Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye


  BiLiNMEYEN KUZEY VE YETiLER



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə13/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
lobsang rampa Üçüncü Göz

15 
BiLiNMEYEN KUZEY VE YETiLER 
Bir eğitim sırasında Chang Tang Dağları'na gittik. Bu 
kitapta, Chang Tang Bölgesi hakkında kısa bilgiler vermek­
ten öteye gitmeyeceğim. Çünkü geziyi hakkını vererek akta­
rabilmek için en azından birkaç kitap yazmak gerekir. Dalay 
Lama, geziye katılan grubun on beş üyesini de kutsadıktan 
sonra, katırlara binerek, heyecan içinde yola koyulduk; Ten-
gri Tso boyunca, Zilling Nor'daki büyük göllere ve sürekli 
kuzeye doğru ağır ağır ilerledik. Tangla Sıradağları'nı binbir 
güçlükle aştık ve nihayet keşfedilmemiş bölgelere girdik. 
Yolculuğun ne kadar sürmüş olduğunu söylemek güç; zaman 
önemli değildi bizim için. Acele etmemizi gerektiren bir ne­
den de yoktu. Rahat rahat ve oldukça yavaş ilerleyerek, gü­
cümüzü daha sonraki acele işlere sakladık. 
Dağlık bölge boyunca ilerlerken, sürekli olarak yükse­
len arazi bana, Potala'daki teleskoptan seyrettiğim ay yüze­
yini hatırlattı. Koca dağ silsileleri ve derin boğazlan ile ayın 
yüzeyine gerçekten çok benziyordu buraları. Uçsuz bucaksız 
dağlar ve dipsiz vadiler vardı her yanda. Koşulların gittikçe 
zorlaştığını fark ederek, güçlükle ilerliyorduk. Sonunda ka­
tırlar daha fazla yürüyemez hale geldiler.Yoğunluğu azalmış 
havada, kısa bir süre sonra bitkin düşmüşler ve başlarımız 
döne döne geçtiğimiz kayalık geçitleri aşamaz bir duruma 
gelmişlerdi. Bulabildiğimiz en emin yerde katırlarımızı bı­
raktık; gruptan en zayıf beş kişi de onlarla birlikte kalacak­
tı. Bir kurdun azı dişleri gibi sipsivri yükselen bir kaya çı­
kıntısı onları bu rüzgâra açık bölgedeki en şiddetli fırtınalar-
199 

da bile koruyabilecekti. Üstelik kayanın içinde derin bir de 
mağara vardı. Katırların karınlarını doyurabilecekleri, tek 
tük bitkilerle kaplı aşağıdaki vadiye, dar ve çok dik bir yol 
iniyordu. Şırıl şırıl bir ırmak vadi boyunca gürüldeyerek akı­
yor ve bir uçurumun kenarından aşağıya, adeta dipsiz bir de­
rinliğe yuvarlanıyordu. 
Büyük güçlüklerle daha yukarılara tırmanmaya başla­
madan önce, iki gün dinlendik burada. Taşıdığımız yükler­
den sırtlarımız ağrıyor, biraz daha fazla hava alabilmek için 
ciğerlerimizi sanki patlayacaklarmış gibi zorluyorduk. Kan­
yonlar, derin vadiler boyunca ilerledik. Bunları aşmak için, 
uçlarına halatlar bağlanmış demir kancalar fırlatıyorduk 
karşı tarafa. Kanca bir yere takıldığında sıra ile asılıp onu 
sallıyor ve sağlamlığından emin olunca yine sırayla karşıya 
geçiyorduk. Bazen kancayı tutturacak bir yer bulamazdık. 
Bu durumda içimizden biri halatı beline bağlayıp, tırmana­
bildiği en yüksek noktadan kendini aşağıya bırakır ve yavaş 
yavaş hızlanarak, boşlukta sallanarak, karşıya ulaşmayı de­
nerdi. Bu iş epey zor ve tehlikeli olduğundan, hepimiz sıra 
ile yapardık. Bir defasında rahiplerden biri düşüp ölmüştü: 
Uçurumun bizim bulunduğumuz yamacından yukarıya tır­
manmış ve kendisini aşağıya sallandırmıştı. Anlaşılan mesa­
feyi pek iyi ayarlayamamişti ki, müthiş bir hızla karşı yama­
ca çarptı; yüzü ve beyni kayaların uçlarında kalmıştı! Cese­
dini, bağlı olduğu iple geri çektik ve bir tören yaptık onun 
için. Sonra da kayaların arasında gömecek bir yer bulunma­
dığından, kuşlara, rüzgâra ve yağmura terk ettik onu. Bu 
olaydan sonra sırası gelen rahip, pek memnun görünmüyor­
du halinden. Bunun üzerine ben aldım onun sırasını. Mesele­
ye benim hakkımda yapılmış olan kehanetler açısından ba­
kıldığında, bir kazaya kurban gitmeyeceğim açıktı ve bu 
inancım da karşılık gördü. Ama yine de çok dikkatli hareket 
ediyordum. Tırnaklarımın ucuyla yoklayarak, bana en yakın 
olan kayanın ucuna ulaştım. Güç bela tutunup kendimi yu­
karı çektiğimde soluğum boğazımı yakıyor, kalbim patlaya-
cakmış gibi gümbürdüyordu. Gücüm kesilmiş, bir süre orada 
200 
yatıp kaldım. Sonra yamaç boyunca yukarı doğru sürünerek 
tırmanmayı başardım. Sonunda diğerleri de baş aşağı, elleri 
ve ayakları halatın çevresinde kenetlenmiş bir halde sırayla 
geldiler yanıma. Soluk almamıza bile fırsat vermeyen rüzgâr 
giysilerimizi uçuruyor, işimizi biraz daha zorlaştınyordu. 
Uçurumun tepesinde bir süre dinlenip, bu kadar yük­
sek bir yerde kaynama derecesinin düşük olduğunu ve bizi 
ısıtmak için yeterli olmayacağını bile bile çay pişirdik. Sonra 
eskisinden biraz daha az yorgun, yüklerimizi sırtlanıp, düşe 
kalka bu ıssız bölgenin derinliklerine doğru ilerledik. Az son­
ra rastladığımız buzulla birlikte, yolculuğumuz daha da zor­
laştı. Ne altı çivili kar botlarımız, ne buzları kıracak baltala­
rımız ve ne de dağcılık için gerekli malzememiz vardı; eli­
mizdeki bütün malzeme, toprağı tutsun diye tabanlarına kıl 
demetleri bağlanmış, günlük keçe botlarımız ile sağlam ha-
latlarımızdı. 
Söz arasında, Tibet mitolojisinde bir Buzlar Cehennemi 
vardır. Sıcak bizim için bir nimettir; soğuk ise tam tersi. Bu 
yüzden soğuk, mitolojiye göre cehennemdir. Dağlık bölgelere 
yaptığımız bu gezi soğuğun ne denli korkunç bir şey olabile­
ceğini gerçekten göstermişti bana. 
Bıçak gibi kesen rüzgârda tir tir titreyerek ve yola hiç 
çıkmamış olmayı dileyerek, tam üç gün, ayaklarımızı zorluk­
la sürüyerek buzul boyunca yukarı tırmandık. Nihayet bu­
zul, kayaların arasından aşağıya doğru meyillenmeye başla­
dı. Ve biz aşağılara, daha aşağılara, boş yere bir yerlere tu­
tunmaya çabalayarak ve büyük bir hızla kayarak, adeta son­
suz gibi gelen bir derinliğe indik. Birkaç mil ilerledikten 
sonra, bir dağ yamacının çevresinden dolandık ve karşımız­
da bembeyaz, yoğun bir tabaka bulduk. Bunun kar mı, yoksa 
bir bulut mu olduğunu kestirememiştik uzaktan; kar gibi 
bembeyaz ve uçsuz bucaksızdı. Biraz yaklaşınca, bunun as­
lında kalın bir sis tabakası olduğunu gördük. 
Aramızda buraya daha önce de gelmiş olan tek kişi, 
Lama Mingyar Dondup, keyifli keyifli gülümsedi: "Tam anla­
mıyla asık yüzlü bir rahipler kalabalığısınız. Ama az sonra 
201 

iyi eğleneceksiniz." 
Ama biz öyle eğlendirici bir şey göremiyorduk çevremiz­
de. Sis. Soğuk. Ayağımızın altında dondurucu bir buz, başı­
mızın üzerinde dondurucu bir gökyüzü. Bizi yara bere içinde 
bırakan, bir kurdun azı dişleri gibi sivri, keskin kayalar. Ve 
"birazdan eğleneceğimizi" söyleyen Rehberim. 
Yavaş yavaş ilerleyip, soğuk ve ıslak sisin içine girdik, 
adımlarımızı nereye attığımızı bilmeden, bitkin ve ağır ağır 
yürüyorduk. Belki ısınırız diye boş bir umutla sıkı sıkı sarın-
mıştık giysilerimize. Soğuktan titriyor, güçlükle soluk alıyor­
duk. Nihayet durduk, şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Sis 
ılınmaya başlamıştı, toprak da ısınıyordu gitgide. Arkamız­
dan gelenler, önlerini göremediklerinden bize çarpıp üstüste 
yığıldılar. Fakat Lama Mingyar Dondup'un şen kahkahasıy-
la şaşkınlıktan biraz olsun kurtulup, hiçbir şey göremediği­
miz halde yine ileri atıldık. Herkes bir önündekini yitirme­
meye çalışıyordu. Ayaklarımızın altındaki taşlar bizi düşür­
mekle tehdit ediyor, botlarımızın altından çakıllar yuvarlanı­
yordu. Taşlar! Çakıllar! Peki ya buzul neredeydi? Birdenbire 
sis inceldi ve içinden çıktık. Beceriksiz adımlarla birbirimi­
zin ardı sıra yolumuza devam ediyorduk; olur şey değil, çev­
reme bir göz attığımda, soğuktan ölüp Gökler Ülkesi'ne gel­
miş olduğumu sandım. Isınmış ellerimle gözlerimi oğuştur-
dum; bir beden mi yoksa bir ruh mu olduğumu anlamak için 
kendi kendimi çimdikledim, parmaklarımı kayalara sürt­
tüm. Sonra biraz kendime gelip, çevreme bakındığımda, öte­
ki sekiz arkadaşımın da benimle birlikte olduğunu gördüm. 
Hepimiz birden Gökler Ülkesi'ne bu kadar ani bir biçimde 
gönderilmiş olabilir miydik acaba? Bir an için öyle kabul et­
sek, peki o kayaya çarpıp ölen onuncu arkadaşımız neredey­
di? Ve acaba hepimiz birden karşımızda duran bu cennete la­
yık mıydık? 
Sis perdesinin öte yanında, soğuktan titrediğimiz an­
dan bu yana kalbimiz daha ancak otuz kez atmıştı. Şimdi ise 
neredeyse bayılacaktık sıcaktan. Hava pırıl pırıl ışıldıyor, 
topraktan buharlar çıkıyordu. Ayağımızın dibinde bulunan 
202 
bir kaynak, kalın bir buhar sütununun altından kaynayarak 
yukarı fışkırıyordu. Çevremiz yemyeşil, şimdiye dek görmüş 
olduklarımızdan daha yeşil otlarla kaplıydı. Geniş yapraklı 
bu otlar, diz boyunu aşarak uzanıyordu önümüzde. Aklımız 
karışmış, neredeyse korkmuştuk. İşte bu gerçek bir sihir, 
bizim bildiklerimizin, gördüklerimizin tümüyle ötesinde bir 
olaydı. Bir süre sonra Lama Mingyar Dondup konuşmaya 
başladı: "Burayı ilk gördüğümde eğer ben de sizin şu andaki 
halinize girmişsem, gerçekten görülmeye değermişim! Siz 
dostlarım, sanki Buz Tannlan'nın sizlerle eğlendiğini düşü­
nüyor gibisiniz." 
Neredeyse yerimizden kımıldayamayacak kadar şaşır­
mış, çevremize bakmıyorduk. Rehberim devam etti: "Haydi, 
derenin üzerinden atlayalım, atlayalım çünkü su kaynıyor. 
Birkaç mil daha yürüyelim ve sonra dinlenebileceğimiz ger­
çekten çok güzel bir yere geleceğiz." 
Söylediği şeyler, her zamanki gibi doğru çıktı. Üç mil 
kadar daha yürüdükten sonra, kendimizi sanki haşlanıyor-
muşuz gibi hissettiğimizden giysilerimizi çıkartmış, yosun 
kaplı toprağın üzerine boylu boyunca serilmiş yatıyorduk. 
Burada şimdiye dek hiç görmemiş olduğum ve herhalde bun­
dan sonra da göremeyeceğim cinsten ağaçlar vardı. Parlak 
renkli çiçekler her yana saçılmıştı. Yukarı tırmanan asmalar 
ağaç gövdelerini birer dantel gibi süsleyip, dallardan aşağıya 
sarkıyorlardı. Yatıp dinlendiğimiz bu açıklık alanın biraz sa­
ğında ufak bir göl uzanıyordu ve gölün yüzeyinde, içinde ya­
şam olduğunu belli eden ufak halkalar ve dalgacıklar görebi­
liyorduk. Fazla sıcağa dayanamadığımızdan, bir başka ya­
şam boyutuna geçtiğimizden emindik. Yoksa soğuğa mı da­
yanamamıştık, orasını pek iyi bilemiyorduk. 
Her taraf yemyeşildi. Şimdi epey yolculuk yapmış oldu­
ğumdan, bunların tropikal bitkiler olduğunu söyleyebilirim. 
Bana şimdi bile çok yabancı gelen türde kuşlar vardı. Volka­
nik bir araziydi burası. Topraktan sıcak su kaynaklan fışkı­
rıyor, çevreye kükürt kokuları yayılıyordu. Rehberim, bildiği 
kadarıyla bu dağlık bölgelerde bunun gibi yalnızca iki yer ol-
203 

duğunu söyledi. Yerin altındaki ısı ve kaynar ırmaklar buz­
ları eritiyor, vadinin çevresindeki kayalardan oluşan muaz­
zam duvarlar da sıcak havayı dağılmadan tutuyorlardı. İçin­
den geçtiğimiz o yoğun, bembeyaz sisin bulunduğu yer de, so­
ğuk ve sıcak hava akımlarının karşılaştığı yerdi. Bunlardan 
başka bize koskocaman hayvan iskeletleri görmüş olduğunu 
da anlattı; bu iskeletler öyle büyüktü ki, normal  h a y a t t a 
sekiz-dokuz metre yüksekliğinde bir hayvanı taşıyabilirdi. 
Daha sonraları bu kadar büyük kemikleri kendi gözlerimle 
de gördüm. 
Yetileri de ilk kez burada gördüm. Bitki toplamak için 
eğilmiştim, bir şey dikkatimi çekti. Orada, benim aşağı yuka­
rı on metre kadar ötemde, haklarında çok şey duymuş oldu­
ğum o yaratıklardan biri duruyordu. Tibet'te ana ve babalar 
yaramaz çocuklarını genellikle, "Uslu dur yoksa yetiler gelir 
kaparlar seni!" diye korkuturlardı. Acaba bu yeti de beni ka­
pacak mıydı? İçinde bulunduğum durum hiç de hoşuma git­
memişti. İkimiz de sanki zaman durmuş gibi, bir süre korku­
dan donmuş, baktık birbirimize. Bir eliyle beni işaret ediyor 
ve bu arada bir yavru kedinin miyavlamasına benzer garip 
sesler çıkarıyordu. Alnı kaşlarının hemen üzerinden arkaya 
doğru eğimliydi. Çenesi de epey geriye çekilmişti, dişleri çok 
büyük ve fırlaktı. Yine de kafa büyüklüğü, mevcut olmayan 
alın kısmı bir yana bırakılırsa, çağımız insanınınkinden pek 
farklı görünmüyordu. Elleri ve ayakları geniş ve yayvandı. 
Bacaklar çarpılmış, kolları normalden çok daha uzundu. 
Onun da insanlar gibi, yürürken ayaklarının ayasına bastığı­
nı fark ettim. (Maymunlar ve bu türdeki öteki hayvanlar 
ayaklarının ayasını yere basarak yürümezler.) 
Ben ona bakıp bakıp da, belki heyecandan, hafifçe kı­
mıldayınca, yeti acı ve ince bir çığlık koparıp arkasını döndü 
ve sıçrayarak uzaklaştı. Sanki her iki ayağıyla birden sıçrı­
yor gibiydi ve bu yüzden de dev adımlar atıyordu. Benim tep­
kim de onunki gibi kaçmak oldu, ama aksi yöne tabii! Olayı 
sonra yeniden düşündüğümde, beş bin metre yükseklikte Ti­
bet kısa mesafe koşu rekorunu kırmış olmam gerektiği sonu-
204 
cuna vardım. 
Sonradan birkaç yeti daha gördük uzaklarda. Bizi gö­
rünce hemen kaçıp saklanıyorlardı. Onları sinirlendirmemek 
için elimizden geleni yaptık. Lama Mingyar Dondup bize bu 
yetilerin, insan soyunun evriminde değişik özellikler göstere­
rek gelişen bir tür olduğunu ve yalnızca çok tenha yerlerde 
yaşadıklarını anlattı. Dağlık bölgeyi terk edip, insanların 
oturmadıkları bölgelerde yaşayan yetilerin zaman zaman gö-
ründüğüne dair öyküleri sık sık duyardık. Bir erkek yeti ta­
rafından kaçırılan yalnız kadınlarla ilgili öyküler de vardır 
Bu, onların soylarını sürdürmek için seçtikleri bir yol olabi­
lir. Gerçekten de daha sonraları bazı rahibeler, bir kadının 
gece yarısı bir yeti tarafından kaçırıldığını anlatarak bu öy­
küleri doğruladılar. Fakat yine de ben bu gibi konularda bir 
şeyler yazmak için yeterli değilim. Sadece hem yetişkin hem 
de küçük yetileri görmüş olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca 
yetilere ait iskeletlere de rastladım. 
Bazı kişiler, benim yetilerle ilgili sözlerimin doğrulu­
ğundan kuşkulandıklarını belirtmişlerdi. Birtakım yazarlar, 
sanırım yetilerle ilgili tahminler yürüttükleri kitaplar yaz­
mışlar.  F a k a t bu yazarların hiçbiri, kendileri de kabul ettik­
leri gibi, ömürlerinde bir yeti görmemişlerdi. Ben gördüm. 
Birkaç yıl önce, Atlantik'in ötesine radyo ile mesaj göndere­
ceğini söylediğinde gülmüşlerdi Marconi'ye. Batılı doktorlar, 
insanın saatte elli milden fazla bir hızla seyahat etmesinin 
olanaksız olduğunu, aksi takdirde hava basıncından ölünebi-
leceğini kesinlikle iddia etmişlerdi. "Yaşayan bir fosil" oldu­
ğu söylenen bir balıkla ilgili çeşitli söylentiler vardı. Şimdi 
ise bilim adamları bunları gözleriyle gördü, ele geçirdi, ince­
lediler. Eğer Batılı adam Tibet'e rahatça girebilseydi, bizim 
zavallı yetilerimiz de ele geçirilir, incelenir ve belki de alkol 
dolu kavanozlar içinde muhafaza edilirlerdi. Biz yetilerin 
dağlık bölgeye doğru itildikleri ve bu bölgenin dışında kalan 
yerlerde başıboş gezinen ve çok ender rastlanan birkaçı dı­
şında, soylarının tükendiği inancındayız. Bir yetiyle ilk kar­
şılaşma büyük bir korku yaratır. İkinci karşılaşmada ise 
205 

insan, çağdaş hayvan nesilleri arasından silinip gitmeye 
mahkûm olan, geçmiş devirlere ait bu yaratıklara karşı bir 
şefkat duyuyor. 
Çinliler Tibet'ten çıkarıldığı zaman, bu konuda kuşku­
lar taşıyan kimselerden kurulu bir gezi heyetine eşlik etme­
ye ve onlara dağlık bölgedeki yetileri göstermeye hazırım. 
Kendi ticari bilgilerinin ötesinde bir şeyle karşılaştıklarında 
bu büyük iş adamlarının yüzlerinin ne hal alacağı görülmeye 
değecek. Kendilerini taşıtmak için hizmetkâr ve yeterince 
hava alabilmek için oksijen tüpleri kullanabilirler; ben yal­
nızca eski rahip elbisemi giyeceğim. Kameralar gerçeği ka­
nıtlayacak. O günlerde fotoğraf çekmek için hiçbir aletimiz 
yoktu Tibet'te. Eski destanlarımızda, yüzyıllarca önce Tibet 
'in denizlerle yıkanan sahilleri olduğu anlatılır. Yerin altı bi­
raz karıştırılıp araştırıldığında, balıklara ve öteki deniz hay­
vanlarına ait fosillerin bulunacağı kesindir. Çinliler de ina­
nırlar buna. Evvelce Hu-pei Eyaleti'ndeki Henk Dağı'nın 
Kou-lou tepesinde duran Yü levhası, Büyük Yu nün o devir­
lerde en yüksek bölgeler dışında bütün Çin'i kaplamış olan 
'Tufan Suları'nın akıtılması için çalıştıktan sonra o tepede 
durup dinlendiğini (M.Ö. 2278'de) yazar. Sanırım bu orijinal 
taş şimdi oradan kaldırılmış, fakat Honkovv yakınlarında bir 
yer olan Wu-ch'ang Fu'da bunun taklitleri var. Bir başka 
kopyası da Chekyang'daki Shao-hsing'in yakınlarındaki Yu-
lin tapınağında bulunuyor. Bizim inanışımıza göre Tibet bir 
zamanlar deniz kıyısında düz bir ovaymış ve bu devre ait sı­
nırlı bilgilerimizin dışında olan bazı nedenlerle şiddetli yer 
sarsıntıları olmuş. Bu arada karaların pek çoğu çöküp sular 
altında kalmış, diğer bir kısmı da yükselerek dağlan oluştur­
muş. 
Chang Tang dağlık bölgesi, fosiller ve bütün bu alanın 
eskiden bir deniz kıyısı olduğunu doğrulayan kanıtlarla do­
luydu. Canlı renklere sahip deniz kabukları, garip biçimlerde 
taşlaşmış süngerler ve mercan kolonileri sık sık rastlanan 
şeylerdi. Burada altın da vardı, sanki çakıl taşı toplarmış 
gibi toplanabilirdi altın külçeleri. Toprağın derinliklerinden 
206 
fışkıran suların bir kısmı kaynama derecesinde, bir kısmı ise 
donmaya yakın bir soğuklukta olurdu. O geceyi ve ertesi gü­
nü bizi iyileştirecek otlar toplamakla geçirdik. Midelerimiz 
burada yediğimiz cinsten yiyeceklere alışkın değildi. Bu yüz­
den meyveleri de yetilere bıraktık. 
Otlarla ve bitkilerle, artık daha fazla taşıyamayacak 
kadar yüklendikten sonra, sisin içinden ayak izlerimizi güç­
lükle takip ederek ilerledik. Karşı tarafta dehşetli bir soğuk 
vardı. Herhalde hepimiz geri dönüp, o bereketli vadilerde ya­
şamayı geçirdik aklımızdan. Lamalardan biri, böyle bir so­
ğukla yeniden karşılaşmaya dayanamadı. Sis perdesini geç­
tikten birkaç saat sonra yere yığıldı ve ona yardım etmek 
amacıyla orada kalıp kamp kurmamıza karşın, artık onun 
için yapabileceğimiz pek fazla şey yoktu. Gece olunca Gökler 
Ulkesi'ne gitti. Elimizden geleni yapmış, bütün gece iki ya­
nında yatıp onu ısıtmaya çalışmıştık, fakat bu kıraç ve kuru 
bölgenin acı soğuğu çok sertti onun için. Uyudu ve bir daha 
uyanmadı. Daha önce, sırtımızdaki yüklerden fazlasını taşı­
yamayacağımızı düşünmüş olmamıza karşın, onun yükünü 
de aramızda pay ettik. Sonra yeniden o pırıl pırıl parlayan 
yüzyıllık buzula geldik; zahmetli adımlarımızın oluşturmuş 
olduğu izleri takip ederek ilerliyorduk. Gizli vadinin rahatlık 
veren sıcaklığı tüm gücümüzü tüketmişti; üstelik yiyeceği­
miz de bitmek üzereydi. Katırların yanına geri dönünceye 
dek geçen son iki gün boyunca hiçbir şey yemedik. Her şeyi­
miz, çayımız bile bitmişti. 
Yürümemiz gereken birkaç millik yolumuz daha vardı, 
kılavuzluk eden rahiplerden biri bir ara yuvarlanıp yere 
düştü ve bir daha kalkamadı. Soğuk, açlık ve güçlükler içi­
mizden birini daha alıp götürmüştü. Ama aramızdan ayrıla­
cak bir kişi daha vardı. Ana kamp yerine vardığımızda, bizi 
bekleyen dört rahip bulduk. Bu konak yerine kadar olan bir­
kaç metreyi katetmemize yardım etmek için yerinden fırla­
yan dört rahip. Beşincisi bir fırtına sırasında dışarı çıkmaya 
cesaret etmiş ve uçurumdan aşağı, dipteki derin boğaza yu­
varlanmıştı. Yüzükoyun uzanıp aşağı bakınca, onun yüzlerce 
207 

metre aşağıda, artık tam anlamıyla kan kırmızısı olmuş giy­
sisine sarınmış yattığını gördüm. 
Bundan sonraki üç gün boyunca dinlenip, biraz olsun 
güç kazanmaya çalıştık. Bizi yola devam etmekten alıkoyan 
yalnızca yorgunluk ve bitkinlik değildi; önüne ufak taşlar ka­
tıp, mağaramızı, çarptığı her yeri bıçak gibi kesen, kum yük­
lü bir hava bombardımanına tutarak, kayaların arasında acı 
acı uğuldayan bir rüzgâr vardı. Ufak derenin yüzü kamçıla­
nıyor, sular ince bir toz serpintisi gibi püskürüp savruluyor-
du havaya. Bütün gece boyunca bedenlerimizin peşinde ko­
şan açlıktan çıldırmış şeytanlar gibi, çevremizde uluyup dur­
du fırtına. Sabaha doğru yakınlarda bir yerlerde hızla yuvar­
lanan bir şeyler ve yeri göğü sarsan müthiş bir patırtının ar­
dından ağır bir düşüş sesi geldi. Rüzgârın ve suyun aşındır­
masına yenilerek, sıra sıra uzanan dağlardan kopmuş koca­
man bir kaya parçası, toprak kaymasına yol açmıştı. Ertesi 
sabah günün ilk ışıkları daha aşağıdaki vadiye erişmeden, 
biz hâlâ dağların o şafak sökmeden önceki sahte parlaklığı 
içindeyken, yukarımızdaki sivri tepede müthiş çatırtılarla 
kocaman bir kaya parçası daha koptu. Bunun bize doğru yu­
varlandığını görünce, kapladığımız yeri mümkün olduğu 
kadar ufaltmak için iyice sokulduk birbirimize. Şeytanlar 
arabalarına binmiş, gökyüzünden üzerimize doğru hızla geli-
yormuşçasma müthiş çatırtılarla ve bir taş sağanağıyla bir­
likte gümbürdeyerek yuvarlandı aşağıya. Tam önümüzdeki 
kayalık korkunç bir çatırtıyla şöyle bir dalgalandı, kırk elli 
metrekarelik bir alan aşağıya doğru sarktı, az sonra da ko­
pup uçurumdan aşağıya yuvarlandı. Epey bir süre sonra, va­
dinin derinliklerinden, düşen parçanın çıkarmış olduğu se­
sin yankısı geldi. Ölen dostumuz da gömülmüştü artık. 
Görünüşe göre hava iyice kötüye gidiyordu. İlerleyeme-
yecek bir duruma gelmeden önce, ertesi sabah erkenden yola 
çıkmayı kararlaştırdık. Malzemelerimiz pek öyle işe yarar ol­
mamakla birlikte, büyük bir dikkatle gözden geçirildi, halat­
lar kontrol edildi, katırlar muayene edilerek herhangi bir 
yara ya da kesikleri olup olmadığına bakıldı. Ertesi sabah, 
208 
şafak vakti hava biraz daha yatışmış gibiydi. Eve dönmek 
üzere yola çıktığımızı düşünerek, hoşnutluk içinde terk et­
tik orayı. Yola neşeyle çıkmış olan on beş kişilik grubumuz­
da on bir kişi vardı şimdi. Katırlarımız bitki denkleriyle yük­
lü, tabanlarımız çatlamış, bitkin bir halde günlerce yürüdük. 
Ağır ağır ilerliyorduk. Zamanın hiçbir anlamı yoktu bizim 
için. Aşırı yorgunluğun yarattığı bir şaşkınlık içinde güçlük­
le ilerleyebiliyorduk. Artık günlük azığımızın yarısıyla idare 
etmemiz gerekiyordu; sürekli bir açlık içindeydik. Nihayet 
göller göründü. Hemen oralarda otlayan bir yak öküzü sürü­
sünü fark ettiğimizde duyduğumuz sevinç büyüktü. Karşı­
laştığımız tüccarlar bizi çay ve yiyeceklerle tıka basa doyu­
rup, yorgunluğumuzu gidermek için ellerinden geleni yap­
tılar. Fazlasıyla yıpranmış ve üstelik yara bere içindeydik.. 
Giysilerimiz lime lime olmuş, ayaklarımızdaki keçe botlar 
yırtılmış, kanlar içindeydiler. Fakat Chang Tang dağlık böl-; 
gesine gitmiş ve hepimiz değilse bile bir kısmımız geri dön­
müştük. Rehberim iki kez bulunmuştu orada, belki de orayı 
iki kez görmüş olan tek kişiydi dünyada. 
Tüccarlar çok iyi baktılar bize. Gecenin karanlığında 
yak öküzü tezeklerinin ateşi çevresinde çömelmiş, başımız­
dan geçenleri anlattıkça, şaşkınlık içinde başlarını sallıyor­
lardı. Biz de onların Hindistan gezilerini dinlemekten, Hin-
dukuş'tan gelmiş tüccarlarla tanışmış olmaktan hoşnuttuk. 
Fakat onlardan ayrılacağımız için de üzülüyorduk, keşke 
yollarımız aynı olsaydı diye konuştuk aramızda. Fakat onlar 
daha birkaç gün önce ayrılmışlardı Lhasa'dan, biz ise oraya 
dönüyorduk. Böylece, sabah olunca, karşılıklı iyi niyet te-
mennileriyle ayrıldık birbirimizden. 
Rahiplerin pek çoğunun tüccarlarla konuşmamasına 
karşın, Lama Mingyar Dondup insanlar arasında büyük bir 
fark olmadığına inanırdı. Irk, renk ya da dinin hiçbir önemi 
yoktu onun için. Dikkat edilecek tek şey kişinin eğilimleri ve 
davranışlarıydı. 
Artık eski gücümüze kavuşmuştuk, eve dönüyorduk. 
Toprak gittikçe yeşilleniyor, bereketleniyordu. Nihayet Pota-
209 

la'nın parıldayan altın damları ve Chakpori göründü karşı­
dan. Katırlar akıllı hayvanlardı, bizimkiler de Shö'deki yuva­
larına ulaşmak için acele ediyorlar ve bizi öyle bir sürük­
lüyorlardı ki peşlerinden, onları zaptetmekte epey zorluk çe­
kiyorduk. Gören de sanki, Chang Tang'a biz değil de onlar 
gitmişler sanırdı. 
Demir Dağ'a doğru çıkan taşlı yolu tırmanırken epey 
neşeliydik. Bu, Şambala adını verdiğimiz buzullar ülkesi 
Kuzey'den dönmüş olmanın sevinciydi. 
Artık kabul merasimleri için turlara başlayacaktık, fa­
kat her şeyden önce En Değerli Kişi'yi görmemiz gerekiyor­
du. Bize karşı davranışı son derece olumlu oldu. "Benim yap­
mak istediğim şeyi yaptınız, görmeyi çok arzuladığım yerleri 
gördünüz. Bütün yetkilere sahibim burada, ancak yine de 
kendi halkımın bir esiriyim. İnsanın gücü ne kadar çoğalır-
sa, özgürlüğü de o ölçüde kısıtlanıyor. Bulunduğun yer ne 
kadar yüksekse, o kadar esirleşiyorsun. İnanın, sizin gördük­
lerinizi görebilmek için her şeyi feda edebilirdim." 
Lama Mingyar Dondup'a, gezinin başı olduğu için üç 
kırmızı fiyonklu Onur Eşarbı verildi. Grubun en genci oldu­
ğumdan, ben de buna yakın bir biçimde onurlandırıldım! 
210 

Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin