Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə15/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
lobsang rampa Üçüncü Göz

17 
SON EVRE 
Daha sonraları, çeşitli manastırlarda beş altı kez daha 
mumyalama işlemi gördüm. Bir gün Chakpori'yi yöneten 
Reis tarafından çağrılmıştım. "Dostum" dedi, "Değerli Kişi' 
nin emriyle reisliğe kabul edileceksin. Eğer arzu edersen, 
Lama Mingyar Dondup gibi sana da sadece Lama diye hitap 
ederler. Ben yalnızca En Değerli Kişi'nin haberini iletiyorum 
sana." 
Böylece, Yeniden Bedenlenmiş bir kişi olarak yaklaşık 
altı yüzyıl kadar önce yeryüzünü terk etmiş olduğum zaman­
ki statüme bir kez daha sahip oldum. Hayat Çarkı tam bir 
devir yapmıştı. 
Bir süre sonra odama gelen yaşlıca bir lama, benim ar­
tık Küçük Ölüm Töreni'ne katılmam gerektiğini söyledi. "Oğ­
lum, Ölüm Geçidi'nden geçip de geri dönmedikçe, ölümün 
gerçekten olmadığını tam anlamıyla bilemezsin. Astral seya­
hat üzerindeki çalışmalarında epey uzak yerlere gidip dön­
dün. Küçük Ölüm ise seni çok daha uzaklara, bugün var olan 
ülkelerin de ötesine, Tibet'in geçmişine götürecek." 
Bu iş için hazırlayıcı çalışmalar gerçekten zorlu ve uzun 
sürdü. Üç ay süreyle sıkı bir denetim altında yaşadım. Ber­
bat bir tadı olan otlardan özel biçimde hazırlanmış yemekler, 
günlük yavan mönüme eklendi. Düşüncelerimi yalnızca te­
miz ve kutsal olanın üzerinde tutmam özellikle isteniyordu. 
Sanki insanın bir manastırda başka türlü düşünme şansı 
varmış gibi! Tsampa ve çayın dahi çok az miktarlarda alın-
230 
ması gerekiyordu. Değişmez bir sadelik, katı bir disiplin ve 
uzun ama çok uzun saatler süren meditasyon devreleri yaşa­
dım bir süre. 
Nihayet üç ay sonra, astrologlar vaktin artık geldiğini 
ve belirtilerin uygun olduğunu söylediler. Yirmi dört saat sü­
reyle, kendimi içi boş bir tapınak davulu gibi hissedene dek 
oruç tuttum. Ardından Potala'nın çok altındaki o gizli merdi­
venlerden ve geçitlerden aşağıya indirildim. Lamaların elle­
rinde taşıdıkları alev alev yanan meşalelerin ışığında, tâ de­
rinlere gidiyorduk. Bu geçitlerden aşağı daha önceleri de in­
miştim. Nihayet geçidin sonuna ulaştık. Karşımızda kosko­
caman bir kaya kütlesi vardı. Yaklaşmamızla birlikte bu ko­
caman kaya yana doğru kayıp açıldı. Biraz ilerleyince bir 
başka geçitle daha karşılaştık; ağır bir havası olan karanlık 
ve dar bir yoldu burası. Birkaç metre daha ilerledikten sonra 
karşımıza birdenbire altın kaplamalı, heybetli bir kapı çıktı. 
Ağır ağır açılırken, koskocaman bir boşluğun içinden geliyor-
muşçasına yankılanan gıcırtılar duyuyorduk. Meşaleler sön­
dürülüp, yağ kandilleri yakıldı. Biraz daha ilerleyip, çok eski 
çağlarda meydana gelmiş volkanik hareketler sonucu, bir 
kaya kütlesi içine oyulmuş bir kovukta bulunan gizli tapma­
ğa girdik. Bir vakitler eriyen lavlar bu koridor ve geçitlerden 
geçerek volkanın ağzına akıyor ve oradan da dışarı püskürü-
yorlarmış. Şimdi ise bu yerlerde, kendilerini birer tanrı 
kadar güçlü gören insanlar geziniyorlardı. Fakat şu anda, di­
ye düşündüm, tüm dikkatimi yapmam gereken iş üzerinde 
toplamalıyım. Burası Gizli Yücelik Tapınağı'ydı. 
Üç reisle birlikte içeri girdim, geri kalan refakatçi lama­
lar, bir düşün yavaş yavaş akıldan silinen görüntüleri gibi 
eriyip gitmişlerdi karanlığın içinde. Yılların adeta kuruttuğu 
üç yaşlı reis ise, gönülleri rahat, Gökler Ülkesi'ne geri çağrıl­
mayı bekliyorlardı; belki de tüm dünyadaki metafîzikçiler 
arasında en değerli üç kişiydi bunlar. Sağ ellerinde birer yağ 
kandili, sol ellerinde ise için için yanan, kalın birer tütsü çu­
buğu taşıyorlardı. Soğuk müthişti burada, sanki bu dünyaya 
ait değilmiş gibi garip bir soğuk vardı. Çok derin bir sessiz-
231 

lik içindeydik, en ufak bir gürültü bile sessizliğin daha da 
kuvvetle hissedilmesine yol açıyordu. Reislerin safran rengi, 
sırmalı kadife giysilerinden hafif bir hışırtı geliyordu. Bir ara 
dehşet içinde, tüm bedenimde garip sarsıntılar, sızlamalar 
hissettim. Ellerim pırıl pırıl parlıyorlardı. Reislerde de böyle 
parıltılar gördüm. Fazlasıyla kuru hava ile giysilerimizin bir­
birine sürtünmesi, statik elektrikle yüklemişti bizi. Reisler­
den biri elime kısa bir altın çubuk tutuşturdu ve fısıldadı, 
"Bunu sol elinde tut ve yürürken duvara sürt, hissettiğin ra­
hatsızlığı geçirir." Dediğini yaptım ve bedenimde bİTİkmiş 
bulunan elektriğin bir anda dışarı akmasıyla neredeyse bot­
larımdan dışarı fırladım. Ama artık rahattım. 
Sonra görünmeyen eller tarafından yakılan yağ kandil­
leri, titrek alevlerle birer birer canlandılar. Oynaşan sarı ışık 
arttıkça, dev şekiller gördüm çevremde; altınla kaplanmış­
lar, bazıları da değerli taşların içine yarı yarıya gömülmüş­
lerdi. Sonra karanlığın içinden bir Buda heykeli yükseldi, o 
kadar büyüktü ki, alevlerin ışığı ancak beline kadar aydınla­
tabiliyordu onu. Diğer şekiller oldukça bulanık görünüyordu: 
Şeytanlara ait görüntüler, aşk sahneleri, insanın gerçek ben­
liğini bulana dek vermek zorunda olduğu sınavların sembol­
leri. 
Üzerine beş metre yüksekliğinde bir Hayat Çarkı çizil­
miş bulunan duvara doğru ilerledik. Titreyen ışığın altında 
gerçekten dönüyormuş gibiydi. Kayayla çarpışıp, içinde kay­
bolup gideceğimize iyice inanmaya başlayana dek ilerlemeyi 
sürdürdük. Sonra bize yol gösteren Reis ortadan kayboldu. 
Evet, benim koyu bir gölge diye tahmin ettiğim şey, çok iyi 
gizlenmiş bir kapıydı. Bu kapı aşağılara, daha aşağılara gi­
den bir başka yolun girişiydi. Yağ kandillerinin zayıf parıltı­
sında yine de zifiri karanlık, dar ve dik bir eğimle döne döne 
aşağıya inen bir yoldu bu. Sık sık durarak, tökezleyerek ve 
bazen de kayarak dikkatle, yavaş yavaş ilerliyorduk. Hava 
ağır ve bunaltıcıydı, sanki yukarıdaki toprağın tüm ağırlığı 
üzerimize çökmüş, bizi eziyormuş gibi hissediyordum kendi­
mi. Dünyanın merkezine iniyorduk. Dolambaçlı geçitte son 
232 
bir dönemeç daha, ve nihayet karşımıza yer yer altın gibi pa­
rıldayan bir kaya içine oyulmuş bir mağara çıktı: Evet, taba­
ka tabaka, külçe külçe altın vardı her yanda. Bir tabaka ka­
ya, bir tabaka altın, bir tabaka kaya, bir tabaka altın ve böy­
le devam ediyordu bu. Girintili çıkıntılı yüzey, kandilden ya­
yılan zayıf ışığı yansıtırken, tepemizde, çok yukarılarda, ka­
ranlık bir gecede gökyüzündeki yıldızlar gibi parıldıyordu al­
tın damarları. 
Mağaranın ortasında yeni cilalanmış gibi parlayan si­
yah bir ev vardı. Duvarları garip semboller, yeraltı gölüne 
giden tünelin duvarlarında görmüş olduklarıma benzeyen 
şekillerle süslenmişti. Eve doğru yürüdük ve geniş, yüksek 
kapısından içeri girdik. Burada üzerinde garip garip şekiller 
bulunan, siyah taştan yapılmış üç tane tabut vardı. Tabutla­
rın üstü açıktı. Merakla içlerine baktım ve gördüklerim kar­
şısında soluğum kesildi. 
"Oğlum" dedi bize rehberlik eden Reis, "Bunlara iyi 
bak. Onlar dağların oluşmasından önceki günlerde bizim 
topraklarımızda yaşayan tanrılardı. Denizlerin sahillerimize 
vurduğu, gökyüzünde değişik yıldızların parıldadığı zaman­
larda ülkemizde gezinirlerdi. Bak, çünkü son evrede olanlar 
dışında hiç kimse görmemiştir bunları." 
Büyülenmişçesine baktım, baktım. Karşımda üç tane 
çıplak, altın kaplı mumya yatıyordu. İki erkek ve bir kadın. 
Büyüklükleri hayrete düşürmüştü beni. Kadın yatarken bile 
en az üç metre boyunda vardı. Erkeklerden daha iri olanı 
dört buçuk metreden aşağı değildi. Kafaları geniş ve tepeye 
doğru hafif koni biçimindeydi. İnce dudaklı ağızlan küçük, 
çeneleri uzun ve dardı. Burunları uzun ve ince, gözleri ise 
düz bir çizgi halinde ve içeri çöküktü. Sanki ölmemişler, uyu­
yorlardı. Sessizce hareket ediyor, onları uyandırmaktan kor-
kuyormuşçasına fısıltıyla konuşuyorduk. Tabutun yan tara­
fında bulunan kapağın üzerinde gökyüzünün kabartma bir 
haritası vardı, fakat yıldızların görünüşü ne kadar da garip­
ti. Astroloji üzerindeki çalışmalarım sonucu, karanlık gökyü­
zündeki şekilleri oldukça yakından tanırdım; fakat bu çok 
233 

farklıydı. 
Kıdemli Reis bana dönüp, "Son evreye geçmek, geçmişi 
görüp geleceği öğrenmek üzeresin. Karşılaşacağın gerilim 
çok fazla olacak. Bazen bu evrede pek çok kimse başarısızlı­
ğa uğrar ve ölür; yani, başaramazsan bu varoluş boyutundan 
gidebilirsin" dedi, "Anladın mı?" 
"Evet" diye yanıtladım. İki tabutun arasında bulunan 
bir kayanın yanına götürdüler beni. Söylediklerine uyarak 
sırtım dimdik, avuç içlerim yukarı dönük, lotus duruşunda 
oturdum kayanın üzerine. 
Dört tane tütsü çubuğu yakıldı, her tabut için bir tane 
ve bir de benim için. Reisler ellerinde birer yağ kandili, dışa­
rı çıktılar. Ağır siyah kapının kapanmasıyla birlikte, binlerce 
yıllık ölülerle birlikte tek başıma kalmıştım. Bir süre sonra 
yanımda duran yağ kandili cazırdayarak söndü. Fitili kırmı-
zılaşarak birkaç dakika için için yandı ve sonra o da söndü. 
Kayanın üzerinde sırtüstü uzandım ve yıllardır bana 
öğretilmiş olan özel soluk alma yöntemini uygulamaya başla­
dım. Sessizlik ve karanlık boğucuydu. Gerçekten tam bir 
ölüm sessizliğiydi bu. 
Birdenbire bedenim kaskatı kesildi, kaslarım dondu 
sanki. Kollarım ve bacaklarım uyuşup buz kesti. Güneş ışı­
ğından yüz elli metre aşağıda bulunan eski bir mezarda öl­
mek üzere olduğum hissine kapıldım. İçimde şiddetli bir ür-
perme ve rahatsızlık vardı. Sonra mezar yavaş yavaş yüksek 
bir dağ geçidine vuran ay ışığı gibi gümüş rengi bir ışıkla 
dolmaya başladı. Sağa sola sallandığımı,' yükseldiğimi ve 
sonra bir yerlere düştüğümü hissettim. Bir an için, bir uçurt­
manın içinde sandım kendimi. Sonra fiziksel bedenimin üze­
rinde yavaş yavaş yüzdüğümü fark ettim. Sanki uykudan 
uyanmışım gibi bir hareket gelmişti üzerime. Bir duman gi­
bi, hissedilmeyecek kadar hafif bir rüzgârda sürükleniyor gi­
biydim. Başımın üzerinde, altından bir kâseye benzeyen bir 
parlaklık gördüm. Nabız gibi atan, gümüş mavisi renginde, 
hayat dolu bir kordon uzanıyordu bedenimden. 
234 
Cesetlerin arasında, şimdi tıpkı onlar gibi sırtüstü yat­
mış dinlenen bedenime baktım yukarıdan. Benim küçücük 
bedenim ile o dev bedenler arasındaki fark yavaş yavaş gö­
rülmeye başlamıştı. Merakla inceliyordum durumu. Çağdaş 
insanlığın o önemsiz kibirliliğini düşündüm ve materyalistle­
rin bu koskocaman şekillerin varlığını nasıl izah edecekleri­
ni merak ettim. Fakat o anda düşüncelerimi bir şeyin rahat­
sız ettiğini fark ettim. Artık yalnız değilmişim gibi hissedi­
yordum kendimi. Sözcüklerle açığa vurulmamış parça parça 
düşüncelerle, kesik kesik konuşmalar geliyordu bir yerler­
den. Kafamda oraya buraya dağılmış görüntüler yanıp sön­
meye başladı. Çok uzaklarda bir yerde, sanki birisi çok bü­
yük, boğuk sesli bir çan çalıyordu. Ses yavaş yavaş yaklaştı 
ve az sonra kafamın içinde çalınmaya başladı. Rengarenk 
ışık damlacıkları ve aniden parlayıp sönen, bilinmeyen renk­
ler görüyordum. Astral bedenim sarsılıyor, bir kış fırtınasına 
yakalanmış yaprak gibi sürükleniyordu. Kırmızı, sıcak bir 
acı, şiddetle çarpıyordu bilincime. Kendimi yalnız ve terk 
edilmiş hissediyordum; yıkılmak üzere olan bir alemde kay­
bolmuş bir eşya gibi. Derken üzerime siyah bir sis çöktü ve 
bu dünyaya ait olamayacak bir dinginlik kapladı her yeri. 
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Beni kucak­
layan o zifiri karanlık ağır ağır dağıldı. Bilmediğim bir yer­
lerden kayalara çarpan, köpüren denizin sesi, dalgaların sü­
rüklediği çakılların çıkardığı hışırtılar geliyordu. Tuz yüklü 
havanın, deniz yosunlarının kokusunu duyabiliyordum. Son­
ra çevremi seçebilmeye başladım. İyi tanıdığım bir manza­
raydı bu: Güneşin ısıttığı kırların üzerinde, keyifli keyifli sır­
tüstü yere uzanmış, tepemdeki palmiye ağaçlarını seyredi­
yordum. Fakat bilincimin daha başka bir bölümü, hayatım­
da hiç deniz görmemiş, palmiye ağacı diye bir şey duymamış 
olduğumu söylüyordu! Az ötede bulunan bir koruluktan, 
kahkahalarla gülen insan sesleriyle birlikte, güneşten bronz-
laşmış neşeli bir grubun yaklaştığını gördüm. Devler! Aşağı­
ya baktım ve kendimi de bir "dev" olarak gördüm. Astral 
beynimle şunları algılıyordum: Yüzlerce yıl önceydi. Dünya 
235 

ters yönde ve güneşe daha yakın bir yörüngede dönüyordu. 
Günler daha kısa ve daha sıcaktı. İnsanlık o zamanlar daha 
gelişmiş olup, şimdikinden daha fazla bilgiye sahipti. Sonra 
uzayın derinliklerinden gelen başıboş bir gezegen dünyaya 
hafifçe çarpıp geçti. Dünya bu çarpışma sonucu yörüngesin­
den çıkıp, güneşten biraz daha uzaklaştı ve ters yönde dön­
meye başladı. Rüzgârlar çıktı, farklı çekim güçleri suları et­
kisi altına aldı; seller, tüm dünyayı kaplayan seller oluştu. 
Her yer sarsılıyordu. Karaların bir kısmı denizlerin altında 
kaldı, bir kısmı yükseldi. Tibet'in bulunduğu sıcak ve güzel 
ülke bir deniz kıyısı olmaktan çıktı ve denizden dört bin met­
re kadar yükseldi. Ülkede öfkeli lavlar püsküren heybetli 
dağlar vardı artık. Çok uzaklarda, dağlık bölgelerde derin 
yarıklar açıldı. Aslında bu kitapta yazılmayacak kadar çok 
şey var ama "astral evreler"e ait bilgilerimizin bir kısmı ya­
yınlanmak için fazlasıyla kutsal ve gizli. 
Bir süre sonra görüntülerin yavaş yavaş zayıflayıp ka­
rarmaya başladıklarını fark ettim. Hem astral, hem de fizik­
sel bilincim kaybolmaya başlamıştı. Az sonra son derece hu­
zursuz hissediyordum kendimi, üşümüştüm de. Evet, kayala­
rın içine oyulmuş bir hücrenin dondurucu karanlığında tek 
başıma bir kayanın üzerinde yatıyordum. Sonra kafamda 
birtakım telepatik düşünceler belirdi. "Evet, bize geri dön­
dün. Geliyoruz." Dakikalar geçti ve silik bir parlaklık yaklaş­
tı. Yağ kandilleri. Üç yaşlı reis. 
"İyi basardın oğlum. Üç gündür burada yatıyorsun. Ar­
tık gördün orayı. Öldün. Ve yaşıyorsun." 
Açlık ve yorgunluktan iki yana sallanarak, her tarafım 
tutulmuş ayaklarımın üzerine dikildim ve hiçbir zaman ak­
lımdan çıkmayacak olan bu odadan dışarı çıktık. Açlıktan 
bayılmak üzereydim. Kafam da karmakarışık olmuştu. Tıka 
basa doyana kadar yedim, içtim. O gece uyumak için yatağı­
ma girdiğimde, önceden kehanet edildiği gibi kısa bir süre 
sonra, Tibet'i terk etmek ve garip yabancı ülkelere gitmek zo­
runda olduğumu biliyordum. Şimdi bu ülkelerin, benim o za­
manlar mümkün olabileceğini düşündüğümden çok daha ga­
rip olduklarını söyleyebilirim! 
236 
18 
HOSCAKAL TiBET 
Birkaç gün sonra, Rehberim'le birlikte Mutluluk Nehri' 
nin kıyısında otururken, yanımızdan atını dörtnala süren bir 
adam geçti. Kaygısızca bize bir göz atıp Lama Mingyar Don-
dup'u tanıyınca öyle sert bir duruş yaptı ki, atının ayakları 
altındaki toz, girdap gibi döne döne havaya kalktı. 
"En Değerli Kişi'den Lama Lobsang Rampa için bir me­
saj getirdim." Torbasından bana hiç de yabancı olmayan o 
ipekli kutlama eşarbına sarılmış uzun bir paket çıkardı. Üç 
kez yere eğilip beni selâmladı, paketi verdi ve sonra geri geri 
yürüyüp atına binerek dörtnala uzaklaştı. 
Artık daha rahattım; Potala'nın altında geçen olaylar 
kendime olan güvenimi artırmıştı. Paketi açtım ve mesajı 
rehberime vermeden kendim okudum. 
"Sabahleyin Mücevher Parkı'na En Değerli Kişiye git­
mem gerekiyor. Sizin de gelmenizi istiyor." 
" Normal olarak, Değerli Koruyucu'nun sözleri üzerinde 
tahminde bulunulmaz Lobsang, ama senin kısa bir süre son­
ra Çin'e gitmek üzere buradan ayrılacağını ve benim de, sa­
na söylemiş olduğum gibi, çok yakında Gökler Ülkesi'ne geri 
döneceğimi hissediyorum. Bırak da bu günden ve geri kalan 
kısıtlı süreden mümkün olduğu kadar yararlanalım." 
Sabahleyin Mücevher Parkı'na giden, o çok iyi bildiği­
miz yolda yürüyorduk. Hem Lama Mingyar Dondup'un, hem 
de benim kafamda, bunun Mücevher Parkı'na birlikte yaptı­
ğımız yolculukların sonuncusu olacağı düşüncesi vardı. B'-
237 

düşünce yüzüme herhalde güçlü bir biçimde yansımıştı ki, 
Dalay Lama ile karşılaştığımda şöyle dedi bana: "Ayrılma 
vakti her zaman için zor ve sıkıntı yüklüdür. Ülkemiz işgal 
edildiği zaman, bu bahçede saatlerce meditasyon yapıp, git­
menin mi kalmanın mı daha iyi olacağını düşündüm dur­
dum. Her ikisi de bazıları için acı verici olacaktı. Senin yolun 
doğruca ileriye gidiyor, Lobsang. Ailen, arkadaşların, ülken, 
hepsi geride kalmalıdır. Sana önceden de bildirilmiş olduğu 
gibi, önündeki yolda zorluk, eziyet, yanlış anlama ve inanç­
sızlık var. Bunlar hoş olmayan şeyler. Batılılar'ın yolları çok 
değişiktir. Sana daha önce de söylemiştim, onların bilim a-
damları da yalnızca kendi yapabildikleri şeylere, yalnızca la-
boratuvarlarında deneyden geçirebildikleri şeylere inanıyor­
lar. Ve en üstün bilimi, Gerçek Benlik Bilimi'ni yok sayıyor­
lar. Evet, beş gün sonra Çin'e gitmek üzere buradan ayrıl­
man için gerekli hazırlıkları yaptırdım." 
Beş gün! Ben beş hafta bekliyordum en az. Rehberim'le 
birlikte dağa doğru tırmanırken aramızda herhangi bir ko­
nuşma geçmedi. 
Manastırdan içeri girince Rehberim, "Anne ve babanı 
görmen gerekiyor, Lobsang. Ben bir haberci yollarım" dedi. 
Anne ve babam ha? Lama Mingyar Dondup bana bir an­
ne, babadan çok daha fazla bir şeyler olmuştu. Halbuki kısa 
bir süre sonra, ben Tibet'e geri dönemeden o bu hayattan gö­
çüp gidecekti ve o zaman onunla ilgili görebileceğim tek şey, 
Yeniden Bedenlenmiş Kişiler Salonundaki altın kaplama 
mumyası olacaktı. 
Beş gün! Dopdolu günler! Üzerime giyip denemem için 
Potala Müzesinden bir takım Batılı giysisi getirildi. Aslında 
Çin'de bu elbiselerden giyecek değildim, lama giysilerim da­
ha uygun olurdu orada, ama diğer lamalar bunların içinde 
nasıl olacağımı görmek istiyorlardı. Ne biçim şeylerdi bun­
lar! Bacaklarımı sıkı sıkı kavramış kumaştan dar borular; 
öyle dardılar ki, eğilmeye dahi korkuyordum. Artık Batılılar 
in neden lotus duruşunda oturamadıklarını iyice anlamış­
tım: Giysileri çok dardı. Bu sımsıkı borularla hayatın ne ka-
238 
dar zor geçeceğini düşünüyordum. Üzerime beyaz bir örtü 
örtüp, boynumun çevresine kalın bir kurdela bağladılar ve 
de üstelik sanki boğacaklarmış gibi sımsıkı çektiler uçlarını. 
Sonra bunun üzerine de, Batılılar'ın içine eşyalarını koyduk­
larını söyledikleri yamalı bir başka kumaş parçası geçirdiler. 
Fakat en kötü sürpriz daha gelmemişti. Sonunda, ayakları­
mın üzerine kalın ve ağır "eldivenler" geçirdiler ve metal uç­
ları olan siyah bağlarla sımsıkı bağladılar ayaklarımı. Ling-
hor Yolu'nda elleri ve ayakları üzerinde sürünen dilenciler, 
bazen bunlara çok benzeyen eldivenler geçirirlerdi ellerine, 
fakat onlar bile ayakları için Tibet'in o güzel keçe botlarını 
kullanacak kadar akıllıydılar. Birkaç saat içinde sakat kala­
cağımı ve bu yüzden de Çin'e gidemeyeceğimi düşünüyor­
dum. Bu arada yuvarlak kenarlı, içi dışına çevrilmiş siyah 
bir kâse kondu başımın üzerine ve bana artık tam anlamıyla 
^ir Batılı aristokrat gibi giyinmiş olduğumu söylediler. Bana 
öyle geliyordu ki, bir insan bu şekilde giyindikten sonra ar­
tık >ndan bir iş beklenemeyeceğinden, herhalde çok boş za­
manı olurdu. 
Üçüncü gün, bir Reis olarak eski evime gittim. Anne ve 
babam beni karşılamak üzere evdeydiler. Onurlu bir ziyaret­
çiydim artık. O günün akşamı bir kez daha babamın çalışma 
odasına gittim ve Aile Kitabına rütbemi yazıp, imzamı at­
tım. Sonra, çok uzun bir süreden beri gerçek evim olan ma­
nastıra doğru yeniden yola koyuldum. 
Geri kalan iki gün çok çabuk geçti. Sonuncu günün ak­
mamı Dalay Lama'yı ziyaret ettim, vedalaştım ve hayır dua­
larını aldım. Ondan ayrılırken bir ağırlık vardı içimde. Onu 
yeniden göreceğim zaman her ikimizin de çok iyi bildiği gibi, 
o ölmüş olacaktı. 
Sabahleyin günün ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktım. 
Ağır ağır, isteksiz. Yine evsiz kalmıştım, yine bilmediğim 
yerlere gidiyordum. Öğreneceğim o kadar çok şey vardı ki! 
Dağın tepesindeki geçide ulaştığımda, Kutsal Kent Lhasa'ya 
son kez uzun uzun baktım. Potala'nın tepesinde yalnız bir 
uçurtma uçuyordu... 
239 

Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin