çıkardı. Yaşama Gücü, 
adeta bir şaşkınlık içerisindeymiş gibi burulup, bir girdap gi-
221 

bi döndükten sonra, gümüş kordonla hâlâ bağlı bulunduğu 
gövdenin dumandan bir kopyası halini aldı ve bir bulut yığı­
nı gibi, devinimsiz duran bedenin üzerinde kümelendi. Ar­
dından gümüş kordon yavaş yavaş inceldi ve yaşlı adam gö­
bek kordonu kesilen bir bebek gibi, bir sonraki hayatına 
doğmaya hazırlandı. Sonra kordon incelmeye devam etti, in­
ce bir tutam halini aldı ve nihayet yavaşça eriyerek koptu ve 
gökyüzünde sürüklenip giden bir bulut, ya da bir tapınakta­
ki tütsü dumanı gibi ağır ağır akıp gitti. Lama yolculuğunun 
ilk aşaması boyunca ruha rehberlik etmek üzere, telepati yo­
luyla gerekli bilgileri vermeyi sürdürüyordu. "Sen bir ölüsün. 
Burada senin için bir şey yok artık. Etle olan bağların koptu. 
Sen Bardo'sun. Sen kendi yoluna devam et, biz de kendi yo­
lumuza devam edelim. Sana verilmiş yolu izle. Bu düşler 
dünyasını terk et ve En Büyük Gerçeğe gir. Sen ölüsün. Ken­
di yolunda ilerlemeye devam et." 
Tütsü bulutları, sıkıntılı havayı dinginlik veren titre­
şimleriyle yumuşatarak, döne döne yükseldiler. Uzaktaki da­
vullar, alçalıp yükselen bir mırıltı tutturmuşlardı. Manastır 
damının tepesinde bir yerlerde boğuk sesli bir boru, kırlara 
yayılan bir haber yolluyordu. Dışarıdaki koridorlarda hare­
ketli yaşamın çeşitli sesleri, keçe botların hışırtıları, uzaklar­
dan bir yerden bir yak öküzünün homurtusu geliyordu. Bu­
rada, bu ufak odada ise sessizlik vardı. Ölüm sessizliği. Bu 
sessizliğin yüzeyinde yalnızca telepat lamanın direktifleri 
dalgalanıyordu hafif hafif... 
Ölü bedeni lotus duruşunda oturtup, cesetleri hazırla­
yan rahipleri çağırttık. Sonra bu dünyadan ayrılmış olan ru­
ha yol gösterebilmeleri için öteki telepat lamalar geldiler ve 
bu iş nöbetleşe üç gün sürdü. Dördüncü günün sabahı, Ling-
hor Yolunun Dechlen Dzong'a ayrıldığı yerde bulunan Ceset 
Parçalayıcıları Kolonisinden bir Ragyab geldi. Lamaların 
ruha yol göstermek için verdikleri direktifler son buldu ve 
ceset Ragyab'a verildi. Ceset taşıyıcısı, bu ölü bedeni eğip 
büküp sımsıkı bir top haline getirdi, beyaz bir kumaşa sardı; 
sonra bu bohçayı hafif bir hareketle döndürüp kaldırdı ve 
222 
omuzlarının üzerine yerleştirdikten sonra, uzun adimlarla 
uzaklaştı. Dışarıda bekleyen bir yak öküzü vardı. Adanı hiç 
duraksamadan beyaz torbayı savurarak hayvanın sırtına 
vurdu ve uygun adım uzaklaştılar. Parçalama yerine geldi­
ğinde yükünü ceset parçalayıcılarına bırakacaktı. Burası, or­
tada büyük ve düz bir kaya parçası bulunan tenha bir düz­
lüktü. Taş parçası dört köşesinden delinmiş ve bu delikler­
den içeri kazıklar sokulmuştu. 
Gövde kayanın üzerine yerleştirilecek ve üzerindeki ör­
tü kaldırılacaktı. Cesedin elleri ve ayakları, taşın üzerinde 
bulunan kazıklara bağlanacak ve sonra parçalayıcı şefi uzun 
bıçağını alıp, gövdeyi boylu boyunca yaracaktı. Derinin şerit­
ler halinde yüzülebilmesi için bıçakla uzun yarıklar açılacak­
tı. Daha sonra kollar ve bacaklar kesilerek ufak parçalara 
ayrılacaktı. En sonunda baş da kesilecek, sonra da kırılıp 
açılacaktı. 
Ceset taşıyıcısının uzaktan görünmesiyle birlikte akba­
balar da tıpkı bir açık hava tiyatrosundaki seyirciler gibi, ge­
niş daireler çizerek belireceklerdi gökyüzünde. Bu kuşların 
gayet katı bir toplumsal düzenleri vardı ve içlerinden biri li­
derlerinden önce aşağıya inmeye kalkışırsa, hepsi birden 
üzerine çullanarak didik didik ederlerdi onu. 
Bu arada ceset parçalayıcısı cesedin gövdesini açacak, 
ellerini oyuktan içeri daldırarak kalbi dışarı çıkaracaktı. Bu­
nu gören en kıdemli akbaba, kanatlarını ağır ağır çırparak, 
kollarını uzatmış olan parçalayıcının elindeki kalbi almak 
üzere aşağıya inecekti. İkinci yaşlı akbaba da karaciğeri al­
mak için uçuşa geçecek, sonra da bir kayanın üzerine çekilip 
yiyecekti onu. Böbrekler, bağırsaklar bölünecek ve "lider" 
kuşlara verilecekti bunlar. Sonra da geri kalan etler şeritler 
halinde koparılıp, öteki akbabalara dağıtılacaktı. İçlerinden 
biri beynin bir kısmını ve belki de gözün birini almak üzere 
geri gelecek, bir diğeri lezzetli yeni bir lokma için kanat çır-
pacaktı. İnsanı şaşırtacak kadar kısa bir süre sonra, tüm or­
ganlar ve etler yenmiş olacak ve geriye, taşın üzerindeki çıp­
lak kemiklerden başka bir şey kalmayacaktı. Parçalayıcılar 
223 

bu kemikleri tıpkı yakacak odun gibi uygun büyüklükte par­
çalar halinde kıracak ve parçalan kayanın üzerinde bulunan 
bir deliğe dolduracaklardı. Sonra da kemiklerin ince bir toz 
haline gelebilmesi için ağır tokmaklar kullanılacaktı. Niha­
yet kuşlar bunları da yiyeceklerdi. 
Bu ceset parçalayıcıları epey cesur adamlardı. Yaptıkla­
rı işten gurur duyarlar ve sırf kendi meraklan için, ölüm ne­
denini anlamak üzere bütün organlan incelerlerdi. Bu işi 
müthiş bir rahatlıkla yapmalannın nedeni, uzun yılların ver­
diği bir alışkanlık ve deneyimdi. Hiç kuşkusuz, bu işe bu ka­
dar merak salmalannı gerektiren elle tutulur bir neden yok­
tu, fakat ruhun bu araçtan ayrılmasına neden olan hastalığı 
ya da olayı araştırmak bir gelenek haline gelmişti. Eğer kaza 
ile ya da kasıtlı olarak biri zehirlenmişse, durum kısa za­
manda ortaya çıkardı. Hiç kuşkusuz, onlarla birlikte çalıştı­
ğım sürede edindiğim deneyimlerin büyük yaran oldu bana. 
Çok geçmeden, ölmüş bedenleri parçalara ayırmakta epey 
usta oldum. Baş Parçalayıcı yanımda durur, dikkate değer 
noktaları işaret ederdi: "Bu adam, Saygıdeğer Lama, kalbe 
kan gitmemesi sonucu ölmüş. Bakın. Bu atardamarı ikiye ke­
seceğiz, işte ve evet, görüyorsunuz, kanın akmasını önleyen 
bir pıhtılaşma var." Ya da şöyle derdi: "Şimdi sıra bu kadın­
da Saygıdeğer Lama, tuhaf bir görünüşü var. Şurada bir sal­
gı bezinde bir aksaklık olmalı. Kesip açalım ve görelim." Ke­
sim işlemi sürerken bir sessizlik olur ve sonra devam ederdi, 
"İşte, tamam, evet, sert bir ur var içinde." 
Bu böyle devam ederdi. Bildiklerini bana göstermekten 
büyük gurur duyuyorlardı adamlar; çünkü benim doğrudan 
doğruya En Değerli Kişi'nin emriyle onlarla birlikte çalıştığı­
mı biliyorlardı. Eğer ben orada yoksam ve cesetlerden biri 
özellikle incelenmeye değer görülmüşse, ben gelene dek sak­
lıyorlardı onu. Bu şekilde yüzlerce ceset inceleme olanağım 
oluyordu. Aslında tıp öğrencilerinin, hastanelerin morg oda­
larında kadavralan parçalamak zorunda kaldıklan sistem­
den çok daha iyi bir öğrenim yoluydu bu. Anatomi hakkında, 
ceset parçalayıcılarinın yanında, sonradan katıldığım tam 
224 
teçhizatlı bir tıp okulunda öğrendiklerimden daha fazlasını 
öğrenmiş olduğumu biliyorum. 
Cesetler Tibet'te toprağa gömülmezler, çünkü kayalık 
arazi nedeniyle bu işlem çok zor olurdu. Ekonomik nedenler 
yüzünden, ölünün yakılması da olanaksızdı; odun kıttı ve bir 
cesedi yakmak için gerekli olan kerestenin ta Hindistan'dan, 
yak öküzlerinin sırtında dağlar aşılarak Tibet'e taşınması 
gerekirdi. Cesetlerin su aracılığıyla yok edilmesi de mümkün 
değildi, çünkü cesetlerin ırmak ve derelere atılması, yaşayan 
halkın içme suyunun kirlenmesine yol açardı. Bu nedenle biz 
de cesetleri hava yoluyla yok ederdik. Bu sistem, Batılıların 
yönteminden yalnızca iki noktada farklılık gösterir. Birinci­
si, Batılılar cesetleri gömerler ve burada kuşlann yerini 
kurtlar alır. İkinci farklılık ise, Batı dünyasında ölüm nede­
ninin cesetle birlikte gömülmesi ve ölüm vesikasının gerçek 
ölüm nedenini belirtip belirtmediğini kimsenin bilmemesi-
dir. Halbuki bizim ceset parçalayıcılanmız bir kimsenin han­
gi nedenle öldüğünü kesin olarak bilirler! 
Önceden yaşamış ve yeniden bedenlenmişler arasında 
bulunan en yüksek lamalar hariç, Tibet'te ölen herkes bu 
yolla yok edilir. Sözünü ettiğim ilk gruba giren lamalar ise 
mumyalanır ve bir tapmakta, herkesin görebileceği bir bi­
çimde ön tarafı camla kaplı bir kutuya konurlar, ya da mum­
yalandıktan sonra altınla kaplanırlar. Bu son işlem oldukça 
ilgi çekicidir. Ölünün bu şekilde hazırlanışına pek çok kez 
katıldım. Bu konudaki notlanmı okuyan bazı Amerikalılar, 
gerçekten altın kullandığımıza inanamıyorlar bir türlü. Bel­
ki biz bir dolara satılan saatler yapamadık, ama ölülerimizin 
bedenlerini altınla kaplayabiliyoruz. 
Bir akşam üzeri Reis'in huzuruna çağrıldım. "Önceden 
yaşamış kişilerden birisi bedenini terk etmek üzere. Şimdi 
Yabani Gül Bahçesinde bulunuyor. Kutsiyet İçinde Muhafa-
za'yı görebilmen için senin de orada olmanı istiyorum." 
Böylece bir kez daha tahta bir eğerin ve Sera yolculuğu­
nun zorluklarına katlanmak zorunda kaldım. Manastıra var­
dığımda Yaşlı Reis'in odasına götürüldüm. Manyetik alanı-
225 

nın renkleri neredeyse tamamen solmuşlardı. Ruhu bir saat 
kadar sonra bedeninden ayrılıp, özgürlüğüne kavuştu. Bir 
reis ve bilgin olduğundan, Bardo'ya giden yol boyunca kendi­
sine yol gösterilmesine gerek yoktu. Bu nedenle bizim de üç 
günlük süreyi beklememiz gerekmiyordu. Gövde yalnızca o 
gece lotus duruşunda oturtuldu ve lamalar da ölünün başın­
da nöbet tuttular. 
Sabahleyin günün ilk ışıklarıyla birlikte manastırın alt 
tarafında bulunan dehlizlere inildi. Önümde yürüyen iki la­
ma, bir tahtanın üzerine konulmuş olan cesedi taşıyorlardı. 
Hâlâ lotus duruşunda oturuyordu. Arkadan gelen rahipler­
den boğuk bir ilahi ve ilahi sustuğunda da gümüş bir çıngıra­
ğın titrek sesi geliyordu. Üzerimizde kırmızı giysilerimiz ve 
bunların üstünde de uzun, sarı ipekli atkılarımız vardı. Alev 
alev yanan meşalelerin ve yağ kandillerinin ışığıyla büyü­
müş, eğri büğrü olmuş gölgelerimiz, dans eden, titreşen çizgi­
ler halinde duvarlarda geziniyorlardı. Aşağıya, yer altındaki 
gizli bölmelere doğru indik bir süre. Nihayet yerin on beş-
yirmi metre altında, taştan yapılmış bir kapının önüne gel­
dik ve içeri girdik. Oda buz gibi soğuktu. Rahipler cesedi bü­
yük bir dikkatle yere koydular ve sonra üç lama ile benden 
başka herkes odadan çıktı. Ardından yüzlerce yağ lambası 
birden yakıldı, ortalığa keskin sarı bir pırıltı yayılıyordu. Ce­
set soyuldu ve özenle yıkandı. Bedende bulunan tabii delik­
lerden çıkarılan iç organlar kavanozlara yerleştirildiler ve 
dikkatle mühürlendiler. Cesedin içi baştan aşağıya yıkanıp 
kurulandı ve özel bir çeşit vernik döküldü içine. Bu vernik 
gövdenin içinde sert bir kabuk oluşturacak, beden de böylece 
sanki canlıymış gibi duracaktı. Vernik kuruyup sertleştikten 
sonra, gövde boşluğu pamukla sıkıca dolduruldu ve pamuk 
da sertleşsin diye biraz daha vernik döküldü. Bedenin dış 
kısmı ise yine vernikle kaplanarak kurumaya bırakıldı. Katı-
laşan beden üzerine zar gibi ince bir ipek tabakası kaplandı. 
Bu iş de tamamlanınca, ipeğin üzerine bir başka çeşit vernik 
daha sürüldü; beden, hazırlıkların bir sonraki aşaması için 
hazırdı artık. Sonra iyice katılaşsın diye, olduğu gibi bir gün 
226 
bir gece bırakıldı. Bu sürenin sonunda odaya geri döndüğü 
müzde cesedi lotus duruşunda, kaskatı olmuş, kalıp gibi bul­
duk ve onu alıp daha da aşağılarda bulunan bir başka odaya, 
daha doğrusu bir fırına taşıdık. 
Döşeme özel bir çeşit tozla kalın bir tabaka halinde kap­
lanmıştı. Ceset odanın orta yerine yerleştirildi. Sonra rahip­
ler ateş yakma hazırlıklarına giriştiler. Geri kalan birkaç 
kişi odayı, Tibet'in çeşitli bölgelerinden gelmiş özel bir cins 
tuz ve çeşitli otlarla tıka basa doldurdular. Nihayet herkes 
koridorun dışında toplandıktan sonra kapı kapatılıp, manas­
tır  m ü h ü r ü ile mühürlendi ve fırının yakılması için gerekli 
emir verildi. Odunlar az sonra çatırdayarak yanmaya başla­
dılar; alevler yayılıp sıcaklık arttıkça eriyen reçineler cızır 
cızır parlıyorlardı. Ateş artık tezek ve işe yaramaz yağ par­
çalarıyla sürekli olarak beslenecekti; bir hafta boyunca öfkeli 
öfkeli yandı durdu.Yedinci günün sonunda beslenmesine son 
verildi. Nihayet yavaş yavaş söndü, titreşen ufak pırıltılar 
kayboldular. Soğumaya başlayan ağır taş duvarlar gıcırtılar 
çıkararak inlediler. Koridor tekrar içeri girilecek kadar soğu­
muştu. Odanın da soğuması için üç gün daha bekledik. Niha­
yet mühürlenme gününden sonraki on birinci gün, büyük 
m ü h ü r kırıldı ve kapı açıldı. Rahipler nöbetleşe nöbetleşe, 
bütün odayı dolduran ve artık sertleşmiş olan bileşimi elle­
riyle kazıdılar. Bedenin' zedelenmesini önlemek için herhan­
gi bir alet kullanılmadı. Rahipler iki gün süreyle bu gevrek-
leşmiş tuzlu bileşimi ellerinde ufalayarak kazıyıp durdular. 
En sonunda hâlâ lotus duruşunda ve odanın tam orta yerin­
de oturan cesetten başka bir şey kalmadı içeride. Onu özenle 
yerinden kaldırıp, yağ kandilleriyle aydınlatılmış bir başka 
odaya taşıdık. 
Sonra bedene kaplanmış olan ipek kaplamalar soyuldu. 
Beden mükemmel bir biçimde korunmuştu. Yalnız rengi çok 
daha koyulaşmıştı ve sanki aniden gözlerini açacakmış gibi 
canlı görünüyordu. Uyuyordu sanki. Rahiplerden biri bedeni 
bir daha vernikledi ve sonra kuyumcular iş başına geçtiler. 
Bunlar işlerinde son derece usta kişiler olup, gerçek birer sa-
227 

natkârdılar. En ince, en yumuşak altını kat kat, üst üste 
kaplayarak yavaş yavaş, büyük bir dikkatle çalışıyorlardı. 
Tibet'in dışında bir servet değerinde olan altın, burada yal­
nızca kutsal bir maden olarak daha özel bir değer kazanıyor­
du. Bozulmayan bir maden olduğundan, insanın ebedi ruh 
evresinin bir sembolüydü. Kuyumcu rahipler en küçük bir 
ayrıntıda bile titiz, olağanüstü bir özenle çalışıyorlardı, öyle 
ki işlerini tamamladıklarında, geriye ustalıklarının kanıtı 
olarak her çizgisi ve kıvrımı sanki gerçekten canlıymış gibi 
duran, altından yapılmış bir insan bırakmışlardı. Ceset şim­
di üzerine kaplanmış olan altınla iyice ağırlaşmış olarak, 
"Yeniden Bedenlenenler Salonu"na taşındı ve orada bulunan 
diğerleri gibi altın bir tahtın üzerine yerleştirildi. Bu salonda 
çok eski zamanlara ait mumyalar vardı; yarı kapalı gözlerle 
şimdiki neslin zayıflıklarını, kusurlarını gözetleyen ciddi bi­
rer yargıç gibi, sıra sıra oturuyorlardı. Bu kutsal odada fısıl­
tıyla konuşuyor, yaşayan ölüleri rahatsız etmemek için dik­
katle yürüyorduk. İçlerinden biri özellikle dikkatimi çekti; 
garip bir güç beni onun önünde büyülenmiş gibi tutuyordu. 
Mumya sanki her şeyi bilen bir tebessümle süzüyor gibiydi 
beni. Tam o anda biri hafifçe koluma dokundu, korkumdan 
havaya sıçradım. "Bu sendin Lobsang, senin bundan önceki 
bedenlenmen. Onu tanıyacağını tahmin etmiştik." 
Rehberim beni bir sonraki mumyanın önüne götürdü ve 
"İşte bu da bendim" dedi. 
Sessizce, ikimiz de heyecanlanmış, salondan dışarı sü­
züldük ve kapı ardımızdan mühürlendi. 
Bundan sonra pek çok kez bu salona girmeme ve altın 
kaplamalı figürleri incelememe izin verildi. Bazı zamanlar 
tek başıma gidiyor, meditasyon yaparak oturuyordum önle­
rinde. Hepsinin de çok büyük bir ilgiyle okuduğum, yazılı 
geçmişleri vardı. Burada, Rehberim'in, yani Lama Mingyar 
Dondup'un oldukça ayrıntılı bir öyküsü de vardı; geçmişte 
neler yaptığı, kişiliğinin ve yeteneklerinin bir özeti, ona ve­
rilmiş bulunan onur payeleri ve unvanları, nasıl öldüğü gibi. 
Kendi geçmişimi de büyük bir dikkatle okudum. Kaya-
228 
dan oyulmuş gizli bir bölümde bulunan bu Kutsal Salon'da, 
doksan sekiz tane altın mumya oturuyordu. Tibet'in tarihçe­
si önümdeydi. Ya da o an için ben öyle sanıyordum, çünkü 
Tibet'e ait en eski tarihçe daha sonraları gösterilecekti bana. 
229 


Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin