9
YABANi GÜL BAHCESiNDE
Ertesi sabah, hiç acelesiz, Chakpori'ye dönmek üzere
hazırlıklarımızı yaptık. Potala gezisi bizim için bir tatil ol
muştu. Ayrılmadan önce, teleskopla çevreye son bir kez daha
bakmak için dama koştum. Chakpori'deki bir damda, ufak
bir rahip adayı sırt üstü yatmış kitap okuyor ve arada sırada
da avludan geçen rahiplerin çıplak kafalarına ufak taşlar
yağdırıyordu. Camın içinden, aşağıdaki rahiplerin şaşkın ba
kışlarından kaçınmak için başını çabucak eğdiği zaman yü
zünde beliren o şeytanca sırıtışı görebiliyordum. Hiç kuşku
suz Dalay Lama'nın da beni buna benzer tuzaklarla uğra
şırken izlemiş olduğunu bir anda anlamak beni çok rahatsız
etti. Hemen kararımı verdim, bundan sonra bütün muzur-
luklarımı binaların Potala'dan görünmeyen yan cephelerinde
yapacaktım.
Artık gitme vakti gelmişti. Bizim bu kısa yolculuğumu
zu bu kadar zevkli bir hale getirmek için çalışmış olan lama
lara teşekkür etmenin, Dalay Lama'nın kişisel hizmetkârına
özellikle hassas davranmanın sırası gelmişti. Hindistan'dan
gelmiş olan yiyecekler onun denetimindeydi. Benden oldukça
hoşlanmış olmalıydı ki, hemencecik mideme indirdiğim, ufak
bir ayrılık armağanı hazırladı bana. Bu ufak armağanla bi
raz daha güç kazanmış, Demir Dağımıza dönmek üzere ba
samakları inmeye koyulduk. Yarı yola vardığımızda bağırış
ve seslenişlerin, yoldan geçip giderken bize arkamızı işaret
eden rahiplerin farkına vardık. Durduk; soluk soluğa, telaş
içinde bir rahip koşuyordu bize doğru; bir solukta Lama
115
Mingyar Dondup'a mesajını iletti.
Rehberim onu dinledikten sonra, Beni burada bekle
Lobsang, çok geç kalmam" dedi ve arkasını dönerek basa
makları yeniden tırmanmaya başladı. Hayran hayran man
zarayı seyredip, eski evime bakarak keyifli keyifli dolandım
ortalıkta. Bir ara arkamı dönüp de, atının üzerinde bana
doğru ilerleyen babamı görünce neredeyse arka üstü yuvar
lanıyordum yere. Ben ona bakarken, o da baktı ve göz göze
geldik. Beni tanıdığı zaman alt çenesi hafifçe aşağı sarktı.
Hemen karar verip, içimi tanımlanamaz bir sızıyla doldura
rak, tanımamazlıktan geldi beni ve yoluna devam etti. Uzak
laşan sırtına bakıp, "Baba!" diye bağırdım. Hiçbir biçimde
umursamadı ve duygusuz bir şekilde devam etti yoluna. Bir
anda gözlerime ateş bastığını hissettim, titremeye başlamış
tım. Potala'nın merdivenlerinde, herkesin içinde kendimi
küçük düşürmek üzere olduğumu anlamıştım. Umduğumun
üstünde bir güçle kendimi tutarak sırtımı doğrulttum ve ye
niden aşağıda uzanan Lhasa'yı seyretmeye koyuldum.
Yarım saat kadar sonra, Lama Mingyar Dondup merdi
venleri bir atın üzerinde inerek geliyordu; yedeğinde bir at
daha vardı.
"Haydi bin Lobsang, çok acele Seraya gitmemiz gereki
yor, oradaki reislerden biri hayli ciddi bir kaza geçirmiş."
Her iki atrn eğerinde de birer çanta asılıydı, bunların
içinde Rehberim'e gerekli olan aletler bulunuyordu herhalde.
Linghor Yolu boyunca, eski evimi, oraya buraya dağılmış ha
cıları ve hepsi birbirine benzeyen dilencileri geçerek, dörtna
la koşturduk atlarımızı. Rahiplerin bizi kapıda beklediği Se
ra Manastırı'na varmamız pek uzun sürmedi. İkimiz de çan
talarımızı kapıp hemen atlarımızdan aşağı atladık ve bir ra
hibin ardı sıra, yatağında sırtüstü yatan yaşlı reisin yanına
gittik.
Hastanın yüzü kurşun rengindeydi, yaşama gücü tü
kenmiş gibi çırpınıyordu. Lama Mingyar Dondup, zaten ha
zırlanmış bulunan bir kâse sıcak su istedi. Ben, onun bu
116
suya koyduğu belirli otlardan oluşan karışımı kaynatırken, o
da bir düşme sonucu kafatası kırılmış olan bu yaşlı adamı
muayene ediyordu. Bir kemik parçası kafasından içeri doğru
girmiş, beynine baskı yapıyordu. Karışım yeteri kadar soğu
yunca bununla adamın kafasını sildik, geri kalanıyla da Reh
berim ellerini yıkadı. Sonra çantasından çıkardığı keskin bir
bıçakla ve gayet hızlı hareketlerle, eti, tam kırık kemiğin
üzerinde "U" şeklinde kesti. Kanama pek fazla değildi. Ha
zırlamış olduğumuz suyla yarayı biraz daha sildikten sonra,
kesilmiş et parçası arkaya doğru kaldırıldı. Lama Mingyar
Dondup gayet yumuşak hareketlerle bu kısmı inceleyip, ka
fatası kemiğinin çatlayıp içeri doğru girdiği yeri buldu. İşe
başlamadan önce kendisine gerekli olan bir yığın aleti, de
zenfekte edici bir losyonla dolu kâsenin içine koymuştu. Şim
di onların arasından, bir uçları yassı olan ve bu yassı kısım
larda da testere gibi incecik dişler bulunan iki gümüş çubuk
çıkardı. Büyük bir dikkatle aletin en ince kenarını, kemikte
ki çatlağın en geniş yerine soktu ve diğer çubukla kemiği
daha sıkı bir şekilde kavrarken de birincisini dimdik tuttu.
Kemik parçasını yavaş yavaş eski yerine gelene dek kanırttı.
Sonra çubukların biriyle burayı sıkıştırdı ve "Kâseyi tut
bana Lobsang" dedi. İstediğini kolayca alabileceği şekilde
tuttum kâseyi. Üçgen şeklinde, çok ufak bir çiviye benzeyen
küçük, sivri bir gümüş parçası aldı kâseden ve bunu, şimdi
kafatasının normal düzeyinden bir parça daha yukarıda du
ran kırılmış kemik parçasıyla sağlam kemiğin arasına sıkış
tırınca, kemik parçası hafifçe oynadı. Sonra yeniden bastırdı
kırık kemiğe. "Kemik gümüş parçasıyla kaynayacak şimdi,
gümüşün hiçbir zararı olmaz insana." Burayı otlardan hazır
lanmış bir losyonla biraz daha sildikten sonra, bir tarafa iliş
tirilmiş duran et parçasını büyük bir dikkatle tekrar yerine
koydu, at kuyruğundan koparılmış ve iyice kaynatılarak
mikroplardan arındırılmış bir kılla bu parçayı dikti; ameliyat
yerini yine otlardan yapılmış bir macunla kapatarak, yerin
den oynamasın diye bir bez parçasıyla iyice sardı.
Beyninin üzerindeki baskıdan kurtulan yaşlı reisin ya-
117
şama gücü bir anda yerine gelmişti. Yastıklarla arkasını des
tekleyerek, yarı oturur bir duruşa geçirdik onu. Kullandığı
mız aletleri, kaynamakta olan yeni bir losyonun içinde te
mizledim, yine kaynatılmış bir bezle kuruladım ve her şeyi
dikkatle yeniden çantaların içine yerleştirdim. Az sonra,
daha ben ellerimi temizlerken yaşlı adamın gözleri titreye
rek açıldı. Üzerine doğru eğilmiş olan Lama Mingyar Don-
dup'u görür görmez zayıf bir tebessüm belirdi yüzünde.
"Beni yalnızca senin kurtarabileceğini biliyordum ve
Tepe'ye işte bu nedenle yolladım o düşünce mesajını. Çünkü
görevim daha sona ermedi ve bedenimi terk etmeye hazır de
ğilim henüz."
Dikkatle ona bakmakta olan Rehberim yanıtladı: "Me
rak etme, bunu atlatacaksın. Birkaç günlük bir rahatsızlık,
bir iki baş ağrısı ve bunlar da geçince işinin başına dönebilir
sin. Birkaç gün süreyle, uyurken yanında birinin bulunması
gerek, dümdüz yatmanı önlemek için. Üç-dört gün sonra en
dişe edilecek hiçbir şeyin kalmayacak."
Pencereye yaklaşmış dışarıya bakıyordum. Bir başka
manastırdaki yaşam koşullarını incelemek çok değişik gel
mişti bana. Yanıma gelen Lama Mingyar Dondup, "İyi basar
dın Lobsang.Bundan böyle birlikte bir ekip oluşturalım se
ninle. Şimdi sâna bu manastırı gezdirip, çevreyi göstermek
istiyorum. Burası bizimkinden oldukça farklıdır," dedi.
Yaşlı reisi bir lamanın bakımına bıraktıktan sonra kori
dora çıktık. Burası Chakpori kadar temiz olmadığı gibi, biz
deki kadar katı bir disipline de sahip değildi. Görünüşe göre
rahipler istedikleri zaman manastıra gelip, istedikleri za
man dışarı çıkıyorlardı. Bizimkilerle karşılaştırıldığında, ta
pınakları da çok bakımsızdı, tütsünün kokusu bile daha bir
keskin geliyordu. Avluda oynaşan gruplar şimdi Chakpori'de
olsalar sıkı bir çalışmada olurlardı. Dua değirmenlerinin ço
ğu durmuştu. Orada burada tekerleklerin başında oturmuş,
onları döndüren yaşlı rahiplere rastlanmıyor değildi ama hiç
kimse ortalama olarak kabul edebileceğim bir disiplinde, bir
temizlikte ve düzende değildi. Rehberim, "Eh Lobsang, bura-
118
da kalıp orrlar gibi kolay yaşamak ister miydin?" diye sordu.
"Hayır, istemezdim. Bana kalırsa burada bir yığın yaba
ni yaşıyor" diye karşılık verdim.
Güldü. "Evet, yedi bin tane! Aslında sakin bir grup insa
na kötü ün kazandıranlar daima birkaç tane gürültücüdür."
"Böyle olabilir" diye yanıtladım, "ama buraya Gül Bah
çesi adını vermişler, ben ise hiç de böyle bir isim takmazdım
herhalde."
Gülümseyerek baktı bana: "Burada disiplin kurma göre
vini tek başına üzerine almak isteyebileceğine eminim."
Bizim manastırın, diğerlerine kıyasla çok katı bir disip
line sahip olduğu, diğer manastırlarda ise işlerin gevşek tu
tulduğu bir gerçekti. Buralarda bulunan rahiplerin canları
tembellik etmek istediğinde, kendilerine engel olmak isteyen
kimse çıkmaz, kimse kötü gözle bakmazdı onlara. Sera ya da
rahipler arasında kullanıldığı adıyla Yabani Gül Bahçesi, Po-
tala'dan üç mil uzaklıkta olup, "Üç Merkez" olarak tanınan
belli başlı üç manastırdan biridir. Bunların en büyüğü, on
binden fazla rahibiyle Drenbung'du. İkinci olarak, tahminen
yedi bin beş yüz rahibiyle Sera gelirdi. Bu arada sadece altı
bin rahibiyle Ganden, bu üç manastır arasında en az nüfusa
sahip olanıydı. Sokakları, okulları, tapınakları ve evleriyle
bunların hepsi de kendi başlarına birer kasaba büyüklüğün-
deydiler. Eskiden Kham Adamları devriye gezerlerdi sokak
larda. Şimdi ise Çinli askerler devriye geziyorlar... Chakpori
ufak, ancak çok önemli bir manastırdı. O zamanların "Tıp
Bilim Merkezi"ydi ve hükümetin Danışma Meclisinde.olduk
ça önemli rol oynardı.
Chakpori'de, benim burada "Judo" ismini vereceğim bir
dersimiz vardı. İngilizce'de buna karşılık olarak bulduğum
en yakın sözcük "Judo". "Sung-thru-kyom-pa tü de-po de-la-
po"nun Tibetçe'deki anlamının yanı sıra, bizim "amaree" de
diğimiz teknik sözcük de tam olarak çevrilemiyor. "Judo" as
lında bizdeki sistemin çok basit bir şeklidir. Bu eğitim, ma
nastırların hepsinde yoktu, fakat kendi kendimizi kontrol et-
119
me gücünü kazanabilmemiz, tıbbi amaçlarla diğer insanları
bayıltmak ve ülkenin doğa koşulları daha da sert olan bölge
lerine yaptığımız yolculukları kolaylaştırabilmek amacıyla,
biz Chakpori rahiplerine öğretilirdi. Doktor lamalar olduğu
muzdan, çok sık yolculuk yapardık.
Yaşlı Tzu bu sanatın gerçek bir ustasıydı, belki de bü
tün Tibet'te üstüne kimse yoktu. O da, bir işi en iyi biçimde
yapabilmenin verdiği heyecanla, tüm bildiklerini bana da öğ
retmişti. Erkeklerin ve oğlan çocukların çoğu, en basit kav
rama ve fırlatma hareketlerini bilirlerdi; fakat ben tüm bun
ları daha dört yaşındayken öğrenmiştim. Biz bu sanatın yal
nızca kendini savunma ve kontrol amacıyla kullanılması ge
rektiğine inanırız; ödül kazanmak için dövüşen bir kimsenin
güttüğü amaç için değil. Biz, zayıf ve kendinden emin olma
yan bir kişinin kendi kendini övmesine karşılık, güçlü kişi
nin sakin ve yumuşak olabilmeyi başarabildiği inancındayız.
Judo'yu çoğunlukla kırılan bir kemiği yerine yerleştirir
ken ya da diş çekilirken hastayı bayıltmak için kullanırdık.
Bu yöntem hiç acı vermediği gibi, herhangi bir sakıncası da
yoktur. Hasta daha işe başlandığının farkına bile varmadan
kendinden geçer ve hiçbir yan tesire maruz kalmadan, saat
ler ya da birkaç saniye sonra tamamen kendine getirilebilir.
Bir şeyler anlattığı sırada bayıltılan bir kimsenin, ayıldığı
zaman yarıda kalan cümlesini tamamlaması oldukça garip
bir olaydır. Bu yüksek sistemin yanlış ellerde kullanılması
sonucu ortaya çıkabilecek tehlikeli durumlar yüzünden, bu
ve anında hipnotize yöntemleri yalnızca karakter testlerinde
yüksek başarı gösterenlere öğretilirdi.
Tibet'teki manastırlar, sadece ortak dini eğilimlere sa
hip kişilerin bir arada yaşadıkları yerler değildir. Bu manas
tırlar, gerekli tüm olanaklara ve rahatlığa sahip olan, kendi
kendilerine yeterli birer kasabadırlar. Tapinaklarda gelenek
sel ya da dini oyunları izlediğimiz tiyatrolar vardı. Müzis
yenler bize hoş vakit geçirtebilmek ve öteki manastırların
hiçbirinde onlar kadar usta müzisyenler olmadığını kanıtla
mak için hazırdılar her an. Parası olan rahipler, manastırın
120
içindeki dükkanlardan yiyecek, giyecek gibi maddeler, hattâ
bazı lüks eşyalarla çeşitli kitaplar satın alabilirlerdi. Parala
rını biriktirmek isteyenlere ise, banka vazifesi gören rahipler
hizmet ederlerdi. Dünyanın her yerinde, bütün topluluklarda
kurallara karşı çıkan suçlular bulunur. Bizdeki suçlular po-
lis-rahipler tarafından tutuklanır ve tarafsızlıkla yargılan
dıkları bir mahkemeye çıkarılırlardı. Suçlu bulundukları
takdirde, kendilerine verilen cezayı bir lama manastırında
çekmek zorundaydılar. Her türlü zekâ düzeyine hitap edebi
lecek değişik konularda okullar vardı. Zeki çocukların geliş
meleri için her türlü kolaylık gösterilirdi, fakat aslında
Chakpori dışındaki tüm manastırlarda, tembel bir insanın
uyumasına, bütün ömrünü bir düşte geçirmesine pek bir şey
denmezdi. Tibet'teki düşünce tarzımız şöyleydi: Hiç kimse
bir diğerinin hayatını etkileyemez, öyleyse bırakalım, bir da
haki bedenlenmesinde bize yetişsin. Chakpori'de ise işler da
ha değişikti ve eğer bir kimse en ufak bir ilerleme bile göste-
remiyorsa, manastırı terk etmeye, kendisine disiplinin çok
sıkı olmadığı bir başka manastır aramaya zorlanırdı.
Manastıra sık sık ziyaretçiler gelirdi. Çoğunlukla tüc
carlardan ve öteki manastırlardan gelmiş rahiplerden oluşan
bu ziyaretçiler, manastırın otelinde ağırlanırlardı; böyle bir
ağırlama için tabii belli bir ücret öderlerdi! Bütün rahipler
bekar değillerdi. Bazıları tek başına dua etmenin tefekkür
için yeterli olmadığı kanısındaydılar. Bunlar, evlenmelerine
izin verilen rahiplerin oluşturduğu Kırmızı Şapka Mezhe-
bi'ne katılabilirlerdi. Aslında sayılan pek azdı. Sarı Şapka
lar, yani bekarların mezhebi, dini hayatın yönetici sınıfını
oluştururdu. Oldukça düzenli topluluklar olan "evliler"in ma
nastırlarında rahipler ve rahibeler yan yana çalışırlardı; fa
kat çoğu zaman buralardaki "hava" yalnızca erkeklerden ku
rulu bir topluluğunki kadar sert olmazdı.
Belli birkaç manastırın kendi basımevi vardı, böylece
kendi kitaplarını kendileri basabiliyorlardı. Kâğıtlarını da
genellikle kendileri imal ederlerdi. Aslında kâğıt imalatı sağ
lığa zararlı bir işti; çünkü bu iş için kullanılan bir çeşit ağaç
121
kabuğu epey zehirliydi. Bu zehir kâğıdın, böceklerin hücu
muna uğramasını önlüyorduysa da, rahipler üzerinde zararlı
etkileri de oluyordu; bu işte çalışan rahipler şiddetli baş ağ
rılarından ve daha başka bazı rahatsızlıklardan yakınırlar
dı. Biz Tibet'te madeni baskı harfleri kullanmazdık. Bütün
sayfalar uygun cinste bir tahtanın üstüne resmedilir, sonra
da bu çizilmiş taslak dışında kalan her yer kazınır ve böylece
basılacak kısımlar tahtanın geri kalan yüzeyinden yüksekte
kalırlardı. Genellikle doksan santimetre genişliğinde ve beş
santimetre kalınlığında olan bu tahtaların üzerine çizilen şe
killerin karmakarışık bir görünümü olurdu. Çok ufak dahi
olsa, üzerinde herhangi bir hata bulunan tahta bir daha kul
lanılmazdı. Tibet'te kullanılan sayfalar, Batı'daki eni boyun
dan kısa olan kitap sayfalarına hiç benzemez; tersine, bizde-
kilerin enleri boylarından daha geniş olurdu ve birbirlerine
tutturulmadan, ayrı yapraklar halinde, oymalı tahta kapak
lar arasında korunurlardı. Basım işlemi sırasında üzerine
yazılar kazınmış tahta bloklar yere yatırılırlar, rahiplerden
biri mürekkep silindirini, en ufak noktalara kadar yayılma
sına özen göstererek, tüm yüzey boyunca gezdirirdi. Bunun
hemen ardından bir başka rahip, kâğıt yaprağını tahtanın
üzerine serer, üçüncü bir rahip de kâğıdın tahtaya iyice te
mas etmesi için ağır bir silindirle üzerine bastırırdı. Dördün
cü bir rahip basılmış sayfayı kaldırır ve onu bir kenara koya
cak olan çırağa geçirirdi. Kaza ile lekelenen ancak birkaç
kâğıt çıkardı ve bunlar da hiçbir zaman kitaba konulmaz,
üzerinde çalışsınlar diye çıraklara verilirdi.
Aşağıda uzanan Yabani Gül Bahçesi'ni biraz seyredip,
burasının bizim manastırla kötü bir karşılaştırmasını yap
tıktan sonra, yaşlı reisi görmek üzere odaya geri döndük.
Yokluğumuz sırasında geçen iki saat içinde kendisini olduk
ça toparlamış, çevresinde olan bitenle daha fazla ilgilenebile
cek hale gelmişti. Rehberim, "Şimdi gitmemiz gerekiyor. Sa
na otlardan hazırlanmış bir toz bırakıyorum. Giderken sana
bakmakla görevli olan rahibe gerekli bütün talimatı verece
ğim" dedi. Sonra çantasından çıkardığı üç küçük deri torbayı
122
yaşlı reise uzattı.
Giriş avlusunda, neşemi aniden kaçıracak kadar canlı
ve oynak iki midilliyle bizi bekleyen bir rahip bulduk. Midil
liler iyice tok ve dinlenmiş olduklarından, dörtnala koştur
mak için fazlasıyla hazırdılar. Ama ben değildim. Eski evi
min yanından geçmeye pek hevesli değildim. Rehberim dü
şüncelerimi okuyordu sanki, "Dükkanlar Sokağı'na giden yol
dan geçeriz. Aceleye gerek yok; yarın, şu anda nasıl olacağını
hiç bilmediğimiz yepyeni bir gün olacak" dedi.
Çinli tüccarların dükkanlarını seyretmek ve çekişerek
pazarlık yaparken çıkardıkları tiz çığlıkları dinlemek beni
büyülemişti adeta. Caddenin karşı tarafında, ruhun ölüm
süzlüğünü simgeleyen bir heykel vardı. Heykelin arkasında
da, uzaktan pırıl pırıl parlayan bir tapınak yükseliyordu. At
üzerinde birkaç dakika daha ilerledik, şimdi birbirinin içine
girmiş karmakarışık evlerin bulunduğu daracık sokaklarday
dık. "Ah!" diye düşündüm, "son kez buradayken özgür bir in
sandım ve bir rahip olmak için uğraşmıyordum. Keşke tüm
bunlar bir düş olsa da bir anda uyanabilsem!" Eşkin eşkin
yoldan aşağı ilerledik ve sağa, Firuze Taşı Köprüsü'ne giden
yola saptığımızda Lama Mingyar Dondup bana dönerek, "De
mek hâlâ rahip olmak istemiyorsun ha? Oysa oldukça iyi bir
yaşam. Bu yılki grup hafta sonu ot toplamak üzere dağlara
çıkıyor. Ama senin onlarla birlikte gitmeni istemiyorum.
Onun yerine benimle birlikte çalış ki, on iki yaşına geldiğin
de Trappa'nın sınavlarına girebilesin. Çok nadir bulunan ot
ları toplamak üzere, seninle dağlık bölgelere özel bir yolculu
ğa çıkmayı düşündüm" dedi. Bu sırada Shö Kasabası'nın so
nuna ulaşmış, Lhasa Vadisi'nin Batı .kapısı olan Pargo Ka-
ling'e doğru ilerliyorduk. Bir duvarın dibine büzülmüş otu
ran bir dilenci bağırdı: "Hey! Tıbbın Saygıdeğer Laması, sa
kın benim dertlerime çare bulmaya çalışma, sonra karnımı
doyuramam." Giriş kapısını oluşturan anıtın sütunları ara
sından geçerken Rehberim üzgün görünüyordu. "Şu dilenci
ler bize dış ülkelerde öyle kötü bir ün kazandırıyorlar ki Lob-
sang. Hindistan'da, Çin'de, Aziz Kişi'yle nereye gittiysem her
123
yerde Lhasa'nın dilencilerinden söz ediyorlardı, hem de bazı
larının gerçekten çok zengin olduklarını dahi bilmeden. Ya
zık, yazık, belki de Demir Kaplan Yıh'nın kehaneti (1950-
Çin'in Tibet'i işgal ettiği yıl) gerçekleştiği zaman bu dilenci
ler çalıştırılır. Sen ve ben bu olayı, Tibet'te olmayacağımız
için görmeyeceğiz Lobsang. Sen yabancı ülkelerde, ben de
Gökyüzü Ülkesi'ne dönmüş olacağız."
Bir an çok sevdiğim Lamanın beni bırakacağını, bu ha
yatı terk edeceğini düşününce son derece üzüldüm. O za
manlar dünya hayatının yalnızca bir illüzyon, bir sınav, bir
okul olduğunu daha anlayamamıştım. Ama şimdi biliyorum
bunu.
Sola, Linghor Yolu'na sapıp, Kundu Ling'i geçtik ve tek
rar sola, Demir Dağı'na giden kendi yolumuza saptık. Dağı
mızın bir yamacını tamamen kaplayan renkli oymalarla süs
lü kayalara bakmaktan hiç bıkmazdım. Uçurumun tüm yüzü
tanrıların oymaları ve resimleriyle kaplıydı. Ancak gün epey
ilerlemişti ve yitirilecek fazla vaktimiz yoktu. Midillilerimizi
yukarı doğru sürerken, ot toplamak üzere dağlara gidecek
olanları düşündüm. Her yıl, Chakpori'den bir grup ot topla
mak üzere dağlara çıkardı. Topladıkları otları kuruturlar,
hava geçirmez torbalara doldurarak getirirlerdi. Bu tepeler,
doğanın ilaçlarının en büyük depolarından biriydi. Aslında
şimdiye dek, üzerinde tartışmak için oldukça garip olan olay
larla dolu bu dağlık bölgelere gidenlerin sayısı çok azdı.
Evet, karar vermiştim, bu yıl tepelere yapılacak geziden ko
layca vazgeçebilirdim ve bu arada Lama Mingyar Dondup'un
uygun gördüğü vakit onunla yapacağımız gezide, ona eşlik
edebilecek bir duruma gelmek için sıkı çalışırdım. Astrolog
lar, daha ilk girişimde sınavı kazanacağımı söylemişlerdi, fa
kat çok sıkı çalışmam gerektiğini de biliyordum; yapılan ke
hanetin ancak çok çalıştığım takdirde gerçekleşebileceğini
biliyordum. Her zaman için kendimden çok daha büyük in
sanların arasına karışmış olduğumdan, zekâ yaşım en azın
dan on sekiz yaşında bir kimseninkine eşitti, yalnız kendimi
biraz daha güçlendirmek zorundaydım.
124
10
TiBETTE iNANCLAR
Burada, yaşam tarzımız hakkında vereceğim bazı bilgi
ler size çok değişik gelebilir. Bizim dinimiz, Budizm'in bir
şeklidir, fakat bunun karşılığını tam olarak verebilecek bir
sözcük yok. Bizim inançlarımıza "din", bizimle aynı inancı
paylaşanlara da "içerideki kimse" diyoruz. Bizimkinden fark
lı inançları olanları da "yabancılar" diye adlandırıyoruz. Şu
anda Batı'da bilinen ve bizim dinimizi en yakın olarak ta
nımlayabilecek sözcük Lamaizm'dir. Lamaizm bir noktada
Budizm'den ayrılır, şöyle ki bizim dinimiz gelecek için bir
inanç, bir umut besleyen bir dindir. Budizm ise bize göre
daha negatif olup, bir umutsuzluk dinidir. Biz, her şeyi göre
bilen bir Tanrının her yerde, herkesi gözetlediğine ve hima
ye ettiğine de kesinlikle inanmayız.
Pek çok bilgin bizim dinimizi çeşitli yönlerden eleştir
miştir. Aslında bunların çoğu kendi inançları içinde körleş-
miş kişiler olup, olaylara yalnızca bir açıdan bakabildikleri
için bizi reddetmişlerdir. Hatta bizim inançlarımız kendileri-
ninkine çok ters düştüğü için bize "şeytan gibi" diyenler de
çıkmıştır. Bu yazarların çoğu görüşlerini kulaktan dolma ki
mi bilgilere ya da yine kendilerine benzeyen diğerlerinin ya
zılarına dayandırmışlardır. Bunlardan birkaçı, belki de La
maizm üzerinde bir iki gün çalıştıktan sonra, kendisini, her
şeyi anlayıp, konu üzerinde bir kitap yazabilecek ve bizim en
akıllı ermişlerimizin bile ancak bir ömür boyunca keşfedebil
dikleri olayları bir anda izah edebilecek, üstelik herkese
açıklayabilecek kadar yeterli bulmuştur.
125
İncil'in sayfalarını bir iki saat şöyle bir karıştırdıktan
sonra, Hristiyanlığın en ince noktalarını açıklamaya kalkı
şan bir Budist ya da Hindu'nun bu konuda başkalarına neler
öğretebileceğim bir düşünün! Lamaizm üzerine kitap yazan
lardan hiçbiri, ne ilk çocukluk çağlarından itibaren bir lama
manastırında rahip olarak yaşamış, ne de Kutsal Kitaplar
üzerinde layıkıyla çalışmıştır. Bu kitaplar gizlidir ve herkes
tarafından okunamazlar; çünkü çabuk, kolay ve ucuz bir
kurtuluş yolu arayanların işine yarasın diye yazılmamışlar
dır. Dini bir teselli, bir kendi kendini hipnotize şekli isteyen
ler, eğer bir fayda göreceklerine inanıyorlarsa tabii ki okuya
bilirler bu kitapları. Fakat bu Asıl Gerçek'e ulaşma çabası
değil, bir kendi kendini kandırmadır. Suç üstüne suç işlene
bileceğini ve sonra da vicdanları çok fazla zorlandığında en
yakın tapınağa sunulan herhangi bir armağanın tanrıları
büyük bir şükran hissiyle dolduracağını, öyle ki tüm suçların
bir anda ve kesin olarak bağışlanacağını, böylece kişiye yeni
suçlar peşinde koşma hakkı tanıyacağını düşünmek, kimile
rine çok rahatlatıcı bir yolmuş gibi gelebilir. Gerçekte bir
Tanrı, Mükemmel bir Varlık vardır. Ona şu ya da bu ismi
vermemizin ne önemi olabilir ki? Tanrı bir gerçektir.
Buda'nın öğretilerini incelemiş olan Tibetliler, asla mer
hamet ya da lütuf dilemek için değil, yalnızca insanlardan
doğruluk görmek için dua ederler. Mükemmel Varlık, doğru
luğun kendisi olarak bir insana merhamet gösterip, bir diğe
rine göstermemezlik edemez, çünkü böyle bir davranış, ken
di doğruluğunu yadsımak olur. Duaların gerçekleşmesi için
altın ya da tütsü adayarak, merhamet ve iyilik için dua et
mek, kurtuluşun yalnızca en yüksek teklifte bulunanlara su
nulduğu ve Tanrı'nın para sıkıntısı çektiği ve "satın alınabi
leceği" anlamına gelir.
İnsana ancak insan merhamet gösterebilir ve bunu da
çok seyrek yapmalıdır; Mükemmel Varlık ise yalnızca doğru
luk sunar. Aslında hepimiz ölümsüz birer ruha sahibiz. Dua
mız, "Om! ma-ni pad-me Hum!", çoğu kez, sözcüğü sözcüğü
ne, "Lotus'un Mücevherine Selâm!" şeklinde çevrilir. Biraz
126
daha eğitilmiş olan biz lamalar, bunun aslında "İnsanın Ger
çek Özü'ne Selâm!" anlamına geldiğini biliriz. Ölüm yoktur.
Tıpkı günün sonunda giysilerimizi çıkardığımız gibi, beden
uyuduğunda da ruh bedeni terk eder. Bir giysi eskidiği za
man nasıl çıkarılıp atılırsa, ruh da aynı şekilde yıpranan be
deni çıkarıp atar. Aslında Ölüm bir Doğuş' tur. Ölüm yalnız
ca bir başka varoluş boyutunda yeniden doğma sürecidir. İn
san ya da ruh ölümsüzdür. Beden, dünya üzerinde kişiye dü
şen göreve uygun biçimde seçilen ve ruhu giydiren geçici bir
giysiden başka bir şey değildir. Dış görünüşün hiçbir önemi
yoktur; içindeki ruhun ise büyüktür. Kendisini suça yönlen
direcek hiçbir yokluk çekmediği halde geçmiş yaşamında pek
çok günah işlemiş bir kişinin yanı sıra, büyük bir peygamber
de bir sonraki yaşamında bir dilenci kılığında ortaya çıkabi
lir.
Bizim Hayat Çarkı dediğimiz şey, dünyaya gelme, bir
yerlerde yaşadıktan sonra bir gün yeniden ruh haline dön
me, zamanı gelince de değişik koşullar altında, farklı bir çev
rede yeniden doğma olayına verdiğimiz addır. Herhangi bir
kişi bu yaşamında çok ıstırap çekebilir, fakat bu onun geçmiş
hayatında mutlaka çok kötü bir insan olduğu anlamına gel
mez; şu anda yaşadığı çileli hayat onun belirli bazı şeyleri
öğrenmesi için en çabuk ve en iyi yoldur belki de. Aslında
edinilen deneyimler kulaktan dolma bilgilerden daha yarar
lıdırlar. İntihar eden bir kimse, hayatının yaşanmamış yılla
rını tamamlamak üzere yeniden doğabilir. Hayat Çarkı di
lencileri ve kralları, kadınları ve erkekleri, renkli insanları
ve beyazları, herkesi içine alır. Aslında sadece bir semboldür
bu Çark tabii, ama konu üzerinde uzun uzadıya incelemeler
yapacak kadar vakti olmayanlar için olaya açıklık kazandı
racak bir semboldür. Tibet inançlarını öyle bir iki paragrafla
açıklayabilmek mümkün değil: Kangyur ya da Tibet Kutsal
Yazılan, bu konu üzerine yazılmış yüzden fazla kitabı kapsa
dığı halde, bunlar bile bütünü kavramak için yeterli değildir.
Özel manastırlarda saklanmış, yalnızca yetkililer tarafından
görülebilen pek çok kitap vardır.
127
Doğu'nun insanları, yüksek olaylarla ilgili çeşitli güç ve
yasaların varlığını, bunların doğal olduklarını yüzlerce yıl
dan beri bilmektedirler. Doğulu bilginler ve araştırmacılar,
ağırlıkları olmadığı ve asitle işlem görmedikleri için var ola
mazlar diye sudan bir neden göstererek, bu gibi güçlerin var
olmadıklarını kanıtlamaya çalışmak yerine, bunların doğa
yasaları üzerindeki etkinliğini artırmak için büyük çaba gös
termişlerdir. Bizi ilgilendiren, örneğin olağanüstü görüş gü
cünün nasıl işlediği değil de, bu olayın sonuçlarıdır. Bazı ki
şiler, bu olağanüstü görüş gücünün varlığından kuşku du
yarlar. Aslında bunlar, doğuştan kör oldukları için, görme
denilen olayın ne olduğunu anlayamayan talihsizlere benzer
ler.
Her insanın "aura" adı verilen bir atmosferi, bir manye
tik alanı vardır. Manyetik alan, bedeni çevreleyen renga
renk, yumurta biçiminde bir hâle olarak görülebilir. Bu alan
da bilgi sahibi kimseler, renklerin bileşiminden insanın sağ
lık durumunu, samimiyetini, ruhsal tekâmülünün ana hatla
rını görebilirler. Bu manyetik alan, hayat gücünün, canlılık
verdiği bedenin çevresine yaydığı ışıktır. Bu manyetik ala
nın en güçlü olduğu yer başın çevresidir. Ölüm halinde, yani
ruh varoluşun bir sonraki boyutuna gitmek üzere bedenden
ayrıldığı sırada bu ışıklar da zayıflar ve varlık bir "ruh" hali
ne gelir. Aslında bedenden ayrılmanın sonucu olan ani bir
şokla belki de şaşırmıştır o anda. Neler olduğunu tam mana
sıyla anlayamıyordur belki de. Lamaların ölmek üzere olan
bir insanın başında bulunmalarının nedeni de, onun ruhuna
yol gösterebilmektir. Eğer doğru yol gösterilmezse, ruh mad
di arzularla dünyaya bağlı kalabilir. Rahiplerin görevi bu
bağları kopartmaktır.
Tibet'te, "RuhlaraYol Gösterme" diye adlandırılan ve
belirli aralıklarla yapılan bir ayinimiz vardı. Bizim için bir
ölüm korkusu olmamakla birlikte, eğer kişiye belirli bazı ön
bilgiler verilir, kendisine yol gösterilirse, bu hayattan öteki
ne geçişin çok daha kolay olacağına inanırız. Açıkça belirlen
miş yolları izlemek ve belirli bir düzen içinde düşünmek ge-
128
rekir. Bu ayin, ortalama üç yüz rahibin katılmasıyla, bir ta
pınakta yapılırdı. Tapınağın ortasında, yüz yüze bir daire bi
çiminde oturmuş, genellikle beş telepat lamadan oluşan bir
grup bulunurdu. Bir reis tarafından yönetilen rahipler ilahi
okurlarken, lamalar da sıkıntı içinde bulunan ruhlarla tele
patik bir bağ kurmaya çalışırlardı:
"Siz, sınır bölgesinde rehbersiz, şaşırmış gezinen hepi
niz, ruhlarımızın sesini duyunuz. Yaşayanlarla ölülerin dün
yaları ayrıdır. Onların yüzleri nerede görülebilir, sesleri ne
rede işitilebilir? Başıboş gezinen bir ruhu, kendisine yol gös
termek üzere çağırıyor ve ilk tütsüyü yakıyoruz."
"Siz yollarını şaşırmış gezinenler, ruhlarımızın sesini
duyunuz. Bu bir hayal dünyasıdır Hayat bir düşten başka
bir şey değildir. Doğmuş olan herkes ölmek zorundadır. Yal
nızca Buda'nın Yolu sonsuzluğa açılır. Başıboş gezinen bir
ruhu, ona yol göstermek üzere çağırıyor ve ikinci tütsü çubu
ğunu yakıyoruz."
"Siz, hayatlarında büyük güçlere sahip olanlar, buyru
ğunuz altındaki insanlar, dağlar ve ırmaklarla en yüksek ye
re ulaşmış sizler, hepiniz ruhlarımızın sesini duyunuz. Dün
yadaki egemenliğiniz çok kısa bir zaman sürdü, oysa ulusla
rınızın dertleri daha sona ermedi. Dünya kanla taşıyor, ağaç
ların yaprakları ıstırap çekenlerin iç çekişleriyle oynaşıyor.
Kral ve diktatörlerin ruhlarını, kendilerine yol göstermek
üzere çağırıyor ve üçüncü tütsü çubuğunu yakıyoruz."
"Siz, işgal etmiş, yaralamış, öldürmüş olan tüm savaşçı
lar, ruhlarımızın sesini duyunuz. Ordularınız şimdi nerede?
Toprak inliyor, savaş alanlarında artık tohumlar büyüyor.
Generallerin ve soyluların yalnız ruhlarını, kendilerine reh
berlik etmek üzere çağırıyor ve dördüncü tütsü çubuğunu ya
kıyoruz."
"Siz, resim yapmak ve yazı yazmak için çalışmış olan
tüm sanatçılar, öğrenciler, ruhlarımızın sesini duyunuz. Boş
yere görüşünüzü zorladımz. Sizden kalan hiçbir şey hatırlan
mıyor artık. Ama yine de ruhlarınız devam etmek zorunda.
129
Kendilerine rehberlik etmek üzere, sanatçı ve öğrencilerin
ruhlarını çağırıyor ve beşinci tütsü çubuğunu yakıyoruz."
"Gençlikleri taze bir bahar sabahına benzeyen yüksek
sınıftan hanımefendiler ve güzel genç kızlar, ruhlarımızın
sesini duyunuz. Aşıkların kucaklaşmasının ardından, kırılan
kalpler gelir. Sonbahar giderken kış gelir, ağaçlar ve çiçekler
solar, tıpkı güzelliğin solduğu gibi, ve birer iskeletten başka
bir şey olmazlar. Yüksek sınıftan hanımefendilerin ve genç
kızların başıboş gezinen ruhlarını, dünya ile olan bağlarını
kopartmada kendilerine yol göstermek üzere çağırıyor ve al
tıncı tütsü çubuğunu yakıyoruz."
"Bütün dilenciler ve hırsızlar, diğer insanlara karşı suç
işlemiş olan ve şimdi huzura kavuşamayanlar, ruhlarımızın
sesini duyunuz. Ruhunuz dünyada dostsuz, başıboş dolaşı
yor; sizin içinizde doğruluk yok. Günah işlemiş ve şimdi tek
başına dolaşan bütün bu ruhları çağırıyor ve yedinci tütsü
çubuğunu yakıyoruz."
"Kendilerine karşı suç işlemiş olup, şimdi ruhlar ülke
sinde yalnız dolaşanlar, ruhlarımızın sesini duyunuz. Dünya
ile olan bağlarından kurtulmalarında rehberlik etmek üzere
kendilerini çağırıyor ve sekizinci tütsü çubuğunu yakıyoruz."
Tapınağın tütsü dumanı yüklü karanlığında titreşen
yağ kandilleri, altın heykellerin üzerinde oynaşan canlı göl
geler oluştururdu. Dünyadan geçip gitmiş, ancak onunla
olan bağlarını hâlâ koparamamış ruhlarla ilişki kurmaya ça
lışan telepat rahiplerin yoğunlaşmış düşünceleriyle daha da
bir elektriklenirdi hava.
Yüz yüze sıralar halinde oturan koyu kırmızı cübbeler
giymiş rahipler, Ölüler İçin Nakarat'ı okurlar ve sonra bir
yerlere gizlenmiş davullar, insan kalbinin atışına tempo tu
tarlardı. Tapınağın öteki bölümlerinden, tıpkı canlı bir bede
nin iç organlarının çıkardığı sesleri, beden salgılarının hışır
tılarını, havanın ciğerlerde dolaşırken çıkardığı sesleri andı
ran sesler gelirdi. Tören sürerken, bedenleri ölmüş ruhlara
yol göstermek için yapılan çağrılarla birlikte, bu seslerin
130
temposu da değişir, yavaşlardı. Sonunda, bedeni terk eden
ruhun sesi duyulurdu. Bir hışırtı, titreyen bir soluk, ardın
dan derin feir sessizlik. Evet, ancak ölümle birlikte gelen bir
•sessizlik; ve sonra bu sessizliğin içine öyle bir şey dolardı ki,
çevremizde bulunan birilerinin bizi dinlediklerini ta içimizde
hissederdik. Telepatik mesajlar sürüp, rahatsız ruhlar bağla
rını kopararak yolculuklarının bir sonraki evresine geçtikçe,
bu gerilim yavaş yavaş azalır, ortalığı yine sessizlik kaplardı.
Biz Tibet'te, öldükten sonra tekrar tekrar doğduğumuza
kesinlikle inanırız. Fakat yalnızca bu dünyada değil. Daha
başka milyonlarca dünya var ve biz bunların çoğunda canlı
varlıkların yaşadığını biliyoruz. Bu canlılar bizim bildikleri
mizden çok daha değişik biçimlerde olabilirler, insanlardan
daha üstün varlıklar da olabilirler. Biz Tibetliler, dünya in
sanının evrenin en gelişmiş ve en soylu varlığı olduğu görü
şünü asla kabullenmedik. Başka yerlerde çok daha yüksek
yaşam biçimleri bulunduğuna ve üstelik bunların atom bom
bası kullanmadıklarına da inanıyoruz. Ben Tibet'te, gökyü
zünde dolaşan garip gemilerden söz eden kayıtlar gördüm.
Çoğu kişi bunları "Tanrıların Arabaları" diye adlandırmıştır.
Lama Mingyar Dondup bana, bir vakitler bir grup lamanın
bu "tanrılarla" telepatik ilişki kurmuş olduğunu anlatmıştı;
onlar da dünyayı, insanlar bir hayvanat bahçesindeki vahşi
ve tehlikeli hayvanları nasıl seyrederlerse öyle seyrediyorlar-
mış.
İspritizma gücüyle havaya yükselme konusunda pek
çok şey yazılmış. Benim de sık sık görmüş olduğum gibi, bu
nu yapmak mümkündür, ancak çok deneyim gerektirir. As
lında çok daha kolay başka bir sistem olduğundan, ispritiz
ma ile uğraşmak gereksizdir. Astral bedenle yapılan astaral
seyahat çok daha kolay ve güvenlidir. Lamaların çoğu bunu
yapar ve biraz sabır göstermeyi göze alabilen herkes, bu ya
rarlı ve güzel sanata verebilir kendini.
Dünya üzerinde uyanık geçirdiğimiz saatler boyunca,
astral bedenimiz maddi bedenimiz içine hapsolunmuştur ve
eğer bu konuda bir eğitim görülmemişse, bu ikisini birbirin-
131
den ayırmak olanaksızdır. Uyuduğumuz sürece, dinlenmeye
gereksinimi olan yalnızca maddi bedendir; astral beden ken
disini bu fiziksel bedenden kurtarır ve çoğu kez, tıpkı bir
okul günü sonunda evine dönen bir çocuk gibi, kendi boyutu
na gider. Astral bedenle fiziksel beden arasındaki ilişkiyi,
sonsuza dek uzayabilen bir "gümüş kordon" sağlar.
Gümüş kordona bir şey olmadığı takdirde, fiziksel be
den canlılığını sürdürür; tıpkı bir bebeğin annesinden ayrıl
ması için göbek kordonunun kesilişi gibi, ölüm anında da bu
gümüş kordon kopar. Bebeğin doğuşu, onun annenin bede
ninde sürdürmüş olduğu hayatın ölümüdür. Ölüm ise daha
özgür bir ruhlar aleminde yeniden doğuştur. Gümüş kordona
dokunulmadığı sürece, uyku sırasında ya da özel olarak eği
tilmiş kimselerin uyanıkken de yapabildikleri gibi, varlık as
tral bedenle serbestçe dolaşabilir. Bu gezintiler, gümüş kor
don aracılığıyla aktarılmış bilgiler olan düşleri oluşturur. Bu
bilgileri alan beyin de onları derhal -kişinin dünya inançları
na uygun düşecek şekilde- mantıklı hale getirir. Ruh dünya
sında zaman yoktur. Zaman tamamen fiziksel bir kavramdır
ve bu yüzdendir ki uzun ve karmaşık düşlerin, ancak saniye
nin ufacık bir parçasında meydana gelmiş gibi algılandığı
durumlarla karşılaşırız. Büyük bir olasılıkla herkes, çok
uzakta, belki de okyanusların ötesinde yaşayan bir arkada
şıyla karşılaşıp konuştuğu bir düş görmüştür. Bu arada ken
disine bir mesaj verilmiş de olabilir. Bu kişi uyandığında, ge
nellikle, hatırlanması gereken bir şey olduğu hissine kapılır.
Uzakta bulunan bir dost ya da bir akraba ile karşılaşmanın
anısı vardır kafasında. Kısa bir süre sonra bu kişiden her
hangi bir haber alması ise şaşılacak bir olay değildir. Bu ko
nuda eğitilmemiş kimselerde, bellek çoğu zaman bozulur ve
sonuç olarak mantığa aykırı bir düş ya da karabasan çıkar
ortaya.
Biz Tibet'te sık sık astral seyahate çıkarız; aslında olay
tümüyle kontrolümüz altındadır. İlk önce, gümüş kordonla
bağlı olmasına karşın, astral bedenin maddi bedenden ayrıl
ması sağlanır. İnsan, düşünebildiği kadar hızla, istediği yere
132
gidebilir. İnsanların pek çoğunda astral seyahat edebilme ye
teneği olmakla birlikte, bu işe girişen pek çok kimse yeterin
ce eğitilmemiş olduğundan, genellikle bir şokla karşılaşır.
Çok kimse tam uykuya dalmak üzereyken, görünüşte hiçbir
neden olmadan ani ve güçlü bir çırpınmayla uyandırıldığı
hissini duymuştur. Bunun nedeni, astral bedenin fiziksel
beden daha uykuya dalmadan dışarı çıkması ve bu iki bede
nin oldukça sert bir biçimde birbirinden ayrılmasıdır. Bu
nun sonucu olarak gümüş kordon büzülür ve astral beden
ani bir hareketle yeniden bedene girer. Astral seyahatten
sonra bedene dönüş biraz daha şiddetli olur. Astral beden,
tıpkı ipin ucuna bağlı bir balon gibi, gövdenin metrelerce yu
karısında havada uçuyordur. Herhangi bir şey, belki de yük
sek bir ses, astral bedenin müthiş bir hızla fiziksel bedene
dönmesine yol açar. Fiziksel beden bunun üzerine aniden
uyanır ve insan bir uçurumdan aşağı yuvarlanırken, tam za
manında uyandığına dair korku dolu bir hisse kapılır.
Tüm insanlar, bilinçleri tamamen yerinde ve bütün olay
kontrolleri altında olarak astral seyahat etme yeteneğine sa
hiptirler. Aslında bu iş epey deneyim gerektirir, fakat her
şeyden önce, özellikle ilk zamanlarda kişinin rahatsız edilme
korkusu duymayacağı, tek başına kalabileceği gizli bir yeri
olması gerekir. Yapılacak şeyin bir tehlikesi yoktur, fakat
astral bedenin maddi bedene girişi ve çıkışına dikkat edil
mez, rastlantılara bırakılırsa, şok ve duygusal bazı bozukluk
lar çıkabilir ortaya. Kalplerinden şikayeti olan kimseler, ast
ral seyahati asla denememelidirler. Çünkü olayın kendisinde
bir tehlike olmamakla birlikte, bir başka kişinin odaya girip,
bedeni ya da gümüş kordonu rahatsız etmesi, kalbi zayıf
olanlar için büyük bir tehlike oluşturabilir. Hatta meydana
gelebilecek şokun öldürücü olmasının yanı sıra, ruh bu haya
tındaki varoluşunun eksik kalan süresini tamamlamak üze
re yeniden doğmak zorunda kalabilir.
Biz Tibetliler, insanlık şu anda içinde bulunduğu gerile
me devrine girmeden önce, herkesin astral seyahat edebilme,
üstün görme gücüyle madde ötesi şeyleri görebilme, telepati
133
ve levitasyon ile havaya yükselebilme yeteneklerine sahip
bulunduğuna inanıyoruz. Söylentilere göre, bu gerileme dev
rinin nedeni, insanların bu gizli güçleri kötüye kullanmış
-onları bir bütün olarak insanlığın gelişimi yerine, kendi çı
karları için kullanmış- olmalarıdır. En eski çağlarda, insan
lar telepati yoluyla birbirleriyle konuşabilirlerdi. Belli bir
bölgede yaşayan aşiretler, yalnızca kendilerine özgü bir sesli
dille konuşurlardı. Telepatik konuşma ise düşünce gücüyle
yapıldığından, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabiliyor-
du. Telepati kötüye kullanıldığı için gücünü yitirdiğinde, bü
yük bir kargaşalık aldı dünyayı.
Bizim bir "Sebt" günümüz yoktur, bunun yerine her
ayın sekizinde kutladığımız Kutsal Günler vardır. Bu dini
günlerde, özel ayinler dışında hiçbir iş yapılmaz. Her yıl ya
pılan şenliklerimiz ise bana anlatılanlara göre, Hristiyan-
lar'in yortularına benziyormuş; ancak bu yortular hakkında
bildiklerim, bir yorum yapabilmem için oldukça yetersiz. Bi
zim şenliklerimizin belli başlıları şunlardır:
Birinci ayda, ki bu kabaca Batı takvimindeki Şubat ayı
nın karşılığı oluyor, birinci günden üçüncü güne dek Logsar'ı
kutlarız. Batı dünyasında Yeni Yıl adı verilmektedir buna.
Bu günler, dini ayinlerin yanı sıra, eğlenceler için de büyük
bir fırsattır. Yılın en büyük ayini ise birinci ayın dördüncü
gününden on beşinci gününe dek süren ve Tibet'te Mon-lam
diye adlandırdığımız "Yalvarış Günleri"dir. Dini ve dünyevi
yılın en önemli törenleridir bunlar. Yine bu ayın on beşinci
günü, Buda'nın ana rahmine düşüşünün yıldönümü olup,
kutsal şükran günlerimizden biridir. Ay sona ermeden önce
bir de yirmi yedinci günde, yarı dini, yan mitolojik bir kutla
mamız daha vardır ki buna Kutsal Hançer günü adı verilir.
İşte ilk ayın kutsal günleri bunlardır.
Yaklaşık olarak Mart ayının karşılığı olan ikinci ayda
pek az, kutlanacak gün vardır. Yirmi dokuzuncu günde,
Uğursuz Şeytanı Takip ve Kovalama şenliği yapılır. Üçüncü
ayın birkaç kutsal gününün arasında, ayın on besindeki
"Vahiy'in Yıldönümü" yer alır. Dördüncü ayın, yani Batı tak-
134
vimine göre Mayıs ayının sekizinci gününde, Buda'nın dün
yayla ilgisini kesmesinin yıldönümünü kutlarız. Bu, anladı
ğım kadarıyla Hristiyanlar'ın Paskalya'dan önceki oruçları
na benzer. Bu oruç günleri boyunca, zaten sade olan yaşantı
mız daha da sadeleşirdi. On beşinci gün, Buda'nın ölüm yıl
dönümüydü. Bu günü, dünyayı terk etmiş olan tüm kişilerin
yıldönümü olarak kabul ederdik. Bu günün öteki ismi de,
"Bütün Ruhların Günü'ydü. Bu günde, maddeden kopama-
mış, ortalıkta başıboş gezinen ruhları çağırmak için tütsüler
yakardık.
Bu saydıklarım yalnızca belli başlı kutlama günleri
olup, aslında kutlanması gereken daha önemsiz bir sürü gün
ve katılmması gereken bir sürü ayin daha vardı. Ancak bu
günler, bu kitapta ayrıntılarına girilecek kadar önemli değil
lerdir.
Altınca ayın, yani Temmuz'un dördüncü günü Buda'nın
doğum yıldönümüydü. O gün ayrıca "Yasaların İlk Öğüdü
Günü" olarak da kutlanırdı.
Sekizinci ayın, yani Ekim'in sekizinci günü, Hasat Şen
liği yapılırdı. Tibet çok kuru ve kıraç bir ülke olduğundan,
diğer ülkelere kıyasla ırmaklara çok daha bağımlıydık. Yağ
mur çok az yağardı, ırmaklarda su olmadan topraktan ürün
alamayacağımız için de Hasat Şenliği'ni, Su Şenliği'yle bir
araya getirmiştik.
Dokuzuncu ayın, yani Kasımın yirmi ikinci günü Buda'
nın gökten mucizevi inişinin yıldönümüydü.
Bundan sonra gelen ayın yirmi beşinde, Kandil Bayra-
mı'nı kutlardık. Yılın son önemli dini olayları ise on ikinci
ayın, yani Batı takvimine göre Ocak ve Şubat aylarının bir
leştiği gün olan yirmi dokuzuncu ve otuzuncu günlerdeydi.
Eski yılın gidişi ve yeni yıl için yapılan hazırlıklar bu güne
rastlardı.
Bizim takvimimiz Batı'da kullanılan takvimden gerçek
ten çok farklıdır. Biz, altmış yılda tamamlanan bir devreyi
esas olarak alırız. Bizim kullandığımız bu takvimde Yeni Yıl,
135
Batı takviminin Şubat ayında başlar. 1927'de başlamış olan
ve şu anda içinde bulunduğumuz altmış yıllık son devrenin
yıl takvimi şöyledir;
1927 - Yabani Tavşan Yılı
1928 - Toprak Ejder Yılı
1929 - Toprak Yılan Yılı
1930 - Demir At Yılı
1931 - Demir Koyun Yılı
1932 - Su Maymun Yılı
1933 - Su Kuş Yılı
1934-Tahta Köpek Yılı
1935 - Tahta Domuz Yılı
1936 - Ateş Fare Yılı
1937 - Ateş Öküz Yılı
1938 - Toprak Kaplan Yılı
1939 - Toprak Tavşan Yılı
1940 - Demir Ejder Yılı
1941 - Demir Yılan Yılı
1942 - Su At Yılı
1943 - Su Koyun Yılı
1944 - Tahta Maymun Yılı
1945 - Tahta Kuş Yılı
1946 - Ateş Köpek Yılı
1947 - Ateş Domuz Yılı
1948 - Toprak Fare Yılı
1949 - Toprak Öküz Yılı
1950 - Demir Kaplan Yılı
1951 - Demir Tavşan Yılı
1952 - Su Ejder Yılı
1953 - Su Yılan Yılı
1954 - Tavşan At Yılı
136
1955 - Tahta Koyun Yılı
1956 - Ateş Maymun Yılı
1957 - Ateş Kuş Yılı
1958 - Toprak Köpek Yılı
1959 - Toprak Domuz Yılı
1960 - Demir Fare Yılı
1961 - Demir Öküz Yılı
Ve bu takvim böyle sürüp gider.
Tibet'te, gelecekteki olayların önceden bildirilebileceği-
ne inanırız. Bizim için kehanet, her ne şekilde olursa olsun
bir bilimdir ve gerçektir.
Astrolojiye inanıyoruz. Bize göre astrolojik etkiler, bun
ları yeryüzüne yansıtan cismin özelliğine göre değişen ya da
renk kazanan kozmik ışınlardan başka bir şey değildir. Elin
de bir kamerası ve beyaz ışığı olan herhangi bir kişinin, her
hangi bir cismin resmini çekebileceğini herkes bilir. Kamera
merceklerinin üzerine çeşitli filtreler yerleştirilerek, çekilen
bir fotoğrafın üzerinde bazı özel değişiklikler yapılabildiğini
de biliyoruz. Çok sayıdaki örnek arasından üçünü, ortokro-
matik, pankromatik ve kızılötesini sayabiliriz. İnsanlar da,
aynı bu şekilde kendi kimyasal ya da elektriksel kişilikleri
nin üzerine vuran bir kozmik yayılmanın etkisi altında kalır
lar.
Buda'ya göre, yıldızlara bakıp kehanette bulunmak, ast
rolojiyle uğraşmak, burçlar aracılığıyla uğurlu ya da uğursuz
olayları araştırmak, iyilik ya da kötülüğü önceden haber ver
mek yasaktır. Ancak Kutsal Kitaplarımız'dan birinde yer
alan, daha sonraki bir kararında ise, "Doğa tarafından yal
nızca birkaç kişiye verilmiş olan ve verildiği kişinin ıstırap
çekmesine neden olan bir güç kullanılabilir. Ama bu güç; fi
ziksel üstünlük, kişisel çıkar ve maddi bir kazanç elde etmek
ya da bu gibi güçlerin gerçekliğini kanıtlamak amacıyla kul
lanılamaz. Onlar, bu gibi güçlere sahip olmayanların korun-
137
malan için verilmiştir bu kişilere" diyor. Benim Üçüncü Göz'
ü kazanmam, biraz zahmetli olmakla birlikte, bende zaten
doğuştan var olan madde ötesi görme gücünü daha da güç
lendirmişti. Daha ileriki bir bölümde, Üçüncü Göz'ün açılışı
na yeniden döneceğiz. Şimdi biraz daha astrolojiden söz et
mek istiyorum. Gerçekleşmiş bulunan bir astrolojik kehaneti
görmüş olan, yüksek rütbeli üç İngiliz subayının isimlerini
açıklamak için güzel bir yerindeyiz bu kitabın.
1027 yılından bu yana Tibet'te bütün önemli kararlar
astroloji yardımıyla alınmıştır. Ülkemin 1904'te İngilizler ta
rafından işgali, tümüyle doğru olarak, çok önceden bildiril
mişti. Tibetçe yazılmış ve gerçekleşmiş olan kehanetlerimiz
den biri de şöyle: "Tahta Ejder Yılı'nda, yılın ilk yarısı Dalay
Lama'yı koruyor. Fakat büyük savaşlardan ve tartışmalar
dan sonra düşmanlar geliyor. Pek çok düşman var, silahlarla
birlikte bir felaket başlayacak ve insanlar birbirleriyle sava
şacaklar. Yılın bitiminde, insanları yatıştırıcı bir konuşmacı
savaşa son verecek." Bu yazı 1850'den önce yazılmış olup,
1904 yılına, yani Tahta Ejder Yıh'na aittir. İngiliz işgali sıra
sında İngiliz kuvvetlerinin başında General Younghusband
vardı ve o bu yazıyı Lhasa'da kendi gözleriyle gördü. Yine İn
giliz ordusuna mensup bir subay, Mr. L.A. Waddell de bu ke
haneti 1902 yılında görmüştü. Daha sonraki yıllarda Lhasa
'da bulunmuş olan Mr. Charles Bell de bu kehaneti önceden
görenler arasında. Tüm ayrıntılarıyla doğru olarak önceden
bildirilmiş olayların arasından birkaç tanesi de şöyle: 1910,
Çin'in Tibet'i işgali; 1911, Çin Devrimi ve Milliyetçi Hükü
metin kuruluşu; 1914, Almanya ve İngiltere arasında savaş;
1933 Dalay Lama'nın ölümü; 1935, Dalay Lama'mn yeniden
bedenlenmesi; 1950, kötü güçlerin Tibet'i işgal etmeleri.
Ekim 1950'de Çinliler Tibet'i işgal ettiler. Mr. Bell, sonraları
Sir Charles Bell oldu, tüm bu kehanetleri gözleriyle görmüş
tü Lhasa'da. Bana gelince, benim hakkımda önceden söylen
miş olan her şey doğru çıktı. Özellikle sıkıntılar...
Horoskop hazırlama bilimi ise, bu tür bir kitabın birkaç
sayfasına sığdırılabilecek bir konu değil. Bu kısaca, gökteki
138
yıldızların bir insanın ana rahmine düşme ve doğum anların-
daki özel durumlarını belirleyen bir harita hazırlamaktan
ibarettir. Doğumun tam ve kesin saatinin bilinmesi ve bu
anın da, dünyadaki bütün yerel saatlerden tamamen farklı
olan "yıldız saati"ne çevrilmesi gerekir. Dünyanın yörüngesi
çevresinde dönüş hızı saniyede on dokuz mil olduğuna göre,
tam bir doğruluk sağlanmadığı takdirde yapılacak hesapla
rın büyük yanlışlıklar doğuracağı açıktır. Dünyanın ekseni
çevresindeki dönüş hızı, ekvatorda saatte bin kırk mildir. Bu
dönüş sırasında dünya bir tarafa doğru eğiktir. Kuzey Kut
bu, sonbaharda Güney Kutbu'ndan, ortalama olarak üç bin
yüz mil kadar daha eğik olur, ilkbaharda ise durum tam ter
sidir. Bu nedenle doğum yerinin boylamı, gerçekten büyük
önem taşır.
Haritalar hazırlandığında, bu konuda gerekli bilgiye sa
hip kişiler, bunların ne demek olduklarını anlayabilir ve
açıklayabilirler. Bütün gezegenlerin karşılıklı ilişkilerinin
tek tek incelenmesi ve bu ilişkilerin sonuçlarının özel bir ha
rita üzerinde hesaplanması gerekir. Kişinin daha henüz ya
şam bulduğu ilk dakikalarda ne gibi olaylardan etkilendiğini
ortaya çıkarmak üzere, ana rahmine düştüğü anın astrolojik
haritası hazırlanır. Doğum haritası ise, kişinin bu dünyadaki
hayata girdiği anda etkisi altında kaldığı yıldız hareketlerini
gösterir. Gelecekten haber almak için de bir zaman haritası
hazırlanır ve doğum anındaki harita ile karşılaştırılır. Bazı
kimseler, "2.30'daki at yarışını kimin kazanacağını, gerçek
ten söyleyebilir misiniz?" diye soruyorlar. Yanıt, "hayır"dır.
Yarışla ilgili bütün adamların, atların, at sahiplerinin horos
koplarını çıkarıp üzerinde çalışmadıkça, hayır. Biz herhangi
bir kimsenin bir hastalıktan kurtulup kurtulamayacağını ya
da Tom'un Mary ile evlenip mutlu bir yaşam sürüp süreme
yeceğini söyleyebiliriz. Böyle kişiye ait olayların yanı sıra, ör
neğin, Amerika'nın komünist bir ülkeyle, bu devre göre 1964,
bize göre Tahta Ejder Yılı'nda bölgesel bir savaşa gireceğini
de biliyoruz.
Batı dünyasında yaşayan insanları oldukça şaşırtan bir
139
başka olay da, herhangi bir kimsenin geçmiş yaşamlarının
araştırılıp açıklanabilmesidir. Bu konuda hiçbir bilgisi olma
yanlar, "olanaksız" diyorlar böyle bir şey için. Bu tıpkı sağır
bir adamın, "Hiçbir ses duymuyorum, öyleyse ses diye bir
şey yok" diye düşünebilmesine benzer. İnsanların geçmiş ya
şamlarının araştırılıp ortaya çıkarılması mümkündür. Yal
nız haritaların ve hesapların üzerinde sıkı bir çalışma epey
zaman alır. Hava alanında duran bir kimse, gelen uçağın
son olarak nereye uğradığını merak edebilir. Yolcular belki
bir tahminde bulunabilirler, fakat kontrol kulesindeki görev
liler bu konuda özel bilgiye sahip olduklarından, doğru yanı
tı bilirler. Eğer sıradan bir yolcunun elinde uçak sefer numa
ralarına ait bir liste ve iyi hazırlanmış bir tarife olsa, uçağın
uğramış olduğu hava limanlarını kendisi de bulabilir. Biz de
aynı şeyi geçmiş yaşamlar için yapabiliriz. Fakat bu işlemi
açıklığa kavuşturabilmek için ayrı bir kitap yazmak gerekir.
Bu yüzden konunun daha derinine inmekte yarar görmüyo
rum ve yalnızca Tibet'teki astroloji biliminin hangi ana nok
taları kapsadığını belirtmekle yetiniyorum. Biz, on iki tane
olan Astroloji Burçları için, on dokuz sembol kullanırız. Bu
sembollerin karşılıkları şunlardır:
Kişilik ve kişisel çıkar;
Parasal işler, kişi nasıl para kazanabilir ya da kaybede
bilir;
İlişkiler, kısa yolculuklar, zihinsel yetenekler, yazı yaz
ma yeteneği;
Yaşam koşulları ve maddi zenginlik;
Çocuklar, zevkler, düşünceler;
Hastalık, çalışma ve küçük hayvanlar;
Ortaklıklar, evlilik, düşmanlar ve davalar;
Miras;
Uzun yolculuklar ve düşünceyle ilgili olaylar;
Meslek ve rütbeler;
Dostluk ve tutkular;
140
Dertler, sıkıntılar ve gizli üzüntüler.
Bunların yanı sıra, aşağıdaki olayların yaklaşık tarihle
rini ve hangi koşullar altında meydana gelebileceklerini söy
lemek de mümkündür:
Aşk, kişinin özellikleri ve tanışma tarihi;
Evlilik, ne zaman olacağı ve nasıl yürüyeceği;
Hırs, "öfkeli yaradılış" tipi;
Felaket ve nasıl meydana geleceği ya da gelip gelmeye
ceği;
Kader;
Ölüm, nasıl ve ne zaman;
Tutuklanma ya da öteki sınırlanma biçimleri;
Uyumsuzluk, genellikle aile ve iş tartışmaları;
Ruhsal tekâmülün hangi evresine erişildiği.
Astrolojiyle epey uğraşmış olmama karşın, ben psiko
metri vasıtasıyla ve kristal kürelere bakarak olayları görme
yi çok daha çabuk buluyorum ve hiçbir şekilde daha az kesin
olduklarını da kabul etmiyorum. Üstelik sayılarla arası iyi
olmayanlar için daha da kolay bir yol! Psikometri, herhangi
bir cismi kullanarak geçmiş olaylara ait bilgiler edinebilme
sanatıdır. Aslında bir dereceye kadar herkeste vardır bu ye
tenek. Eski bir kiliseye ya da tapınağa giren bir kimse, "Bu
ranın ne kadar yumuşak ve rahatlatıcı bir havası var" diye
bilir; aynı kişi korkunç bir cinayetin işlenmiş olduğu başka
bir yere gitse, büyük bir olasılıkla, "Oh! Buradan hiç hoşlan
madım, uğursuz bir yer, haydi dışarı çıkalım" diyecektir.
Kristal kürelere bakma sanatı biraz daha değişiktir.
Tıpkı X ışınlarının ekran üzerinde bir odak noktasında top
lanması ve floresanlı bir görüntünün ortaya çıkmasına ben
zer bir biçimde, bir küre de, Üçüncü Göz'ün ışınları için bir
odak noktasından başka bir şey değildir. Bu işe herhangi bir
sihir filan da karışmış değildir; yalnızca doğa yasalarından
yararlanmanın bir başka yoludur bu.
Tibet'te doğa yasalarının işleyişini simgeleyen anıtlar
141
vardır. Boylari bir buçuk metreden, yüz elli metreye kadar
değişebilen bu anıtlarımız, tıpkı haç üstündeki İsa heykeli
ya da ikonlar gibi birer semboldürler. Tibet'in dört bir köşe
sinde rastlanır bu anıtlara. Pargo Kaling, Lhasa'da bulunan
anıtların en büyüğü olup, aynı zamanda kentin ana kapıla
rından birini oluşturur. Anıtların biçimleri her zaman için
aşağıda verilen örnek gibidir. En alttaki dört köşe şekil dün
yadaki hayatı temsil eder. Bunun üzerinde Su Küresi dur
makta, onun üstünde de Alev Konisi bulunmaktadır. Daha
sonra Hava Tabakası ve daha da yukarıda, bu maddi dünya
dan ayrılmak üzere bekleyen Ruh, yani Eter vardır. Her un
sura, ermişlik basamakları yoluyla erişilir. Bu şema, bir
bütün olarak Tibet inançlarını simgeler. Doğduğumuz anda
yeryüzüne geliyoruz. Hayatımız boyunca Ermişlik Basamak
ları yoluyla yukarıya doğru tırmanıyor ya da tırmanmaya ça
lışıyoruz. Nihayet bir yerde soluğumuz zayıflıyor, ruha dönü
şüyoruz. Daha sonra, değişik boyutta geçirilen bir aradan
sonra, bir başka şey öğrenmek üzere yeniden doğuyoruz.
Bizim Hayat Çarkı dediğimiz şey, doğum-hayat-ölüm-ruh-
doğum-hayat-ölüm-ruh olarak devam eden sonsuz bir devri
simgeler.
Ruh ve
Dostları ilə paylaş: |