15
BiLiNMEYEN KUZEY VE YETiLER
Bir eğitim sırasında Chang Tang Dağları'na gittik. Bu
kitapta, Chang Tang Bölgesi hakkında kısa bilgiler vermek
ten öteye gitmeyeceğim. Çünkü geziyi hakkını vererek akta
rabilmek için en azından birkaç kitap yazmak gerekir. Dalay
Lama, geziye katılan grubun on beş üyesini de kutsadıktan
sonra, katırlara binerek, heyecan içinde yola koyulduk; Ten-
gri Tso boyunca, Zilling Nor'daki büyük göllere ve sürekli
kuzeye doğru ağır ağır ilerledik. Tangla Sıradağları'nı binbir
güçlükle aştık ve nihayet keşfedilmemiş bölgelere girdik.
Yolculuğun ne kadar sürmüş olduğunu söylemek güç; zaman
önemli değildi bizim için. Acele etmemizi gerektiren bir ne
den de yoktu. Rahat rahat ve oldukça yavaş ilerleyerek, gü
cümüzü daha sonraki acele işlere sakladık.
Dağlık bölge boyunca ilerlerken, sürekli olarak yükse
len arazi bana, Potala'daki teleskoptan seyrettiğim ay yüze
yini hatırlattı. Koca dağ silsileleri ve derin boğazlan ile ayın
yüzeyine gerçekten çok benziyordu buraları. Uçsuz bucaksız
dağlar ve dipsiz vadiler vardı her yanda. Koşulların gittikçe
zorlaştığını fark ederek, güçlükle ilerliyorduk. Sonunda ka
tırlar daha fazla yürüyemez hale geldiler.Yoğunluğu azalmış
havada, kısa bir süre sonra bitkin düşmüşler ve başlarımız
döne döne geçtiğimiz kayalık geçitleri aşamaz bir duruma
gelmişlerdi. Bulabildiğimiz en emin yerde katırlarımızı bı
raktık; gruptan en zayıf beş kişi de onlarla birlikte kalacak
tı. Bir kurdun azı dişleri gibi sipsivri yükselen bir kaya çı
kıntısı onları bu rüzgâra açık bölgedeki en şiddetli fırtınalar-
199
da bile koruyabilecekti. Üstelik kayanın içinde derin bir de
mağara vardı. Katırların karınlarını doyurabilecekleri, tek
tük bitkilerle kaplı aşağıdaki vadiye, dar ve çok dik bir yol
iniyordu. Şırıl şırıl bir ırmak vadi boyunca gürüldeyerek akı
yor ve bir uçurumun kenarından aşağıya, adeta dipsiz bir de
rinliğe yuvarlanıyordu.
Büyük güçlüklerle daha yukarılara tırmanmaya başla
madan önce, iki gün dinlendik burada. Taşıdığımız yükler
den sırtlarımız ağrıyor, biraz daha fazla hava alabilmek için
ciğerlerimizi sanki patlayacaklarmış gibi zorluyorduk. Kan
yonlar, derin vadiler boyunca ilerledik. Bunları aşmak için,
uçlarına halatlar bağlanmış demir kancalar fırlatıyorduk
karşı tarafa. Kanca bir yere takıldığında sıra ile asılıp onu
sallıyor ve sağlamlığından emin olunca yine sırayla karşıya
geçiyorduk. Bazen kancayı tutturacak bir yer bulamazdık.
Bu durumda içimizden biri halatı beline bağlayıp, tırmana
bildiği en yüksek noktadan kendini aşağıya bırakır ve yavaş
yavaş hızlanarak, boşlukta sallanarak, karşıya ulaşmayı de
nerdi. Bu iş epey zor ve tehlikeli olduğundan, hepimiz sıra
ile yapardık. Bir defasında rahiplerden biri düşüp ölmüştü:
Uçurumun bizim bulunduğumuz yamacından yukarıya tır
manmış ve kendisini aşağıya sallandırmıştı. Anlaşılan mesa
feyi pek iyi ayarlayamamişti ki, müthiş bir hızla karşı yama
ca çarptı; yüzü ve beyni kayaların uçlarında kalmıştı! Cese
dini, bağlı olduğu iple geri çektik ve bir tören yaptık onun
için. Sonra da kayaların arasında gömecek bir yer bulunma
dığından, kuşlara, rüzgâra ve yağmura terk ettik onu. Bu
olaydan sonra sırası gelen rahip, pek memnun görünmüyor
du halinden. Bunun üzerine ben aldım onun sırasını. Mesele
ye benim hakkımda yapılmış olan kehanetler açısından ba
kıldığında, bir kazaya kurban gitmeyeceğim açıktı ve bu
inancım da karşılık gördü. Ama yine de çok dikkatli hareket
ediyordum. Tırnaklarımın ucuyla yoklayarak, bana en yakın
olan kayanın ucuna ulaştım. Güç bela tutunup kendimi yu
karı çektiğimde soluğum boğazımı yakıyor, kalbim patlaya-
cakmış gibi gümbürdüyordu. Gücüm kesilmiş, bir süre orada
200
yatıp kaldım. Sonra yamaç boyunca yukarı doğru sürünerek
tırmanmayı başardım. Sonunda diğerleri de baş aşağı, elleri
ve ayakları halatın çevresinde kenetlenmiş bir halde sırayla
geldiler yanıma. Soluk almamıza bile fırsat vermeyen rüzgâr
giysilerimizi uçuruyor, işimizi biraz daha zorlaştınyordu.
Uçurumun tepesinde bir süre dinlenip, bu kadar yük
sek bir yerde kaynama derecesinin düşük olduğunu ve bizi
ısıtmak için yeterli olmayacağını bile bile çay pişirdik. Sonra
eskisinden biraz daha az yorgun, yüklerimizi sırtlanıp, düşe
kalka bu ıssız bölgenin derinliklerine doğru ilerledik. Az son
ra rastladığımız buzulla birlikte, yolculuğumuz daha da zor
laştı. Ne altı çivili kar botlarımız, ne buzları kıracak baltala
rımız ve ne de dağcılık için gerekli malzememiz vardı; eli
mizdeki bütün malzeme, toprağı tutsun diye tabanlarına kıl
demetleri bağlanmış, günlük keçe botlarımız ile sağlam ha-
latlarımızdı.
Söz arasında, Tibet mitolojisinde bir Buzlar Cehennemi
vardır. Sıcak bizim için bir nimettir; soğuk ise tam tersi. Bu
yüzden soğuk, mitolojiye göre cehennemdir. Dağlık bölgelere
yaptığımız bu gezi soğuğun ne denli korkunç bir şey olabile
ceğini gerçekten göstermişti bana.
Bıçak gibi kesen rüzgârda tir tir titreyerek ve yola hiç
çıkmamış olmayı dileyerek, tam üç gün, ayaklarımızı zorluk
la sürüyerek buzul boyunca yukarı tırmandık. Nihayet bu
zul, kayaların arasından aşağıya doğru meyillenmeye başla
dı. Ve biz aşağılara, daha aşağılara, boş yere bir yerlere tu
tunmaya çabalayarak ve büyük bir hızla kayarak, adeta son
suz gibi gelen bir derinliğe indik. Birkaç mil ilerledikten
sonra, bir dağ yamacının çevresinden dolandık ve karşımız
da bembeyaz, yoğun bir tabaka bulduk. Bunun kar mı, yoksa
bir bulut mu olduğunu kestirememiştik uzaktan; kar gibi
bembeyaz ve uçsuz bucaksızdı. Biraz yaklaşınca, bunun as
lında kalın bir sis tabakası olduğunu gördük.
Aramızda buraya daha önce de gelmiş olan tek kişi,
Lama Mingyar Dondup, keyifli keyifli gülümsedi: "Tam anla
mıyla asık yüzlü bir rahipler kalabalığısınız. Ama az sonra
201
iyi eğleneceksiniz."
Ama biz öyle eğlendirici bir şey göremiyorduk çevremiz
de. Sis. Soğuk. Ayağımızın altında dondurucu bir buz, başı
mızın üzerinde dondurucu bir gökyüzü. Bizi yara bere içinde
bırakan, bir kurdun azı dişleri gibi sivri, keskin kayalar. Ve
"birazdan eğleneceğimizi" söyleyen Rehberim.
Yavaş yavaş ilerleyip, soğuk ve ıslak sisin içine girdik,
adımlarımızı nereye attığımızı bilmeden, bitkin ve ağır ağır
yürüyorduk. Belki ısınırız diye boş bir umutla sıkı sıkı sarın-
mıştık giysilerimize. Soğuktan titriyor, güçlükle soluk alıyor
duk. Nihayet durduk, şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Sis
ılınmaya başlamıştı, toprak da ısınıyordu gitgide. Arkamız
dan gelenler, önlerini göremediklerinden bize çarpıp üstüste
yığıldılar. Fakat Lama Mingyar Dondup'un şen kahkahasıy-
la şaşkınlıktan biraz olsun kurtulup, hiçbir şey göremediği
miz halde yine ileri atıldık. Herkes bir önündekini yitirme
meye çalışıyordu. Ayaklarımızın altındaki taşlar bizi düşür
mekle tehdit ediyor, botlarımızın altından çakıllar yuvarlanı
yordu. Taşlar! Çakıllar! Peki ya buzul neredeydi? Birdenbire
sis inceldi ve içinden çıktık. Beceriksiz adımlarla birbirimi
zin ardı sıra yolumuza devam ediyorduk; olur şey değil, çev
reme bir göz attığımda, soğuktan ölüp Gökler Ülkesi'ne gel
miş olduğumu sandım. Isınmış ellerimle gözlerimi oğuştur-
dum; bir beden mi yoksa bir ruh mu olduğumu anlamak için
kendi kendimi çimdikledim, parmaklarımı kayalara sürt
tüm. Sonra biraz kendime gelip, çevreme bakındığımda, öte
ki sekiz arkadaşımın da benimle birlikte olduğunu gördüm.
Hepimiz birden Gökler Ülkesi'ne bu kadar ani bir biçimde
gönderilmiş olabilir miydik acaba? Bir an için öyle kabul et
sek, peki o kayaya çarpıp ölen onuncu arkadaşımız neredey
di? Ve acaba hepimiz birden karşımızda duran bu cennete la
yık mıydık?
Sis perdesinin öte yanında, soğuktan titrediğimiz an
dan bu yana kalbimiz daha ancak otuz kez atmıştı. Şimdi ise
neredeyse bayılacaktık sıcaktan. Hava pırıl pırıl ışıldıyor,
topraktan buharlar çıkıyordu. Ayağımızın dibinde bulunan
202
bir kaynak, kalın bir buhar sütununun altından kaynayarak
yukarı fışkırıyordu. Çevremiz yemyeşil, şimdiye dek görmüş
olduklarımızdan daha yeşil otlarla kaplıydı. Geniş yapraklı
bu otlar, diz boyunu aşarak uzanıyordu önümüzde. Aklımız
karışmış, neredeyse korkmuştuk. İşte bu gerçek bir sihir,
bizim bildiklerimizin, gördüklerimizin tümüyle ötesinde bir
olaydı. Bir süre sonra Lama Mingyar Dondup konuşmaya
başladı: "Burayı ilk gördüğümde eğer ben de sizin şu andaki
halinize girmişsem, gerçekten görülmeye değermişim! Siz
dostlarım, sanki Buz Tannlan'nın sizlerle eğlendiğini düşü
nüyor gibisiniz."
Neredeyse yerimizden kımıldayamayacak kadar şaşır
mış, çevremize bakmıyorduk. Rehberim devam etti: "Haydi,
derenin üzerinden atlayalım, atlayalım çünkü su kaynıyor.
Birkaç mil daha yürüyelim ve sonra dinlenebileceğimiz ger
çekten çok güzel bir yere geleceğiz."
Söylediği şeyler, her zamanki gibi doğru çıktı. Üç mil
kadar daha yürüdükten sonra, kendimizi sanki haşlanıyor-
muşuz gibi hissettiğimizden giysilerimizi çıkartmış, yosun
kaplı toprağın üzerine boylu boyunca serilmiş yatıyorduk.
Burada şimdiye dek hiç görmemiş olduğum ve herhalde bun
dan sonra da göremeyeceğim cinsten ağaçlar vardı. Parlak
renkli çiçekler her yana saçılmıştı. Yukarı tırmanan asmalar
ağaç gövdelerini birer dantel gibi süsleyip, dallardan aşağıya
sarkıyorlardı. Yatıp dinlendiğimiz bu açıklık alanın biraz sa
ğında ufak bir göl uzanıyordu ve gölün yüzeyinde, içinde ya
şam olduğunu belli eden ufak halkalar ve dalgacıklar görebi
liyorduk. Fazla sıcağa dayanamadığımızdan, bir başka ya
şam boyutuna geçtiğimizden emindik. Yoksa soğuğa mı da
yanamamıştık, orasını pek iyi bilemiyorduk.
Her taraf yemyeşildi. Şimdi epey yolculuk yapmış oldu
ğumdan, bunların tropikal bitkiler olduğunu söyleyebilirim.
Bana şimdi bile çok yabancı gelen türde kuşlar vardı. Volka
nik bir araziydi burası. Topraktan sıcak su kaynaklan fışkı
rıyor, çevreye kükürt kokuları yayılıyordu. Rehberim, bildiği
kadarıyla bu dağlık bölgelerde bunun gibi yalnızca iki yer ol-
203
duğunu söyledi. Yerin altındaki ısı ve kaynar ırmaklar buz
ları eritiyor, vadinin çevresindeki kayalardan oluşan muaz
zam duvarlar da sıcak havayı dağılmadan tutuyorlardı. İçin
den geçtiğimiz o yoğun, bembeyaz sisin bulunduğu yer de, so
ğuk ve sıcak hava akımlarının karşılaştığı yerdi. Bunlardan
başka bize koskocaman hayvan iskeletleri görmüş olduğunu
da anlattı; bu iskeletler öyle büyüktü ki, normal h a y a t t a
sekiz-dokuz metre yüksekliğinde bir hayvanı taşıyabilirdi.
Daha sonraları bu kadar büyük kemikleri kendi gözlerimle
de gördüm.
Yetileri de ilk kez burada gördüm. Bitki toplamak için
eğilmiştim, bir şey dikkatimi çekti. Orada, benim aşağı yuka
rı on metre kadar ötemde, haklarında çok şey duymuş oldu
ğum o yaratıklardan biri duruyordu. Tibet'te ana ve babalar
yaramaz çocuklarını genellikle, "Uslu dur yoksa yetiler gelir
kaparlar seni!" diye korkuturlardı. Acaba bu yeti de beni ka
pacak mıydı? İçinde bulunduğum durum hiç de hoşuma git
memişti. İkimiz de sanki zaman durmuş gibi, bir süre korku
dan donmuş, baktık birbirimize. Bir eliyle beni işaret ediyor
ve bu arada bir yavru kedinin miyavlamasına benzer garip
sesler çıkarıyordu. Alnı kaşlarının hemen üzerinden arkaya
doğru eğimliydi. Çenesi de epey geriye çekilmişti, dişleri çok
büyük ve fırlaktı. Yine de kafa büyüklüğü, mevcut olmayan
alın kısmı bir yana bırakılırsa, çağımız insanınınkinden pek
farklı görünmüyordu. Elleri ve ayakları geniş ve yayvandı.
Bacaklar çarpılmış, kolları normalden çok daha uzundu.
Onun da insanlar gibi, yürürken ayaklarının ayasına bastığı
nı fark ettim. (Maymunlar ve bu türdeki öteki hayvanlar
ayaklarının ayasını yere basarak yürümezler.)
Ben ona bakıp bakıp da, belki heyecandan, hafifçe kı
mıldayınca, yeti acı ve ince bir çığlık koparıp arkasını döndü
ve sıçrayarak uzaklaştı. Sanki her iki ayağıyla birden sıçrı
yor gibiydi ve bu yüzden de dev adımlar atıyordu. Benim tep
kim de onunki gibi kaçmak oldu, ama aksi yöne tabii! Olayı
sonra yeniden düşündüğümde, beş bin metre yükseklikte Ti
bet kısa mesafe koşu rekorunu kırmış olmam gerektiği sonu-
204
cuna vardım.
Sonradan birkaç yeti daha gördük uzaklarda. Bizi gö
rünce hemen kaçıp saklanıyorlardı. Onları sinirlendirmemek
için elimizden geleni yaptık. Lama Mingyar Dondup bize bu
yetilerin, insan soyunun evriminde değişik özellikler göstere
rek gelişen bir tür olduğunu ve yalnızca çok tenha yerlerde
yaşadıklarını anlattı. Dağlık bölgeyi terk edip, insanların
oturmadıkları bölgelerde yaşayan yetilerin zaman zaman gö-
ründüğüne dair öyküleri sık sık duyardık. Bir erkek yeti ta
rafından kaçırılan yalnız kadınlarla ilgili öyküler de vardır
Bu, onların soylarını sürdürmek için seçtikleri bir yol olabi
lir. Gerçekten de daha sonraları bazı rahibeler, bir kadının
gece yarısı bir yeti tarafından kaçırıldığını anlatarak bu öy
küleri doğruladılar. Fakat yine de ben bu gibi konularda bir
şeyler yazmak için yeterli değilim. Sadece hem yetişkin hem
de küçük yetileri görmüş olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca
yetilere ait iskeletlere de rastladım.
Bazı kişiler, benim yetilerle ilgili sözlerimin doğrulu
ğundan kuşkulandıklarını belirtmişlerdi. Birtakım yazarlar,
sanırım yetilerle ilgili tahminler yürüttükleri kitaplar yaz
mışlar. F a k a t bu yazarların hiçbiri, kendileri de kabul ettik
leri gibi, ömürlerinde bir yeti görmemişlerdi. Ben gördüm.
Birkaç yıl önce, Atlantik'in ötesine radyo ile mesaj göndere
ceğini söylediğinde gülmüşlerdi Marconi'ye. Batılı doktorlar,
insanın saatte elli milden fazla bir hızla seyahat etmesinin
olanaksız olduğunu, aksi takdirde hava basıncından ölünebi-
leceğini kesinlikle iddia etmişlerdi. "Yaşayan bir fosil" oldu
ğu söylenen bir balıkla ilgili çeşitli söylentiler vardı. Şimdi
ise bilim adamları bunları gözleriyle gördü, ele geçirdi, ince
lediler. Eğer Batılı adam Tibet'e rahatça girebilseydi, bizim
zavallı yetilerimiz de ele geçirilir, incelenir ve belki de alkol
dolu kavanozlar içinde muhafaza edilirlerdi. Biz yetilerin
dağlık bölgeye doğru itildikleri ve bu bölgenin dışında kalan
yerlerde başıboş gezinen ve çok ender rastlanan birkaçı dı
şında, soylarının tükendiği inancındayız. Bir yetiyle ilk kar
şılaşma büyük bir korku yaratır. İkinci karşılaşmada ise
205
insan, çağdaş hayvan nesilleri arasından silinip gitmeye
mahkûm olan, geçmiş devirlere ait bu yaratıklara karşı bir
şefkat duyuyor.
Çinliler Tibet'ten çıkarıldığı zaman, bu konuda kuşku
lar taşıyan kimselerden kurulu bir gezi heyetine eşlik etme
ye ve onlara dağlık bölgedeki yetileri göstermeye hazırım.
Kendi ticari bilgilerinin ötesinde bir şeyle karşılaştıklarında
bu büyük iş adamlarının yüzlerinin ne hal alacağı görülmeye
değecek. Kendilerini taşıtmak için hizmetkâr ve yeterince
hava alabilmek için oksijen tüpleri kullanabilirler; ben yal
nızca eski rahip elbisemi giyeceğim. Kameralar gerçeği ka
nıtlayacak. O günlerde fotoğraf çekmek için hiçbir aletimiz
yoktu Tibet'te. Eski destanlarımızda, yüzyıllarca önce Tibet
'in denizlerle yıkanan sahilleri olduğu anlatılır. Yerin altı bi
raz karıştırılıp araştırıldığında, balıklara ve öteki deniz hay
vanlarına ait fosillerin bulunacağı kesindir. Çinliler de ina
nırlar buna. Evvelce Hu-pei Eyaleti'ndeki Henk Dağı'nın
Kou-lou tepesinde duran Yü levhası, Büyük Yu nün o devir
lerde en yüksek bölgeler dışında bütün Çin'i kaplamış olan
'Tufan Suları'nın akıtılması için çalıştıktan sonra o tepede
durup dinlendiğini (M.Ö. 2278'de) yazar. Sanırım bu orijinal
taş şimdi oradan kaldırılmış, fakat Honkovv yakınlarında bir
yer olan Wu-ch'ang Fu'da bunun taklitleri var. Bir başka
kopyası da Chekyang'daki Shao-hsing'in yakınlarındaki Yu-
lin tapınağında bulunuyor. Bizim inanışımıza göre Tibet bir
zamanlar deniz kıyısında düz bir ovaymış ve bu devre ait sı
nırlı bilgilerimizin dışında olan bazı nedenlerle şiddetli yer
sarsıntıları olmuş. Bu arada karaların pek çoğu çöküp sular
altında kalmış, diğer bir kısmı da yükselerek dağlan oluştur
muş.
Chang Tang dağlık bölgesi, fosiller ve bütün bu alanın
eskiden bir deniz kıyısı olduğunu doğrulayan kanıtlarla do
luydu. Canlı renklere sahip deniz kabukları, garip biçimlerde
taşlaşmış süngerler ve mercan kolonileri sık sık rastlanan
şeylerdi. Burada altın da vardı, sanki çakıl taşı toplarmış
gibi toplanabilirdi altın külçeleri. Toprağın derinliklerinden
206
fışkıran suların bir kısmı kaynama derecesinde, bir kısmı ise
donmaya yakın bir soğuklukta olurdu. O geceyi ve ertesi gü
nü bizi iyileştirecek otlar toplamakla geçirdik. Midelerimiz
burada yediğimiz cinsten yiyeceklere alışkın değildi. Bu yüz
den meyveleri de yetilere bıraktık.
Otlarla ve bitkilerle, artık daha fazla taşıyamayacak
kadar yüklendikten sonra, sisin içinden ayak izlerimizi güç
lükle takip ederek ilerledik. Karşı tarafta dehşetli bir soğuk
vardı. Herhalde hepimiz geri dönüp, o bereketli vadilerde ya
şamayı geçirdik aklımızdan. Lamalardan biri, böyle bir so
ğukla yeniden karşılaşmaya dayanamadı. Sis perdesini geç
tikten birkaç saat sonra yere yığıldı ve ona yardım etmek
amacıyla orada kalıp kamp kurmamıza karşın, artık onun
için yapabileceğimiz pek fazla şey yoktu. Gece olunca Gökler
Ulkesi'ne gitti. Elimizden geleni yapmış, bütün gece iki ya
nında yatıp onu ısıtmaya çalışmıştık, fakat bu kıraç ve kuru
bölgenin acı soğuğu çok sertti onun için. Uyudu ve bir daha
uyanmadı. Daha önce, sırtımızdaki yüklerden fazlasını taşı
yamayacağımızı düşünmüş olmamıza karşın, onun yükünü
de aramızda pay ettik. Sonra yeniden o pırıl pırıl parlayan
yüzyıllık buzula geldik; zahmetli adımlarımızın oluşturmuş
olduğu izleri takip ederek ilerliyorduk. Gizli vadinin rahatlık
veren sıcaklığı tüm gücümüzü tüketmişti; üstelik yiyeceği
miz de bitmek üzereydi. Katırların yanına geri dönünceye
dek geçen son iki gün boyunca hiçbir şey yemedik. Her şeyi
miz, çayımız bile bitmişti.
Yürümemiz gereken birkaç millik yolumuz daha vardı,
kılavuzluk eden rahiplerden biri bir ara yuvarlanıp yere
düştü ve bir daha kalkamadı. Soğuk, açlık ve güçlükler içi
mizden birini daha alıp götürmüştü. Ama aramızdan ayrıla
cak bir kişi daha vardı. Ana kamp yerine vardığımızda, bizi
bekleyen dört rahip bulduk. Bu konak yerine kadar olan bir
kaç metreyi katetmemize yardım etmek için yerinden fırla
yan dört rahip. Beşincisi bir fırtına sırasında dışarı çıkmaya
cesaret etmiş ve uçurumdan aşağı, dipteki derin boğaza yu
varlanmıştı. Yüzükoyun uzanıp aşağı bakınca, onun yüzlerce
207
metre aşağıda, artık tam anlamıyla kan kırmızısı olmuş giy
sisine sarınmış yattığını gördüm.
Bundan sonraki üç gün boyunca dinlenip, biraz olsun
güç kazanmaya çalıştık. Bizi yola devam etmekten alıkoyan
yalnızca yorgunluk ve bitkinlik değildi; önüne ufak taşlar ka
tıp, mağaramızı, çarptığı her yeri bıçak gibi kesen, kum yük
lü bir hava bombardımanına tutarak, kayaların arasında acı
acı uğuldayan bir rüzgâr vardı. Ufak derenin yüzü kamçıla
nıyor, sular ince bir toz serpintisi gibi püskürüp savruluyor-
du havaya. Bütün gece boyunca bedenlerimizin peşinde ko
şan açlıktan çıldırmış şeytanlar gibi, çevremizde uluyup dur
du fırtına. Sabaha doğru yakınlarda bir yerlerde hızla yuvar
lanan bir şeyler ve yeri göğü sarsan müthiş bir patırtının ar
dından ağır bir düşüş sesi geldi. Rüzgârın ve suyun aşındır
masına yenilerek, sıra sıra uzanan dağlardan kopmuş koca
man bir kaya parçası, toprak kaymasına yol açmıştı. Ertesi
sabah günün ilk ışıkları daha aşağıdaki vadiye erişmeden,
biz hâlâ dağların o şafak sökmeden önceki sahte parlaklığı
içindeyken, yukarımızdaki sivri tepede müthiş çatırtılarla
kocaman bir kaya parçası daha koptu. Bunun bize doğru yu
varlandığını görünce, kapladığımız yeri mümkün olduğu
kadar ufaltmak için iyice sokulduk birbirimize. Şeytanlar
arabalarına binmiş, gökyüzünden üzerimize doğru hızla geli-
yormuşçasma müthiş çatırtılarla ve bir taş sağanağıyla bir
likte gümbürdeyerek yuvarlandı aşağıya. Tam önümüzdeki
kayalık korkunç bir çatırtıyla şöyle bir dalgalandı, kırk elli
metrekarelik bir alan aşağıya doğru sarktı, az sonra da ko
pup uçurumdan aşağıya yuvarlandı. Epey bir süre sonra, va
dinin derinliklerinden, düşen parçanın çıkarmış olduğu se
sin yankısı geldi. Ölen dostumuz da gömülmüştü artık.
Görünüşe göre hava iyice kötüye gidiyordu. İlerleyeme-
yecek bir duruma gelmeden önce, ertesi sabah erkenden yola
çıkmayı kararlaştırdık. Malzemelerimiz pek öyle işe yarar ol
mamakla birlikte, büyük bir dikkatle gözden geçirildi, halat
lar kontrol edildi, katırlar muayene edilerek herhangi bir
yara ya da kesikleri olup olmadığına bakıldı. Ertesi sabah,
208
şafak vakti hava biraz daha yatışmış gibiydi. Eve dönmek
üzere yola çıktığımızı düşünerek, hoşnutluk içinde terk et
tik orayı. Yola neşeyle çıkmış olan on beş kişilik grubumuz
da on bir kişi vardı şimdi. Katırlarımız bitki denkleriyle yük
lü, tabanlarımız çatlamış, bitkin bir halde günlerce yürüdük.
Ağır ağır ilerliyorduk. Zamanın hiçbir anlamı yoktu bizim
için. Aşırı yorgunluğun yarattığı bir şaşkınlık içinde güçlük
le ilerleyebiliyorduk. Artık günlük azığımızın yarısıyla idare
etmemiz gerekiyordu; sürekli bir açlık içindeydik. Nihayet
göller göründü. Hemen oralarda otlayan bir yak öküzü sürü
sünü fark ettiğimizde duyduğumuz sevinç büyüktü. Karşı
laştığımız tüccarlar bizi çay ve yiyeceklerle tıka basa doyu
rup, yorgunluğumuzu gidermek için ellerinden geleni yap
tılar. Fazlasıyla yıpranmış ve üstelik yara bere içindeydik..
Giysilerimiz lime lime olmuş, ayaklarımızdaki keçe botlar
yırtılmış, kanlar içindeydiler. Fakat Chang Tang dağlık böl-;
gesine gitmiş ve hepimiz değilse bile bir kısmımız geri dön
müştük. Rehberim iki kez bulunmuştu orada, belki de orayı
iki kez görmüş olan tek kişiydi dünyada.
Tüccarlar çok iyi baktılar bize. Gecenin karanlığında
yak öküzü tezeklerinin ateşi çevresinde çömelmiş, başımız
dan geçenleri anlattıkça, şaşkınlık içinde başlarını sallıyor
lardı. Biz de onların Hindistan gezilerini dinlemekten, Hin-
dukuş'tan gelmiş tüccarlarla tanışmış olmaktan hoşnuttuk.
Fakat onlardan ayrılacağımız için de üzülüyorduk, keşke
yollarımız aynı olsaydı diye konuştuk aramızda. Fakat onlar
daha birkaç gün önce ayrılmışlardı Lhasa'dan, biz ise oraya
dönüyorduk. Böylece, sabah olunca, karşılıklı iyi niyet te-
mennileriyle ayrıldık birbirimizden.
Rahiplerin pek çoğunun tüccarlarla konuşmamasına
karşın, Lama Mingyar Dondup insanlar arasında büyük bir
fark olmadığına inanırdı. Irk, renk ya da dinin hiçbir önemi
yoktu onun için. Dikkat edilecek tek şey kişinin eğilimleri ve
davranışlarıydı.
Artık eski gücümüze kavuşmuştuk, eve dönüyorduk.
Toprak gittikçe yeşilleniyor, bereketleniyordu. Nihayet Pota-
209
la'nın parıldayan altın damları ve Chakpori göründü karşı
dan. Katırlar akıllı hayvanlardı, bizimkiler de Shö'deki yuva
larına ulaşmak için acele ediyorlar ve bizi öyle bir sürük
lüyorlardı ki peşlerinden, onları zaptetmekte epey zorluk çe
kiyorduk. Gören de sanki, Chang Tang'a biz değil de onlar
gitmişler sanırdı.
Demir Dağ'a doğru çıkan taşlı yolu tırmanırken epey
neşeliydik. Bu, Şambala adını verdiğimiz buzullar ülkesi
Kuzey'den dönmüş olmanın sevinciydi.
Artık kabul merasimleri için turlara başlayacaktık, fa
kat her şeyden önce En Değerli Kişi'yi görmemiz gerekiyor
du. Bize karşı davranışı son derece olumlu oldu. "Benim yap
mak istediğim şeyi yaptınız, görmeyi çok arzuladığım yerleri
gördünüz. Bütün yetkilere sahibim burada, ancak yine de
kendi halkımın bir esiriyim. İnsanın gücü ne kadar çoğalır-
sa, özgürlüğü de o ölçüde kısıtlanıyor. Bulunduğun yer ne
kadar yüksekse, o kadar esirleşiyorsun. İnanın, sizin gördük
lerinizi görebilmek için her şeyi feda edebilirdim."
Lama Mingyar Dondup'a, gezinin başı olduğu için üç
kırmızı fiyonklu Onur Eşarbı verildi. Grubun en genci oldu
ğumdan, ben de buna yakın bir biçimde onurlandırıldım!
210
Dostları ilə paylaş: |