32
aralarında en gönülsüz kişi olan benimle birlikte beş kişi da
ha. Linghor Yolu'ndan saptık ve Potala'nın eteklerinden geç
tik. Potala yüz yirmi beş metre yüksekliğinde, üç yüz elli
metre uzunluğunda binalardan meydana gelmiş bir dağdır.
Shö kasabasını arkamızda bırakıp Kyi Ehu düzlüğü boyunca
ilerledik; yarım saat sonra Jo-kang'daki Lhasa Tapınağı'na
ulaşmıştık. Çevresinde küçük evler, dükkânlar ve ziyaretçi
leri çekmek için kurulmuş satıcı tezgâhları kümelenmişti.
Tapınak bin üç yüz yıldan beri ayakta duruyor ve hacılar ta
rafından ziyaret ediliyordu. Bunca yıldır ibadet etmek için
öyle çok insan gelmişti ki buraya, taş zemin birkaç santimet
re derinliğinde aşınmıştı. Tapınağın çevresinde büyük bir
huşu içinde dolaşan hacıların her biri, yanından geçtiği yüz
lerce dua değirmeninden birini döndürüyor ve sürekli olarak
mantra'yı tekrarlıyordu: Om! Mani Padme Hum!
Tavan, zamanla siyahlaşmış koca tahta kirişler üzerine
kurulmuştu. Sürekli yanan tütsülerin dumanı, havada, bir
dağ tepesindeki ince yaz bulutlan gibi sürükleniyordu. Duva
rın çevresine, tanrılarımızın altından heykelleri dizilmişti.
Manzarayı örtmeyecek kadar seyrek tel örgüler bu hey
kelleri, açgözlülükleri saygı hislerine ağır basan insanlardan
koruyorlardı. Ünlü heykellerin çoğu, adak adayan hacılar ta
rafından çevrelerine yığılan değerli taşların içine gömülmüş
tü adeta. Som altından şamdanların üzerinde, geçen bin üç
yüz yıl boyunca hiç söndürülmeden, birbiri ardı sıra yakılan
mumlar vardı. Karanlık bölmelerden zil ve gong sesleri, se
def kakmalı boruların inleyen bağırışları geliyordu. Gelenek
lerin öngördüğü şekilde turumuzu tamamladık.
İbadetimiz bitmişti, düz dama çıktık. Burayı yalnızca
ayrıcalıklı kimselerin ziyaret etmesine izin verilirdi; ancak
babam, bir bakan olarak istediği zaman çıkabilirdi buraya.
Bizim hükümet sistemimiz size değişik gelebilir.
Devletin, Dini Kuruluş'un ve son Temyiz Organı'nın
başında Dalay Lama gelirdi. Ülkede herkes, eğer bir isteği
varsa, ondan ricada bulunabilirdi. Bu haklı bir istekse, ya da
33
ortada yapılmış bir haksızlık varsa, Dalay Lama bu ricanın
kabul edilmesini, ya da haksızlığın düzeltilmesini sağlardı.
Sanırım, halkın tümü onu sever ya da sayardı demek çok
mantıksız bir şey olmaz. O, kudretine ve nüfuzuna dayanan
bir otokrattı, fakat bunları asla kendi çıkarı için değil, yal
nızca ülkenin yararı için kullanırdı. O, birkaç yıl sonra ülke
yi Çinliler'in işgal edeceğini ve geçici bir süre için bağımsız
lığımızı kaybedeceğimizi önceden biliyordu. İşte aramızdan
birkaç kişinin özel bir biçimde eğitilmesinin nedeni de buy
du; böyle özel eğitilen kişiler, rahiplere has, asırlardır süre
gelen beceri ve bilgilerin sürekliliğini sağlayacaklardı.
Dalay Lama'dan sonra gelen iki kurul vardı. Bunlardan
birincisi Dini Kurul'du. Dört üyesi de Lama statüsünde olan
rahiplerdi. Bunlar, En Değerli Kişi'nin yönetimi altında bu
lunan lama ve rahibe manastırlarının tüm işlerinden sorum
luydular. Dinle ilgili bütün işler onların önüne gelirdi.
Bundan sonra gelen organ Bakanlar Kuruluydu. Bu
kurulun üçü sivil, biri de rahip olmak üzere dört üyesi vardı.
Bunlar da ülkenin genel sorunlarıyla ilgilenirlerdi ve Din iş
leri ile Devlet'in bir bütün olmasından sorumluydular.
Başbakan adı verilebilecek iki memur, bu iki Kurul ara
sında "Bağlantt Memurluğu" vazifesini görür ve görüşlerini
Dalay Lamaya bildirirlerdi. Milli Meclis'in oldukça seyrek
yapılan toplantılarında hayli söz sahibiydiler. Milli Meclis
Lhasa' nın önde gelen bütün aileleri ve lama manastırlarıni
temsil eden elli kişiden oluşan bir kuruldu. Üyeler, 1904'de
İngilizler Lhasa'yı işgal edip de Dalay Lama Moğolistan'a
gittiği zaman olduğu gibi, ancak çok ciddi tehlikelerle karşı
laşıldığında toplanırlardı. Bununla ilgili olarak, pek çok Ba-
tılı'nın, En Değerli Kişi'nin korkakça "kaçtığına" dair garip
bir fikre sahip olduğunu söylemek istiyorum. O "kaçmadı".
Tibet üzerinde yapılan savaşlar bir satranç oyununa benzeti
lebilir. Eğer şah alınırsa, oyun kazanılır. Dalay Lama da bi
zim şahımızdı. O olmadığı zaman, uğruna savaşılacak bir
şey de olmazdı: Ülkenin bütünlüğünü sağlayabilmek için
emin bir yere gitmesi gerekiyordu. Herhangi bir nedenle onu
34
korkaklıkla suçlayanlar, neden söz ettiklerini bilmeyen kişi
lerdir yalnızca.
Eyaletlerdeki bütün liderler de katıldığında, Milli Mec
lis'in üye sayısı dört yüze kadar çıkabilirdi. Tibet'te beş eya
let vardır: Başkent'in, yani Lhasa'nın bulunduğu U-Tsang
Eyaleti. Shigatse de bu eyalettedir. Kham doğu, Lho-dzong
ise güney eyaletleridir; bu arada Batı Tibet'e Gartok, Kuzey
Tibet'e de Chang adı verilir. Zaman geçtikçe Dalay Lamanın
kudreti arttı, Kurullar ve Meclis'le birlikte, yaptığı işlerin
sayısı yavaş yavaş azaldı ve ülke hiçbir zaman bundan daha
iyi bir biçimde yönetilmedi.
Tapınağın damından görülen manzara harikaydı: Do
ğuya doğru Lhasa Ovası uzanıyordu; yemyeşil, verimli, ağaç
larla benek benek bir ova. Ağaçların arasından, Lhasa'nın,
kırk mil ötedeki Tsang Po'ya katılmak üzere şırıl şırıl akan
ırmakları parıldıyorlardı. Kuzeyden güneye doğru, sanki bizi
dünyanın geri kalan kısmından koparırcasına vadiyi saran
büyük bir dağ silsilesi yükseliyordu. Dağların etekleri lama
manastırları ile doluydu. Daha yukarılarda, uçurumlarla do
lu yamaçlarda, münzevi kulübeleri vardı. Doğuda ise tüm
görkemiyle Potala ve Chakpori ikiz tepeleri görünüyordu.
Chakpori, Tıp Manastırı olarak bilinirdi. İki tepenin arasın
daki Batı Kapısı, sabahın soğuk güneşi altında parıldıyordu.
Gökyüzünün koyu mor rengi, uzaktaki dağ silsilelerinin üze
rindeki karın koyu beyazlığıyla harika bir tezat oluşturuyor
du. Tüy gibi hafif, küçük bulutlar kayıyorlardı tepemizde. Bi
raz daha yakına, kentin içindeki Tapinak'ın kuzey duvarla
rına bitişik gibi duran Meclis Salonuna baktık. Hazine Dai
resi oldukça yakınımızdaydı, tüccar tezgahları ve insanın he
men her şeyi satın alabileceği bir pazarla çepeçevre sarılmış
tı. Biraz daha yakında, bir rahibe manastın vardı.
Budizm'in kutsal yerlerinden biri olan Tapınak'tan, zi
yaretçilerin hiç dinmeyen dua mırıltıları geliyordu. İçlerin
den bir kısmı, kasapların ellerinden kurtardıkları ya da elle
rindeki azıcık parayla satın aldıkları hayvanları getirmiş
lerdi. Bizim inançlarımıza göre, bir insan ya da hayvanın ha-
35
yatını kurtaran kişi büyük bir sevap kazanır ve bu da halk
arasında büyük bir itibar sağlardı ona.
Bu yüzyıllık manzarayı seyrederken bir yandan da ilahi
okuyan rahiplerin yükselip alçalan seslerini dinliyorduk.
Arada sırada davullar gümbürdüyor, nefesli borulardan çe
şitli sesler çıkıyordu.
Değişik işler peşinde koşuşturan bir yığın rahip, oradan
oraya sürekli bir devinim halindeydi. Bazıları sarı, bazıları
da mor giysiler içindeydiler. Koyu kırmızı giysiler çoğunluk
taydı, bunlar "sıradan" rahiplerdi. Altın rengi ve bordo giysi
li olanlar ise Potala'dan gelenlerdendi. Beyazlar içindeki ra
hip yardımcıları ile koyu kestane rengi giyinmiş polis-rahip-
ler ortalıkta dolaşıyorlardı. Hepsinde ya da hemen hepsinde,
tek bir ortak şey vardı: O da, ne kadar yeni olursa olsun,
tüm giysilerin üzerinde, Buda'nın giysisinde bulunan yama
ların bir benzerinin bulunmasıydı. Tibetli rahipleri ya da on
ların resimlerini görmüş olan yabancılar, sık sık bu "yamalı
görüntu'yü merak ederler. Oysa yamalar üniformanın bir
parçasıdır. Bin iki yüz yıllık Ne-Sar Manastırı'ndaki rahipler
bu yamaları tam hakkını vererek, hafif solmuş bir tonda ya
parlar.
Rahipler genel olarak kırmızı elbiseler giyerler; yünlü
kumaşın boyama yöntemleri her yerde değiştiğinden, kırmı
zının çeşitli tonlarına rastlamak olasıdır. Kestane renginden
kiremit kırmızısına dek hepsi "kırmızı" sayılır. Sadece Pota-
la'da görevli kimi resmi rahipler, kırmızı üzerine altın sarısı,
kolsuz yelek giyerler. Altın sarısı, Tibet'te kutsal renk olarak
kabul edilir; çünkü altın parlaklığını yitirmediği için her za
man temiz ve katıksızdır. Bu renk aynı zamanda Dalay La-
ma'nın resmi rengidir. Sadece Dalay Lamaya özel olarak eş
lik eden bazı rahiplere ya da yüksek lamalara, kırmızı elbi
selerinin üzerine altın renginde yelek giyme izni verilir.
Jo-kang'ın damından bakarken, böyle altın sarısı yelek
ler giymiş bir sürü insanın aşağıda dolaştığını görebiliyor
duk. Yukarıda dalgalanan dua bayraklarına, tapinağın parıl
dayan kubbesine baktık. Sanki bir ressam, beyaz boyaya
36
batırdığı fırçasıyla, gökyüzünden yapılmış tuvaline hafif ha
fif dokunmuş gibi küçük beyaz bulutlarla beneklenmiş mor
gökyüzünün seyri doyumsuzdu. Bu büyüyü annem bozdu:
"Eh, vakit kaybediyoruz, hizmetkârların şu anda neler yap
tıklarını düşündükçe tüylerim ürperiyor. Acele etmeliyiz!" Az
sonra sabırlı midillilerimizin üzerinde, Linghor yolu boyunca
ilerliyorduk. Her adım beni, "korkunç sınav" adını verdiğim,
annemin ise kendisinin "büyük günü" olarak kabul ettiği
olaya biraz daha yaklaştırıyordu.
Eve döndüğümüzde, annem tüm yapılanları son bir kez
daha gözden geçirdi, bu arada artık iyice yaklaşmış olan bü
yük olay sırasında güçlü olabilelim diye yemek yedik. Bu gibi
ziyafetlerde konukların tıka basa yiyip keyiflerine bakacak
larını, zavallı ev sahiplerinin midelerinin ise her zamankin
den daha boş kalacağını çok iyi biliyorduk. Konuklar geldik
ten sonra karnımızı doyurmak için vaktimiz olmayacaktı.
Önce tangır tungur sesler çıkaran aletleriyle müzisyen
rahipler kapıda göründüler. Borularını, klarnetlerini, gongla-
rını, davullarını yüklenmiş, zillerini de boyunlarına asmış
lardı. Daha da artan bir patırtıyla bahçeye girdiler ve iyice
havaya girip, en güzel şarkılarını çalabilmek için bira istedi
ler. Sonraki yarım saat boyunca, borulardan çıkan korkunç
kaz sesleri ve tiz melemeler kapladı ortalığı; rahipler enstrü
manlarını akort ediyorlardı. Dalgalanan flamalarıyla atları
nın üzerinde yaklaşan bir alay silahlı adam, yani ilk konuk
lar görününce, avluda bir şamatadır koptu. Giriş kapıları
ardına kadar açıldı, hizmetkârlar gelenleri karşılamak üzere
karşılıklı iki sıra halinde dizildiler. Kâhya, yanında iki yar
dımcısı olduğu halde hazır bekliyordu. Yardımcıları, Tibet'
teki karşılama törenlerinde kullanılan çeşitli cinslerden ipek
eşarplar taşıyorlardı. Sekiz ayrı kalitede eşarp vardı; bunla
rın içinden doğru olanı sunulmalıydı karşıdaki kimseye, eğer
onun sınıfına uygun olmayan bir eşarp verilirse büyük bir
suç işlenmiş olunurdu! Dalay Lama ise yalnızca birinci sınıf
eşarpları alır ve verir. Biz bu eşarplara "khata" deriz. Khata-
lar'in sunuluş tarzı da şöyledir: Veren kimse, eğer alan kim-
37
şeyle aynı sınıftansa, ayakta durup kollarını öne doğru uza
tır. Alıcı da kollarını uzatmıştır. Veren kişi hafifçe eğilip,
eşarbı karşısındakinin bileklerine bırakır; o da eğilir, eşarbı
alır ve kabul ettiğini bildirmek için tersini çevirip yanında
bulunan hizmetkârına verir. Eğer eşarp daha üst sınıfa men
sup bir kimseye veriliyorsa, sunan kişi dilini dışarı çıkartıp
(Bu Batı'daki şapka çıkarma adetine benzeyen bir Tibet usu
lü selamlaşmadır) yere diz çöker ve khata'yı alıcının ayakla
rına bırakır. Bu durumda alıcı kendi eşarbını, verenin boy
nuna takar. Tibet'te armağanlar, Batı'daki kutlama mektup
ları gibi, mutlaka uygun bir khata'yla birlikte verilmelidir.
Hükümet, halk arasında kullanılan beyaz renk yerine sarı
renkte eşarplar kullanır. Dalay Lama, karşısındaki bir kim
seyi en yüksek biçimde onurlandırmak istiyorsa, eşarbı onun
boynuna takar ve khata'ya, üzerinde üç düğüm bulunan kır
mızı ipek bir iplik bağlar. Bu arada eğer avuçlarını yukarıya
dönük olarak da uzatmışsa, o insan gerçekten çok onurlandı
rılmıştır. Biz Tibetliler, insanın tüm yaşamının avucunun
içinde yazılı olduğuna inanırız. Dalay Lama ellerini bu şekil
de göstermekle karşısındaki kimseye duyduğu en dostça his
leri anlatmış olur. Sonraki yıllarda bu onura iki kez eriştim.
Kâhyamız her iki yanında birer yardımcısı bulunduğu
halde girişte duruyordu. Yeni gelenlerin önünde eğilecek,
khataları'nı kabul ettikten sonra onları sol yanında duran
yardımcısına geçirecekti.
Bu sırada, sağ yanında duran öteki yardımcısı da bu
kutlamaya karşılık olarak verilecek doğru eşarbı kendisine
uzatacaktı. O da bunu alarak, karşısındaki konuğun sınıfına
göre ya bileklerine koyacak, ya da boynuna takacaktı. Tüm
bu eşarplar tekrar tekrar kullanılabilirdi.
Kâhya ve iki yardımcısının işleri çoğalmıştı. Lhasa
Kenti'nden, yakın ve uzak eyaletlerden akın akın konuklar
geliyor; Potala'nın gölgesindeki özel yolumuza sapmak üze
re, Linghor yolu boyunca nal takırtılarıyla ilerliyorlardı.
Uzun yoldan gelen hanımlar, yüzlerini kum yüklü rüzgârdan
korumak için deri maskeler takmışlardı. Bu maskelerin
38
üzerlerine çoğunlukla altındaki yüzün çok acemice yapılmış
bir benzeri çizilirdi. Gideceği yere ulaştığında, bu hanıme
fendi sığır derisinden yapılmış mantosuyla birlikte maskesi
ni de çıkarırdı. Maskelerin üzerine yapılmış bu yüzlere her
zaman hayran olurdum; kadın ne kadar yaşlı ya da çirkin
olursa, maskesinin üzerindeki resmi de o kadar genç ve gü
zel olurdu!
Evin içinde büyük bir hareket vardı. Kiler odalarından
içeriye bir sürü yer minderi taşınıyordu. Biz Tibet'te sandal
ye kullanmayız, bunun yerine, iki metrekare büyüklüğünde,
yirmi santimetre kalınlığında olan minderlerin üzerine bağ
daş kurup otururuz. Aynı minderler, birkaç tanesi yan yana
getirilerek yatmak için de kullanılır. Bize kalırsa bunlar san
dalye ya da somyalı yataklardan çok daha rahattırlar.
Gelen konuklara ilk olarak tereyağlı çay ikram edildi,
sonra yemekhane haline getirilmiş geniş bir odaya alındılar.
Burada asıl toplantı başlayıncaya dek onları tok tutacak
ufak tefek şeyler yiyip içeceklerdi. Kadın refakatçileriyle bir
likte, önde gelen ailelere mensup kırk kadar kadın gelmişti.
Hanımefendilerin bir kısmı annemle birlikte hoş vakit geçi
rirken, diğer bir kısmı da evin içinde odadan odaya gezinip
mobilyaları inceliyor ve kendi aralarında bunlara bir değer
biçmeye çalışıyorlardı. Değişik yaşta, biçimde ve irilikte bir
sürü kadın evi istila etmişti sanki. En akla gelmedik yerler
de ortaya çıkıyorlar ve bir an bile duraksamadan, oradan
geçmekte olan hizmetkâra, örneğin bunun kaç para ettiğini,
ya da şunun değerinin ne olduğunu soruyorlardı. Kız karde
şim Yaso, yepyeni giysisi içinde, ona göre en son stil fakat
bana göre oldukça korkunç bir biçimde yapılmış saçlarıyla
salınarak dolanıyordu ortalıkta. Bugün herkesin, olduğun
dan da çekici görünmeye çalıştığı kesindi.
İşleri biraz daha karışık hale getiren bir grup kadın da
ha vardı: Tibet'te yüksek sınıfa mensup bir kadının, büyük
bir oda dolusu giysisi ve bir yığın da mücevheri olması gere
kirdi. Bütün bunları sergilemeliydi ve bu işlem de bir yığın
soyunup giyinme gerektirdiğinden, mankenlik yapmaları
39
için özel kızlar, "chung kızlar" kiralanırdı. "Chung kızlar"
annemin giysileri içinde ortalıkta salınarak dolaşıyorlar,
oturup fincanlar dolusu tereyağlı çay içiyorlar ve sonra da
başka kıyafet giymek, değişik mücevherler takmak üzere
odalarına gidiyorlardı. Tüm gün boyunca beş altı kez giysi
değiştireceklerdi.
Erkekler daha çok bahçelerdeki eğlencelerle ilgileniyor
lardı, işe bir parça da neşe katılsın diye bir cambazlık grubu
getirilmişti. Cambazların üçü, dört buçuk metre yüksekliğin
de bir sırık tutuyor, dördüncüsü de sırığın tepesine çıkarak
kafasının üzerinde duruyordu. Sonra sırığı tutan cambazlar
ani bir hareketle sırığı çekince, yukarıdaki cambaz havada
bir takla atarak bir kedi gibi ayaklarının üzerinde yere ini
yordu. Bunu seyreden küçük oğlan çocukları hiç vakit yitir
meden gösteriyi tekrarlamak üzere ıssız bir yere çekildiler.
İki buçuk-üç metre boyunda bir sırık bulup onu havaya dik
tiler; içlerinde en cesur olanı tepeye çıkarak kafasının üze
rinde durmaya çalıştı. Korkunç bir "güm" sesiyle birlikte
aşağıya, diğer çocukların üzerine düştü. Ancak kafası epey
kalın olduğundan, yumurta biçiminde birkaç yumrudan baş
ka yara almadı.
Az sonra, ardında diğer kadınlarla birlikte, eğlenceleri
izlemek ve müzik dinlemek üzere annem göründü. Müzis
yenler de bol bol içtikleri Tibet birasıyla iyice canlanıp hava
ya girmişlerdi zaten.
Bu toplantı için oldukça şık giyinmişti annem. Üzerinde
hemen hemen ayak bileklerine kadar uzanan koyu kırmızı
renkte, sığır yününden bir eteklik vardı. Kan kırmızısı ta
banları ve kırmızı kaytanıyla Tibet keçesinden yapılmış be
yaz botları çok güzeldi.
Babamınkini andıran, bolero biçimindeki ceketi kırmızı
ya kaçan sarı renkteydi. Daha sonraki doktorluk günlerimde
olsaydı, bu rengi "sargı üzerindeki tentürdiyot" lekesine ben
zetirdim! Bunun altına ipekli mor bir bluz giymişti. Tüm
renkler birbiriyle büyük bir uyum içindeydi ve çeşitli sınıfla
ra mensup rahiplerin giysilerini tasvir etmek için özel olarak
40
seçilmişlerdi.
Sağ omuzundan aşağı, belinin sol yanında bulunan som
altından bir halkayla tutturulmuş, ipekli brokar bir kuşak
iniyordu. Omuzundan, belindeki düğüm yerine kadar kan
kırmızısı renginde olan bu kuşak, buradan aşağıya, etekliği
nin ucuna ulaşana dek açık limon sarısından, koyu safran
rengine dönüşüyordu.
Boynunda, sürekli üzerinde taşıdığı üç muska torbasını
tutan altın bir kordon vardı. Bunlar ona babamla evlenirken
verilmişti. Bir tanesini kendi ailesi, diğerini babamın ailesi,
üçüncüsünü ise, çok seyrek rastlanan bir şerefti bu, Dalay
Lama armağan etmişti. Üzerindeki mücevherler epey fazlay
dı; Tibetli kadınlar sosyal yaşamdaki yerleriyle orantılı ola
rak mücevher ve süs eşyası takarlar. Terfi eden bir koca, her
seferinde karısına mücevher ya da süs eşyası almak zorun
dadır.
Annem geçen birkaç gün boyunca fazlasıyla meşguldü;
saçlarını, her biri bir kamçı kalınlığında yüz sekiz tane örgü
yapmıştı. Tibet'te yüz sekiz rakamının kutsal bir sayı oldu
ğuna inanılır ve saçları bu kadar örgü yapılabilecek kadar
gür olan kadınlar epey şanslı sayılırlar. Madonna stilinde ay
rılmış saçlar, başa bir şapka gibi takılan tahta bir kafese tut-
turulurlardı. Kırmızı vernikli tahta, elmaslar, yakut ve altın
kurslarla süslenirdi. Saçlar, dalların tutturulduğu kafesler
den aşağı süzülen güller gibi, bu kafesten aşağı sarkıtılırlar-
dı.
Kulak memelerinden aşağıya çeşitli biçimlerde bir sıra
mercan sarkıyordu. Bunlar o kadar ağır olurlardı ki, kulak
memesi yırtılmasın diye onları kırmızı bir iple kulağının çev
resine bağlardı. Bu küpeler sarkıtıldığında, neredeyse beline
kadar ulaşırdı; bu durumda başını nasıl sağa sola çevirebildi
ğim büyük bir hayretle izlerdim.
Konuklar hayranlıkla bahçeleri geziyor ya da gruplar
halinde oturup sosyal olayları tartışıyorlardı. Özellikle ka
dınlar hararetli bir konuşmaya dalmışlardı. "Evet şekerim,
41
Doring Hanımefendi yeni bir döşeme yaptırıyor. İnce ince dö
şenmiş taşlar pırıl pırıl cilalanmış." "Duydunuz mu, Rakas-
ha Hanımefendi'lerde oturan şu genç lamanın..." vs. Tüm
bunlara karşın aslında herkes günün konusu olan olayı bek
liyordu. Şu andaki gevezelikleri ise, astrolog rahiplerin be
nim geleceğimi okuyacakları ve hayatım boyunca izleyece
ğim yolu belirleyecekleri saatin heyecanını biraz olsun ya
tıştırmak içindi.
Vakit ilerleyip de, toprağın üzerinde gezinen gölgeler
uzamaya başlayınca, hareketli konuklar biraz olsun yavaşla
dılar. Nefis yemeklerle tıka basa doymuşlardı; kafaları da
daha iyi çalışıyordu şimdi. Yiyecek kümeleri ufaldıkça, yor
gunluktan bitkin düşmüş hizmetkârlar biraz daha getiriyor
lar, bir süre sonra bunlar da bitiyordu. Kiralanmış olan eğ
lendiriciler de artık yorulmuşlardı ve biraz dinlenmek, biraz
daha bira içmek için teker teker mutfağa sıvışıyorlardı.
Müzisyenler canlılıklarını yitirmemişlerdi henüz; boru
larını üflüyorlar, zillerini şakırdatıyorlar, davullarını güm-
bürdetiyorlardı. Kuşlar, tüm bu şamatadan ürküp, ağaçların
üzerindeki her zamanki tüneklerinden kaçmışlardı. Korkup
kaçanlar sadece kuşlar değildi. Kediler de daha ilk gelen ko
nukların gürültüsüyle birlikte, kendilerine sığınacak emin
bir yer bulmuşlardı acele. Evi koruyan kocaman siyah çoban
köpekleri bile sessizdiler, boğuk ulumaları uykuyla susturul
muştu şimdi. Bir lokma dahi yiyemeyecekleri kadar doyurul
muşlardı.
Ortalık biraz daha karardı. Buhurdanlardaki tütsüleri
yakan küçük oğlan çocukları, çevreye ışık saçan yağ kandil
lerini sallayarak, duvarlarla çevrili bahçedeki bakımlı ağaç
ların arasında oynaşıyor, arada sırada alçak dalların üzerine
çıkıp oturuyorlardı.
Orada burada duran tütsü mangallarından mis gibi ko
kan kalın duman sütunları yükseliyordu. Bunların başını
bekleyen yaşlı kadınlar bir yandan da, her dönüşte çatırtılar
çıkararak gökyüzüne doğru binlerce dua gönderen dua değir
menlerini çeviriyorlardı.
42
Babam sürekli bir dehşet içindeydi! Onun bu duvarlarla
çevrili bahçeleri, yabancı ülkelerden getirtilmiş değerli bitki
ve fundalarıyla tüm ülkede ün kazanmıştı. Şimdi ise ona gö
re çılgına dönmüş bir hayvanat bahçesinden farksızdı burası.
Ellerini oğuşturarak ortalıkta geziniyor, bir konuk durup da
yanında duran bir goncaya elini sürdüğünde, kederli mırıltı
larla söyleniyordu. En tehlikede olanlar ise kayısı ve armut
ağaçları ile küçük elma ağacı fidanlarıydı. Kavak, söğüt, ar
dıç, selvi gibi daha büyük ve yüksek ağaçlar, tatlı akşam
melteminde hafifçe uçuşan dua bayraklarıyla süslenmişlerdi.
Nihayet, çok uzaklarda Himalayalar'ın tepeleri ardında
batan güneşle birlikte gün sona erdi. Lama manastırların
dan, bir günün daha bittiğini bildiren boruların sesleri geli
yordu. Bunun hemen ardından yüzlerce yağ kandili birden
tutuşturuldu. Kandiller ağaç dallarından sarkıyor, evlerin çı
kıntılı saçaklarından sallanıyor, bir kısmı da suni gölün dur
gun suları üzerinde yüzüyordu. Bazıları su nilüferlerinin
üzerine oturtulmuş duruyorlar, bir kısmı barınacak emin bir
yer arayarak yüzen kuğulara doğru sürükleniyorlardı.
Derinden gelen bir gong sesiyle birlikte herkes eve doğ
ru yaklaşmakta olan alayı seyretmek için toplandı. Bir yanı
açık olan büyük bir çadır kurulmuştu bahçede. Bizim Tibet
minderlerinden dördü çadırın içindeki yüksek kürsünün üze
rine konmuştu. Alay şimdi kürsüye doğru yaklaşıyordu. Dört
hizmetkâr, tepelerinde büyük alevler yanan direkler taşıyor
du. Sonra gümüşten borularıyla eğlenceli bir hava çalan dört
borucu geldi. Bunları annem ve babam izledi, kürsüye yakla
şıp üzerine çıktılar. Onlardan sonra da Devlet Kâhinleri Ma
nastırından gelmiş iki çok yaşlı adam çıktı kürsüye. Nec-
hunglu bu iki ihtiyar, ülkenin en deneyimli astrologlarıydı.
Kehanetlerinin doğruluğu her seferinde kanıtlanmıştı. Hatta
geçen hafta kehanette bulunmak üzere Dalay Lama'nın hu
zuruna çağrılmışlardı. Şimdi de aynı şeyi yedi yaşında bir oğ
lan çocuğu için yapacaklardı. Günlerdir astrolojik tablo ve
hesaplarla uğraşmışlardı. Yıldızların ve gezegenlerin duru
mu, şunun ya da bunun ters etkilerine dair tartışmaları epey
Dostları ilə paylaş: |