Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15
lobsang rampa Üçüncü Göz


20 

şekillerde üç ayrı deniz kabuğunu yerleştirmekti. Rüzgâr 
bunların içinden estiğindi', iniltimsi garip bir ses yayılırdı or­
talığa. Ağızlarından alev püskürterek karanlıkta haykıran 
ejderhalara benzeyen bu uçurtmaların, tüccarları korkunç 
bir biçimde etkilemesini beklerdik. Uçurtmalarımız havada 
oynaşırken, aşağıda yorganlarına sarınmış uyumaya çalışan 
bu adamların nasıl korktuklarını düşündükçe, bel kemiği­
mizde tatlı bir sızı hissederdik. 
O zamanlar pek farkında değildim ama, daha sonraları 
bunların içinde uçtuğumda, küçükken uçurtmalarla fazla oy­
namanın bana çok yardımcı olduğunu gördüm. Uçurtmanın 
içinde uçmak oldukça heyecan verici olmasına karşın, benim 
için yine de önceden bildiğim bir oyundan başka bir şey de­
ğildi. Oldukça tehlikeli sayılabilecek bir başka oyunumuz da­
ha vardı: İki-iki buçuk metrekare genişliğinde ve iki kanatlı 
büyük uçurtmalar yapar, bunları ters yöndeki hava akımının 
özellikle çok güçlü olduğu derenin yanında, toprağın üzerine 
yatırırdık. İpin bir ucu belimize bağlı olarak midillilerimize 
atlar, dört nala sürerdik onları. Az sonra uçurtma havaya fır­
lar ve bu ters yöndeki hava akımıyla karşılaşıncaya dek yük­
selirdi. Sonra ani bir zıplamayla birlikte sürücü bir anda mi­
dillisinin üzerinden havaya fırlar, belki üç metre kadar 
yükseldikten sonra sallana sallana yavaşça toprağa düşerdi. 
Ayaklarını üzengide unutmuş bazı talihsizler, neredeyse iki 
parçaya ayrılacakmış gibi olurlardı, fakat at üzerinde her za­
man başarısız olan ben, her seferinde midillinin üzerinden 
havalanmayı başarır ve bundan çok zevk alırdım. Sonraları, 
daha büyük bir riski göze alarak, tam yukarı yükselme anın­
da ipe aniden kuvvetle asıldığımda daha fazla yükselebilece­
ğimi ve sonra da ipi dümen gibi kullanarak uçuş süremi bir­
kaç saniye daha uzatabileceğimi keşfettim. 
Bir defasında ipe öyle bir asılmışım ki, rüzgârın da yar­
dımıyla, üzerinde kışlık yakacağın istif edilmiş olduğu bir 
çiftçi evinin düz damına doğru sürüklendim. 
Tibetli çiftçiler, kenarları alçak bir duvarla çevrili düz 
damlı evlerde otururlar. Bu damların üzerinde, yakacak ola-
21 

rak kullanılan tezekler saklanır. Bu ev, genellikle kullanılan 
t a ş yerine, kerpiçten yapılmıştı, bacası bile yoktu: Damda 
aniden açılan delik, aşağıda ocakta yanan ateşin dumanının 
r a h a t bir çıkış yolu bulmasını sağladı. Benim bir ipin ucunda 
yaptığım bu ani ziyaret, istif edilmiş tezekleri de altüst et­
mişti. Damın üzerinde sürüklendikçe, bunların büyük bir 
kısmını delikten içeri, aşağıda oturan talihsizlerin üzerine 
boşaltıyordum. 
Öyle tanınmış bir kimse değildim. Üstelik damda ani­
den açılan bir delik, aşağıda yanan ateşin çıkışı, öfkeli hay­
kırışlarla karşılandı; kızgın ev sahibi tarafından tozum şöy­
le bir silkelendikten sonra, uslandıncı bir ders almam için 
doğru babama götürüldüm ve o gece sabaha kadar yüzüko­
yun yatmak zorunda kaldım. 
Ertesi gün ahırlara gidip sığır pisliği toplamak gibi tat­
sız bir işi yerine getirmek zorundaydım. Bunları çiftçinin 
evine taşıyıp damı onaracaktım. Bu da daha altı yaşında ol­
mayan bir çocuk için oldukça zor bir işti. Fakat benden baş­
ka herkes, yaptığım bu işten memnun olacak bir yan bul­
muştu kendisine: Öteki oğlanlar halime bakıp epey eğlen-
mişlerdi, çiftçinin kış için iki misli yakacağı vardı artık; ba­
bam ise ne kadar sert ve adaletli bir insan olduğunu açıkça 
ortaya koymuştu. Ya ben? Ertesi geceyi de sabaha kadar yü­
zükoyun yatarak geçirmek zorunda kaldım. 
Tüm bunların çok katı davranış biçimleri olduğu sanıla-
bilir, ancak Tibet'te zayıflara yer yoktur. Lhasa, denizden üç 
bin sekiz yüz metre yüksekliktedir ve ısı aşırı değişim göste­
rir. Diğer bölgeler daha da yüksek, hava koşulları daha da 
serttir ve zayıf yapılı kimseler, çevrelerindeki diğer insanla­
rı da kolayca tehlikeye atabilirler. Zalimce bir amaçla değil, 
yalnızca bu nedenle eğitim çok serttir. 
Daha yüksek yerlerde, yeni doğmuş bebekleri, yaşama­
yı sürdürebilecek kadar güçlü olup olmadıklarını anlamak 
için buz tutmuş ırmaklara daldırırlar. Beş bin metreden da­
ha yüksek bir bölgede, ırmağa doğru yaklaşan küçük grupla­
ra sık sık rastlamışımdır. Grup, ırmağın kıyısına geldiğinde 
22 
durur, büyükanne bebeği alır ve aile bireyleri onun çevresin­
de toplanırlar: Bebek soyulur, büyükanne eğilir, sadece kafa­
sı ve ağzı dışarıda kalacak şekilde bu küçük bedeni suya dal­
dırır. Acı bir soğukla karşılaşan bebek ilk başta kızarır, ar­
dından morarır ve itiraz eden çığlıkları kesilir. Sanki ölmüş 
gibidir, ancak büyükanne bu gibi işlerde deneyimlidir; küçük 
beden sudan çıkarılıp kurulanır ve giydirilir. Eğer yaşarsa, o 
zaman tanrılar böyle buyurmuşlardır. Böyle buz gibi bir ül­
kede yapılacak en iyi iştir bu aslında. Tıbbi müdahalenin ye­
tersiz olduğu bir ülkede hastalıklı insanlar olarak yaşamak­
tansa, böyle birkaç zayıf bebeğin daha baştan ölmesi daha 
doğrudur. 
Erkek kardeşimin ölümünden sonra, eğitimim üzerinde 
daha da sıkı durulması gerekiyordu. Çünkü yedi yaşına bas­
tığımda, astroloji bilginlerinin uygun görecekleri bir meslek 
dalında eğitim görmeye başlayacaktım. Tibet'te herhangi bir 
konuda karar verileceği zaman astrolojiye başvurulur. Bir sı­
ğırın satın alınıp alınmamasından, bir kimsenin mesleğinin 
ne olacağına dek her şey astrolojiden sorulur. Yedinci yaş gü­
nümden hemen önceki günlerdeydik; annemin vereceği ve 
astrologların kehanetlerini duymak üzere, soylu ve yüksek 
sınıfa mensup kimselerin davet edilecekleri o görkemli ziya­
fetin yapılacağı gün yaklaşmıştı. 
Annem tombul bir kadındı, yuvarlak bir yüzü, siyah 
saçları vardı. Tibetli kadınlar başlarına tahtadan yapılmış 
bir tür çerçeve takarlardı ve iyice süslemek için de saçlarını 
bir perde gibi bunların üzerinden aşağı sarkıtırlardı. Bu çer­
çeveler çok ince şeylerdi, genellikle koyu kırmızı renge boya­
nıp verniklenirler, üzerlerine az çok değerli taşlar serpiştiri­
lir, içlerine de yeşim taşı ve mercan yerleştirilirdi. Aslında 
çok iyi yağlanmış bir saçla birlikte gerçekten harika bir süs 
olurdu bu. 
Tibetli kadınlar giysilerinde kırmızılı, yeşilli, sarılı ren­
garenk kumaşlar kullanırlardı. Giysinin üzerine, çoğu za­
man parlak renkli yatay çizgileri olan, düz renkli bir önlük 
takılırdı. Bir de, büyüklüğü mensup olduğu sınıfa göre deği-
23 

şen ve yalnız sol kulağa takılan küpeler vardı. Önde gelen 
ailelerden birine mensup olduğundan, annemin küpesi on 
beş santimden biraz uzundu. 
Kadınların, erkeklerle kesinlikle eşit haklara sahip ol­
maları gerektiğine inanırdık; fakat annemin hakları, ev ida­
resi konusunda eşitlik sınırını biraz aşar; çoğu zaman karşı 
çıkılmaz bir diktatör, ne istediğini bilen ve her zaman istedi­
ğini elde eden bir otokrat olurdu annem. 
Evin ve oyun alanlarının ziyafete hazırlanması sırasın­
daki telaş ve karmaşa içinde, gerçekten de çok iyi biliyordu 
işini. İşlerin düzene sokulması, sağa sola emirler verilmesi 
gerekiyordu. Ayrıca komşuları gölgede bırakacak yeni ve de­
ğişik şeyler de düşünüp bulmalıydı ve annem de bunu başa­
rırdı; babamla birlikte Hindistan'a Pekin'e ve Şanghay'a 
yaptıkları uzun yolculukların sonucu olarak, kafasında he­
men uygulayabileceği bir yığın değişik fikir bulunurdu. 
Ziyafet günü saptandıktan sonra, yazıcı rahipler tara­
fından, yalnızca çok önemli haberleşmelerde kullanılan, ka­
lın, elle yapılmış kâğıtlar üzerine büyük bir özenle davetiye­
ler yazıldı. Bunların her biri, otuz santimetre uzunluğun-
daydı; hepsinin üzerinde de babamın ailesinin özel mühürü 
vardı. En önde gelen on aileden birine mensup olduğu için 
davetiyeye annemin mühürünün de basılması gerekiyordu. 
Annemin ve babamın ortak mühürü de basılınca davetiyeler 
son derece etkileyici bir görünüme sahip olmuşlardı. Tüm bu 
telaşa neden olduğumu düşünmek epey korkutmuştu beni. 
Ancak asıl önemli olanın bu "Sosyal Olay" olduğunu, benim 
olayımın ikinci planda geldiğini bilmiyordum henüz. Eğer bu 
ziyafetin görkeminin anne ve babama büyük bir saygınlık 
sağlayacağını bana daha önceden söylemiş olsalardı, olay hiç 
kuşkusuz böyle ürkütücü görünmeyecekti gözüme. Ama bu­
nu yapmadıkları için korkmaya devam ettim. 
Davetiyelerin dağıtılması için özel haberciler tutulmuş, 
her haberci safkan bir ata bindirilmişti. Ellerindeki sopala­
rın yarık uçlarına ise davetiyeler yerleştirilmişti. Bu sopalar, 
hanedan armasının ipekten birer kopyası ile gizlenmiş, ayrı-
24 
ca rüzgârda dalgalanan ve üzerine dualar basılmış şeritlerle 
de süslenmişti. Bütün haberciler aynı anda yola çıkmaya ha­
zırlanırken avluda bir gürültü koptu. Bağırmaktan sesleri 
kısılmıştı hizmetkârların. Atlar kişniyor, kocaman siyah ço­
ban köpekleri delicesine havlıyorlardı. Ağır ana kapı güm-
bürdeyerek açılırken, Tibet birasından son yudumlar içildi, 
kulplu bardaklar takırtıyla yere bırakıldı ve bir alay adam, 
vahşi çığlıklarla ileri atıldı. 
Tibet'teki haberciler yazılı mesaj taşırlar, ancak yazı­
landan oldukça değişik bir de sözlü mesaj iletirler. Çok eski 
günlerde, haydutlar habercilerin yollarını keserler ve bu ya­
zılı mesajlara göre davranarak evlere saldirirlarmış. Bu yüz­
den hırsızları yanıltıp, yakalanabilecekleri bir yere getirt­
mek için yazılı mesajları yanlış yazmak bir gelenek haline 
gelmiş. Bu birbirine uymayan yazılı ve sözlü mesaj geleneği 
çok eskilerden kalmaydı. Şimdi bile bu iki mesaj kimi zaman 
birbirinden farklı olabilir, fakat daima sözlü ifade doğru ola­
rak kabul edilir. 
Evin her yanına bir telaş, bir kargaşa egemendi. Duvar­
lar silinip yeni baştan boyanmış, yerler kazınarak temizlen­
miş ve tahta kaplamalar, üzerinde yürümeyi tehlikeli kıla­
cak şekilde cilalanmışlardı. Dua odalarındaki oymalı tahta 
mihraplar cilalanıp yeniden verniklenmişler ve kullanılmaya 
hazır bir sürü yeni yağ kandili dört bir yana yerleştirilmişti. 
Bu kandillerin bir kısmı altından, bir kısmı gümüşten yapıl­
mıştı, fakat hepsi de öylesine parlatılmıştı ki, hangisinin al­
tın, hangisinin gümüş olduğunu ayırt etmek güçtü. Annem 
ve baş kâhya sürekli olarak ortalıkta koşuşturup duruyor, 
orada burada kusurlar bulup emirler veriyor ve sonuçta hiz­
metkârlara bunaltıcı anlar yaşatıyorlardı. O zamanlar elliyi 
aşkın hizmetkârımız vardı, geri kalanlar yaklaşan bu özel 
gün için tutulmuşlardı. Hepsine yığınla iş veriliyor, ama hep­
si yine de istekle çalışıyordu. Avlu bile öylesine temizlenmiş­
ti ki, taşlar sanki ocaktan yeni çıkarılmışçasına parıldıyor-
lardı. Taşların arasındaki boşluklar, güzel görünmeleri için 
renkli bir maddeyle doldurulmuşlardı. Tüm bu işler sonuçla-
25 

nınca, annem bitkin hizmetkârlara en temiz giysilerini giy­
melerini buyurdu. 
Mutfaklarda olağanüstü bir hareket vardı; yemekler 
anormal ölçülerde hazırlanıyordu. Tibet doğal bir buzluktur, 
hazırlanan yiyecekler istenildiği kadar uzun süre bozulma­
dan saklanabilirler. Hava aşırı soğuk ve kurudur. Isı yüksel­
se bile havadaki rutubetin çok az oluşu, yiyeceklerin bozul­
masını önler. Tahıllar yüzlerce yıl saklanabilirken, et bir yıl 
kadar dayanabilir. 
Budistler canlı varlıkları öldürmezler; bu yüzden yenen 
etler ya uçurumlardan düşen ya da kaza ile öldürülmüş hay­
vanların etleridir. Bizim kilerimiz böyle etlerle tıka basa do-
luydu.Tibet'te kasaplar vardır, fakat bunlar "dokunulmaz" 
sınıfa mensupturlar ve koyu dindar aileler, asla bu kasapla­
rın müşterisi olmazlar. 
Annem davetlilere pahalı ve görülmemiş bir ikramda 
bulunmaya karar vermişti. Onlara rhododendron çiçeği reçe­
li sunacaktı. Hizmetkârlar, seçkin çiçeklerin bulunduğu Hi-
malaya dağı eteklerine gitmek üzere haftalarca önce yola ko­
yulmuşlardı. Ülkemizdeki rhododendron ağaçları insanı şa­
şırtacak kadar-çeşitli renkleri ve kokularıyla çok büyük olur­
lar. Daha tam olgunlaşmamış olan bu çiçekler koparılıp dik­
katle yıkanır. Dikkatle diyorum, çünkü en ufak bir ezilmeyle 
dahi reçel bozulur. Ardından her çiçek, hava ile temas etme­
mesi için özenle büyük bir kavanozun içindeki su ve bal karı­
şımına daldırılır. Sonra kavanoz kapatılır ve haftalar boyu, 
her gün güneşe çıkarılarak, çiçeğin her yanının eşit ölçüde 
ışık görmesi için belirli aralıklarla çevrilir. Çiçek yavaş ya­
vaş büyür, su ve baldan oluşan bir özle doyar. Bazı kimseler, 
çiçek kuruyup biraz gevrekleşsin diye, sofraya koymadan ön­
ce birkaç gün dışarıda bırakırlar. Üstüne kar yağmış gibi gö­
rünsün diye de biraz şeker serperler. Babam bu reçellere 
harcanan paraya söylendi: "Bu güzel çiçeklere harcadığın pa­
rayla, buzağılarıyla birlikte on tane sığır alırdık" dedi. An­
nem ise buna, kadınlara has tipik bir yanıtla karşılık ver­
mişti: "Saçmalama, bir gösteri yapıyoruz, hem biliyorsun 
26 
evin bu tür işlerini ben yönetiyorum." 
Çok lezzetli olduğu söylenen bir başka yemek de köpek 
balığı yüzgeciydi. Bunlar dilimler halinde kesilmiş olarak 
Çin'den getirtilir ve çorbası yapılırdı. Eskilerden biri, "Köpek 
balığı çorbası dünyanın en iyi mide ilacıdır" demiş. Bana ka­
lırsa rezalet bir tadı vardı; bir kere yutmak büyük bir sıkın­
tıydı, özellikle Tibet'e ulaştığı zamanki hallerini görse, kö-
pekbalığının kendisi bile yüzgeçlerini tanıyamazdı herhalde. 
En hafif deyimiyle biraz "ekşimiş" olurlardı. Bazılarına göre 
ise bu "ekşime" yemeğin lezzetine lezzet katıyordu. 
Benim en sevdiğim şey, yine Çin'den getirilen bol sulu, 
körpe bambu filizleriydi. Bunlar çeşitli şekillerde pişirilebi­
lirlerdi, fakat ben onları çok hafif tuzlanmış ve çiğ olarak ye­
meyi tercih ederdim. En beğendiğim kısmı da, yeni açılmış, 
sarı-yeşil renkli uç kısımlarıydı. 
Tibet'te aşçılar erkektir; kadınlar tsampayı karıştırmak 
ya da tam kıvamını bulmakta erkekler kadar usta değiller­
dir. Kadınlar ondan bundan birer kaşık alıp, pat diye birbiri­
ne karıştırır ve herhalde tam kararındadır diyerek tuzunu 
biberini katarlar. Erkekler ise çok daha dikkatli, özenli ve bu 
yüzden de daha iyi aşçıdırlar. 
Tsampa Tibetliler'in ana yiyeceğidir. Kimileri yaşamları 
boyunca ilk yemekten son yemeğe dek tsampa yiyip, çay içe­
rek yaşarlar. Tsampa, altın şansı renginde, ince ince kıtırla-
şıncaya kadar kavrulan arpadan yapılır. Arpa taneleri daha 
sonra un haline gelinceye dek ufalanır ve tekrar kavrulurlar. 
Sonra bu un bir kâseye boşaltılıp, üzerine sıcak tereyağlı çay 
dökülür. Bu karışım hamur kıvamına gelene dek yoğurulur. 
Tat vermesi için, içine tuz ve sığır tereyağı katılır. Ortaya çı­
kan şeyden, yani tsampadan kalın parçalar kesilip çörek ya­
pılabilir. Tsampa basit bir yiyecek olmasına karşın, aslında 
çok yüksek yerlerde ve her türlü zor koşullarda insana da­
yanma gücü veren çok özlü ve besleyici bir yiyecektir. 
Hizmetkârların bir kısmı tsampa yaparken, diğerleri de 
tereyağı hazırlıyorlardı. Bizim tereyağı yapma yöntemleri-
27 

miz, temizlik kurallarına aşırı önem verilen yerlerde pek 
onaylanamaz. Yayıklarımız, tüylü kısmı içeride olmak üzere 
büyük keçi derisi torbalardan yapılırdı. İçine sığır ya da keçi 
sütü koyulduktan sonra bu torbanın boyun kısmı iyice bükü­
lüp, süt sızdırmasın diye sıkıca bağlanırdı. Sonra bu koca 
şey içindeki süt, tereyağı haline gelinceye dek kaldırılıp kal­
dırılıp yere çarpıhrdı. Tereyağı yapmak için, üzerinde yarım 
metre boyunda taştan tümsekler olan özel yapılmış bir ze­
min vardı bizim evde. İçi süt dolu torbalar kaldırılıp bu tüm­
seklerin üzerine hızla indirilerek sütün "çalkalanması" sağ­
lanırdı. Aşağı yukarı on hizmetkârın birden saatlerce bu 
torbalan kaldırıp taşa vurmasını izlemek ya da işitmek son 
derece tekdüze ve can sıkıcı bir şeydi. Torba havaya kaldırı­
lırken, solukla birlikte içeri çekilen "uh... uh"lar ve yere vu­
rulduğu zaman ezik bir "zunk" sesi işitilirdi. Bazen dikkat­
sizce tutulmuş yahut da eskimiş bir torba patlardı. Bir 
seferinde gerçekten çok iri yarı bir arkadaşın yaptığı güç 
gösterisinin nasıl sonuçlandığını hatırlıyorum. Diğer çalışan­
ların hepsinden bir kat daha hızlı çalışıyordu. Harcadığı ça­
badan, boynundaki damarlar dışan fırlamıştı. Arkadaşların­
dan biri ona, "Artık yaşlanıyorsun Timon. Hızdan kesildin!" 
diye laf attı. Timon kızgın kızgın homurdanarak güçlü elle­
riyle torbanın ağzını sımsıkı kavradı ve havaya kaldırıp bü­
tün gücüyle yere vurdu. Fakat gücü, ondan istenileni fazla­
sıyla yerine getirmişti. Torba yerdeydi fakat Timon'un elleri 
ve torbanın ağzı havada kalmıştı. Yukarı doğru yükselen ya­
rı tutmuş tereyağı sütunu doğruca şaşkınlıktan sersemlemiş 
Timon'un yüzüne yöneldi. Ağzına, gözlerine, kulaklarına ve 
saçlarına bulaştı. Az sonra, altmış-yetmiş litrelik, yumuşak 
bir yağ tabakası Timon'un dev gövdesinden aşağı süzülüyor­
du. 
Gürültüyü duyan annem koşarak içeri girdi. Onu böyle 
dili tutulmuş bir halde ilk kez görüyordum, yağ ziyan oldu 
diye kızgınlığından, ya da zavallı adamın boğulduğunu dü­
şündüğünden olabilirdi bu; az sonra kendine geldi ve yırtıl­
mış keçi derisini kapıp bununla talihsiz Timon'un kafasına 
28 
vurmaya başladı. Kaygan zeminde ayağı kayan Timon, çev­
reye yayılan yağ bulamacının tam ortasına düştü. 
Timon gibi dikkatsiz işçiler yağı ziyan edebilirler. Tor­
baları tüm sekli taşlara vururken dikkat etmezlerse, torbanın 
içindeki kılların deriden kopup yağın içine karışmasına yol 
açarlardı. Aslında tereyağdan bir iki düzine kıl ayıklamak 
kimsenin umurunda olmazdı, ama koca bir topak kıl herkesi 
öfkelendirirdi kuşkusuz. Böyle ziyan olmuş yağlar, yağ kan­
dillerinde kullanılmak ya da onları eritip tülbentten geçir­
dikten sonra kullanacak olan dilencilere verilmek üzere bir 
kenara ayrılırdı. Dilenciler için ayrılan bir başka şey de, 
"hakkıyla yapılmamış" yemeklerdi. Bir aile yaşam standar­
dının ne kadar yüksek olduğunu komşularına göstermek is­
tediğinde, nefis yemekler hazırlatır, "hakkıyla yapılmamış" 
diye bunları dilencilere sunarlardı. Enfes yemeklerle doyu­
rulmuş bu neşeli beyefendiler de daha sonra yöredeki evleri 
dolaşarak, bu evin propagandasını yaparlardı. Aslında Tibet' 
teki dilenciler hakkında yazılacak pek çok şey var. Onlar hiç 
kimseden sadaka istemezler, yalnızca mesleklerinin "ince 
numaralarını" kullanarak gerçekten çok iyi yaşarlardı. Do­
ğulu ülkelerin pek çoğu dilenmeyi hoşgörüyle karşılar ve as­
lında çoğu rahip bu şekilde, manastırdan manastıra dolaşa­
rak yaşar. Bu, alışılagelmiş bir davranış olup, örneğin diğer 
ülkelerdeki "yardım toplama" olayından daha kötü bir şey 
olarak kabul edilmez asla. Gezgin bir rahibi doyuran kişi, bir 
sevap işlemiş sayılır. Dilencilerin de kendilerine has ilkeleri 
vardır. Örneğin, kendilerine herhangi bir şey sunmuş olan 
bir kişinin evine belli bir süre uğramazlar. 
Yaklaşan olayla ilgili olarak yapılan hazırlıklarda, evi­
mizde yaşayan iki rahip de kendilerine düşeni yaptılar ve ki­
lerdeki ölü hayvanların cesetleri başında, bir zamanlar o be­
denlerin içinde yaşamış olan ruhlar için dua ettiler. Biz 
Tibet'te, eğer bir hayvan kaza ile olsa dahi öldürülmüş ve eti 
de yenmişse, bu hayvana karşı bir borç altına girildiğine ina­
nırdık. Bu nedenle, özel olarak tutulan bir rahip, hayvanın 
ölüsünün başına oturup, onun gelecek sefer dünyaya daha 
29 

yüksek bir bedenle gelmesi için dua ederek, kendisine olan 
borcumuzu ödemeye çalışırdı. 
Üç kedimiz vardı ve üçü de her an görev basındaydılar. 
İçlerinden biri ahırlarda yaşar, fareler üstünde katı bir di­
siplin uygulardı. Farelerin kediye yem olmadan yaşamayı 
sürdürebilmeleri için epey açıkgöz olmaları gerekiyordu. Bir 
diğeri mutfakta yaşıyordu. Bu daha yaşlı ve biraz da aptaldı. 
Annesi 1904'deki Younghusband Seferi sırasında tüfek sesle­
rinden ürkmüş ve erken doğum yapmıştı, yavrular arasında 
da bir tek o hayatta kalmıştı. Bu yüzden "Younghusband" 
adını takmışlardı ona. Üçüncü kedi bizimle beraber yaşayan, 
çok saygıdeğer bir anneydi. Kadınlık ve annelik görevlerinin 
yerine getirilmesinde kusursuz bir örnekti. Kedi nüfusunun 
azalmasını önlemek için elinden geleni yapardı. Yavrularını 
emzirmediği zamanlarda, annemin peşinde dolaşırdı. Ufak 
tefek ve siyahtı, çok iştahlı olmasına karşın, yürüyen bir is­
kelet gibi zayıftı. Tibetli hayvanlar ne uysallaştırılmış birer 
ev hayvanı, ne de birer köledir, aksine yararlı amaçlara hiz­
met eden varlıklardır. İnsanlar nasıl bazı haklara sahipler­
se, onlar da bazı haklara sahiptirler. Budist inancına göre 
tüm hayvanların, aslında tüm varlıkların birer ruhu vardır 
ve her seferinde, bir öncekinden daha yüksek bir biçimde be-
denlenerek tekrar tekrar dünyaya gelirler. 
Yolladığımız davetiyelerin yanıtları çabuk geldi. Çok 
geçmeden kapıda, uçları yarık haberci sopalarını sallayarak, 
atlarını dörtnala koşturan adamlar görünmeye başladılar. 
Kâhya, habercilerini kabul etmek üzere her seferinde oda­
sından aşağıya iniyordu.Ulak, sopanın üzerindeki mesajını 
adeta kopararak çıkarır, bu arada da soluk soluğa sözlü me­
sajını iletirdi. Sonra dizleri üzerine çöker ve mesajı Rampa-
lar'ın evine ulaştırmak için tüm gücünü kullandığını belirt­
mek için, gerçek bir oyun gücü göstererek, yere yığdırdı. Bi­
zim hizmetkârlar da adeta gıdaklayarak onun çevresinde 
toplanır ve kendilerine düşen rolü oynarlardı: "Zavallı adam, 
inanılır gibi değil, nasıl da hızlı gelmiş. Kalbi çatlamış nere­
deyse. Vah vah, cesur adam!" Bir defasında, "Oh hayır, hiç 
30 
de öyle yapmadı. Son hızla kapıdan içeri girebilmek için az 
ötede dinlendiğini gördüm" diyerek bir anda tüm şimşekleri 
üzerime çektim. Bunu izleyen acıklı sahnenin üzerine sessiz 
bir örtü çekmek akıllıca bir davranış olur. 
En nihayet o gün geldi. Korktuğum, hiçbir söz hakkım 
olmadan geleceğimin ne olacağına karar verilecek olan gün. 
Hizmetkârlardan biri hızla odama daldığı zaman, uzaklarda­
ki dağların zirvelerinden güneşin ışınları sızıyordu. "Ne? 
Kalkmadın mı Lobsang Rampa? Olur şey değil, sen müthiş 
bir uykucusun! Saat dört oldu ve yapılacak yığınla iş var. 
Kalk!" Battaniyemi üzerimden atıp ayağa fırladım. Hayatı­
mın yönünün çizileceği gündü bugün. 
Tibet'te insanlara iki isim birden verilir. Bunlardan bi­
rincisi, haftanın hangi günü doğmuşsa o günün ismidir. Ben 
Salı günü doğmuştum, bu yüzden adım Salı'ydı. Sonra Lob­
sang, bu da anne ve babamın takmış olduğu isimdi. Bunlar­
dan başka, bir lama manastırına katıldığı takdirde çocuğa 
bir başka isim daha verilir, "rahip ismi" denilir buna. Acaba 
bana üçüncü bir isim daha takılacak mıydı? Bu soruma iler­
leyen saatler yanıt verecekti. Ben ise kırk mil ötedeki Tsang 
Po Nehri'nde bir kayıkçı olmak istiyordum. Fakat bir dakika, 
gerçekten istiyor muydum bunu? Kayıkçılar, eski tahtaların 
üzerine gerilmiş sığır derisinden yapılma kayıklar kullanan 
alt tabakadan insanlardı. Alt tabaka? Hayır! Ben profesyonel 
bir uçurtmacı olmak istiyordum. Bu daha iyiydi; hava kadar 
özgür olmak, taşkın bir ırmağın üzerinde sürüklenen ufak 
bir deri kayığın içinde olmaktan çok daha iyiydi; hem böylece 
saygınlığımı da yitirmezdim. Bir uçurtmacı, evet işte olmak 
istediğim buydu. Kocaman başları ve parıldayan gözleri olan 
harika uçurtmalar yapacaktım. Fakat bugün söz sırası astro­
loglarındı. Evet, geç kalmıştım, pencereden dışarı çıkıp kaça­
mazdım artık. Babam hemen adamlarını yollayıp beni geri 
getirtirdi. Hayır, her şeye karşın ben bir Rampa'ychm ve ge­
leneklere uymak zorundaydım. Belki de astrologlar benim 
bir uçurtmacı olacağımı söylerlerdi. Yapabileceğim tek şey 
bekleyip görmekti. 
31 


ÇOCUKLUK ÇAGIMIN SONU 
"Off! Yulgye, kafamı koparacaksın neredeyse! Eğer bu 
işe son vermezsen yakında bir rahip gibi dazlak olacağım." 
"Kes sesini Lobsang. Örgülerin çok düzgün ve iyi yağ­
lanmış olmalı, yoksa saygıdeğer annen derimi yüzer." 
"Fakat Yulgye, bu kadar sert olmana hiç gerek yok, ka­
famı öyle bir çekiyorsun ki!" 
"Oh, bunu düşünecek vaktim yok benim, acele etmeli­
yim." 
İşte böyle, beni örgülerimden tutmuş çekiştiren bir hiz­
metkârın önünde yerde oturuyordum. İşin sonuna geldiği­
mizde, perişan saçlarım donmuş bir sığır derisi kadar sert ve 
bir göle yansıyan ay ışığı kadar parlaktı. 
Annem telaş içinde, oradan oraya öyle korkunç bir hız­
da koşturuyordu ki, o gün sanki birkaç tane annem varmış 
gibi geldi bana. Son dakikada bile emirler yağdırılıyor, son 
hazırlıklar tamamlanıyor ve hararetli konuşmalar yapılıyor­
du. Benden iki yaş büyük olan Yaso, sanki kırk yaşında bir 
kadın gibi heyecanlı ve telaşlıydı. Babam özel odasına kapa­
nıp, tümüyle uzaklaşmıştı bu şamatadan. Keşke onunla bir­
likte olabilseydim! 
Her nedense annem bizim Jo-kang'a, Lhasa Tapınağı 
'na gitmemize karar vermişti. Görünüşe bakılırsa son işlem­
lerin dinsel bir havada geçmesi gerekiyordu. Sabah saat on­
da üç ayrı tonda vurulan bir gongla toplanma yerine çağ­
rıldık. Hepimiz midillilere bindik: Babam, annem, Yaso ve 
Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin