43
uzun sürmüştü. Astrolojiden daha sonra, başka bir bölümde
söz edeceğim.
Bilginlerin tablo ve notlarını iki lama taşıyordu. Kafile
de bulunan öteki iki lama bu yaşlı kâhinlerin kürsü merdi
venlerinden çıkmalarına yardım etti. Kâhinler kürsünün
üzerinde yanyana durduklarında, fildişinden yapılmış iki
antik heykele benziyorlardı. Sarı Çin brokarından yapılmış
harikulade elbiseleri vardı. Başlarına uzun rahip şapkaları
giymişlerdi, boyunları tüm bu ağırlığın altında ezildiği için
buruşmuştu sanki.
Çadırın çevresinde toplanan kalabalık, hizmetkârların
getirdikleri minderlerin üzerine yere oturdu. Baş astrologun
kesin ve tekdüze sesini duyabilmek için herkes kulak kesil
diğinden, fısıltılar işitilmez oldu. "Lha dre mi cho nang-chig"
(tanrılar, şeytanlar ve insanlar, hepsi aynı şekilde davranır
lar) diye söze başladı baş astrolog ve bir saat boyunca tekdü
ze bir sesle konuştu durdu; sonra bir ara susup on dakika
kadar dinlendi. Yeniden başladığında, hayatımın ana hatla
rını anlatarak bir yarım saat daha konuştu. "Ha-le! Ha-le!"
(Fevkalade! Fevkalade!) diye bağırdı büyülenmiş kalabalık.
Ve işte kehanet yapılmıştı. Yedi yaşında bir çocuk, şid
dete ve sertliğe karşı yiğitçe bir dayanıklılık gösterdikten
sonra bir lama manastırına katılacak ve orada operatör-ra-
hip olarak eğitilecekti. Büyük zorluklara katlanacak, ülke
sinden ayrılıp yabancı insanların arasına girecekti. Her şeyi
yitirip yeni baştan başlayacak ve en sonunda başaracaktı.
Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Uzak yoldan gelenler ge
ceyi bizim evde geçirecek, sabahleyin yola koyulacaklardı.
Geri kalanlar, refakatçileriyle birlikte, yanlarına yollarını
aydınlatacak kocaman alevli meşaleler alıp evlerine döne
ceklerdi. Kalabalık, nal sesleri ve boğuk bağrışmalar arasın
da avluda toplandı. Ağır kapı bir kez daha ardına kadar açıl
dı ve akıp gitti kalabalık. At nallarının klop-klop sesleri ve
binicilerin mırıltıları gittikçe uzaklaştı. Ardından gecenin
sessizliğinden başka bir şey duyulmaz oldu.
44
3
EVDEKi SON GÜNLERiM
Evin içindeki müthiş devinim hâlâ sürüyordu. Çay fin
canları dolup dolup boşalıyor, son anların keyfini çıkaranlar,
uzun geceye hazırlık olmak üzere midelerini dolduruyorlardı.
Bütün odalar doluydu, bana yer kalmamıştı. Taşlara ve yolu
mun üzerine çıkan her şeye tembel tembel tekme atarak ke
derli kederli ortada dolaşıyordum; bu da bir çözüm yolu de
ğildi. Kimsenin umurunda değildim, konuklar yorgun ve ke
yifli, hizmetkârlar ise bitkin ve sinirliydiler. "Atlar insanlar
dan daha duyguludurlar" diye söylendim kendi kendime, "gi
dip onlarla birlikte uyuyacağım."
Ahır sıcak, otlar yumuşaktı, yine de bir süre uyku tut
madı. Her dalışımda ya atlardan biri beni dürtüklüyor ya da
evden gelen ani bir gürültüyle uyanıyordum. Nihayet ortalık
yavaş yavaş sakinleşti; dirseğim üzerinde hafifçe yükselip dı
şarı baktım, ışıklar titreyerek, teker teker karanlığa karışı
yorlardı. Kısa bir süre sonra, karla kaplı dağlara tüm canlılı
ğıyla yansıyan soğuk mavi ay ışığından başka bir ışık kal
madı görünürlerde. Bir kısmı ayakta, bir kısmı yan yatmış,
tüm atlar uykuya dalmışlardı. Ben de uyudum. Ertesi sabah
şiddetli bir sarsıntıyla uyandığımda bir ses, "Haydi bakalım
Lobsang. Atları hazırlamam gerekiyor, sen de tam yolumun
üzerinde yatıyorsun," diye bağırıyordu. Karnımı doyuracak
bir şeyler aramak üzere evin yolunu tuttum. İçerisi epey ha
reketliydi. Konuklar gitmeye hazırlanıyorlar, annem de son
dakikada bir iki laf daha edebilmek için gruptan gruba adeta
uçuyordu. Babam eski bir arkadaşına, evimizin pencereleri-
45
ne takılmak üzere Hindistan'dan cam getirtmeyi düşündü
ğünü anlatıyordu. Tibet'te cam yoktu. Ülkenin hiçbir yerinde
de imal edilmezdi. Aslında ta Hindistan'dan cam getirtmek
çok pahalıya mal oluyordu. Cam yerine, pencerelerin çerçe
velerine gerilen fazla mumlanmış yarı şeffaf kâğıtlardan dı
şarısını görmek çok zordu. Pencerelerin dışında bulunan ağır
tahta kepenkler ise hırsızlardan çok, içeriye kuvvetli rüz
gârlarla taşınan iri kum tanelerinin girmesini önlemek için
di. Bu kum taneleri (bazen bunlar daha çok küçük çakıl taş
lari büyüklüğünde olurlardı) iyi korunmamış pencereleri de
lip içeri girerler, daha da kötüsü, açıkta kalmış ellerde ve
yüzde epeyce derin yaralar açabilirlerdi. Şiddetli fırtınalarda
yolculuk yapmak çok tehlikeli olurdu. Lhasa halkı ihtiyatlı
davranıp zirveden gözünü ayırmaz ve zirve aniden bir sisle
kaplandığında, bu kamçılayıcı, kanatıcı rüzgâra yakalanma
mak için herkes barınacak bir yere koşardı. Böyle tetikte
olanlar sadece insanlar değildi, hayvanlar da bir o kadar
uyanık bulunurlardı; barınacak bir yerlere koşan insanların
önünde giden at ve köpeklere rastlamak gayet olağandı. Ke
dilerin fırtınaya yakalandıkları ise görülmüş şey değildi ve
aslında sığırlar da oldukça uyanık davranırlardı.
Son konukların da evden ayrılmalarından hemen sonra
babamın huzuruna çağırıldım. Bana, "Çarşıya git, gereken
şeyleri al. Tzu neye ihtiyacın olduğunu biliyor" dedi. Bana
gerekli olabilecek şeyleri düşündüm: Tahtadan yapılmış bir
tsampa kâsesi, bir fincan ve bir tespih. Pırıl pırıl parlatılmış
yüz sekiz tane boncuğu olan bir tespih alacaktım kendime.
Kutsal sayımız olan yüz sekiz, aynı zamanda bir rahibin ak
lından çıkarmaması gereken kuralları belirtirdi.
Tzu atının, ben de midillimin üzerinde yola çıktık. Avlu
dan ayrıldıktan sonra sağa saptık. Çevre yolundan çıkıp, Po-
tala'yı geçtikten sonra, pazar yerine giden sağ taraftaki yola
saptık. Sanki kenti ilk kez görüyormuşum gibi dikkatle bakı
yordum çevreme. Buraları bir daha görememekten korkuyor
dum! Dükkanlar, Lhasa'ya yeni gelmiş, birbirleriyle sıkı sıkı
pazarlık yapan tüccarlarla tıklım tıklım doluydu. Bir kısmı
46
Çin'den çay, bir kısmı da Hindistan'dan kumaş getirmişti.
Bu kalabalığın arasında, bakmak istediğimiz dükkanlara
doğru yolumuzu açmaya çalışıyorduk; Tzu sık sık bağırarak
eski arkadaşlarıyla selâmlaşıyordu.
Koyu kırmızı, kendi ölçülerimden biraz daha büyük bir
elbise almalıydım. Bu sadece büyümekte olduğum için değil
di. Tibet'te erkekler, bellerinden sımsıkı bağladıkları çok bol
elbiseler giyerler. Üst kısım yukarıya çekildiğinde, Tibetli er
keğin taşımakta yarar gördüğü tüm eşya için bir torba mey
dana gelir. Örneğin sıradan bir rahip bu torbada tsampa kâ
sesini, fincanını, bir bıçak, birkaç muska, bir tespih, bir torba
kavrulmuş arpa. ve genellikle yedek tsampa taşır. Ve bir ra
hibin üzerinde taşıdığı bu eşyalardan başka dünya üzerinde
sahip olduğu hiçbir şey yoktur.
Benim bu kederli küçük alışverişim, yalnızca çok gerek
li olan ihtiyaçlarımı ve ancak yoksul bir rahip yardımcısına
uygun görülen orta kalitede şeyleri almama izin veren Tzu'
nun sıkı denetimi altındaydı. Bunların arasında, tabanları
sığır derisinden yapılmış bir çift sandal, içine kavrulmuş ar
pa koymak için küçük bir deri torba, tahtadan bir tsampa
kâsesi, yine tahtadan bir fincan -hayal ettiğim gibi gümüşten
bir fincan değildi bu!- ve oyma yapmak için bir bıçak vardı.
Kendim parlatmak zorunda kalacağım çok sade bir tespihle
birlikte tüm eşyam bunlardı artık. Babam, bütün ülkeye ya
yılmış arazileri, mücevherleri ve gerçekten bir yığın altınıyla
birkaç defa milyonerdi. Ben ise, eğitildiğim ve babam yaşadı
ğı sürece yalnızca çok yoksul bir rahip olacaktım.
Sokağa, uzun çıkıntılı saçaklarıyla iki katlı evlere, kapı
larının önündeki tezgahlara serilmiş köpek balığı yüzgeçleri
ve eyer örtüleriyle dolu dükkanlara son kez baktım. Tüccar
ların coşkun haykırışlarını, müşterilerinin yumuşak bir tarz
da sürdürdükleri sıkı pazarlıkları bir kez daha dinledim. So
kak, daha önceleri hiç şimdiki kadar ilgi çekici gelmemişti
bana; burayı her gün gören ve görmeye devam edecek olan
talihli insanlardan biri olmak istedim o anda.
Koştura koştura ortalıkta dolaşan sahipsiz köpekler
47
orayı burayı kokluyor, hırlayarak bir şeyler anlatıyorlar, sa
hiplerinin keyfini bekleyen atlar ise karşılıklı kişniyorlardı.
Devinim halindeki kalabalığın arasında avare avare dolaşan
sığırlar boğuk sesleriyle böğürüyorlardı. Şu kâğıt kaplı pen
cerelerin ardında kimbilir ne sırlar gizliydi. Şu sağlam tahta
kapılardan dünyanın dört bir yanından gelmiş ne harika eş
ya yığınları geçmişti; eğer konuşabilselerdi şu açık kepenk-
ler kimbilir ne öyküler anlatırlardı.
Tüm bunlara sanki eski dostlarımmış gibi uzun uzun
baktım. Bu sokakları bir daha hiç göremeyecektim sanki.
Yapmayı ve satın almayı istediğim şeyleri düşündüğüm sıra
da kocaman, tehdit edici bir el, sımsıkı yakaladığı kulağımı
şiddetle büktü. Tzu'nun sesi, sanki tüm dünyaya kendisini
duyurmak istercesine çınlıyordu:"Haydi yürü Lobsang, ayak
ta mı öldün yoksa? Şu zamane çocuklarım bir türlü anlaya
mıyorum. Ben küçükken işler böyle değildi." Arkada kalıp
kulağım kopsa da Tzu umursamaz görünüyordu. Yürümek
ten başka çıkar yol yoktu. Tzu bütün yol boyunca "şimdiki
nesilden, hiçbir işe yaramayanlar sürüsünden, düşte yaşa
yan tembel kemikli uykuculardan" mırıl mırıl yakınarak atı
nın üstünde, önümde ilerledi. Durumun sevindirici tek yanı,
Tzu'nun önümde giden kocaman gövdesinin Linghor Yolu'na
saptığımız zaman çıkan sert rüzgârdan yol boyunca beni ko-
rumasıydı. Eve gelince, aldığımız şeylere şöyle bir göz attı
annem. O da alınanların yeterli olduğu düşünce sin deydi;
üzülmüştüm. Belki Tzu'nun aldıklarını beğenmeyip, bana
daha iyi şeylerin alınmasını ister diye bir umut beslemiştim
içimde. Böylece gümüş bir fincana sahip olma umudum iyice
suya düşmüştü; Lhasa pazarlarındaki elle çalışan çömlekçi
çarklarında döndürülmüş bu tahta fincanla yetinmem gere
kiyordu.
Evde geçireceğim son hafta boyunca yalnız bırakılmaya
caktım. Annem beni Lhasa'daki diğer büyük ailelere, o ev
den bu eve sürükledi durdu. Böylece onlara saygılarımı su
nabilecektim. Saygılı bir kişi olduğumdan değil, ancak an
nem bu ufak yolculuklarla, sohbet alışverişleriyle ve günlük
48
yaşamı tamamlayan terbiyeli dedikodularla epey iyi vakit ge
çiriyordu. Can sıkıntısından kaskatı kesilmiştim; insanın
saçma şeylere rahatlıkla katlanabilmesini sağlayan yetene
ğe doğuştan sahip olmadığım için tüm bunlar gerçek bir sı
navdı benim için. Geri kalan birkaç günümü açık havada eğ
lenerek geçirmek istiyordum. Ödül olarak verilecek bir sığır
gibi oradan oraya sürüklenerek, bütün gün ipekli minderle
rin üzerinde oturmaktan başka yapacak işleri olmayan, en
ufak gereksinimleri için hizmetkârlarına başvuran bu rüküş
yaşlı kadınlara gösterilmektense, dışarıda uçurtmalarımı
uçurmayı, sırığımla atlamayı, okçuluk çalışmayı bin kez ter
cih ederdim.
Fakat beni böyle gizliden gizliye öfkelendiren annem de
ğildi yalnızca. Babamın Drebung Lama Manastırı'nı ziyaret
etmesi gerekiyordu ve burayı görmem için beni de birlikte
götürecekti. Drebung, on bin rahibi, yüksek tapınakları, taş
tan küçük evleri ve birbirinin üzerine sıra sıra taraçalanmış
binalarıyla dünyanın en büyük lama manastırıdır. Burası
duvarlarla çevrili bir kent gibiydi; çok iyi kurulmuş, kendi
kendini yaşatan bir kent. Drebung, "pirinç kümesi" anlamına
gelir; gerçekten de uzaktan bakıldığında, ışıkta parıldayan
kule ve kubbeleriyle bir pirinç kümesini andırıyordu. Ben ise
o sıralarda, mimari güzellikleri değerlendirebilecek halde de
ğildim. Değerli vaktim bu şekilde ziyan olduğu için suratım
bir karış asıktı.
Babam, manastırın reisi ve yardımcılarıyla konuşmakla
meşgulken, ben rüzgârın sürüklediği yitik bir eşya gibi ke
derli kederli dolaşıyordum ortalıkta. Küçük rahip adaylarına
nasıl davranıldığını görünce korkuyla ürperdim. Pirinç Kü
mesi aslında yedi lama manastırının bir araya gelmesiyle
oluşmuş yedi farklı sistem, yedi ayrı okuldan ibaretti. Tek
bir kişinin yönetemeyeceği kadar büyüktü. Hepsi de birbirin
den katı birer disiplinci olan on dört abbot yönetiyordu bura
yı. Babamın deyişiyle, "güneşli ovadaki bu güzel gezinti" so
na erdiğinde epey sevinmiştim; fakat Drebung'a, ya da Lha-
sa'nın üç mil kuzeyindeki Sera'ya gönderilmeyeceğimi öğren-
49
mek daha da sevindiriciydi.
Nihayet hafta sonu geldi. Uçurtmalarımı alıp başka ço
cuklara armağan ettiler, güzel tüylerle süslemiş olduğum ok
larımı, yaylarımı kırdılar. Bundan böyle artık bir çocuk ol
madığımı anlatmak istiyorlardı. Nasıl olsa böyle oyuncak
lardan zevk almayacaktım. Oyuncaklarla birlikte kalbimin
de kırılmış olması ise kimsenin umurunda değildi.
Karanlık basınca babam beni zevkle döşenmiş, duvarla
rı baştan başa eski ve değerli kitaplarla dolu odasına çağırt
tı. Mihrabın yanına oturdu ve bana önünde diz çökmemi bu
yurdu. Kitabın açılış töreni olacaktı bu. Bir metre genişli
ğinde, otuz santimetre uzunluğundaki bu büyük cildin içine,
ailemize ait, yüzyıllar öncesine dek uzanan tüm ayrıntılar
kaydedilmişti. Atalarımızın ilk isimlerini, nasıl soylu olduk
larını, neler yaptıklarını en ince ayrıntısına kadar bulabili
yorduk burada. Ülke ve hükümdarımız için yapılanlar da ya
zılmıştı. Eski sararmış yapraklardan tarihi okudum. Şimdi
kitap benim için ikinci kez açılmıştı. İlkinde ana rahmine
düşüşüm, doğumum kaydedilmişti. Burada astrologların ke
hanette bulunabilmeleri için gerekli tüm ayrıntılar, o zaman
hazırlanmış gerçek astrolojik tablolar vardı. Şimdi kitabı be
nim de imzalamam gerekiyordu; çünkü yarın lama manastı
rına girdiğim andan itibaren yeni bir yaşam başlayacaktı be
nim için.
Ağır oymalı tahta muhafazalar yerlerine dikkatle yer
leştirildi. Ardıç ağacından elle yapılmış, kalın kâğıtları tutan
tokalar takıldı. Kitap ağırdı, babam bile, onu korunduğu al
tın kutuya geri koymak için ayağa kalktığında, ağırlığı altın
da hafifçe sendeledi. Sonra kutuyu mihrabın altındaki derin
taş hücreye koydu. Küçük gümüş mangalın üzerinde erittiği
bal mumunu hücrenin taş kapağının üzerine döktü ve mühü-
rünü bastı; kitaba kimse dokunamayacaktı artık.
Ardından bana döndü ve minderlerinin üzerine rahatça
kurulup yanı başında duran gonga hafifçe vurdu. Hizmetkâ
rı biraz sonra tereyağlı çay getirmişti ona. Uzun süren bir
sessizlikten sonra bana Tibet'in gizli kalmış tarihçesini an-
50
lattı; binlerce yıl öncesine giden bir tarih, Tufan'dan öncelere
giden bir öykü. Tibet'in eski bir denizle kaplı olduğu zaman
ları ve bu gerçeğin kazılarla nasıl kanıtlandığını anlattı. Söy
lediğine göre, şimdi bile Lhasa yöresinde kazı yapılacak olsa,
fosilleşmiş deniz hayvanları ve garip kabuklar ortaya çıkarı
labilirdi. Kimi eyaletlerde belirli mağaraları ziyarete giden
rahipler ara sıra bunları bulur ve babama getirirlerdi. Bana
da bunlardan birkaçını gösterdi. Sonra aniden davranışı de
ğişti.
"Yasalar gereğince, aşağı sınıfa mensup olarak doğanla
ra şefkat gösterilirken, yüksek sınıfa mensup olanlara sert
davranılır" dedi. "Lama manastırına girmene izin verilmez
den önce korkunç bir sınavdan geçeceksin." Ardından, verile
cek emirlere kesinlikle itaat etmemi sıkı sıkı tembihledi. Son
sözleri gece rahat bir uyku uyumama yardım edecek cinsten
değildi. "Oğlum, benim çok katı ve sana karşı ilgisiz bir in
san olduğumu düşünebilirsin, fakat ben yalnızca ailenin is
mine önem veririm. Sana söylüyorum, eğer manastıra alın
mak için gireceğin bu sınavda başarılı olamazsan buraya ge
ri gelme. O takdirde bu ev için bir yabancıdan farkın olmaz."
Sonra başka hiçbir şey söylemeden, yanından ayrılmamı işa
ret etti.
Akşam, ilk önce kız kardeşim Yaso ile vedalaştım. Üzül
müştü, sık sık birlikte oynardık ve ikimiz de çocuktuk henüz;
o dokuz yaşındaydı, ben ise yedi olacaktım -yarın. Annem or
talıkta görünmüyordu. Uyuyordu, onunla vedalaşamayacak-
tım. Son defa olarak, tek başıma odamın yolunu tuttum.
Minder yatağımı hazırlayıp uzandım, ancak uyuyamadım.
Uzun süre babamın söylediklerini düşünerek öylece yattım.
Babamın çocuklara karşı duyduğu nefreti ve ilk kez evden
uzak bir yerde uyuyacağım o korkutucu yarını düşünüyor
dum. Ay yavaş yavaş yükseliyordu gökyüzünde. Dışarıda,
pencere eşiğinde bir gece kuşu çırpındı. Çatıdaki tahta direk
lere çarpan dua bayraklarının sesi geliyordu. Uyudum ve gü
neşin ilk ışıkları ile uyandırıldım. Bir hizmetkârdı, bir kâse
tsampa ile bir fincan tereyağlı çay getirmişti bana. Bu yavan
51
yemeği yiyordum ki telaşlı telaşlı Tzu girdi odaya. "Haydi ev
lat," dedi, "Allaha şükür yollarımız ayrılıyor. Şimdi atlarıma
dönebilirim. Fakat sana düşen görevi iyi yap, öğrettiklerimin
hiçbirini unutma." Böyle söyleyerek topuklarının üzerinde
döndü ve odadan çıktı.
Eğer annem beni uğurlamak için kalkmış olsaydı, hiç
kuşkusuz evde kalmama izin vermesi için onu ikna etmeye
çalışacaktım. Tibet'te çocuklar genellikle rahat bir hayat ya
şarlar; benimki ise her bakımdan zordu ve sonradan öğrendi
ğime göre, babamın emriyle kimseyle vedalaşamamıştım.
Böylece küçük yaşta disiplini ve tahammülü öğrenebilecek
tim. Kahvaltımı bitirdim, tsampa kâsemi ve fincanımı elbise
min önüne sokuşturup, yedek bir giysiyle bir çift keçe botu
birbirine bağlayıp bir bohça yaptım. Odadan çıkıp koridor
boyunca ilerlerken, hizmetkârlardan biri yavaş yürümemi,
evdekileri uyandırmamamı emretti. Aşağı indim. Yola çıktı
ğımda, sahte şafak, yerini gerçek şafaktan önce gelen kısa
karanlığa bırakmıştı. Böylece ayrıldım evimden. Yalnız,
korkmuş ve kalbi kırılmış olarak...
52
4
MANASTIRIN KAPISINDA
Yol dümdüz Chakpori Lama Manastırı'na, Tibet Tıp
Merkezi'ne uzanıyordu. Zor bir okuldu burası! Hava iyice ay-
dınlanıncaya dek birkaç mil yürüdüm. Giriş bölümüne giden
kapının önünde, benim gibi manastıra katılmak isteyen iki
çocukla karşılaştım. İhtiyatlı bakışlarla birbirimizi süzdük.
Sanırım birbirimizde gördüklerimizden pek etkilenmedik ve
sanırım, aynı eğitime katlanacaksak birbirimizle kaynaşma
mız gerektiğine karar verdik.
Bir süre ürkek ürkek kapıya vurduk fakat hiçbir şey ol
madı. Sonra çocuklardan biri yerden büyükçe bir taş aldı ve
gerçekten dikkat çekecek kadar gürültü çıkarmayı başardı.
Az sonra bir rahip göründü kapıda, bir elinde salladığı değ
neğin neredeyse bir fidan kalınlığında olduğunu gördük kor
kuyla. "Siz küçük şeytanlar, ne istiyorsunuz?" diye gürledi,
"Sizin gibilere kapı açmaktan başka yapacak daha yararlı
bir işim yok mu sanıyorsunuz?" "Biz rahip olmak istiyoruz"
diye yanıtladım. "Bana, daha çok maymuna benziyormuşsu-
nuz gibi geldi" dedi, "Orada, hiçbir yere kımıldamadan bekle
yin, rahip adaylarına bakan Reis hazır olduğu zaman sizi gö
rür." Kapıyı hızla çarptı, ona tedbirsizce yaklaşmış olan iki
çocuktan birini neredeyse arkası üstü yere deviriyordu. Top
rağın üzerine oturduk, ayakta durmaktan bitkin düşmüştük.
Manastıra girip çıkan bir sürü insan vardı. Küçük bir pence
reden, gittikçe artan açlığımızı kamçılamasına nefis bir ye
mek kokusu geliyordu. Yemek o kadar yakınımızda fakat
yenmesi o kadar olanaksızdı ki!
53
Nihayet sert bir hareketle ardına dek açılan kapının
eşiğinde uzun boylu, zayıf bir adam belirdi. "Evet!" diye gür
ledi, "Siz kılıksız haylazlar, söyleyin ne istiyorsunuz?" "Biz
rahip olmak için geldik" diye karşılık verdik. "Aman Alla-
hım" diye bağırdı, "bugünlerde manastırlara amma da süp-
rüntüler geliyor!" Eliyle manastır topraklarını çevreleyen
yüksek duvarlarla kapalı bölüme girmemizi işaret etti. Son
ra ne olduğumuzu, kim olduğumuzu sordu. Bize aldırmadığı
nı anlamak zor değildi. Bir çobanın çocuğu olan arkadaşa,
"Çabuk gir, eğer sınavlarda başarılı olursan kalabilirsin" de
di. Diğerine ise, "Sen, oğlum. Ne dedin? Bir kasabın oğlu ha?
Bir hayvan kesicisinin? Buda'nn Kurallari'na karşı gelen bi
rinin? Ve bir de buraya geliyorsun! Hemen defol git, yoksa
döve döve yola kadar ben geçiririm seni." Rahip ona doğru
davranınca da, zavallı talihsiz çocuk tüm yorgunluğunu bir
anda unutarak, müthiş bir hızla, adeta yuvarlanarak ileri
doğru atıldı. Öyle telaşlıydı ki, ayağı yere değdikçe altüst ol
muş küçük toz bulutları kalkıyordu havaya.
Şimdi ben kalmıştım ortada; yedinci doğum günümde
ve yapayalnız. Asık suratlı rahip, beni olduğum yerde korku
dan neredeyse kurutan o korkunç bakışını üzerime çevirdi ve
tehdit edici bir biçimde sopasını şöyle bir oynattı. "Sen! Dine
yönelmek isteyen genç bir prens. İlk önce nasıl bir adam ol
duğunu görmemiz gerekiyor kibar arkadaşım. Ne olduğunu
görelim bakalım, burası yufka yürekli şımarık prenslere göre
bir yer değildir. Arkaya doğru kırk adım git, sonra sana bir
başka şey söyleninceye dek meditasyon duruşunda orada
otur, gözünü bile kırpma!" Böyle söyledikten sonra arkasını
dönüp uzaklaştı. Üzüntülü bir halde küçük çıkınımı yerden
alıp, kırk adım saydım ve dizlerimin üzerine adeta düşerek,
emredildiği gibi bağdaş kurup oturdum. Bütün gün, hiç kı
pırdamadan. Tozlar üzerime savruluyor, yukarı doğru açık
tuttuğum avuçlarımın içinde küçük tepecikler oluşturuyor,
omuzlarımda birikip, saçlarımın içine doluyorlardı. Güneş al
çalmaya başladığında açlığım artmış, boğazım susuzluktan
kupkuru olmuştu. Şafağın ilk ışıklarından bu yana ne bir şey
54
yemiş, ne de içmiştim. Gelip geçen bir sürü rahipten hiçbiri
dönüp bakmıyordu bile. Ortalıkta dolaşan köpekler merakla
yanıma yaklaşıp beni kokluyor, sonra sıkılıp uzaklaşıyorlar-
dı. Bir grup küçük oğlan çocuğu geçti yanımdan. İçlerinden
birinin umursamaz bir davranışla bana doğru attığı taş başı
mı yardı. Kımıldamadım bile, çünkü kımıldamaktan korku
yordum. Eğer bu dayanıklılık sınavını başaramazsam, ba
bam eve dönmeme izin vermeyecekti. Gidecek başka bir ye
rim, yapacak başka bir şeyim de yoktu. Yapabileceğim tek
şey, kıpırdamadan, tüm kaslarım ağrı içinde, eklemlerim
kaskatı, oturmaya devam etmekti.
Güneş dağların ardında kayboldu, gökyüzü karardı ve
karanlığın içinden, pırıl pırıl parlayan yıldızlar belirdi. Ma
nastırın pencerelerinden, binlerce küçük yağ kandilinin ara
sıra titreyerek alevlenen zayıf ışıklarını görebiliyordum.
Sonra soğuk bir rüzgâr başladı, söğüt ağaçlarının yapraklan
titreyerek hışırdadılar. Çok geçmeden gecenin garip sesleri,
anlam veremediğim gürültüler sarmıştı çevreyi.
Artık kımıldayamayacak kadar korkmuş, adeta taş ke
silmiş öylece oturuyordum. Az sonra kumlu yoldu adeta ka
yarak yaklaşan bir rahibin sandallarından çıkan hışırtıyı
duydum; karanlıkta yolunu bulmaya çalışan yaşlı bir ada
mın ayak sesleriydi bunlar. Derken hayal gibi bir şekil belir
di önümde ve geçirdiği yılların sertliğiyle hırlayan bir beden
bana doğru eğildi. Elleri yaşlılıktan tir tir titriyordu. Taşı
makta olduğu çayın birazını döktüğünü görünce içim gitti.
Sonunda bir kâse tsampa ile çayı kazasız belasız bana uzata
bildi. Almak için ilk anda hiçbir harekette bulunmadım. Dü
şüncelerimi sezmişti anlaşılan. "Al bunları oğlum, karanlık
geçen saatlerde hareket edebilirsin." Bunun üzerine çayı
içtim, tsampayı kendi kâseme boşalttım. Yaşlı rahip, "Şimdi
uyu, fakat güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yine burada, de
minki oturuşuna başla, çünkü sana yapılan bu hareket, bel
ki düşündüğün gibi nedensiz bir zulüm değil, bir sınavdır
yalnızca. Bizim düzenimizde, ancak bu sınavda başarılı olan
lar yükselebilirler" dedikten sonra fincanı ve kâseyi alıp
Dostları ilə paylaş: |